Paulo Coelho’nun başarıları bu kadarla da kalmıyor. Brezilya’nın en çok satan yazarı ve Brezilya Edebiyat Akademisi’nin 21 numaralı üyesinin 22. kitabı Akra’da Bulunan Elyazması’nı ölümle burun burunayken yazdı ve yayımladı.
Hayati tehlike atlatarak damar tıkanıklığı ameliyatı olan yazarın bu ameliyattan sonraki ilk kitabı Akra’da Bulunan Elyazması… Can Yayınları, 65 yaşına tamamen sağlığına kavuşan Coelho’yla e-kitaptan farklı dinlerin böldüğü insanlara, eleştirmenlerden milenyum gençliğinin işe yaramazlık sendromuna kadar pek çok şeyi konuştu.
“Ölürsem mutlu öleceğim”
Kitaplarınızda gerçeği ve kurguyu iç içe geçirmek konusunda ustasınız. Akra’da Bulunan Elyazması’nın ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu?
Gerçeği yorumlamanın bin türlü yolu var. Gerçek ve kurguyu ayırt etmek sadece yazar için değil, herkes için zor. Gerçek olduğuna inandığımız, ama çoğu kez kurgu olabilecek bir bilgi bombardımanı altında yaşıyoruz. Akra’da Bulunan Elyazması’nın temelinde değerler var ve değerler asla kurgu değildir. Değerler zamanın ötesindedir. Kitabımın amacı değerleri açıklamak veya betimlemek değil, bin yıl önceki soruların hâlâ geçerli olduğunu, hem bin yıl önce hem de günümüzde nasıl açıklandıklarını göstermek.
“İstenmeyen” –yani ölüm– bu kitapta birçok kez karşımıza çıkıyor. Bunun geçtiğimiz sene yaşadığınız sağlık probleminin sizde yarattığı korkuyla alakası var mı?
Doktorum 30 Kasım 2011’de bana öleceğimi, İstenmeyen’in beni almaya geleceğini söylediğinde düşünmeye fazla vaktim olmadı. Ya hemen ameliyat olacaktım ya da ölecektim. İki gün sonra bir operasyon geçirdim. Operasyondan bir gece önce yattığım yerde şöyle düşündüm:“Ne yapalım, ölürsem mutlu öleceğim! İstenmeyen geldi ve Manuel Bandeira’nın şiirindeki gibi evi tertemiz, masayı derli toplu, her şeyi yerli yerinde buldu. Yaşamam gereken her şeyi yaşadım. Daima sınırlarımı zorladım. Harika bir gençlik yaşadım, çünkü hippie zamanlarına denk geldi, oysa bugün her şey çok farklı ve insanlar çok daha temkinli. Ben son derece temkinsizdim ve bunun faydalı bir özellik olduğunu düşünüyorum. Geceleri sevdiğim ve daima seveceğim kadının yanında uyuyorum. Ve hayalini kurduğum işte, yani yazarlıkta nihayet başarıya ulaştım. Öyleyse, İstenmeyen yarın kapımı çalarsa buyursun gelsin.”
Akra’da Bulunan Elyazması yaşamlarımızı etkileyen değerleri sorguluyor… Kıpti sizin ikinci benliğiniz mi? Kıpti’nin sözleri sizin mirasınız mı?
Benim mirasım Kıpti’nin sözleri değil, eserlerimin tamamıdır. Ama Kıpti’nin ikinci benliğim olduğu doğru, gerçi o benden daha bilge, ben o kadar da bilge değilim. Yazar yazdığı sırada transa girer, Simyacı’da “dünyanın ruhu” adını verdiğim şeyle bağlantı kurar. Bu kitap Halil Cibran’a ve günümüzde ne yazık ki unutulan Ermiş adlı kitabına bir saygı duruşu niteliğindedir.
Akra’da Bulunan Elyazması’nda Manuel Banderia’dan, Shakespeare’den ve İncil’den alıntılar mevcut. Bu kitapları sıklıkla okuyor musunuz? Başucunuzdan eksik olmayan kitaplar hangileri?
Başucumdan asla eksik olmayan tek şey Kindle’ım. İçinde habire tekrar okuduğum Jorge Luis Borges ve İncil gibi kitaplar var. William Blake’i de çok seviyorum. Bence okunan kitaplar insanın kafasında “seyahat eder”. Okunmaktan yıpranmış bir kitabımı gördüğümde müthiş sevinç duyarım, çünkü kitabın birçok kişi tarafından okunduğu anlamına gelir. Tekrar tekrar okuduğum fazla kitap yok, ama çok kitap okurum. Bana göre okumak dünyadaki en büyük zevklerden biridir.
“Dünya dinsel fanatizme doğru kayıyor”
Günümüz dünyası da tıpkı kitaptaki Kudüs gibi maddi ve ahlaki bir kriz yaşıyor. Kitabınızda da sorduğunuz, “Her şey mahvolduktan sonra geriye hangi değerler kalır?” sorusunu nasıl cevaplıyorsunuz?
Gereken tek değer cesarettir. Cesaret olmadığı takdirde kitabımda değindiğim diğer değerlere başvurulur. Akra’da Bulunan Elyazması’nı yazmaya karar verdiğimde günümüzde kimsenin cesaret ve cüret göstermediğini, herkesin oturduğu yerde keyif çattığını düşündüm. Maddi krizlere ve ahlaki değerlere pek “itibar göstermem”. Bence bazı insanları diğerlerinden daha muhafazakar ve katı yapan da tam bu cüretkârlık korkusu; Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman olmaları fark etmez. Temelde dünya dinsel fanatizme doğru kayıyor. Musevilerin bir kanunu, “Komşunun sana yapmasını istemediğini sen de komşuna yapma,” diye buyurur. Saygı duyulması gereken en önemli ahlaki değer, altın kural işte budur. Kitabımda mekân olarak Kudüs’ü kullanmaktaki amacım, insanın kendi değerlerini dayatmadan komşusuyla huzur içinde yaşamasının gayet mümkün olduğunu göstermekti.
Kıpti kitapta, “Kaybettiğimiz şey bir mücadele de olsa, sahip olduğumuzu sandığımız şeyler de olsa hüzne kapılırız. Fakat çok geçmeden hepimizin içinde bulunan o esrarengiz gücü keşfederiz,” diyor. Sizin hayatınızda en büyük dönüşümü tetikleyen mağlubiyet hangisiydi?
Beni en çok kamçılayan mağlubiyetim, asla yazar olamayacağımı, hayalimi asla gerçekleştiremeyeceğimi düşünmemdi. 39 yaşındaydım ve kendimi mağlup görüyor, hayalimin imkânsız olduğunu zannediyordum. İlk mağlubiyet anım buydu. Kısa bir süre sonra Santiago Yolu’nu yürüdüm ve derin bir değişim geçirdim. Santiago de Compostela’ya vardığımda aklımda iki şey vardı: birincisi, yol burada bitmiyor, başlıyordu; ikincisi, her şeyi bir kenara bırakıp kendimi yazmaya adayacaktım. Başarılı olup olmayacağımı bilmiyordum, ama yolun başlangıcında olduğum gibi mağlup halde yaşamaya devam edemezdim. Ve Tanrıya şükür (Tanrıya ve cesurların Tanrısına) bulunduğum yere gelmeyi başardım. Yine de daha gidecek çok yol var, henüz yolumun sonuna gelmedim. Bence bir yazar için yolun sonu ancak öldüğünde gelir. Daima yazacak yeni bir kitabı vardır.
Kıpti başarıyı, “her gece başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzurla uyuyabilmektir,” şeklinde tanımlıyor. Size göre başarı nedir?
Başarı her gece başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzurla uyumaktır. ‘İstenmeyen’ karşımıza dikildiğinde ona şöyle diyebilmektir: “Alnımın teriyle mücadele ettim ve inanmaktan asla vazgeçmedim, yapmak istediklerimi yaptım ve her şeyi gerektiği gibi yerine getirdim. Çok hatam oldu, çok doğrum oldu, ama İstenmeyen kapımı çaldığında ruhum huzur içindeydi.”
E-kitabın büyük destekçilerindensiniz. Eserlerinin tümünü Kindle için uyumlu hale getiren ilk Brezilyalı yazar sizsiniz ve e-kitapları ücretsiz indirme taraftarı olduğunuz için edebiyat camiasında büyük bir tartışma yarattınız. Bu duruşunuzdan dolayı hiç eleştiri aldınız mı?
Bence yazarlar olan biteni pek anlamıyorlar ve Van Gogh sendromundan mustaripler: “Öleceğim ve insanlar sanatımı keşfedecekler,” diye düşünüyorlar ve çok yanılıyorlar. Gerçek dünyaya adapte olmadıkça hayatta kalmaları mümkün değil. Kısa bir süre önce (İngiliz gazetesi) The Guardian’da okuduğum bir röportajda benim yalnızca zengin olduğum için böyle davranabildiğim söyleniyordu, ki bu pek doğru sayılmaz. Yazmaya başladığımda en çok arzuladığım şey yazdıklarımın okunmasıydı. O dönemde de e-kitap var olsaydı elbette desteklerdim.
Günümüzde dijital dünyayla ve bu dünyanın yarattığı imkânlarla en fazla iç içe olan yazarlardan birisiniz. Kitabınız da sonradan papirüslere geçirilerek ölümsüzleşen sözlü geleneğe dayanıyor. Sizce iletişim söz konusu olduğunda eskiyle yeninin bir arada yaşaması mümkün müdür? Kitabın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Kitabın geleceği başka platformlarda yatıyor. Yani hem elektronik desteğe sahip olacağız, hem de sosyal ağların desteğine, birçok yazma yöntemimiz olacak. Ama kitabın varlığı asla sona ermeyecek. Günümüzde yazarın önünde çok daha büyük bir olasılıklar yelpazesi var, bu olasılıkların değerlendirilmesi gerekiyor, ama hiç değerlendirilmiyor. Daha doğrusu, nerd’ler tarafından değerlendiriliyor, entelektüellerse edebiyat öldü diye yakınıp duruyor – ki bu hiç de yeni bir haber sayılmaz, sürekli bundan yakınırlar. İnsanın merak duyması, yeniliklere William Blake’in dediği gibi masum bir gözle bakması lazım. Keşfettiğimde muazzam bir keyif aldığım sosyal ağ çok geçmeden benim için son derece kullanışlı bir araca dönüştü. Demek ki eskiyle yeni birlikte yaşayabilmekle kalmaz, ayrılmaz bile sayılabilirler. Yeni teknolojiler ve sözlü gelenek birlikte yaşayabilir ve yaşamalıdır da. Bloglarımda ve gönderilerimde çocukluğumdan bugüne öğrendiğim öykülere yer vermeye özen gösteriyorum, düşünceleri aktarmanın en iyi yolu budur. Edebiyat derin bir biçimsel dönüşümden geçiyor. Kutsanmış entelektüeller diyebileceğimiz kitlenin büyük kısmı bunu göremiyor. Bir süre önce Umberto Eco’nun bir röportajında başta iPad’e karşı olduğunu, ama satın alınca bayıldığını söylediğini okuyup çok şaşırdım. Bence bunun bilinmeyenden korkmakla, sadece teknolojiden değil başka şeylerden de korkmakla alakası var. Böyle masumane davranışlara, böyle akıl kamaşmalarına, ya da Manuel Bandeira’nın deyimiyle akıl aydınlanmalarına açık olmalıyız.
Sizi bu kitabı yazmaya iten neydi?
Okurlarımın yorumlarında değerler eksikliği diyebileceğim büyük bir boşluk dikkatimi çekmekteydi. Okurlarımın çoğu genç, bense 65 yaşında olduğumdan gençlere nasıl davranmaları gerektiğini öğretme hakkını kendimde bulmuyorum, bu yüzden kurgunun gücüne başvurdum. Böylece geçen sene Wilkinson’un oğlunun bana gönderdiği elyazmasının bir kopyasından faydalanmaya karar verdim ve elyazmasını bir öyküye harmanlamaya çalıştım. Bahsettiğim elyazmasından yalnızca kısa parçalar okumuş olsam da gençliğin bir kısmını etkisi altına almışa benzeyen bu işe yaramazlık hissiyle mücadele etmeye yarayacak bir şey yazmak için gerekli ilhamı aldım.
Bu kitap zaten hazır olan başka bir kitabın yerine mi geçti?
Evet, uzun süredir bilgisayarımda hazır duran başka bir öyküm vardı. Böyle olması iyiye işaret değildir, çünkü yaratma sürecim çok hızlı işler. İlham alıp ne tür bir eser yayınlayacağıma karar vererek öncekinin bir kısmını sildim ve yenisini 15 günde yazdım. Kolay bir süreç gibi görünebilir, ama hiç de öyle olmadı – her gün yazmaya başlamadan önce gücüm tükenmesin diye dua ettim.
Okuyucularınızla internet üzerinden doğrudan iletişim kurarken bu işe yaramazlık hissinin geçeceğine dair umut verici bir tepki hiç dikkatinizi çekti mi?
Henüz pek açık bir tepki almadım. Ama büyük bir coşku var. Mesela Facebook’ta kitap için bir sayfa açtım ve sadece Brezilya’da şimdiden 10 binden fazla yorum yazıldı. Geçenlerde aklıma esti, bir sohbet odası açtım ve 10 binden fazla kişi katıldı. Beni en çok şaşırtansa İngilizce çevirmenimin tepkisi oldu: Normalde çevirdikleri hakkında hiç yorum yapmaz, ama bu kez kitabın müthiş olduğunu söyledi. Hem de yayıncımın (Sextante) yaptığı stratejik bir hataya rağmen böyle oldu; kitabımı Brezilya’da Grinin Elli Tonu ile aynı anda piyasaya sürdüler.
“BEN ELEŞTİRMENLERE KULAK ASMAM!”
Yazarak geçen bunca yılın ardından yeni bir kitabınız çıkmadan önce hâlâ heyecan duyuyor musunuz?
Elbette! Hâlâ içimde bir şeyler kıpırdanıyor ve bunu samimiyetle söylüyorum. Eğer böyle hissetmezsem yazmayı bırakırım, çünkü heyecanımı kaybettiğim anlamına gelir.
Bu sene Flip’e (Festa Literária Internacional de Paraty – Uluslararası Paraty Edebiyat Şenliği) katılan Amerikalı yazar Jennifer Egan eleştirmenlerin size itibar göstermediklerini duyunca çok şaşırmıştı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence herhangi bir itibar kaybım yok, bunu söyleyenler ufacık bir azınlık, hem ben eleştirmenlere hiç kulak asmam. Geçen sene Flip’e davet edildim, ama katılmamayı tercih ettim. Halbuki Campus Party’ye de davet edildim (Brezilya’nın en önemli teknoloji etkinliği) ve anında kabul ettim. Benim dünyam bu. Campus Party benim tarzımda insanlara uygun. Diğer etkinliklerden üstün veya aşağı değil, ama asıl keyif verenler bu tür etkinlikler.
Sosyal ağlarda yaklaşık 14 milyon takipçiniz var ve her gün onlarla Twitter ya da Facebook üzerinden iletişim kuruyorsunuz. Günün kaç saatini internette geçiriyorsunuz?
Kindle, iPad ve iPhone’um var, ama bütün gün internette kalmaktan kaçınıyorum. Örneğin, e-mailimi telefondan kontrol etmiyorum, ama acil bir durum olduğunda bunu yapabileceğimi bilmek beni mutlu ediyor. Sonuçta merak benim bu dünyaya bağlı kalmamı sağlayan en önemli şey. İkinci en önemli şeyse okuyucularımla konuşabilme imkânına sahip olmam. İmza günlerinde böyle bir şey pek mümkün olmuyor. Oysa günümüzde Twitcam kullanıyorum, okuyucularımı akşam yemeğine davet ediyorum ve bu beni çok mutlu ediyor.
23 Ekim 2012