Tuesday, January 29, 2013

Ben Sarp’ın kaçmasını istedim ama o yurtdışını sevmedi



Ben Sarp’ın kaçmasını istedim   ama o yurtdışını sevmedi

Hukuken hayli tuhaf olan bu yargılanma sürecini Sarp Kuray’ın oyuncu eşi Nur Sürer’den çarpıcı açıklamalar 

1970’lerin hızlı, bugünlerin ‘son devrimci’si Sarp Kuray 15 yıldır yargılandığı davadan müebbet hapse mahkum oldu. 5 Şubat 2009’da 64 yaşındayken infaz yasasına göre 7 yıl 4 ay yatmak üzere cezaevine girdi. 
16 Haziran Örgütü’nü kurma ve örgüt adına öldürme emri verme suçlamalarıyla ceza alan Kuray, aynı davadan aynı mahkeme üyeleri tarafından 5 kez farklı cezaya çarptırıldı. Hukuken hayli tuhaf olan bu yargılanma sürecini Sarp Kuray’ın oyuncu eşi Nur Sürer’le konuştum...


Eşiniz Sarp Kuray 64 yaşında, 15 yıldır devam eden davası sonunda sonuçlandı ve 7 yıl 4 ay ceza aldı. Siz, nasılsınız?

Çok kötüyüm şu günlerde tabii. Biz birbirine çok aşık bir karı kocayız. Uçaktan çok korkar Sarp, o yüzden ben bir inerim uçaktan, sayısız mesaj bırakmış olur telefonuma. Şimdi iniyorum, açıyorum telefonumu hiç ses yok. Önce şaşırıyorum, sonra hatırlıyorum nerede olduğunu, üzülüyorum. Çalışma odasına girmek bile istemiyorum artık. Evdeki herkese “Sarp...” diye sesleniyorum. İnsanın bir tarafı eksik kalıyor. Hayatımda büyük boşluk oldu. Sürekli arardı. Şimdi bakıyorum telefonumda, hiç arama yok. Şu anda kötü bir dönem geçiriyorum. “Çok uzun yıllar birlikte olamayacağız” diye düşününce çok kötü oluyorum. Sarp cezaevinde. Dolayısıyla benim çalışmam lazım. Arkamda 10 kişi var geçindirmem gereken. Böyle bir yükü bana bıraktığı için, benden ayrıldığı için üzgün. Oğlum Ümit’ten ayrılırken çok ağladı. “Oğlum, çok iyi bir evlat oldun bana” dedi. Biz evlendiğimizde 7 yaşındaydı Ümit. Çok iyi bir dostluk ilişkileri var. Oğluma çok iyi bir babalık yaptı. Bunlara üzülüyorum.



O beni havaalanına bırakırken polisler evi basmış


Ceza 5 Kasım’da onaylandı. 5 Şubat’ta da teslim oldu Sarp Bey. Çok rastlanan bir tutuklanma biçimi değil bu... Kaçıyor muydu, izin mi vermişlerdi?

5 Kasım’da tutuklanma kararı çıktığında Sarp mahkemeye gitmemişti. Gitse direkt oradan götüreceklerdi herhalde. Aranıyordu. Sarp’ın adresi Ankara’da. Bu evde kaydı gözükmüyordu. Ama oyuncu olmamdan dolayı sanırım evi bulmuşlar ve bastılar Sarp’ı almak için. Yoktuk evde. Bulsalar o gün alacaklardı. Ama bir de Sarp’ın kızı hasta, bir yıldır tedavi oluyordu, sanırım biraz da bunun için müsamaha gösterdiler. 33 yaşındaki büyük kızı lösemi. Kız kardeşinden ilik aldı. Tutması müthiş bir şey. Gayet iyi şu anda. Bir yıldır bu durum da çok hırpalıyordu Sarp’ı. Gördüğüm en iyi babalardan biridir Sarp.
Evin basıldığı gün Asi’nin çekimleri için yine Antakya’ya gidiyordum, havaalanına götürmek istedi beni. Uçaktan çok korkar dedim ya. Ben de “Koca kadınım, bırak kendim giderim” dedim ama gelmeyi çok istedi. Biz çıktıktan üç-dört saat sonra eve dört polis gelmiş. İyi ki yoktuk, çünkü üç-dört gün İstanbul’da tutacaklardı. Sarp Sincan Cezaevi’ni istemişti. Buraların mahkum profili çok bozuk diye istemedi. Bir görevliyle Ankara’ya gönderilecekti. Kendisinin teslim olması çok daha uygundu. Arkadaşlarına veda edip teslim oldu. Çok bağlıdır onlara.


Sarp’ın durumu Fransa’yı ayağa kaldıran Dreyfuss davası gibi...


Siz nasıl vedalaştınız?

Ben yoktum Sarp teslim olurken, Antakya’daydım, çalışıyordum. Ankara’ya gidemedim. Setteydim, saat 11.00’de telefon açtı, sesi çok üzgün geliyordu. Sonra savcının yanından bir kez daha aradı. Vedalaştık. Bir sonraki cuma da görüşe gittim. Görüş günü aslında çarşambaları. Ama haziran ayına kadar bana cuma günü için izin verdiler. Savcıya “Çarşamba gelmem demek 100 kişilik bir ekibi yatırmam demek” dedim. “Kocama orada yalnız olmadığını göstermek istiyorum” dedim.


Evlendiğinizden beri yargılanıyor mu? Hep “Ya içeri girerse” korkusuyla mı yaşadınız?

Türkiye’ye döndüğünden beri yargılanıyor. Kendisi Türkiye’ye dönmüş. Oralarda da yapamamış. Mutsuz olmuş. O yüzden şimdi kaçmayı hiç düşünmedi. 12 Eylül darbesinin 1 ay öncesinde yurtdışına gitmiş. Hiç hoşlanmamış. Açıkçası ben kaçmasını isterdim. Bu yaşta bir adamın içeride olmasını istemezdim. Ama gitmeyi seçmedi. 13 yıl yaşamış Fransa’da, tek bir kelime dillerini öğrenememiş. Hiç mutlu olamamış. Vatandaşlık bile istememiş.


Bu davanın 15 yıl bir karara bağlanamaması ya da zaman aşımına uğramaması hukukçuları şaşırtıyor mu, yoksa normal miymiş bu durum?

Tutuksuz yargılanmak üzere bırakmasalar belki şimdi çoktan cezasını çekip çıkacaktı. Ne cezası varsa? 15 yıl tepesinde “Seni her an içeri sokacağız” gibi bir tehditle bir adamı yaşatmak, sonunda 64 yaşında karara bağlayıp içeri almak, ancak Türkiye gibi tahılla beslenen bir ülkede olur. Dreyfuss davası gibi. Nasıl Fransa’nın bir vicdan sorunu olduysa o dava, 64 yaşında Sarp’ın ceza alması Türkiye’nin vicdan problemidir. Ama bugüne kadar bir-iki köşe yazarı hariç, hiç kimse yazarı bununla ilgili yazmadı. Ortak bir vicdan olması gerekiyor. Hukuk faciası yani.


‘Muhbir’ haberi yüzünden Cumhuriyet’i arayıp küfrettim

Eşiniz 16 Haziran Örgütü’nün lideri ve eylemlerinin sorumlusu olmakla suçlanıyor sanırım, değil mi?

Bir siyasi örgüt var. 16 Haziran örgütü. Sarp Fransa’dayken örgüt burada birtakım eylemler yapmış. Örgütün lideri olarak Sarp’ı sorumlu tutuyorlar. 400 sayfalık telefon konuşma kaydı var, Sarp’la konuşuyorlar. Verilmiş emir memir hiç yok. Bu konuşmaları delil sayıyorlar. Ergenekon’da telefon konuşması delil olmaz diye bas bas bağırıyorlar. Örgüt de Sarp’la konuşup, kaydedip polise veriyor, nasıl örgüt lideriyse Sarp. 1992 yılında fes etti örgütü, 1993 yılında da Türkiye’ye döndü zaten.


Ve önce yargılanıp beraat etti...

İlk önce beraat verdiler. Aynı mahkeme, aynı üyeler, aynı dosya, aynı adam. Mahkemenin adı değişti sadece. DGM idi Ağır Ceza oldu. Beraat verdiklerinde Cumhuriyet gazetesi başta olmak üzere “Arkadaşlarının ismini verdiği için beraat etti” dediler. Bu Sarp’a çok koydu. Ben de açtım küfür ettim Cumhuriyet’e. “Yazılarınız tapu kadastro gibidir zaten, utanmıyor musunuz?” dedim. Yargıtay’dan döndü dava. “Bu adam örgüt lideridir” diye. Bu sefer 168’den ceza verdiler. Silahlı çete oluşturmaktan. Tekrar bozdu Yargıtay. Bu sefer ağırlaştırılmış müebbet verdiler. Ondan sonra 146’dan 15 yıl ve 7 yıl 4 aya düştü. Ama daha önce yattıkları sayılmadı daha. Onlar sayılacak. Fakat kendisi de bilmiyor bunu, avukatımız gidip dosyaları araştırıp yattığı zamanı bulacak... Ya böyle bir şey olur mu? AİHM’e başvuracağız. Çünkü aynı davadan beş ayrı karar var. Mahkeme komedi gibi. Birilerinden emir alıyor gibi, mahkeme cezayı sürekli arttırıyor. 5 yıllık yargılamaları bozuyorlarmış. Burada 15 yıllık dava var. Bir karar veremiyor musunuz ya? Çok umutluyum ben oradan. 15 yılda bir karar veremiyorsanız sizin zekâ sorununuz var bence, AİHM de bunu farkedecek. 5 farklı ceza olur mu?


Madımak’ı yakanlar zaman aşımına uğradı, Sarp içeride


İlk beraat kararı çıktığında, arkasından böyle şeyler olabileceğini düşünmüş müydünüz, yoksa inanmış mıydınız?

Beraat tabii ki umutlandırmıştı. Beraat ettiğini düşünmüştük. Sarp Türkiye’ye döndüğü zaman başka dönenler de oldu, Komünist Partisi’nin genel sekreterleri hariç, onlar da sekiz ay kaldı sanırım içeride... Dikkat edin içeride kimse kalmadı. Adamlar çatır çatır 37 kişi yaktı, zaman aşımına uğradı dava, iki ay önce. Bu dava 15 yıldır var. 


Birlikte yargılandıkları ne ceza aldı?

Birlikte yargılandığı kimse yok ki.


Neden? Örgüt, çete suçlaması değil mi bu?

Tek başına yargılanması başlı başına ayıp. “Devletle anlaştı” diyorlar, bu ne biçim anlaşma yahu. Örgütün başka üyesi yok mu yani? Kim bilir neredeler, ortaya da çıkmıyorlar şimdi. Tek başına yargılanıyor. Bu tuhaf değil mi? Tek başına mı ne yaptı diyorlarsa? İbrahim Şahin’in açıklamaları üzerine Genelkurmay’dan cevap geldi “700 bin kişilik güç 300 kişiye mi kaldı.” Halbuki o üçyüzler ne fırıldaklar döndürdü bu ülkede de.

Ona ‘mafya’ dedikleri dönem ev sahibinden kaçıyorduk

Bu ceza Sarp Bey’in tabiriyle bir sus emri mi?

Ben son Yargıtay kararı bozduğunda bitecek zannetmiştim, “Artık almazlar herhalde, bu adamlar bu kadar da eşek değil ya” diye düşünmüştüm. Almayı bırak, müebbet hapse mahkum ettiler adamı. Bir şey değişti. Yani Sarp birilerini rahatsız etti. Her şeyden şüpheleniyorum. “SHP’de legal siyasete başlayacağım” dedi 1 sene önce. Şişli ilçeye girdi. Sevgiyle kabul ettiler. Son zamanlarda en mutlu olduğu şey orada vakit geçirmekti. SHP içinde bir geleceği vardı. Bundan rahatsız olanlar da oldu. Sarp karizmatik adamdır. Ezilmeden yanında durmak zordur. Başkaları Sarp’a demediklerini bırakmamıştı. Mafyadan tut bilmem neye kadar. 

Kimler mafya dedi?

Mafya dedikleri dönem biz beş aydır kiramızı veremiyorduk. Oyuncuyum, iş yapamıyorum. Evin arkasındaki duvardan atlayıp gidiyorum, ev sahibini görmeyeyim diye. “Keşke mafya olsaydın” demiştim bir gün, çocuğumun okul taksidini veremiyordum. Çok kötü günler geçirdik ekonomik olarak. İki yıl çok büyük sıkıntılar yaşadık. Mafya diyenler herhalde Sarp’la beraberdi ki o işlerde, bu kadar iyi biliyorlar.


14 Şubat’ta açık görüş yaptılar

Sevgililer Günü’ydü. Açık görüşte bir saat konuştuk. Hemen ellerini tuttum. Kuş gibi bekliyordu beni. Mahsundu. Yanımızda adamlar var. Ben de yüksek sesle konuşan bir kadınım. Protokol de bilmem. Yapım anarşist. Çocukluğumdan beri böyleyim. Yüksek sesle başladım, bir ara adamlara baktım, sonra küçüleyim dedim ama konuşamadık, öyle bakıştık. “Arkadaşların selamı var” dedim, ilk önce bunu söyledim... Sonra tekrar “Arkadaşların selamı var” dedim. Sonra yavaş yavaş açıldık. Sonra bitti zaten. Sarıldık. “Seni seviyorum. Seni burada asla yalnız bırakmayacağım” dedim. Kocaman adam öyle arkasını döndü. giderken arkasını dönüp bakmadı. Dışarı çıkınca çok kötü oldum. Normalde cam arkasından telefonla görüşüyoruz. Güçlü bir yapısı vardır Sarp’ın. Birlikte çıkacakmışız gibi bir duygu geldi ama “Görüş bitti” diye bağırdılar, tek başına uzadı gitti.


Cezaevinde elektrik parasını bile mahkum ödüyor

Benim erkek kardeşim 12 Eylül dönemi içerdeydi, o zamanlar daha rahattı her şey. Yemek götürüyordunuz. Sıradan bir arama yaparlardı. Şimdi üzerinde deri varsa giremiyorsun, normal palto olacak. Her şey ticaret olmuş. Televizyon satıyorlar, 37 ekran. 55 ekran yasak. Elektrik sayacı hücrenin önünde, imzalayıp alıyorsun, elektrik parası ödüyor mahkum. 50 lira gibi bir şeymiş. Ben de dalga geçtim “Atölyelerde takı mı yaparsın, ne yaparsın, kazan öde elektriğini” diye. 5 kitap izni var. Yiyecek götüremiyorsunuz. Tesbih vermiştim, taş diye almadılar, mika olacakmış. Çok feci bir yer. Yeşil, mavi, lacivert kıyafet olarak yasak. 2 pantolon, 3 gömlek, 2 kazak, 1 eşofman, 1 normal ayakkabı, spor ayakkabı, iç çamaşırı, çorap istediğin kadar. İçeride bir gardrop oluşturmana, kitaplık oluşturmana izin vermiyor.

F tipi rezalet bir şey

Ablası çarşambaları mutlaka ziyarete gidiyor. Yalnız kalıyor şu anda. Bir ay sonra ortak kullanım alanlarından falan yararlanacak. Bir ay yalnız tutuyorlarmış. Bu ne, hiç anlamadım. Bu korku ne? Bakacaklarmış. Diğerleri de siyasi suçlu. Herhalde o yüzden. O yalnızlaştırma politikasının ne olduğunu çok iyi biliyorum. F tipi üzerine çalışmalarım oldu. Şu anda en büyük derdim tek başına olması Sarp’ın. Bir psikolog, bir hukukçu, bir de biri kim bilmiyorum onlar karar veriyormuş ne zaman diğer gruplarla biraraya gelebileceğine. Küçük bir bahçesi varmış, oraya çıkıp içeri giriyor.

Sarp güçlü ve duygusal bir adamdır

Güçlü bir adamdır ama güç konusunda ben de ondan aşağı kalmam yani. Şiiri olan bir adamdır Sarp. Sinirli, öfkeli gözükür ama tanıdıktan sonra bayılır herkes. Yumuşak, esprili, kadife gibi neşeli, entelektüel bir adamdır. Duygusaldır. Mektuplar yazar. Bir sürü mektubu var elimde. Ben mektup yazamam, her hafta gideceğim. Telefon hakkı var. Konuşacağız. 94 yılında evlendik. Gençlik yıllarımdan tanıyordum. İsmi o dönem için farklıydı, yakışıklıydı. Bütün kızlar bayılırdı Sarp’a. Sarp’a da söylemiştim bunu, “Evlenip oğlum olursa adını Sarp koyacağım” derdim. Halil Ergün’ün seçim bürosunda tanıştık. Her şeyi sakladı benden. Evli olduğunu söylemedi, “Bekârım” demişti. Önceleri hayatının zor olduğunu farketmedim. Her şey sonra başladı.

Devlet özellikle intikam alıyor diye düşünüyorum

Eski solcu arkadaşlarına kırgın olduğunu okumuştum.

68’liler Derneği’nden Sarp’ı attılar. Bu onu çok üzdü. Ben de deliriyorum buna “Kim bu paçozlar ya, atarlarsa atsınlar” diyorum. Kim kalmış ki 68’li. Denizler yok, Kızıldere’de ötekiler ölmüş, beriki asılmış, bir Sarp var. Doğu Perinçek imza veriyor Sarp’ı atmak için, o nerede şimdi? Bu adamların hepsi Sarp’dan rahatsızdı. Hiçbirine güvenim yok. Sarp ilk Türkiye’ye geldiğinde her şey iyiydi. Sonra değişti. Sarp’la birlikte gözükmekten, konuşmaktan kaçındılar, bu ayıpmış gibi yalnız bıraktılar adamı. Benim arkadaşlarım solculardan çok daha etik davranmışlardır Sarp’a. 


Sarp Kuray bir röportajında “Kürt meselesiyle ilgili söylediğim şeylere dayandığını düşüyorum bu mahkumiyetin” demiş. 

Devlet özellikle intikam alıyor diye düşünüyorum. Genelkurmay’a çok fazla yükleniyordu. Askerlikten atılma Sarp biliyorsunuz. O umutlu, emin olun içeriden çok daha güçlü çıkacak. Bu ülkede hukuk var, adalet yok. Hükümeti suçlamıyorum Sarp’ın kararında.

Tuesday, January 22, 2013

Nilgün Marmara (Röportaj)




Bilinmeyenler: Nilgün Marmara (Röportaj)
“Eşimin günlüklerini istiyorum, buna gasp denir.” 
29 yaşında intihar eden şair Nilgün Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defterler”i tartışma yarattı.
Genç yaşında kendini boşluğa bırakarak hayata veda eden Nilgün Marmara’nın eşi Kağan Önal, “Kahverengi Kırmızı Defterler”in orijinallerinin şair Gülseli İnal da olduğunu ve geri alamadıklarını söylüyor. Gülseli İnal ise; “Defterleri annesine geri verdim, o kadar!” diyor.
Üniversite yıllarındayken tanışmıştım kendisiyle… Kitabının adı ilginçti; “Kahverengi Kırmızı” Defter.” “Ama bu rengin adı tam aksine kırmızı kahverengi olmalı” dediğimi hatırlıyorum. Meğer iki ayrı defterin, biri kahverengi, diğeri kırmızı iki ayrı defterin toplamıymış… 
Nilgün Marmara isimli genç bir kadın şairdi. 29 yaşında (1987) evinin penceresinden kendini boşluğa bırakmıştı. Masum bir yüzdü… Bozulmamış, çektiği sıkıntılara rağmen kendini teslim etmemiş… Hüzünlenmiştim. Bir insan neden bunu yapardı. 
Ancak o zaman içinde bulunduğum “edebiyat ortamları”nda, gecikmiş ergenlik sancılarımızın bir tezahürü olarak intihar eden şairler adeta fetişleştirilirdi. Nilgün Marmara da işte bu şairlerdendi. Hatta genç, amatör şairlerin mezarı başında onun şiirlerini ve elbette kendilerininkini de okuyup mezarına Güzel Marmara şarabı dökmeleri gibi… 
“Onlar benim” dedi. 
İntihar notu ..
Daha sonraları kulağıma intiharı ile ilgili dedikodular da çarpmaya başlamıştı. Kimi ünlü bir şairi suçluyordu, kimi eşini… Ama hemen ardından da intihar eden şairlere yönelik o tuhaf hayranlıkla adeta saygı duruşunda bulunuluyordu. Hakkında bu kadar spekülasyon yapılan bu kadın hakkında ise o kadar az bilgi vardı ki… Şiir Atı’ndan çıkan yazı ve şiirleri ve bir de Telos Yayıncılık’tan çıkan “Kahverengi Kırmızı Defter”i yani günlükleri..
Yıllar sonra, onun bu günlükleri ile ilgili olarak Everest Yayınları tarafından arandığımda sadece görev nedeniyle değil bu genç kadını merak eden bir okuru olarak da harekete geçtim. Üstelik, hep suskun kalan eşi Kağan Önal’la da tanışma ve konuşma fırsatı bulacaktım… Konu şuydu: Nilgün Marmara’nın son iki yılında Kahverengi ve Kırmızı iki deftere tuttuğu günlükleri kayıptı. Daha doğrusu, şair Gülseli İnal’da olduğu ve onun tarafından geri verilmediği söyleniyor ve ekleniyordu; “Orijinal günlüklere ne oldu?” Böylece ben de hem mesleki hem de sadık bir okur olarak tüm tarafları aradım ve sordum: Bu günlükler nerede ve neden tamamı basılmıyor?
- Kağan Bey Nilgün Hanım’ın eşi ve dolayısıyla yasal varislerinden birisiniz. Nedir bu günlüklerin hikâyesi, neden ortada yok?
Nilgün intihar notunda “İstersen daktiloya çekilmiş şiirlerimi bastırabilirsin” demişti. Biz de, ben ve dostları, ölümünden sonra bunları “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ve “Daktiloya Çekilmiş Metinler” diye iki ayrı kitap olarak Şiir Atı’ndan yayımladık. Sanırım o günlerdi, Nilgün’ün annesi (Perihan Marmara) aradı; “Gülseli (İnal) Nilgün’ün günlüklerini bastırmak istiyor” dedi. Annesinin acısı çok tazeydi. Yani Nilgün’ün her şeyinin yayımlanmasını istiyor du. Ama bu vasiyetine aykırıydı. Ben de “Vasiyetinde daktiloya çekilmişleri bastırabilirsin diyor, bu vasiyetine aykırı” dedim. Bir de bunlar günlüktü yani çok özel şeyler… O yüzden “Basmayalım, buna taraftar değilim ” dedim. Ama ikna etmeye çalıştı. “Ben yine de doğru bulmuyorum” dedim.
Bunun üzerine bana “İçinde hoşlanmayacağın şeyler mi var ?” dedi. Oysa günlükleri hiç okumamıştım bile… Bu gücü kendimde bir türlü bulamıyordum. Ama o ısrar edince günlükleri annesine verdim. Keşke fotokopilerini çektirip verseydim. Ama “Bir şeyler mi sakladı” demesinler diye orijinalleri verdim. Annesi de Gülseli İnal’a verdi. Bir süre sonra da kitap Telos Yayınevi’den çıktı. 
- Okudunuz mu? 
Hayır okumadım. Dediğim gibi do gücü kendimde bir türlü bulamıyordum. Bir süre sonra Enis Batur Yapı Kredi Yayınları’nın Genel yayın Yönetmeni’ydi. Önceden tanışıklığımız da vardı, “Nilgün’ün yayın haklarını niye bize vermiyorsunuz” dedi. Ben de “tamam” dedim çünkü çok prestijli bir yayıneviydi. O konuşmada “Kahverengi-Kırmızı Defterler”in basımı da gündeme gelince Gülseli’den defterleri istedim. Hatta Seyhan Erözçelik’e (şair) de durumu anlatmıştım. Hep birlikte Seyhan’ın evinde buluştuk . O da o gün orada günlüklerini vermeyeceğini ima etti. Ama çok da ciddiye almadım sanırım naz çekiyor dedim. Ama vermedi. “Onlar benim” dedi. 
Editörlük Şartı.. 
-Gülseli İnal neden kendini günlüklere bu kadar yakın hissetmiş olabilir? Çok mu yakın arkadaştılar? 
Arkadaşlardı ama çok yakın değillerdi. Yani yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi, en iyi dostuydu vs. diyemem…
- Peki Nilgün Hanım bir vasiyet bırakmış olabilir mi; içinde Gülseli Hanım’ın da adının geçtiği? 
Hayır. Tek vasiyet intihar notuydu. Sonra kitabın haklarını Everest Yayınları’na verdim. Bunun üzerine Everest Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal, Gülseli İnal’dan defterleri istedi. Bunun üzerine ona “editörlüğünü ben yaparsam” demiş. 
- Bu ne demek?
Ben de anlamadım. Defterlerin orijinallerini ben görmedim. Telos Yayınevi’nden çıkan kitap, o defterlerin sadece bir bölümü müydü, yoksa tamamı mı, üzerinde oynananmış mıydı, hiç bilmiyorum. O böyle deyince; Sırma Hanım “Tıpkı basımın editörlüğü mü olur, biz defterleri aynen basmak istiyoruz” de miş. Aldığı yanıt ise çok ilginç, benzer bir cümleyi annesine de söylemiş, “Defterleri Süleymani’ye Kütüphanesi’ne bağışladım, ölümümden 20 yıl sonra açılacak.” 
- Yani vermemiş? 
Evet, defterleri vermiyor! Bunun üzerine annesini arayıp “Siz verdiniz, siz alın. Umut sizsiniz” dedim. Annesi ne de vermeyeceğini söylemiş. Bir Yalova’da çiftlikte demiş, bir Süleymaniye Kütüphanesi’nde. Dahası annesinden aldığı fotoğrafları da vermiyor. Nilgün’ün yasal varisi annesi, ablası ve benim. Yani şu an bize ait bir malın gaspı söz konusu. Ne yazık ki bu iş, bu noktaya geldi ve ben de durumun bilinmesini istiyorum. Bakın, Nilgün adı bilinen, okuru olan bir şair. Onun günlüklerinin yok olması edebiyat tarihi için çok acı bir durum. Biz onun adının duyulması ve yaşatılmasını isterken böyle bir şeyle karşılaşmak gerçekten çok üzücü. Eşi olarak kızgınlık duyuyorum. Kendime de çok kızıyorum keşke o zaman vermeseydim diye… Ama o zamanki ruh halim, annesi de “çekindiğin bir şeyler mi var” dediği için defterleri verdirmişti. 
Bu defterlerde intiharına ilişkin cümleler, satır araları da olabilir…
Yok çünkü intiharının sebebi belliydi; manik depresifti Nilgün. Zaten şiirlerine bakarsanız, intihar ve ölüm teması olduğunu görürsünüz. 
-Affınıza sığınarak soruyorum; intiharı ardından çok söylenti çıktı ve bunlardan biri de sizin ihmalinizin olduğu yönündeydi. Ne dersiniz? 
Neler çıkmadı ki! Benim kulağıma kendini Rumeli Hisarı’ndan attığı, üzerinde mor bir eşarbın olduğu ve düşerken dalgalandığı da geldi. Onu MİT’in öldürttüğü de! Genç insanların hele şairlerin intiharı hep ilginç gelir insanlara. Bunu mitleştirirler. Oysa Nilgün’ün tedavi olması gerekiyordu ama o doktordan kaçıyordu. Doktor, geldiğinde evde olması gerekirken evde değildi. Doktor bekle mişti. Gelince de konuştular… Doktor bana “İşiniz çok zor, tedavi olması lazım ama çok zeki ve kültürlü. Yani en zor vakalardan” demişti. Çünkü iyileşmesi için entelektüel faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu. İlacı dayayacaklar ve uyuşacaktı. Orta kültür ve zekalı durumlarda bu hastalık genelde 20’li yaşlarda ortaya çıkarmış, Lityum tedavisi ile başarılı olunurmuş. Ancak Nilgün bu tipte değildi. Tedavi olması, buna ikna olması, tedaviden memnun kalması hepsi ayrı bir dertti. Dolayısıyla tedavi olmadı. Öldüğü gün bana tedaviye tekrar başlayacağına dair söz vermişti. Yani ihmalim yok . Bir de depresyonla maniklik arasında savrulurken, arkadaşlarımız belki de haklı olarak bizden uzaklaştı. Bir anda evimiz boş kal mıştı. Yani o günlerde ne yaşandığını kimsenin bilmesi mümkün değil. 
Yasal varisler isyanda, Gülseli İnal ise “Defterleri iade ettim” diyor 
Sırma Köksal (Everest Yayınları Genel Yayın Yönetmeni
Bilindiği gibi, Everest Yayınları olarak çağdaş Türk edebiyatının her türlü yönelişini okurlara ulaştırmaya özen gösteren bir yayıneviyiz. Böyle bir yayınevinin Nilgün Marmara kitaplarına kayıtsız kalması beklenemez. Yakın dostum olan Kağan Önal’a Nilgün Marmara’nın yayıncısı olmak konusundaki talebimi ilettiğimde Marmara’nın annesi ve o zaman hayatta olan babası ile görüşmesi gerektiğini söyledi; onlarla görüştükten sonra da Nilgün Marmara’nın telif hakları için yasal varisleri olan, annesi, babası, öldüğü zamanda eşi olan Kağan Önal ve kardeşi ile sözleşme imzaladık ve kitapların yayın süreci başladı. Bu diziye başlarken Nilgün Marmara’nın günlüklerini de tıpkı basım yapmak gibi bir hayalimiz vardı. Ancak günlüklerin yer aldığı defterler Gülseli İnal’ın elindeydi. Bu konuda kendisiyle görüştüğümde bu kitapları ancak kendi editörlüğünde basılmasına izin vereceğini bildirdi ki, İnal’ın Nilgün Marmara’nın mirasında kanunen hiçbir hakkı bulunmamaktadır. Ancak defterler elinde olduğu için yapabilecek hiçbir şey yok çünkü İnal’ın daha önce yayımlanmış olduğu kitapların söz konusu defterlere ne kadar sadık olduğuna ilişkin hiçbir bilgimiz yok. Defterlerin orijinallerini görmeden bu günlükleri basamayacağımı söylediğimde işittiklerim ise hakaret kapsamındaydı. Üstelik anlattıklarında çelişkili bilgiler de vardı, bir yandan defterleri bir kitaplığa bağışladığını söylüyordu, bir yandan da kendisinde olduklarını söylüyordu. Gerçeğin ne olduğunu herhalde bir tek kendisi biliyordur diye düşünüyorum.
Defterleri bu halde (yani İnal’ın “editörlüğünde” daha evvel basılmış olan halleriyle) basmayı tabii ki düşünmüyoruz çünkü daha önce de belirttiğim gibi, ne derecede gerçek olduklarını bilmiyoruz. Sonuçta ölmüş bir insanın hayattayken yayımlamamış olduğu metinlerini yayımlamak çok ağır bir sorumluluktur ve bu metinlerde, hele de bunlar günlükse, en ufak bir saptırma, eksiltme, çoğaltma yazarın kimliğine ilişkin farklı anlamalara yol açar ve artık kendini savunamayacak durumda olan birinin bu denli özel dünyasına karşı yapılabilecek en ağır saygısızlıktır bu. Sonuçta biz yayınevi olarak kitap listemize bir kitap ekleriz, ama bir yazarın anısını zedelemiş oluruz ki, bu da Everest Yayınları’nın asla düşmek istemediği bir durumdur. 
Sonuçta ne yazık ki olan asıl olarak okurlara oluyor. Şiirimizin bu çok özel sesinin kendine ilişkin en temel yapıtından yoksun kalanlar okurlar. Edebiyatımızın yolunu döşeyen taşlardan biri ne yazık ki kayıp bu koşullar altında. Umarım bu defterler bir gün günışığına orijinal halleriyle çıkarlar.
Seyhan Erözçelik (Şair): 
Nilgün Marmara’yla ilgili her şeyin dallanıp budaklanması, bir kardeşi olarak, beni üzüyor ve acıtıyor. Benim, aşağıda maddelerle özetlemeye çalıştığım “fact”ler, “fact”tir. Kimse aksini iddia edemez.
* Nilgün Marmara, hazırlık, ortaokul ve liseyi, Kadıköy Maarif Koleji’nde okumuştur. (Benim gibi.)
* Sonra Boğaziçi Üniversite’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü’nde okumuş ve bitirmiştir. Bitirme tezi Sylvia Plath üzerinedir.
* Ben Nilgün’ü Maarif’te tanıyamadım, denkleşmedik. Ben de Boğaziçi’ne girdiğimde, ilk hafta tanıştık ve arkadaş olduk.
* Nilgün hayatına son verdikten sonra, hepimize bir dosya bıraktı: “Daktiloya Çekilmiş Şiirler”. Bu dosyayı, olabildiğince “nötr” yayınlamak için Kağan’la birlikte çok çalıştık. O dosya, Kağan’a Nilgün tarafından teslim edilmiş ve “artık bitti bu şiirler” denmiş bir dosyadır. 
* “Metinler” kitabı çıktı. Bizim, Kaan’la bulabildiğimiz geride kalmış şiirler.
* Sonradan “Daktiloya Çekilmiş Şiirler”in bir baskısı daha çıktı. Tuhaf bir önsözle. İki kitabı karşılaştırdığımda, sadece birkaç kelime farkı olduğunu gördüm. 
* Hayatta olmayan bir kişinin varlığı, varlıkları, varislerine aittir. Ben bu konuda, hiçbir hak iddia edemem. Belki bende kalmış, üç-beş tane yazıyı, şiir ucunu da yayınlamaya karar verdiğimde, varislerine sorarım. İzin alırım. Bu defterlerin, derhal, sahiplerine iade edilmesi gerekir. Örselenmemiş, yıpranmamış bir hâlde. Yoksa, bu bir suçtur.
Gülseli İnal (Şair)
Kırmızı-Kahverengi Defteri hazırlarken Nilgün’ün el yazılarından yararlandım ve bu metinleri annesine geri iade ettim. El yazmalarının içinden seçtiklerimi ayıklarken bana Nilgün’ün çocukluk arkadaşı Ahmet Soysal yardım etti ve sınıfladık; hangisi çeviri hangisi Nilgün’ün metinleri sorusunu sorarak yaptık bunu. Arkasından Ece Ayhan’la gözden geçirdik ve Ece Ayhan bir önsöz yazdı. Kitap yayınlandı. Hepsi bu.
Perihan Marmara(Nilgün Marmara’ın annesi)
Gülseli benden Nilgün’ün defterlerini isteyince verdim. Defterleri daha sonra istediğimde bunları Süleymaniye Kütüphanesi’ne verdiğini söyledi. Şaşırıp kaldım. Nilgün vefat edeli 23 yıl oldu. Onun unutulmaması için bu defterlerin basılmasını çok istiyorum. Keşke defterleri ona vermeseydim ama burada hata benim. Kızımın defterlerinin ne olduğunu, içinde neler yazdığını bilmiyorum ve geri istiyorum.

Sunday, January 20, 2013

Güngör Dilmen’le Söyleşi



Mukadder Yaycıoğlu 
  
“Tiyatro, insan yaşamına 
bütünlük verme çabası”
- Midas’ın Kulakları’ndan başlayalım mı? - Konularını Frigya mitologyasından aldığım bir üçleme: Midas’ın Kulakları, Midas’ın Altınları, Midas’ın Kördüğümü ayrı temaları işliyor, değişik tarihlerde yazıldı. Midas’ın Kulakları ilk oyunum. 1959 yılında bir yarışmada birinci seçildi. Türkiye’de ve yurtdışında en çok sahnelenen oyunlarımdan biri oldu.
- Bu ilk başarıyı nasıl yorumluyorsunuz?
- Sanırım, oyunun görselliğe dayanması bunda rol oynadı. Şimdi İspanya’da nasıl karşılanacağını elbet merak ediyorum. Kral Midas’ın kulakları bilinen bir konu. Ancak ben mitosa kendi yorumumu getirdim: Masalda Tanrı Apollon Midas’ı eşek kulaklarıyla cezalandırır, masal orada biter. Oyunumuzda ise Midas bir süre sonra bu kulaklara alışır. Alışmanın ötesinde onları bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak görmeğe başlar. Bir anlamda tanrının cezasını hiçler. (Aşağılık kompleksinin güce dönüşmesi). Artık kulaklarını gizlemek şöyle dursun onları halkın karşısında törenle sergilemeğe kalkışır. Apollon eşek kulaklarını geri alarak onu yeniden cezalandırır. Halk, bu kez Midas’ın insan kulaklarını yadırgar, alay eder. Kısaca, değerlerin göreceliği, halkın kaypaklığı! 
Bu söyleşi, Madrid’deki Asociación de Directores de Escena de España Yayınlarının Literatura Dramática serisinde Midas’ın Kulakları’nın İspanyolca çevirisiyle birlikte yayımlanmak üzere yapıldı.
- Oyunlarınızda görselliğe önem veriyorsunuz.
- Tiyatro sözcüğünün kökeninde görme fiili var. Oyunun görsel olması onun doğası gereği. Bu işin ABCsi. Oyun kişileri sahne üstünde sürekli konuşuyorsa - o konuşmalar nice ilginç de olsa - böyle bir oyun görsellikten yoksundur.
- Diğer yandan tiyatronun yazınsal bir tür olduğunu düşünüyorsunuz. 
- Tiyatro oyununun iki yaşamı var. Sahne üstünde seyredildiği gibi kitap olarak da okunabilmeli. Tiyatro edebiyat değildir diyenler çıkıyor. Ben tiyatronun saygın bir edebiyat türü olduğu inancındayım. lkemizde oyun okuma alışkanlığı yok.
- Bu söylediğiniz diğer ülkeler için de geçerli değil mi… Gelelim tiyatro dilinize?
- Oyunlarımda serbest nazım kullanıyorum. Buna ‘ritmik dil’ de diyebiliriz. (Düzyazının da bir ritmi vardır.Ya da olmalı). Söylemeye gerek yok, manzum sözcüğü ille şiir anlamına gelmez. Oyunun her geçiti, sahnesi elbet şiir değildir ancak kimi sahnelerde şiire dönüşebilir. Elimizde bir kafes var, kapısını açık bırakıyoruz. Kuş içine girerse ne ala!Öte yandan manzum tiyatro yazıyorsun, içinde hiç şiir yok! Yani kafes boş. Bu elbet hüzün verici bir durumdur. Şiiri, süslü bir dil anlamında almıyoruz. Tiyatroda şiirin bir işlevi olmalı. Sözcük tutumluluğu bunlardan biri. Düzyazıyla anlatılması uzun sürecek bir yaşantı bir çırpıda şiirle verilebilir. Bir düşüncenin anlatılmayıp imgelerle görselleşmesi, duyguya dönüşmesi şiir diliyle olabilir. Bir örnek vereyim. Ak Tanrılar (Moktezuma) tragedyasında Moktezuma ölüm döşeğinde şu dizeleri mırıldanır:
Yedi uçurumu nasıl geçeceğim?
Yedi çölü nasıl geçeceğim?
Dokuz denizi nasıl aşacağım bir başıma?
Bir köpek bile yok yoldaşlık etsin bana.
Yıldız külleri dökülüyor alnıma
Belli, benimle birlikte bir evren dağılmada
Bu sahnede Moktezuma bir benzetme yapmıyor. Süslü bir dil kullanma gibi bir amacı yok. Ölümden sonra aşması gereken engellerin dehşetini sayıklıyor. Kendi kişisel ölümünü göksel bir olay olarak algılıyor. Çağdaş seyirci sanırım hakanın bu sözlerini şiirsel bir görünç (= vision) olarak algılıyor.Şiir elbet bir dil olgusudur, tiyatroda da şiir dilde başlar, sözcüklerle oluşur. Ancak bana göre tiyatro şiiri sözcüklerden ibaret değildir. Ne diyeyim bir sahne gereci, bir branda bezi, bir eşya parçası, bir renk uyuşumu ya da zıtlığı, beklenmedik bir ses sahnede tiyatro şiirini yaratabilir. Midas’ın Kulakları’nda şarkılar, danslar var. İşin içine müzik ve koreografi giriyor. Bu ancak manzum bir oyun olabilirdi. Bir elips nasıl iki merkezli ise bizim oyun da iki temalı. Biri öbüründen kaynaklanıyor ama Midas ile Berberin dramları biraz farklı.
Oyunu yazdıktan yıllar sonra, Berberin kuyuya seslenme sahnesinde Freud’un bilinçaltı kuramını görür gibi olurum. Tabii, bu bir çağrışım. Berber, Midas’ın gizini kuyuya seslenerek bir anlamda bilinçaltına gönderiyor. Kuyunun suları yeraltı sularına karışıyor, oradan gidiyor gidiyor sazların boy attığı bir bataklığa. Sazlar gizi içlerinde tutamayıp yel estikçe sesleniyor. Bastırılmış, itilmiş duygular bir süre sonra hiç beklenmedik bir biçimde yüzeye, bilince fışkırıyor. Bunu niye söylüyorum? Bu sahnede kuyu yankımaları, su şıpırtıları, ve sazların görselliği ile, sözcüklerin dışında sahnede bir tiyatro şiiri yaratılabilir... 
Tiyatro şiiri sahne üstünde kaba gerçekçilik adına harcanmamalı.
Bir anı: Yale Drama Okulu’ndayız. Bir Yaz Gecesi Rüyası sahneye konuyor. Sahne tasarımcısı sahneyi yeşil halılarla döşüyor. Dediğim bu 1961 yılı. Anlaşılan o yıllar bu malzeme de tiyatro dekorunda bir yenilikti. Yüzde yüz gerçekçi ot, çimen! Titania kıvrılıp üstünde uyuyacak. Kısacası sahne tasarımcısı gerçekçi olayım derken Shakespeare’in şiirini katlediyordu. Ozan o boş sahnede dekoru, oyunun atmosferini, günü geceyi şiiriyle yaratıyordu.
- Midas’ın Kulakları opera da oldu.
- Aynı metin opera librettosu oldu. Oyunun manzum oluşu, kısa dizelerle yazılmış olması bestelenmesini kolaylaştırdı. Besteci Ferit Tüzün’le iyi anlaştık. İkimiz de operayı sevmiyorduk. Ortaya bir müzikli oyun çıktı.Operaya gitmek, o şaşaalı - hantal dekorlar, görkemli giysiler bana göre değil. Hep sade, yalın bir sahne düşünürüm. Göze çarpmama düzeyinde işlevsellik en etkili sahne tasarımıdır. Seyircinin dikkatini oyunun teması dışına çekmeyen, gereksiz çağrışımlarla algılamayı bulandırmayan bir sahne tasarımı.
Öte yandan kimi duyguları, diyelim şehvet, nefret... ezgiye dönüşmüş insan sesi kadar hiçbir ifade türü veremez. Örneğin Don Juan, Carmen, Faust operaları.
- Oyunlarınızda ağırlıklı olarak mitolojik ve tarihi konular kullanıyorsunuz. Bu konuları dramatik malzemeye dönüştürme sürecinizden söz eder misiniz?
- Bütün mitoslarda dram vardır. Tarih olayları için de aynı şey söylenebilir. Önemli tarih olayları dramatiktir. Tarih bilimsel bir bilim değil. Yani hem bilim hem değil. Nasıl oluyor? Tarih bir yorum-bilim. Tarih oyunları da kritik durumlarda bütün toplumu etkileyecek bir karar verme, bir eyleme girişme sürecinde o kişilerin iç dünyalarına inme çabası. Sözün kısası psikoloji. Ben tarih olayları içinde de mitolojide de insanı arıyorum ve bunda coğrafya, ülke ayrımı yapmıyorum. Şairimiz Tevfik Fikret: “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer” demiş. (vatanım yeryüzü milletim insanlık) Ben de o meşrebtenim. Ülke ve millet ayrımı yapmadan insanı arıyorum. İşte bu nedenle oyunlarımdan biri, Canlı Maymun Lokantası, hiç gitmediğim Hong Kong’da geçiyor. Aynı özgürlük duygusuyla İspanyol-Meksika tarihine de eğildim: Ak Tanrılar (Moktezuma) tragedyasını yazdım. Oyunu yazarken hem İspanyol hem Meksikalı oldum. Bu tragedyada tarih ile mitologya içiçe. Yeni kıtada - kime göre yeni? - İspanyol conquistadorlar ile Meksika kralı Moktezuma’nın karşılaşması. İki uygarlığın çatışması. Sürgüne gitmiş, yeniden gelmesi beklenen tanrı Quetzalcoatl (=Tüylüyılan) mitosu, tragedyanın eksenini oluşturuyor.
Ben, Anadolu adlı üçleme de, mitolojik kadın kahramanlarla başlıyor (Tanrıça Kübele, Hekabe, Andromakhe, Niobe, Oenone, Efes Artemis’i vb., tarihsel kadın kahramanların dramıyla devam ediyor: (Meryem Ana, Bizans İmparatoriçesi Theodora, kadın tarihçi Anna Comnena, Osmanlı Kadınları) Trilogyanın üçüncü oyununda ise Cumhuriyet’in kuruluşundan (1923) bu yana değişik kadın portreleri var. Öte yandan Kurban, Canlı Maymun Lokantası, Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını, Küp Hamit, Ayak Parmakları v.b. gibi oyunlarım sanırım ayrı bir küme oluşturuyor. Diyelim, benim uydurduklarım. Konularını yakın Türkiye tarihinden aldığım oyunlar var ki (İttihat ve Terakki, Devlet ve İnsan Mithat Paşa, Bizans 1919) bunlar hep düzyazı. Konu gündelik yaşamı, gerçekçiliği gerektiriyorsa oyun düzyazı oluyor.
 
- Sizi fantastik, gerçeküstü diyebileceğimiz oyunlara yönelten ne peki?
- Çok doğal çok sıradan olan şeyler beni kimi zaman şaşırtabiliyor. İlk gençliğimde bir gün sedire uzanmış yatıyorum, battaniyenin öte ucundan çıkan çıplak ayak parmaklarım bana çok garip, gülünesi gelmeğe başladı. El parmaklarıma hiç benzemiyorlardı! Kendi gövdemin doğal bir parçasını yadırgıyordum. Ayak Parmakları diye o kısa oyunu yazdım. İnsanoğlu kendi gövdesinin bir bölümünü yadırgayabiliyorsa, kendine yabancılaşabiliyorsa ötesini siz düşünün. Bu ruh haline ‘alienation’ (Alm. Verfremdungseffekt) dendiğini çok sonra öğendim. Yani dolaysız olarak önce kendim yaşadım.
1961 yılında Amerika’da Hong Kong’lu bir üniversite öğrencisi o ülkede canlı maymun beyinlerinin yendiği özel lokantalardan söz etmişti. Görüntü çivi gibi beynime saplandı, acı veriyordu. Ondan kurtulmak için bu oyunu yazdım diyebilirim: Balaylarını Hong Kong’da geçiren Mr. ve Mrs. Jonathan bu değişik lezzeti tatmak için lokantaya gelirler. Özellikle Bayan Jonathan çok heyecanlıdır. Beynini yiyecekleri maymuna da çok acır. Aksilik bu ya servis edilecek maymun kaçar, bir yedeği de yoktur. O sırada lokantada bulunan Çinli şair Wong, kendi beynini önerir. Uygarca, centilmence bir pazarlıktan sonra anlaşırlar. Yale Üniversitesinde o yılların ünlü tiyatro otoritesi, hocam Prof. John Gassner sınıfta okudu. “A poetic tour de force” diye niteledi. Fulbright bursumu bir yıl daha uzattılar.
- Tiyatro eğilimleriniz, anlayışınız?
- Hiçbir akıma, modaya kapılmadığımı söyleyebilirim. Oyunlarım sahnelenmeye başladıktan sonra Brecht’in ‘epik tiyatro’ akımı Türkiye’ye bir fırtına gibi girdi. İlerici tiyatro yalnız epik olmalıymış! Ben buna hiç inanmadım. Bizdeki ‘toplumsal gerçekçilik’akımı için de aynı şeyi söyleyeceğim. Bakın bugün adı bile anılmıyor. Bu dalgalara kapılmadım. Şimdi de yazarsız tiyatro akımı çıktı. Ortada bir yazarın oyunu yok. Yönetmen efendi ordan burdan fikirler yürüterek sahnede bir olay yaratmaya çalışıyor. Görelim yazarsız tiyatro akımı nice sürecek ? Sinema yönetmeni elbet o yapıtın baş yaratıcısıdır. Ne var ki aynı şey tiyatro için geçerli değil. Burada o yazar tanımayan yönetmenin dramı yatıyor.
İnsan yaşamının şekilsiz, amorf bir akışı var (panta rhei = her-şey akıyor). Benim için tiyatro insan yaşamına bütünlük verme çabası.
- Zengin bir geleneksel tiyatromuz var.
- Var.
- Geleneksel tiyatromuzun ihmal edildiğini düşünmüyor musunuz?
- Siz 150 yıl önceye gidin, öyle sorun bu soruyu. Türk tiyatrosunun kurucularından Şinasi Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Güllü Agop, Ahmet Fehim, Mınakyan ve arkadaşlarına sorun. Niye geleneksel tiyatromuza eğilmediler de Batı tiyatrosunu örnek aldılar? Ahmet Vefik Paşa niye Karagöz, ya da Ortaoyununu geleneğinden yola çıkmadı da Moliere’den uyarlamalar yaptı? Bizim Ermeni sanatçılar niye tragedyaya eğildiler? Gelenek sözcüğünü ben hep kuşkuyla karşılarım. Zengin bir tiyatro geleneğimiz var. Ancak şu soruyu da siz yanıtlayın: İtalyan tiyatrosunun bir komedya dell’arte’si var. Bu gelenek yazarların kalıcı yapıtları ile doruğuna erişmiştir. İşte Goldoni. Şimdi aynı paralelde konuşalım. Bizim geleneksel tiyatromuz Karagöz, Ortaoyunu’nun da yazarların elinde kalıcı oyunlara dönüşmüş klasikleri olmalıydı. Ama yok. Geleneksel tiyatronun hesabı yüzyıllar sonra sorulmaz.

- Hesaplaşmanın zamanı olmaz. Siz geleneksel tiyatromuzdan ne ölçüde yararlandınız?
- Şu elinizdeki oyunda geleneksel tiyatromuzdan nasıl yararlandığımın somut sahneleri var. Frigya Kralı Midas eşek kulaklarıyla kendi kişisel dramını yaşarken bu dram halkın gölge tiyatrosunda bir farsa dönüşüyor. Midas da seyirci olarak halkın arasına katılıp kendi halini bu kez halkın gözünden seyrediyor. Yani ayni anda iki ayrı görüş açısı var. Dram ve fars çakışıyor. Ben bu oyunda geleneksel tiyatromuzdan işlevsel olarak yararlandığımı sanıyorum.Türkiye’de geleneksel tiyatro konusunda en yetkili kişi, Metin And bakın ne diyor: “Dram geleneğimiz yok”. Özünde dram olmayan bir gelenekle dram sanatı yapılamaz. Ah, Metin And, sen bu sözü niye söyledin?
Dönelim şu elinizdeki oyuna. Geleneksel tiyatromuzdan sahneler var. Midas’ın dramı gölge perdesinde farsa dönüşüyor. Midas düşürüldüğü gülünç durumu tiyatroda izliyor. Biz seyirciler de bu içiçe geçişi seyrediyoruz. Demek daha ilk oyunumda geleneksel tiyatromuzdan yararlanmışım ancak onda kalamazdım.
Bir yöntem ancak işlevi olunca kullanılmalı.
Siz bu soruları bana şu Kuzguncuk’taki evimde soruyorsunuz. Karagöz’ün Filozofluğu (Finkelism) diye bir gölge oyunum var. Bu evde geçiyor. Tam bitmedi bile. Gölge oyunumda ‘Finkelism’ diye yeni bir felsefe ortaya oyuyorum. Şaka değil. Halkının yüzde şu kadarı (Bunu Aziz Nesin’e sorun) aptal olan bir ülkede o halkın konukseverliğini sömürme felsefesi. Dram: insan sıcaklığının, komşuluk güzelliğinin sömürülmesi.
Karagöz’ün atalardan kalma mimarisi özgün, soylu, ama köhnemiş bir köşkü vardır. Finkel ailesi bu köşkün bir iki odasına yerleşmek ister. Komisyoncu Hacivat: “bunlar Avrupalı, yüksek kültürlü, uygar kişiler” telkiniyle Karagöz’ü razı eder. Finkel ailesi köşkün bir iki odasına yerleşir. Bayan Finkel bir ruh terzisidir, büyülü bir aynası da vardır. Türk müşterilerinin ruhlarını kesip biçerek, düzelterek fazlalıklarını atıp eksikleri ekleyerek onları Avrupalılaştırır, sonucu da aynasından onlara seyrettirir. Müşterileri, Avrupalı olmaya can atan okur yazar ve elbet zengin takımdandır. Bay Finkel, bir gün Karagöz’e “I want to buy you out” der. Karagöz az buçuk gavurca biliyor... ancak bu “buy out” fiilini ilk defa işitmektedir. Kendi dilinde, kültüründe yoktur. Sonda Finkeller köşkü tümüyle ele geçirir, kendine benzetir, Amerikanvari, ya da Avrupai bir apartmana dönüştürür. Karagöz’de kendini eski sevgili evinin önünde kapıcı olarak bulur.
Anlaşılacağı gibi bu oyun bir anlamda Türkiye’nin Avrupa’ya yanaşma çabasının bir komedyası. (İnşallah böyle olmaz. Ancak benim inancımda İnşallah, Maşallah yok.) Koca bir köşkü tiyatro sahnesinde kuramayız. Bu oyuncuğu ancak bizim geleneksel tiyatromuz çerçevesinde, gölge tiyatrosu tekniği ve esprisiyle yazabilirdim. Karagöz perdesinde bizim son derece güzel naif , çok renkli göstermelikler, tasvirlerimizle bu absürd sahneler gerçekçi biçimde sahnelenebilir.
İçkide alkol neyse tiyatroda dram odur. Üzümsüz şarapsız Diyonisos olmaz. Halis Rioja şarabımız var ama alkolsüz! Böyle tiyatro olmaz. Brecht’in dramatik tiyatro karşıtlığı bana göre bir saçmalıktır.
- Birçok oyununuz İngilizce, Fransızca, Almanca gibi yabancı dillere çevrildi, yurt dışında sahnelendi. Örneğin 1990 yılında Kurban Avignon Festivalinde sergilendi. Siz de Antigone, Persler, Kral Oidipus, Bakkhalar gibi tragedyaları eski Yunanca aslından Türkçe’ye çevirdiniz. Çevirmek ve çevrilmek konusunda ne söylemek istersiniz?
- Basmakalıp bir cümleyle başlayalım: Bir oyunu çevirirken ya da, sahneye koyarken onu daha iyi anlayabiliyoruz. Ya da anladığımızı sanıyoruz. Aiskhülos’u, Sofokles’i, Euripides’i aslından çevirirken tiyatronun kaynağına gider gibi oluyorum. Benim için de bir tören gibi birşey bu. İğneyle kuyu kazmak deriz ya, öyle. Biraz mazoşizm var işin içinde.

- Mança’lı Şövalye müzikalini Türkçe’ye çevirdiniz.
- Mança’lı Şövalye, gerçekten güzel bir müzikal. Severek çevirdim. Ankara Devlet Tiyatrosunda esaslı bir kadro ile oynandı. Çeviri diye sordunuz. Şimdi tek bir dizenin çevirisinde yaşadığım gülünesi durumu anlatayım.Korepetitör mi diyorlar işte o piyanoda, oyunun şarkılarını geçiyoruz. Sözler melodiye oturuyor mu diye kulaktan denetliyor. Şarkı sözleri hecesi hecesine müziğe uyacak, vurgular da yerli yerinde olacak. Yani prosodi. O çalıyor ben şarkıları söylüyorum. Arada bir odanın kapısı açılıyor, kim bu operadaki yeni ses diyen şaşkın bakışlar! Ha, bu arada öğreniyorum ki Devlet Tiyatrosu kadrosunda İngilizce bilen bir görevli de bu müzikali çevirmeye talip. Ancak copyright bende. Çeviride yanlışlar bularak beni ıskarta etmek istedikleri belli oluyor. İyice canım sıkılıyor.
Şimdi Mambrino şarkısındayız.
The golden helmet of Mambrino = Altın tolgası Mambrino’nun Müzikte ‘Mam- briiiii - no’ kesintisiz olarak tınlıyor... sonunda bir ek yok. Türkçede ise ‘nun’ eki gerekli. Ne olacak?
- Bestenin bir notası hafifçe değişecek.
- Müzikte tek nota değişmeyecek. Anlaşma böyledir.
- Ama burada dil uyuşmazlığı var. Notada küçük bir değişiklik gerekli.
- Piyanocu çözümü buldu:
- ‘nun Mambrino’ dersin.
- Olmaz!.
- O zaman oyunu başkası çevirir!
- ...( buraya dilediğiniz küfrü koyun)
Çıngar çıkmış, ayağım suya ermişti.
O gece oturdum oyun şarkılarının mümkün olabilecek bütün değişkelerini (varainte) yazdım. Yani, çeviri olasılıklarını tükettim. Pek de zor değil.
Yukarıdaki o tek dizeye gidelim. İkinci şık
:- “Altın mihveri Mambrino’nun”.
Bir üçüncü çeviri sadece olanaksız. Altını gümüş yapamazsın, tolgayı da şapka. Tolga mihver olabilir ama ‘tolga’ ağız açık tınlıyor. Mihver’de ise ağız büzülüyor. Hem de Türkçe değil. Ertesi gün Amerikalı yönetmen Todd Bolender’e, şarkı çevirilerini verdim. Benim çevirim bu. Her bir dizenin değişkeleri de var. “Başka biri benim çevirimi kullanacak olursa dava açar oyunu kaldırtırım” dedim. Zeki adam ‘Çeviri tükenmesini’ bir bakışta anladı. Şarkıları bu kez Bolender ile geçmeğe başladık. Benim de sesim iyice açıldı. Meğer şarkı söylemek ne güzel şeymiş.
Burada şunu söyleyim: Müzikalin copyright ajansı (ONK) Osman Nuri Karaca çok sağlam durdu. Kaç yıllar sonra ona yeniden teşekkür ederim.
- Cervantes’ten başka hangi İspanyol yazarlarla ilgilendiniz?
- Cervantes’ten sonra Unamuno’yu okudum. Bizde ilkin kısa öyküleri çıkmıştı. Yaman Adam. Bu öyküler o gün bugün belleğimde kıpraşır durur. Kitaplığımdaki Unomuno’nun Trajik Görüş’ünü (İngilizce) yeniden okudum. (Sizin iyi bir öğrenciniz olduğumu kanıtlamak için.) Yine çok etkilendim... ancak bu kez Unamuno’nun katolikliği benim Dionüsos inancımla fena halde çatıştı: Dinci bir kişinin trajik bir dünya görüşü olabileceğine inanmıyorum. Trajik görüş bana göre ateistlerin dünya görüşü olabilir. İnanan kişinin elinde sağlam bir sigorta poliçesi var: Ölümden sonra ruhun sonrasızlığı. Öte dünya onu bekliyor... 
Yeryüzünde sadece iki insan ırkının varlığına inanıyorum.
- Irk mı?
- Irk deyince irkildiniz!
Ancak benim ırk ayrımımın soy sop, genler, deri rengi, kafatası biçimiyle bir ilgisi yok. Dahası, bir ırktan öbürüne yatay geçiş de yapılabiliyor. Öyle bir kolaylık da var.
- Neymiş, kimlermiş sizin iki ırkınız?
- İnananlar - İnanmayanlar.
Bu iki insan türü arasında tam bir uçurum var. Ateistin öte dünya umudu yok. (Tanrıtanımaz sözcüğü ateist sözcüğünü tam karşılamıyor) Gereksinimi de yok. Öte dünyada bir ozan şiir yazamıyorsa, ben yeni oyunlar yazamıyorsam cennetin Tuba ağaçları, Kevser şarapları beni kesmez. Gelmiş geçmiş yalvaçlar insanoğlunu gerçek trajik olandan kurtarmaya çalışırlar...
- Sizin yazarlık serüveniniz nasıl başladı?
- 18 yaşımda uzun manzum masalım Mavi Orman ile başladım. Bir türlü bastıramıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı’na gönder dediler. “Yayımlanması dileğiyle...” diye ekte bir dilekçeyle gönderdim. Aylar sonra bir cevap geldi: “Eserinizi önce kitap halinde bastırın, sonra bize gönderin, inceleyelim!”
- Çeşitli Kurumlarda tiyatro dersleri verdiniz. 
- 1980 yılında askeri darbeyle İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki işimize son verildi. Eskişehir Anadolu üniversitesinde mitoloji dersleri vermeğe başladım. Bunu Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi Konservatuarı, Müjdat Gezen Sanat Merkezi, ve yeniden Anadolu Üniversitesi’ndeki tiyatro derslerim izledi. Öğretmenlik ek bir uğraşım oldu. Bu işimi çok seviyorum. Gençlerle birşeyleri paylaşmak beni yazarlığın yalnızlığından da kurtarıyor.
- Oyun yazarlığınızın yanı sıra ışık tasarımcılığı, dramaturgluk ve yönetmenlik yaptınız.
- Amerika’da Yale Üniversitesi’nde sahne ışığı öğrenimi gördüm. Dönüşte İstanbul Şehir Tiyatroları ’ında oyun okumacılığının yanı sıra ışık tasarımcılığı da yaptım. Hele Rumeli Hisarı’ndaki açık hava temsillerinde Hamlet, Coriolanus gibi oyunların ışığı güzel anılarım arasında.Deniz kenarındaki Sarıca Paşa kulesi dünyanın en güzel Elsinore şatosu. Hamlet’in babasının hortlağı kulenin üstünde görünüyor. Çok etkileyiciydi.
Hamlet tragedyasının mezarlık sahnesindeyiz. Ofelya’nın tabutu geliyor. İçinde Ayla Algan. Tam o sırada bir Ağustos sağanağı boşandı. Benim ışık aygıtlarımın lambaları bombalar gibi patlamağa başladı. Dehşetli bir ışık ve ses etkisi. O sahneye de çok yakıştı. Hamlet’in acısı, Doğa’nın öfkesi, rahmeti içiçe. Tam Shakespeare’e layık bir sahne. Muhsin Bey de çok heyecanlı. Ben ışık ustası, doğanın yardımıyla harikalar yaratıyorum.
Yağmur yağabilir, ama oyun devam ediyor.! Seyirci de ıslanıyor ama kaçmıyor. Ona da bravo. Ama az sonra ? Ofelya’cığın tabutu yağmurla dolmaya başladı. Ayla önce soluğunu tuttu, derken az bir debelendi... sonra can havliyle tabutun içinden fırladı.
- Altı arkadaş bir yayınevi de kurdunuz.
- Amacımız kendi kitaplarımızı yayımlamak. Tiyatro kitaplarının satılmıyor diye adı çıkmış.Altı arkadaş Şiir - Tiyatro yayınevini kurduk. Kimler? Orhan Asena, Tahsin Saraç, Ioanna Kuçuradi, Talat S. Halman, Yüksel Pazarkaya ve ben kendi kitaplarımızı yayımladık.Bana öneri Orhan’dan geldi:- “Batak bir işe var mısın?
-Ben seninle her batak işe varım”.
Sevgili yayınevimizin aramızdaki adı Batak Yayınevi kaldı. Ama kimseyi batırmadı. Ne kaydı vardı ne kuydu. Aramızda ne bir anlaşma imzaladık, ne birbirimize hesap sorduk, Tahsin Saraç Ankara’da, başı o çekiyordu. Onun ölümüyle yayınevimiz de son buldu. Bakın, ben bu sözü söylüyorum, Yüksel Pazarkaya ve Talat Halman arkadaşlarımla karar veriyoruz bizim Şiir - Tiyatro ya da Batak yayınlarını yeniden canlandırmağa.
- Türk tiyatrosu nereye gidiyor?, dünya tiyatrosu nereye gidiyor?
- Bir yerden bir yere gittiğini sanmıyorum. Tiyatro bilim değil, teknoloji değil, sürekli bir gelişmeden söz edilemez. Bu, bütün sanatlar için geçerli. Resim nereye gidiyor, müzik nereye gidiyor? Değişik denemeler yapılıyor, kimi yapıtlar o ürkünç akışı (panta rhei) kendi süresi içinde durdurabiliyor.
- Tiyatronuz günümüz seyircisinin beklentileriyle örtüşüyor mu?
- Bugünün seyircisi tek yargıcı değil. Televizyon dizileri - ki elbet onlar da olacak - tiyatro oyunculuğunu bizde çok yozlaştırdı
- İspanyol okuyucusuna / seyircisine son ne diyeceksiniz?
- Temel’i idama mahkum etmişler, son ne söyleyeceğini soruyorlar: “Ha bu bana ders olsun!” demiş. Öyle bir duruma düşersem ben: “İspanyolca öğrenmek istiyorum” diyeceğim.
Çocukluğumda annemin yaptığı pandispanya
idi o lezzetin adı
mahzun yüzlü şövalyeye dönüştü
ve kaç yüzyıl sonra Saura
Sokakta görürseniz, çok selamlar
Lorca’ya, Unomuno’ya
ben biraz da onların şevkiyle çıkmışım yola
‘Bilirim de yollarını
varamam Kurtuba’ya’
Aunque sepa los caminos
Yo nunca llégaré a Córdoba
Selam bu oyunu okuyan İspanyol’a
ve de ona geçmiş ola!
Sürçü lisan ettiysek affola!
Çevirsin bunu Mukadder hoca.
Muchas gracias!