Saturday, March 30, 2013

Öcalan, Mandela Olamaz!


Başbakan ‘tıkaç’ komisyonu istiyor
Türkiye’de, barışın oluşmasını sağlayacak birortamın oluşması gerektiğine dikkat çeken sosyolog İsmail Beşikçi, Öcalan’ın söyleminin iktidarla örtüştüğünü belirtti. “İslam kardeşliği, Kürdleri kandırma sloganı” diyen Beşikçi “Misakımilli’yle egemenlerin arzusunun” ifade edildiğini dile getirdi.
PKK lideriAbdullah Öcalan’ın “akil insanlar” komisyonunda yer almasını önerdiği sosyolog İsmail Beşikçi, “görüşmeleri Öcalan’ın yapmasının yanlış olduğunu, BDP’nin sürecin aktörü olması, mektup getirip götürmekle yetinmemesi gerektiğini” söyledi. Öcalan’ın söyleminin iktidarla örtüştüğünü vurgulayan Beşikçi, “Öcalan’ın inkârcı, asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk-İslam sentezi anlayışı sloganlarına sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürdlere bir hak, özgürlük getirmez. İslam kardeşliği Kürtleri oyalama, kandırma sloganıdır”eleştirilerini dile getirdi. Beşikçi, Öcalan’ın “Mandelalaştığı”saptamalarına da karşı çıkarken “Mandela cezaevindeyken, Afrika Ulusal Konseyi ile görüşün, dedi. Öcalan da BDP’yi göstermeli” dedi.
“Sarı Hoca” olarak anılan İsmail Beşikçi, yaşamını Kürdlerin varlığını kanıtlamak için mücadeleye adamış. Üstelik, kendisi Kürd de değil. İsmail Beşikçi Vakfı internet sitesinde “Türk ve Hanefi bir ailenin çocuğu” olduğunun altı çiziliyor. 1962 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bölümü’nden mezun olmuş. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nde çalışmaya başlamış. Ancak ihbarlar üzerine soruşturma açılmış ve üniversitedeki görevine son verilmiş. Daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde göreve başlamış. Sonrasında, hayatının 17 yılından fazla süresini hapishanelerde geçirmiş. Öcalan’ın “akil insanlar” arasında yer almasını istediği Beşikçi, “Yazılı basında birkaç yerde adımı gördüm” diyor, ancak henüz iktidar tarafından arayan olmamış. “Kürt” sözcüğünü Kürd olarak kullanan ve doğru söyleyişin bu olduğunu ifade eden Beşikçi, sorularımıza şu yanıtları verdi:

Çözüm için bazı ilkeler var

Akil İnsanlar Komisyonu’nun işlevi ne olur, Başbakan’ın seçmesi doğru mu?

Bu komisyonun işlevi, tarafların buna verdikleri anlama göre değişir. Kürd sorununda çözüm elbette önemlidir. Bunu temel bazı ilkeleri vardır. Kürdlerin kendi kendilerini yönetmesi, kendi geleceklerini belirleme hakkı, anadilinde yani Kürd dilinde mecburi eğitim temel ilkelerdir. Başbakan’ın düşündüğü, bu gelişmeleri sağlayacak ortamın oluşmasına tıkaç olacak bir komisyondur. Bunun için üyelerini bile kendisi seçmek istemektedir. Barış için, Akil Adamlar Komisyonu’ndan önce, Türkiye’de, barışın oluşmasını sağlayacak bir ortama gerek vardır. Başbakan, Filistinliler konusunda ne gibi haklar ve özgürlükler düşünüyorsa, Kürdler için de bunları düşünebilmelidir. Eğer düşünmüyorsa, bunun neden böyle olduğu sorgulanmalıdır.
İktidar çekilme sürecinde Meclis’in devreye girmesini istemiyor. Meclis’i devreye sokmadan, “akil insanlar” vs. sonuç almak mümkün mü?
İktidar için önemli olan gerillaların geri çekilmesidir. Kürdler için önemli olan ise Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd milleti olmaktan doğan haklarıdır. Öcalan’ın bunları dile getirmemesi yanlıştır. Bazı kazanımlar olması gerekir. O kazanımlara göre süreç gelişir. Meclis’te konuşulabilir, tartışılır.
Bu süreçte kan duracak mı? Ayrıca, siz öteden beri federasyonu savunuyorsunuz. Bu konuda bir öngörünüz var mı?
Neden kan akıyor? Bunun temel nedeni, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan doğan haklarının gasp edilmesidir. Bu hakların kazanılması da önemlidir. Kürdler en azından federasyonu savunmalıdır. BDP’nin, Avrupa’daki Kürd siyasetçilerin, KCK yöneticilerinin, Kandil’deki PKK komutanlarının, Abdullah Öcalan’ın bizzat kendisinin, neden bunları savunmadıkları dikkate değer bir konudur. Ortadoğu’da Kürdler çok büyük bir nüfusa sahip, en az 40 milyon. Ayrı bir devlet gündemdedir.

‘Kopukluk derinleşiyor’

Erdoğan’ı barış konusunda samimi buluyor musunuz? Silahların susmasının karşılığı Erdoğan’ın başkanlığı mı olacak?
Barış konusunda Başbakan Erdoğan’ın ve Kürdlerin beklentileri çok farklıdır. Başbakan, barıştan, gerillaların sınır dışına çekilmelerini anlamaktadır. Başbakan’a göre başka da bir sorun yoktur. Kürdler ise Kürdlerin haklarının ve özgürlüklerinin kazanıldığı bir ortamı düşünmektedir. Başkanlık, Başbakan için önemli bir hedeftir. Ama Kürdlere bir hak vermeden veya en azını vererek bu işi kotarmaya çalışmaktadır. Başbakan’ın düşündüğü başkanlık değil ama ABD’de uygulanan başkanlık sistemi üzerinde konuşulabilir. ABD’deki sistem ile Başbakan’ın istediği sistem çok farklı. Orada Başkan’ı denetleyen kurumlar var.
Umutlu musunuz? Bir sosyolog olarak toplumdaki bu kutuplaşma konusunda ne düşünüyorsunuz?
Umutluyum diyemiyorum. Türk toplumu ile Kürdler arasındaki kopukluk sürüyor, derinleşiyor. Kopukluğu sağlayan devlet.

‘İslam kardeşliği, kandırmacası’

Öcalan’ın Nevruz mesajlarını nasıl değerlendirdiniz? “İslam kardeşliği” ve “Misakımilli” vurguları tartışma yarattı. Siz bu eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?
“Bin yıllık İslam kardeşliği”, “Çanakkale’de birlikte savaştık”, “Cumhuriyeti omuz omuza mücadele ederek kurduk” “Alevi-Sünni İslam kardeştir” “İslam Birliği”, “Misakımilli” gibi sloganlar, inkârcı, asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk devletinin, Türk-İslam Sentezi anlayışının sloganlarıdır. Öcalan’ın bu sloganlara sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürdlere bir hak, özgürlük getirmez. “İslam kardeşliği”, Kürdleri kandıran, oyalayan bir slogandır. İttihat ve Terakki’den beri Türk egemenleri Kürdlere karşı hep bu sloganı kullanmışlardır. Cumhuriyet dönemi bunu daha ince politikalarla uygulamıştır. Öcalan, Kürdlerin haklarını ve özgürlüklerini hiç gündeme getirmeden, “Misakımilli”den söz etmektedir. Bu, devletin gizlemeye çalıştığı bir arzudur. Devletin, Türk egemenlerinin bu arzusunu Öcalan ifade etmektedir. Ama yaşama geçmesi artık mümkün değildir. Siyasal bakımdan eşitlik olmadan kardeşlik olmaz. “İslam kardeşliği” Kürdleri her zaman kandırmıştır. Ama, “İslam kardeşliği” sloganına kanmayan Müslüman halklar da vardır. İbrahim Sediyani’nin, “Kürdleri kandıran ama Bengal halkını kandıramayan ‘İslam Kardeşliği’”yazısı dikkate değer bir yazıdır.
Öcalan’ın AKP iktidarının söylemiyle örtüşen, “neo-Osmanlı” mesajlar verdiği eleştirileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Burada AKP söylemiyle bir örtüşme vardır. 2 Şubat 2013’te Diyarbakır’da, Demokratik Toplum Kongresi Alevilik sorunu konusunda bir sempozyum düzenlemişti. Bu sempozyum daha başlamadan, DTK,“Alevilik İslamdır, Şiiliktir…” diye 12 sayfalık bir bildiri yayımlamıştı. Bu da AKP politikaları ve anlayışıyla örtüşmenin bir göstergesiydi. Araplar, Farslar ve Türkler, İslamı her zaman kendi milli çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır.

‘BDP aktör olmalı’

Siz, “İstihbarat örgütleriyle olmaz, BDP sürece dahil olmalı” diyordunuz. Bir biçimde oldu. Bu yeterli mi?
Bu şüphesiz yeterli değildir. Mektup getirip götürmek sürece dahil olmak değildir. BDP sürecin başta gelen aktörü olmalıdır. Direktif alan değil, tartışan bir konumda olmalıdır. Görüşmelerin MİT ile yapılıyor olması yanlıştır. MİT güvenlik örgütüdür. Kürd sorunu güvenlik sorunu değil, politik bir sorundur. Görüşmeler hükümetle yapılmalıdır. Görüşmeleri BDP ve Kürd sivil toplum örgütleri yapmalıdır. Tutsak Abdullah Öcalan’ın bu görüşmeleri yapması yanlıştır. Hindistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sırasında, cezaevinde tutulan Gandi’yi bir İngiliz yetkilisi ziyaret eder. Gandi’yle süreç hakkında konuşmak ister. Gandi görüşmeyi reddeder. Gandi’nin İngiliz yetkiliye ne dediğini burada söylemek istemiyorum. BDP, Avrupa’daki Kürd siyasetçiler, KCK yöneticileri, Kandil’deki PKK komutanları, bu sözün, bu tutumun bilincinde olmalıdır. Abdullah Öcalan’ın bizzat kendisi de bu sözün, bu tutumun bilincinde olmalıdır.

Öcalan’ın “Mandelalaştığı” değerlendirmelerine katılıyor musunuz?

Katılmıyorum. Öcalan’ın görüşmeleri yapması doğru değil. Mandela cezaevindeyken Afrika Ulusal Konseyi ile görüşün, dedi. Öcalan da BDP’yi göstermeli. BDP aktör olmalı.
29 Mart 2013

Türey Köse/Cumhuriyet/Ankara Bürosu-
NOT: Yazının içeriğine uygun olarak birinci başlık Nasname tarafından seçilmiştir!

Thursday, March 28, 2013

Gabriel Garcia Marquez, Beş Yüz Günlük Fakirlik


 
 Bir yılı aşan fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de kafa yormadık.

Ağustos 1966 başlarında eşim Mercedes’le birlikte Yüzyıllık Yalnızlık’ın özgün elyazmalarını Buenos Aires’e göndermek için Mexico City’deki San Angel postanesine gittik. Paket 590 sayfa barındırıyordu ve üzerinde Editorial Sudamericana’nın edebiyat yöneticisi Francisco (Paco) Porrúa’nın adresi yer alıyordu. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu, kafasında aritmetik hesabını tamamlayıp şöyle dedi: “Borcunuz 82 pesos.”
Mercedes kâğıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi: “Bizde sadece 53 pesos var.”
Bir yılı aşan fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de kafa yormadık. Paketi açtık, içindekileri iki eşit parçaya böldük ve bir parçayı Buenos Aires’e gönderdik, bunları yaparken geriye kalanı yollamak için gereken parayı nasıl bulacağımızı bile sormamıştık kendimize. Cuma günüydü, saat akşam altıyı gösteriyordu ve postane pazartesiye kadar açılmayacağına göre, düşünmek için önümüzde tüm bir hafta sonu vardı. Hâlâ para alınabilecek birkaç arkadaş kalmıştı geriye ve bütün malvarlığımız rehincideki ebedi uykusunda dinlenmekteydi. Elimizde romanı günde altı saat çalışarak yaklaşık bir yılda yazdığım taşınabilir bir daktilo vardı, ancak onu rehinciye veremezdik, zira yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı. Evi topyekûn karıştırdıktan sonra rehine vermeye pek de uygun olmayan iki şey bulduk: O zamanlar pek az değeri olduğunu tahmin ettiğim çalışma odamdaki ısıtıcı ve bir de evlendiğimizde Soledad Mendoza’nın Caracas’da armağan ettiği bir mikser. Ayrıca yalnızca evlenirken kullandığımız ve uğursuzluk getireceğine inanıldığından asla rehine vermeye cesaret edemediğimiz yüzüklerimiz vardı. Bu seferlik, ne olursa olsun Mercedes onları vermeye karar verdi, birer emniyet garantisi olarak.
Pazartesi sabahı ilk iş, zaten düzenli müşterileri olduğumuz en yakın rehinciye gittik ve bize –yüzükler hariç– ihtiyacımızdan biraz fazla bir para verdiler. Ancak postanede romanın geriye kalan kısmını paketlerken onu en yanlış şekilde yollamış olduğumuzu fark edebildik: baştaki sayfalardan önce sondaki sayfaları yollamıştık. Yine de Mercedes bunu hiç de komik bulmadı çünkü o asla kadere inanmamıştır.
“Şimdi ihtiyacımız olan tek şey,” dedi Mercedes, “romanın da kötü olması.”
Bu cümle bütün umutlarımı bağladığım ve bitirmek için birlikte mücadele ettiğimiz kitabımla geçen 18 ayın doruk noktasıydı. O noktaya kadar, yedi sene içerisinde dört kitap yayımlatmış ve Colombian Esso yarışmasında 3.000 dolarlık ödülü kazanan ve böylece ikinci oğlumuz Gonzalo’nun doğumunu karşılayıp ilk arabamızı almamızı sağlayanIn Evil Hour dışında neredeyse hiç para kazanamamıştım.
San Angel Inn tepelerinde bir orta sınıf evde yaşıyorduk; burası başka erdemleri yanında evin kiralanmasıyla kişisel olarak ilgilenen valiliğin başkâtibi avukat Luis Coudurier’e aitti. Altı yaşındaki Rodrigo ve üç yaşındaki Gonzalo, okulda olmadıkları zamanlar oynayabilecekleri güzel bir bahçeye sahiplerdi. Ben, Sucesos ve La Familia dergilerinin genel koordinatörüydüm, burada iyi bir maaşla iki yıl boyunca tek bir kelime yazmama görevimi başarıyla yerine getirmiştim. Carlos Fuantes’le birlikte Juan Rulfo’nun özgün hikâyesinden El Gallo de Oro’nun sinema uyarlamasını gerçekleştirmiştik. Yine Carlos Fuentes’le birlikte Pedro Páramo’nun son versiyonu üzerinde çalışmıştık. Chronicle of a Death Foretold’un ve Luis Alcoriza’yla birlikte Presagio’nun senaryosunu yazmıştım. Geriye kalan saatlerimde çeşitli işler yapıyordum, reklam metinleri yazıyor, televizyon reklamlarıyla uğraşıyor, şarkı sözleri kaleme alıyordum; böylece hayatımı idame ettirebiliyordum belki, ama hikâyeler ve romanlar yazamıyordum.
Uzun zamandır büyük bir roman yazma fikri aklımı zorluyordu; bu yalnızca o zamana dek yazdıklarımdan değil, okuduklarımdan da farklı olacaktı. Kaynağı olmayan bir çeşit terördü bu. Aniden, 1965 yılının başlarında Mercedes ve çocuklarımızla hafta sonu için Acapulco’ya gittik ve ben romanımın fikriyle öylesine meşguldüm ki neredeyse yoldan geçen bir ineğe çarpacaktım. Rodrigo bir mutluluk çığlığı attı: “Büyüdüğüm zaman ben de yolda inek öldüreceğim!”
Kumsalda rahat edemedim. Salı günü Meksika’ya döndüğümüzde içimde daha fazla tutamadığım açılış cümlesini yazmak için daktilomun başına oturdum: “Yıllar sonra idam mangasının karşısındayken, Albay Aureliano Buendía babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o uzak öğleden sonrayı hatırlayacaktı.” O andan itibaren, kendimi bir gün için bile bu heyecan verici rüyadan uyandırmadım, ta ki son satırda Macondo cehenneme yollanana dek.
İlk aylarda en iyi gelir kaynaklarıma tutundum, ama dilediğim kadar çok yazabilmek için gereken süreyi yaratmayı başaramadım. Sonunda, hayat çekilmez bir hal alana kadar, önem verdiğim isteklerimi yerine getirmek için gece çok geç saatlere kadar çalışır oldum. Adım adım, her şeyden vazgeçmeye başladım ve sonunda gerçek hayatın güvenilir sesi beni yazmakla ölmek arasında basit bir tercih yapmaya zorladı.
Seçim açıktı, ne de olsa sonunda arkadaşlarımızı bile usandırdığımızda, Mercedes her şeyle –her zamankinden daha çok– ilgilenmeye başlamıştı. Mahalledeki dükkânlardan ve köşedeki kasaptan hayal edemeyeceğiniz kadar çok borç almıştı. İlk ıstırap anlarından itibaren faizli borç senetlerinin ayartmalarına direnmiştik, ta ki cesaretlenip rehinciye ilk saldırıyı yapana dek. Gündelik eşyalardan gelen paranın geçici tesellisinden sonra Mercedes’in yıllar boyunca ailesinden aldığı mücevherlere dönmem gerekti. Dükkândaki uzman onları bir cerrahın dikkatiyle inceledi. Sihirli gözüyle küpelerdeki elmasları, bir kolyenin zümrütlerini ve yüzüklerdeki yakutları tarttı ve kontrol etti, en sonunda bir boğa güreşçisinin pelerin hareketiyle bize döndü: “Bunlar camdan başka bir şey değil!”
Gerçek kıymetli taşların ne zaman sahteleriyle değiştirildiğini kontrol etmek için asla hevesimiz veya zamanımız olmadı, çünkü esrarlı kara boğa fena saldırmıştı. Bu, kuşkusuz bir yalan gibi görünecek, ama beni en çok sıkıntıya sokan sorunlardan birisi daktilo için kâğıt bulmaktı. Daktiloda yazarken yaptığım dil ve gramer hatalarının yaratıcılıkla ilgili hatalar olduğuna inanmak gibi kötü bir alışkanlıkla yetiştirilmiştim ve onları her fark ettiğimde sayfayı çekip çöp kutusuna atıyor sonra da en baştan başlıyordum. Mercedes ev bütçesinin yarısını bir hafta dayanmayan kâğıttan piramitlere harcıyordu. Bu muhtemelen karbon kâğıdı kullanmayışımın sebeplerinden birisiydi.
Böylesi basit sorunlar o denli üzerimize çullandı ki çözümü engellemeyi başaracak cesarete sahip olamadık: yeni aldığımız arabayı rehine vermekti çözüm, çarenin hastalığın kendisinden daha ciddi olduğundan şüphelenmemeliydik de, çünkü zamanı geçmiş borçları küçültmüştük, ama iş kirayı ödemeye gelince uçurumun kenarında bulmuştuk kendimizi. Şansımıza, iyi arkadaşımız Carlos Medina kirayı bizim için ödemekte ısrar etti, hem de yalnızca bir ayı değil başka ayları da; biz arabayı yeniden alana dek. Onun kiramızı ödemek için arabalarından bir tanesini rehine verdiğini bundan yalnızca birkaç sene önce öğrendik.
Her akşam en iyi arkadaşlarımız bizi ziyarete geldiler. Şans eseriymişçesine beliriyorlardı ve kitaplar veya dergileri bahane ediyorlar, bize rastlantısal göstermeye çalıştıkları kap kap yemekler getiriyorlardı. Carmen ve Alvaro Mutis, bu arkadaşların en devamlıları, beni romanımın yazmakta olduğum bölümünü onlara anlatmam için teşvik etmeye uğraşıyorlardı. Onlar için acil ihtiyaç bölümleri yaratmayı becerdim, çünkü sahip olduğum bir boş inanca göre yazdığımla ilişkili konuşmak büyüyü kaçırırdı.
Carlos Fuentes o zamanlar uçmaktan çok korkmasına rağmen dünyanın yarısını geçip geldi. Onun eve dönüşleri yazmakta olduğumuz kitaplarımızı tartışmamız için daimi bir ortam sağlıyordu. María Luisa Elío baş dönmesiyle ve kocası Jomi García Ascot şiirsel heyecanıyla paralize olmuş şekilde, benim emprovize hikâyelerimi ilahi bir öneme sahiplermişçesine dinliyorlardı. Böylece onların ilk ziyaretlerinden itibaren kitabı onlara adamak konusunda hiç şüphem olmadı. Kısa sürede onların heves ve tepkilerinin romanımı aydınlattığını fark ettim.
Mercedes üç aylık kira borcumuzun biriktiği Mayıs 1966’ya, yani kitabıma başlayışımdan bir yıl sonrasına kadar, borç bulma taktiklerini benimle bir daha konuşmadı. Telefonda daha önce ona umut vermek için defalarca yaptığı gibi ev sahibiyle konuşuyordu ve aniden telefonun ağzına gelen kısmını eliyle kapattı ve bana kitabımı ne zaman bitireceğimi sordu.
Bir yılı aşkın pratiğimin sonucunda elde ettiğim ritimle, altı aya gereksinimim olduğunu tahmin ettim. Mercedes hesabını yaptı ve ev sahibine sesinde en ufak bir titreme olmadan şöyle dedi: “Altı ay içerisinde size her şeyi ödeyebilecek hale geleceğiz.”
“Affedersiniz, hanımefendi,” diye sordu ona ev sahibi, “O zaman borcunuzun inanılmaz bir toplam tutacağının farkında mısınız?”
“Farkındayım,” dedi Mercedes, hareketsiz; “ama o zaman her şeyi halletmiş olacağız. Endişelenmeyin.”
Adamın sesi, tanıdığımız en kibar ve sabırlı adamlardan birisi olan ev sahibimizin sesi, yanıt verirken titremedi hiç: “Çok iyi hanımefendi, sözünüz benim için fazlasıyla yeterli.” Hesaplamalarını yaptı:
“Parayı eylül ayının yedisinde ödemenizi bekliyorum.”


Yanılmıştı. Yedisi değil dördüydü; kitabın ilk baskısı için aldığımız beklenmedik çekle ödemeyi dördünde yapmıştık.
Kalan ayları toptan bir sayıklama içerisinde geçirdik. En yakın arkadaşlarımdan oluşan ve durumun farkında olan grubum bizi eskisinden sık ziyaret etmeye başladılar, hepsi de yaşamı sürdürme mucizelerini içeren hikâyelerle doluydular. Luis Alcoriza ve Avusturyalı eşi Janet Riesenfeld Dunning sık gelen ziyaretçiler değillerdi, ama evlerinde efsanevi partiler düzenlerlerdi, yanlarında arkadaşları ve film dünyasının en güzel kadınları olurdu. Çok sık, bizi görmek için bahanelerle gelirlerdi. Luis, İspanya dışında yaşayıp da Valencia’dakilere eş güzellikte tortilla* yapabilen tek İspanyoldu ve Janet klasik dans yeteneğiyle bizi bulutların üzerine fırlatıyordu. García Riera’lar, film fanatikleri, pazar akşamları bizi evlerine sürüklüyorlardı ve önümüzdeki haftayla yüzleşme deliliğinden kurtulmamızı sağlıyorlardı.
Bu noktada roman o kadar ilerlemişti ki kendime arkadaşlarımızın ziyaretleri esnasında yarattığım yalan hikâyeleri zenginleştirme lüksünü tanıdım. Bu hikâyelerin başkaları tarafından anlatıldığını sıkça duyardım ve ağızdan ağıza yayılmalarındaki hıza şaşırırdım.
Ağustosun sonunda romanın sonunun yaklaştığını gördüm. Karbon kâğıdı kullanmıyordum ve fotokopi makineleri de yoktu, bu yüzden elimde iki yüz sayfanın yalnızca orijinal halleri vardı. Pera’nın tanrılarının besiniydi bunlar, Esperenza Araiza, Cuauhtémoc’un varoşlarında şair ve filmcilerin kaldığı bir Drakula şatosunda yaşayan iyi bir daktiloydu. Boş zamanlarında Pera, Meksikalı yazarların harika işlerini daktilo etmişti ve bu işler arasında bazı Buñuel senaryoları da vardı. Romanın son halini daktilo etmesini istediğimde eserim düzeltmelerle doluverdi; önce siyah mürekkeple ve sonra karışıklığı engellemek için kırmızı mürekkeple. Ama bu, delilerle dolu bir kafese alışmış bir kadın için hiçbir şeydi. Eserimi merak edip okumadı yalnızca, aynı zamanda ödemelerim gerçekleşene kadar para almamayı da kabul etti.
Pera bir bölümü daktilo ederken ben çeşitli renklerde mürekkeplerden işaretlerle bir sonrakini düzeltiyordum – amacım metnimi kısaltmak değil, ona en yüksek seviyede yoğunluk kazandırmaktı ve sonuçta kitap orijinal halinin yarısına indi.
Pera düzeltilmiş üçüncü bölümün tek kopyasını eve götürdüğü sırada, otobüsten inerken sağanak yağmura kapılıp düştüğünü ve kâğıtların sokağa uçuştuğunu yıllar sonra itiraf etti. Diğer yolcuların yardımıyla ıslak ve neredeyse okunmaz hale gelen kâğıtları toplamış ve sonra onları evde ütüyle kurutmuştu.
Sonraki bölümler için düzeltmeleri tamamlamadığım bir cumartesi günü bu hikâyenin en duygusal olayını yaşadım; Pera’yı arayıp ona düzeltilmiş metni pazartesi vereceğimi söyledim. Uzun süren bir duraksamanın ardından bana Aureliano Buendía’nın Remedios Moscote’yle yatıp yatmayacağını soracak kadar cesur davrandı. Evet, diye yanıtladığımda, derin bir iç çekip rahatladı.
“Tanrıya şükür,” diye bağırdı ansızın, “bunu bana söylemeseydin pazartesiye kadar uyuyamayacaktım.” Daha önce ismini hiç duymadığım Paco Porrúa’dan neden o sıralarda olduğunu asla bilmediğim zamansız bir mektup aldım. Mektupta Editorial Sudamericana adına benden zaten aşina olduğu bütün kitaplarımın yayın hakkını istiyordu. Bunun üzerine kalbim kırıldı çünkü kitaplarım farklı farklı yayınevlerinde uzun süreli anlaşmalarla basılıyordu ve yayın haklarını devretmem kolay olmayacaktı. Düşünebildiğim tek teselli yayımı için kimseye söz vermediğim çok uzun bir romanı bitirmek üzere olduğum ve ilk bitmiş kopyasını kendisine birkaç gün içerisinde yollayabileceğimdi.
Paco Porrúa önerimi yolladığı telgrafla kabul etti ve bana avans olarak 500 dolarlık bir çek gönderdi. O zaman için ödeyeceğimizi söylediğimiz dokuz aylık kira için tam yetiyordu bu para ve benim kötü hesaplamam yüzünden, romanın nasıl biteceğini bilemiyorduk.
Pera’nın temize çektiği metin üç kopyasıyla birlikte iki veya üç hafta sonra hazırdı. Alvaro Mutis daha yazıcılara ulaşmayan son halini almış kopyanın ilk okuyucusuydu. İki günlüğüne yok oldu ve üçüncü gün kalpten gelen bir kızgınlıkla, romanımın arkadaşlarımı eğlendirmek için anlattıklarımdan ve kendisinin de arkadaş çevresine zevkle aktardıklarından başka bir şey olduğunu keşfetmiş halde beni aradı. “Senin yüzünden bir budala gibi görüneceğim,” diye bağırdı. “Bu kitabın senin bize anlattığınla alakası yok.”
Sonra gülüp şöyle dedi: “Ayrıca söylemeliyim ki bu hali çok daha güzel olmuş.”
Romanın ismini o dönemde bulup bulmadığımı anımsamıyorum ve aynı zamanda romanın ismini nerede veya ne zaman veya nasıl düşündüğümü de. Arkadaşlarımızdan hiçbirisi bunu açıklığa kavuşturamadı. O zaman rica etsem hayali bir tarihçi bu gerçeği icat etme lütfunda bulunabilir mi acaba?
Alvaro Mutis’in okuduğu kopya postayla iki parçada yolladığımız kopyaydı ve diğerini de Buenos Aires’e yaptığı yolculuklardan birisinde yanına “garanti” olarak almıştı. Üçüncü kopya Meksika’da zor zamanlarda arkamızda duran arkadaşlar arasında dolandı. Dördüncüyü Barranquilla’ya yolladım ki romanımın çok sevdiğim üç kahramanı onu okuyabilsin: Alfonso Fuenmayor, Germán Vargas ve Alvaro Cepeda (kızı Patricia onu hâlâ bir hazineymişçesine saklar).
Kitabın basılmış kopyası elimize ilk ulaştığında, yani 1967 Haziranı’nda, Mercedes ve ben Pera’nın fazla fazla işaretli kopyasını yırtıp attık. Bunun en değerlisi olduğunu bir an için bile düşünmedik, bu kopyada üçüncü bölüm yağmur ve ütü izlerinden zar zor okunabiliyordu. Kararım masum veya alçakgönüllü değildi; kopyayı yırttık ki kimse benim gizli edebi marangozluğumun izlerini keşfedemesin. Dünyanın bir köşesinde başka kopyalar da vardır belki, özellikle de Editorial Sudamericana’ya ilk edisyon için yollanmış iki kopya. Ben her zaman Paco Porrúa’nın onları ilahi kalıntılar olarak gizlediğini düşünmüşümdür. Ama o bunu reddediyor ve benim için onun sözü altındır.
Yayınevi bana ilk prova kopyalarını yolladığında onları aldım ve onur konuğu Luis Buñuel’in açgözlü merakını doyurmak için Alcoriza’ların evinde düzenlenen partiye götürdüm. Alcoriza’nın yaptığımız konuşmadan çok etkilendiğini görüp provaları ona adamaya karar verdim: Luis ve Janet için, tekrarlanmış bir ithaf ama tek gerçek olanı: “Onları dünyada her şeyden çok seven arkadaşlarından.” İmzamın [“Gabo”] yanına tarih attım: 1967. Tekrarlanan imza ve tırnak işaretlerinin orada olma sebepleri Alcoriza ailesine yaptığım önceki bir ithaftı.
On sekiz yıl sonra, Yüzyıllık Yalnızlık kariyerinde başarıya ulaştıktan sonra, birisi Alcoriza’nın evindeki olayı anımsadı ve ithaf yazılı prova baskılarının bir servet edeceğini söyledi. Janet onları sandığından çıkarttı ve herkes ona bu sayfaları satıp fakirliklerini anında sona erdirebilecekleri konusunda şakalar yapana kadar odadakilere gösterdi. Alcoriza çok tipik bir davranış sergiledi ve göğsünü iki yumruğuyla döverek öfkeli ve yüksek sesiyle ve korkunç İspanyol azmiyle bağırdı: “Bir arkadaşımın bana ithaf ettiği bu hazineyi satacağıma ölürüm daha iyi.”
İlk seferinde kullandığım aynı kalemi çıkarttığımda herkes alkışladı ve on sekiz yıl öncesinin tarihini taşıyan ithafın altına şöyle yazdım: “İspatlanmıştır, 1985”. Ve bu 180-sayfalık belgeyi imzaladım, yine elimde 1026 düzeltmeyle ve ilk seferki gibi: Gabo.
Luis Alcoriza 1992 yılında inzivaya çekildiği Cuernavaca’da öldü. Janet altı yıl sonra ölene dek çevresinde az sayıda arkadaşıyla orada yaşamayı sürdürdü. Aralarında en sadık kişi Héctor Delgado’ydu ve Janet onu resmi vârisi ilan etti. Bir Amerikan üniversitesi geçenlerde kendisine kitabın prova kopyası için 521.300 dolar teklif etti.
Bu hikâyede adil olmayan tek şey Luis ve Janet’nin son yıllarını bir sandığın dibinde zamandan ve güvelerden gizlenmiş yüzbinlerce dolarla geçirmiş olmaları, çünkü onlar yenilmez İberli asaletleriyle arkadaşlarının, onları dünyada her şeyden çok seven arkadaşlarının armağanını satmayı düşünmezlerdi bile.
 The Guardian: Saturday Review, 24 Kasım 2001, Çeviren: Kaya Genç | Kitap-lık sayı:77
İzdiham

Sunday, March 24, 2013

‘Türkiye’de korku sistemi var’


'Türkiye'de korku sistemi var'

JALE ÖZGENTÜRK

 Ekonomi / 24/03/2013
Dünyanın en etkili 20 ekonomisti arasında sayılan Türkiye kökenli MIT Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Daron Acemoğlu, Türkiye’de hukuk ve yargı sisteminde büyük sorunların olduğunu belirterek “Türkiye’de korku sistemi var” diyor.
Daron Acemoğlu, ABD’nin saygın üniversitelerinden MIT’nin Türkiye kökenli ekonomi profesörü. Dünyanın 20 ekonomisti arasında sayılıyor. 2005’te ekonomi bilimine yaptığı katkılardan dolayı Nobel’in öncüsü olarak tanımlanan John Bates Clark madalyasıyla ödüllendirildi.
Harvard’dan meslektaşı James A. Robinson’la birlikte yazdığı “Uluslar neden başarısız olur?” başlıklı kitabıyla da artık dünyada daha çok tanınan bir isim. Kitabı beğenmediğini söyleyen Bill Gates’le yaşadığı polemikle de gündemde…
Acemoğlu, önceki gün Kadir Has Üniversitesi’nin bilim ve eğitim alanında “üstün başarı” ödülünü almak için İstanbul’daydı. Tören sonrası bir araya geldik ve dünya ve Türkiye ekonomisini değerlendirdik. “Türkiye ekonomisinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? 2023 için oluşturulan hedeflere ulaşabilir mi?” sorusuyla başladık sohbete. Yanıtı şöyle oldu:
“Hayır. Bu hedeflerin hepsi yapmacık. Perspektif olarak Türk ekonomisinin büyüklüğüyle ilgili hedefler koymak yanlış. Önemli olan Türk insanının kaynaklarıyla ilgili hedefler koymak. Türk ekonomisi büyümüş ama Türk insanı fakir, kim takar! Hedefler fakirliği ortadan kaldırmaya yönelik olmalı.”
Türkiye’nin problemlerinin Avrupa’dan daha zor olduğunu belirten Acemoğlu, bu görüşlerini de şöyle anlatıyor:
“Türkiye’nin sorunları çözülmeyecek sorunlar değil ama çok daha zor. Bizim tüm kurumlarımızı kuvvetlendirmemiz lazım. Bir tek ekonomi değil. Hukuk devleti hâlâ Türkiye’de yok. Yargı kurumları çok kötü durumda. Eğer bir hükümet her istediğini yapabiliyorsa, bu hukuk devletinin olmadığını gösterir.”
Başkanlık sistemine hukuk devleti olmadan geçilirse yanlış olacağını anlatan Acemoğlu, “Türkiye’de diğer problemler hâlâ aktifken hukuk devletinin olmadığı ortamda başkanlık sistemine geçersek bu belki de hukuk devletinin gelmesini daha fazla geciktirir” diye konuşuyor.
Gelişme para dağıtarak olmaz

Bill Gates kitabınızı beğenmediğini açıkladı. Niye böyle bir çıkış yaptı?

Herkes kitabımı beğenecek diye bir şey yok. Çok isterdim ama. Bill Gates’in eleştirilerinin bir kısmı şundan geliyor: Bizim kitabın negatif olarak dokunduğu kesim; gelişmenin, ekonomik büyümenin bir mühendislik problemi biçiminde analiz edilerek çözüleceğine inanan kesim. Bu kesim “Biz çok zekiyiz. Fonlarımızdan bu probleme yeterince para akıtır, bu şekilde gelişme problemini çözeriz” diyor.

Özerk kurumlar tehlikede


Özerk kurumların tehlikede olduğuna inanan Acemoğlu, “Türkiye’de kurumlar ekonomisinden kumanda ekonomisine mi geçiyoruz?” sorusunu da şöyle yanıtlıyor:
Son 20 yıla baktığımızda Merkez Bankası’nın özerkliğinin çok yararlı bir şey olduğu görülüyor. Çünkü politikacılarda ellerindeki kudreti kötü kullanma eğilimi var. Türkiye ne yazık ki Kemal Derviş reformları sırasında bile tam özerkliğe geçemedi. Yarı özerk oldu. Bu da yıpranıyor. Buna benim çok az sempatim var. Merkez Bankası şu anda direniyor. Bu yüzden de saygım çok büyük.
Barış yatırımları arttırır

Türkiye’de bulunduğu günlerde yaşanan yeni barış sürecini de değerlendiren Acemoğlu, bu konudaki sorularımızı kısaca şöyle yanıtlıyor:
·         Türkiye şu anda ben kulvara çıkıp koşacağım, başka ülkelerden de hızlı koşacağım diyor. Ama koşarken de kollarından birini arkasına bağlamış. Bir ülkenin dörtte birini kullanmadan büyümeye çalışılırsa, bu sağlıklı büyüme olmaz.
·         Kürt bölgesinde bir tek iç savaş dursun demek yeterli mi? Problemler ortadan kalkacak mı? Hayır. Ancak her şeyden önemlisi bundan önceki gibi iki adım ileri, iki adım geri yapılmasın.
·         Barışla birlikte yatırımlar kesinlikle artar ama bunun yapılması bir-iki senelik iş değil. Ancak barış geldiği anda büyük bir potansiyel var.

Türkiye’de sorunların çözümü için geniş bir koalisyon görüyor musunuz, sorusuna ise Acemoğlu şu ilginç yanıtı veriyor:
“Görüyorum. Türkiye’de gördüğüm pozitif bir şey, insanlar politikayla çok daha ilgili. Bazı açılardan özgür hissediyorlar kendilerini. Negatif gördüğüm şey ise Türkiye’de hâlâ bir korku sistemi var. İnsanlar ne hükümete ne de yargıya güveniyor. İş dünyasında hükümeti kızdıracak bir şey yapmak riskli görünüyor.”

Friday, March 22, 2013

“Annelik gibi bir tasası yoktu, o Sevim Burak’lık yapıyordu”





Annesi Sevim Burak’ın kendisine yazdığı mektupları yeniden yayımlayan A. Karaca Borar: “Bu mektuplarda hakaret yok. Bunlar sıra dışı bir edebiyatçının trajik, içten mektupları”

NİLÜFER OKTAY


Kitabın adı “Mach 1’dan Mektuplar”. Bu kitapta 21 yıl önce kalp rahatsızlığı nedeniyle ölen yazar Sevim Burak’ın mektupları var. Burak mektuplarında o dönemde ABD’de yaşayan oğluna, A. Karaca Borar’a sesleniyor en çok. Ve Türkiye’den; hayat koşullarından, edebiyat çevresinden, ikinci eşi ressam Ömer Uluç’la yaşadığı problemlerden, kalp hastalığından bahsediyor, eleştirilerde bulunuyor. Yaklaşık 13 yıl aradan sonra ikincisi baskısı yapılan kitapta yer alan mektupları A. Karaca Borar derlemiş. Borar’a göre “Bu mektuplarda aşağılama, hakaret yok. Bunlar sıra dışı bir edebiyatçının içten, trajik mektupları.”
İyi bir Sevim Burak okuruysanız bu kitap size iyi gelecek. Hiç okumadıysanız yeni bir yazar keşfetmenize aracılık edecek. Fakat Sevim Burak’ın bir mektubunda yazdığı, Borar’ın röportajda hatırlattığı, yıllar önce Yıldırım Türker’in kitap adı olarak önerdiği gibi: “Bu mektupları çocukların erişebileceği yerden uzak bir yere” koymanız gerekecek.

“Protesto için nişanımda Afrika kıyafetleri giydi”

Mektupları yayımlama nedeniniz neydi? Nasıl bir eleme yaptınız aralarından?
En önemli kriter Sevim Burak’ın kişiliğiyle ilgili olmaları. Edebiyatının zorluğu, gizemi, çözülememişliğiyle bir paralel oluşturuyorlar. Kendi içlerinde birer öykü gibiler. Bu mektuplar Selim İleri’nin de söylediği gibi onun zor edebiyatına anahtar olma niteliği taşıyor. Romanı “Ford Mach 1”ın kılavuzu olabilecek referanslar var. Pek çok şeyin çok yalın, samimi ve esprili bir şekilde tarifini yapıyor. Türkiye’de bir anne oğluna böyle şeyler yazmaz. Ama o anne değil, anne ötesi başka bir şey. O bildiğimiz manada anneliği yapamazdı, yapamadı da zaten. Ne yemek, ne ütü yapmayı bilirdi. Sanatıyla uğraşırdı.
Önsözde de “Küçükken annemin başka annelere benzemediğini olgunlukla karşılayıp kabul ettim” diye yazmışsınız. Fakat kitabı okurken ben ciddi bir baskı yaşadığınızı düşündüm. Bu mektupları Amerika’da kendinize yeni bir hayat kurmaya çalışırken alıyordunuz. Nasıl hissediyordunuz kendinizi?
Zamanında çok varlıklı bir ailenin kızıyla nişanlandım. Muhteşem bir tören yapıldı. Annem istemediği için Afrika kıyafetleriyle geldi nişana, protesto niyetine. Büyük skandal oldu. Ama hiçbir zaman o kızı kötülemedi. Annem beni bana anlatan biriydi. Sonra zaten kendi kararımla ayrıldım o kızdan...
Yani hiç baskı hissetmediniz.
Tam tersine yeterince faydalı olamadığımı düşündüm. Amerika’da ilk işim diskoteklerde şişe toplamaktı. İlk kazandığım parayı anneme yollamıştım. Sevim Burak’ın komik tarafları da vardı. Yolladığım paraların bir kısmını antikacılar çarşısında harcamıştır ama bunun da önüne geçemiyorsunuz. Annem öldüğünde yanında eski sevgilim Oya da vardı. Onu Amerika’ya getirmek için oradaydı. Hastane bile ayarlamıştım ama doktorlar uçmasına izin vermediler. Ben nasıl onun için her şeyi yaptım diyebilirim ki?

Gerçekten hiç kızmadınız mı annenize?

Tabii ki kızdım ama çok gençken... Ama annem beni hiç dövmemiştir. İlkgençlik dönemimde zaten hep kağıtları, Ömer’le (Uluç) kavgalarıyla meşgul bir kadındı. Ben de sokaklarda büyüyen bir çocuktum. Fakat bundan en ufak bir serzenişle bahsetmiyorum çünkü son derece mutluydum. Odam, gramofonum vardı, annem yatağa radyo ile girmeme bile izin verirdi. Zaten öyle şeylere hiç karışmazdı. Annelik gibi bir tasası yoktu, o Sevim Burak’lık yapıyordu. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Başka bir annem olsaydı herhalde bayağı problemli bir çocuk olurdum. Amerika döneminde ise onun sevgilisi, babası gibi olmuştum. Bir mektubunda benim için “Hayatımdaki tek erkek” dedi. Demeyebilirdi de ama dedi.

“Ömer Uluç’u gördüğümde gidip hırpalamak istedim”

Kitabın ilk baskısı yıllar önce yapıldı. Mektuplarda bazı insanları kızdıracak, üzecek eleştiriler var, kolay mıydı o dönem?
Korkunç problemler yaşadım. İkinci baskıda yer alan ilk mektubu dayatmalarla ilk baskıda yayımlatmadılar. Öyle bir klik oluşturuldu ki Ömer Uluç ve çevresi tarafından... Ki bu mektupları Sevim Burak oğluna yazmıştır, mecburdur doğruları söylemeye. Avukatlar yollayıp dava ettiler. İkinci baskı yapılmasın diye para bile teklif edildi... Sevim Burak’a yaşatılan hainlikler ne aşka ne insanlığa sığar. Anlaşılmadığı için dışlanmış, dışlandığı için anlaşılamamış, zaten hain birinin eline düşmüş bir yazardır.

Ömer Uluç’la mektupları yayımlatmadan önce hiç konuştunuz mu?

Katiyen. Görmek bile istemiyorum. Amerika’dan döndükten sonra bir-iki yerde karşıma çıktı. İçkiliydim, üzerine yürüyüp hırpalamak istedim ama sonra geçiyor bunlar.
Anneniz mektuplarında öz babanızla ilgili de olumsuz yorumlar yapmış.
Annem komik, gülmeyi seven, güldüğü zaman güzel olan bir kadındı. Babam hakkında doğru gözlemleri var. Evet, babam viyolonistti, sanatçı ruhu vardı ama alaturka bir adamdı. Annemin kabiliyetlerinden bir tanesi kendisiyle de alay edebilmesidir.
Kitapta Adalet Ağaoğlu, Yaşar Kemal, Leyla Erbil gibi yazarların da adı geçiyor ve anneniz onları beğenmediğini söylüyor. Bu konuda da ona katılıyor musunuz?
Bir Yaşar Kemal’i sonra da Sevim Burak’ı okuyun. Kemal’in Türk edebiyatına getirdiği yeni bir teknik mi vardır? Tabii ki ben de beğenmiyorum. Sevim Burak ne kadar farklı bir şey yaptığını öteden beri biliyordu zaten. Ancak başkalarının bilmezlikten gelmesi, anlayanların da sessiz kalması diğer sorunlarıyla birlikte onu çileden çıkartmıştır. Sevim Burak, Türk edebiyatı için eşsiz bir insan ve hâlâ anlaşılabilmiş değil.
Üvey babanız dışında bu yazarlardan ya da mektuplarda adı geçen diğer kişilerden olumsuz tepki gösteren oldu mu?
Bazı akrabalarım benimle konuşmuyor. Edebiyat çevresinden çok insan tanırım, kimse sırtını dönmedi ama büyük kısmı benden uzak duruyor. Ne mutlu ki esas önem verdiğim insanlardan büyük tepkiler almadım.

Kimler onlar?

Cevat Çapan mesela. Zaten iftira yok mektuplarda, bu bir görüş açısıdır. Yazdığı gibi olmayabilir ama Sevim Burak’ça böyledir. Ali abi (Ali Poyrazoğlu) yine her zamanki gibi bana sıcak davranır. Yaşar Kemal’i, Adalet Ağaoğlu’nu tanımam. Leyla Erbil’le seneler sonra bir yerde karşılaştık, dostça davrandı.

Sonsuza dek uzayan cümleler

Evet, annem ikinci eşi Ömer Uluç’la bir aşk yaşamıştır. Bir dönem mutlu olduklarını kimse inkar etmiyor. Uluç’un kızının doğumundan önce ve sonraki dönemlerdir esas acıklı olan. Evliliğin kurtarılması için yapılan bir çocuk, kalp hastası, hayatıyla boğuşan bir kadın var. Buna rağmen Uluç’un para kavgalarının, cimriliğinin, aldatmalarının devam etmesi tüyler ürpertici.
Sevim Burak’ın oğlu olarak anılmaktan korkunç zevk ve gurur duyuyorum. Uluç’ın kızı ise bundan rahatsız oluyor. Zaten ben anneme benzerim, üvey kız kardeşim ise babasına.
Bu mektuplarda hakaret değil, gözlemler var. İnsanlar okuyup böyle adamların olduğunu görsünler. Bu tip insanlar sadece sanat çevresinde değil her meslekte olabilir.
Sevim Burak’ın edebiyatını ortaya çıkarışı da farklıydı. Müsveddelerle çalışmazdı. Kelimeleri, cümleleri kesip sonsuza dek metrelerce uzayabilir hale getirirdi ve bunları iğnelerle perdelere asardı. Perdeler bitince duvarlara sıra gelirdi, duvarlar bitince de yerlere. Sonra onları iğnelerden çıkarıp sonsuza dek birleştirerek anlamlar kazandırmaya çalışırdı. Bazen o kadar hızlı düşünürdü ki yazısı düşüncelerine yetişemezdi.

Sunday, March 10, 2013

Kürt sorununda çok yönlü hesaplar ve alternatif çözüm



MUSTAFA PEKÖZ  <mustafa@acikgazete.com>

Öcalan ile devlet arasındaki görüşmelerde önümüzdeki süreçte çok daha önemli siyasal sonuçların ortaya çıkaracağına dair veriler ortaya çıkmaya başladı. Son iki aydır özellikle Öcalan’ın almaya başladığı inisiyatif, Kürt sorununun çözümünde yeni ve önemli bir adım olarak değerlendirildi. Öcalan’ın kafasında oluşturduğu politik projenin giderek netleştiği anlaşılıyor. Sürecin sağlıklı olarak yürüyebilmesi için toplumun çok farklı kesimleriyle tartışarak, devletin önüne daha somut bir proje koymak istediğini İmralı’ya giden ikinci heyete açıklamış bulunuyor.

Süreç sanılandan daha karmaşıktır

Sorunun çözümüne ilişkin atılacak çok yönlü politik adımların sanıldığı gibi kolay olmayacağı tersine karmaşık bir sürecin ürünü olacağı çok açık. Herkes kendi politik pozisyonunda sorunu ele alırken, bir bakıma kendi politikalarını etkin kılmanın yollarını arayacaktır. Çözümün hangi yönde ilerleyeceğini ise tamamen karşılıklı politik güç ve dengeler belirleyecektir. Aynı zamanda sürece müdahil olan bütün güçler stratejik çıkarlarını esas alacaklardır. Doğal olarak sürecin bir tarafı ve muhatabı olan Kürtler de, stratejik çıkarlarını esasen alan bir kısım politikaları yaşama geçireceklerdir. Bu bakımdan demokratik siyaset içinde atılacak adımlar sanılandan çok daha karmaşık bir süreç içerisinde ilerleyecektir.

Bu sürecin özellikle böylesi bir dönemde başlamış olmasının nedenleri üzerinde durmakta yarar var. Kürt sorunu Ortadoğu’nun en önemli ve stratejik çözüm bekleyen bir meselesidir. Ortadoğu denklemi içerisinde bu soruna politik bir çözüm bulunmadan bölgede istikrarın sağlanması söz konusu olamaz. Güney Kürdistan bölgesinin fiili bir devlet gibi hareket etmesini sağlayan politik koşulların giderek belirginleşmesi, Suriye’de Kürtlerin özerkliklerini ilan ederek yönetimi ele almaları, bölgenin denklemini bütünlüklü olarak değiştirmiş bulunuyor.

Ancak Kürt sorununun çözüm denkleminin merkezi, PKK ile Türk devleti arasında süren savaşın gelmiş olduğu noktadır. Bu gerçeği artık herkes kabul ediyor. Kuzey Kürdistan bölgesinde, Türk devleti ile Kürt gerilla güçleri arasında süren savaşın son bulması, sorunun müzakere edilerek çözümlenmesi için başlatılan sürecin arka planı, tahmin edilenden çok daha derindir.

Türk devleti adına AKP’nin böylesi bir süreci başlatma eğilimi içine girmesinde uluslararası ve bölgesel güç ilişkilerinin önemli bir etkisi bulunuyor. Bu bakımdan, henüz somutlaşmamış ve ön görüşmeler olarak tanımlayacağımız sürecin nasıl gelişebileceği, ne gibi negatif ve pozitif sonuçları olabileceği konusunda dikkat çekmemiz gereken bazı noktalar bulunuyor.

Süreci etkileyen uluslararası ve bölgesel faktörler

Birincisi, PKK ile Türk Devleti arasındaki görüşmelerin başlaması, ABD ve AB’nin bölgesel politikaları bakımından önemlidir. Bu iki güç, PKK’nin bütün Kürdistan coğrafyasında önemli bir güç olduğunu kabullenmiş bulunuyor. Ortadoğu denkleminde PKK’nin de masada olduğu artık kabul görmeye başlandı. Örneğin Suriye politikası bakımından PYD’siz bir çözümün olmayacağı görülüyor.

Özellikle bölgedeki denklemi değiştirmek ve kendi stratejik çıkarlarına uygun bir düzenleme yapmak isteyen ABD, AB, Rusya ve hatta Çin gibi ülkeler Kürt sorunuyla çok yakından ilgilenmektedirler. Özellikle ABD ve Rusya eksenli gelişen bölgesel rekabette Kürtlerin stratejik rolü çok daha önemli oranda ön plana çıkacaktır/çıkıyor. Türkiye’nin Kürt sorunu nedeniyle istikrarsız bir konumda olması, ABD’nin Türkiye’ye yüklemiş olduğu görevler bakımından sorun olacaktır. Özellikle Suriye denkleminin netleşmesinin bir bakıma Kürtlerin alacağı politik karara bağlı olduğu, bütün uluslararası ve bölgesel tarafların farkında olduğu bir durum. Bu bakımdan ABD ve AB, Türkiye’nin Kürt politikasında belirli bir değişikliğe gitmesi gerektiğini çok açık olarak belirttiler, dahası kendi politikalarında da bazı değişikliklere gitmeye başladılar. Obama’nın Öcalan ile başlatılan süreci kuvvetle desteklediğini belirtmesi, AB Parlamentosu’nun ilk kez Kürt sorununun barışçıl çözümü için özel olarak toplanması, Merkel’in Öcalan ile yapılan görüşmelere destek verdiğini açıklaması, Türkiye’ye verilen önemli mesajlar olarak algılandı.

Şunu söylemek pek abartılı bir durum olmaz: uluslararası güçler, Kürt sorununda Türkiye’ye politik yeni bir dayatmada bulunmaya başladılar. AKP’nin elini güçlendirmek için de, NATO denetimindeki Patriot füzeleri Kürdistan bölgesine yerleştirildi. AB dönem başkanı Fransa tarafından Türkiye-AB ilişkilerine yönelik yeni bir süreç başlattı. AB müzakerelerine ilişkin yeni başlıkların açılması ve hatta vize kolaylığı gibi adımların atılmasına yönelik mesajlar verildi. Öyle ki, Fransa, Paris katliamına ilişkin Türkiye’nin rolünü gizlemeye yönelik bir politik karar aldı. Amaç, Türkiye’nin kendisine verilen rolü oynayabilmesini sağlamaktır. Bunun merkezinde ise Kürt sorununun bir biçimiyle gündemden çıkartılması bulunmaktadır. Bu bakımdan Türkiye’ye empoze edilen politika devreye konuldu.

İkinci önemli nokta bölgesel ilişkilerde Kürtlerin oynamış olduğu stratejik roldür. Kürtler artık bir merkez güç olarak dengeleri belirleme potansiyeline ve gücüne ulaşmış bulunuyorlar. Suriye’de olduğu gibi gelecekte İran içinde de Kürtler stratejik dengeleri değiştirecek tek güçtür. Bunun yolunun da KCK’den geçtiği biliniyor. Çünkü KCK, Kürdistan’ın dört parçasında örgütlü olan ve milyonlara hitap eden tek hareket olup, bölgesel-küresel bir rol oynamaktadır. Bu bakımdan Ortadoğu’nun dört devletinde Kürtler olmadan bir politik istikrardan bahsedilemez.

Kürt topraklarının stratejik önemi giderek artıyor. Örneğin Güney ve Batı Kürdistan arasındaki ilişkiler gelecekte enerji hatları bakımından çok önemli bir rol oynayacaktır. Suriye’de Esad rejimi ile Özgür Suriye Ordusu’nun Kürt politikasının birbirine çok yakın olması nedeniyle, PYD ve Kürt Yüksek Konseyi’ni yok sayarak bölgesel ilişkilerde izole etme politikasını izlediler. Ancak bu politika bütünlüklü olarak çöktü, bugün ÖSO güçlerinin Kürdistan Yüksek Konseyi ile görüşme kararı almış olması, Kürtlerin Suriye genelinde belirleyici bir güç olduğunu kabul etmesidir. Bu bakımdan Batı Kürdistan’a yönelik izlenen izolasyon politikası fiilen son buldu. PKK ile aynı ideolojik ve politik çizgiye sahip olan PYD ile ilişkilerin istikrarlı bir şekilde gelişmesi bölgesel denklemin gizli ama en önemli halkasından biridir. Bir yandan PYD ile yakın ilişkilerin, diğer yandan PKK ile savaşın, sorunu çok daha karmaşık hale getireceği görülmeye başlandı. Bu bakımdan bölgesel ilişkilerin daha sağlıklı yürümesi için Türkiye’nin PKK ile yürüttüğü savaş politikasında değişikliğe gitmesi gerektiği sık sık vurgulanıyor.

Üçüncü önemli nokta ise Türkiye’nin kendi iç politik istikrarı ve bölgesel denklemde oynamak istediği rolle ilişkilidir. Türkiye’nin PKK’yi tasfiye politikası tamamen iflas etti. Özellikle 2012 yılı içerisinde, gerillanın başlattığı ‘Devrimci Halk Savaşı’ stratejisi karşısında fiilen yenilgi aldı ve bunun 2013 yılında çok daha genişleyeceği biliniyor. PKK ile yürüttüğü savaşın derinleşmesi, savaşın Türkiye’nin içinde başka bölgelere yayılma olasılığının yüksek olması, Türk devletini tahmin edilenden çok daha fazla tedirgin etmektedir. Özellikle 2013 baharıyla, gerillanın savaş alanı çok daha kapsamlı gelişecektir. Mevcut politik veriler buna işaret ediyor.

Böylelikle içte istikrarsızlaşan bir Türkiye’nin kendi rolünü oynaması oldukça zordur. Kürdistan’da kaybetmiş bir devletin giderek Batı’da da kaybetmesi olasılığı yüksektir. Bunun farkında olan devletin yeni manevralara ihtiyaç duyduğu anlaşılıyor.

Ayrıca Türkiye’nin Suriye politikası da tamamen çöktü. Türkiye, oluşturulan yeni denklemin dışında kalmaya başladı. Özellikle Batı Kürdistan’a yönelik izlediği hile ve kompolara dayanan politikası da yerle bir oldu. İslamcı gruplarla ittifak yaparak Batı Kürdistan bölgesine saldırtması da önemli oranda boşa çıktı. İzolasyonu da sonuç vermedi. Gelinen aşamada, Kürt halkının ortak irade birliği sonucu, uluslararası ve bölgesel güçler, izolasyonu aşamalı olarak kaldırmaya başladılar. Türkiye de Batı Kürdistan’a yönelik ambargo politikasını aşamalı olarak terk etmeye başladı. Bir bakıma buna zorunlu geldi.

AKP’nin ve Erdoğan’ın keskin söylemlerini dışta tutarsak, Türkiye politik olarak tıkandı. Açık bir yenilgiyle karşı karşıya bulunuyor. Ayrıca AKP’nin ve Erdoğan’ın sistemi kendisine göre yeniden inşa etmek için bir kısım politikaları devreye sokması gerekiyor. Bunun için de PKK ile yeni bir süreç başlatma kararı almak zorunda kaldığı anlaşılıyor. Son bir iki yılı atlatmak için buna zorunlu olarak ihtiyaç duyuyor.

Bir başka ifadeyle devlet, Kürt sorununu özümseyerek, kendi iç dinamikleriyle çözmek gibi bir perspektife sahip bulunmuyor. Türk devletinin kuruluş felsefesindeki inkarcı-tasfiyeci eğilim ve politika halen bunlara yön veriyor. Bu bakımdan özümsenmiş bir çözüm sürecine henüz hazır olmayan devletin mantığında tasfiye bulunuyor. Kürtlerin temel bazı stratejik taleplerini reddetmeye devam eden bir sistem var. Bu bakımdan devletin Kürt sorununun demokratik çözümünde netleşmiş hiçbir politikası yok.

Tasfiye politikası sürekliliğini koruyor

ABD ve AB’nin yönlendirmesi, bölgesel ilişkiler ve Türkiye’nin iç politik dengeleri nedeniyle, Öcalan şahsında Kürtler ile bir süreç başlatılmış bulunuyor. Bu tamamen bir zorunluluktan ve tıkanmadan kaynaklanıyor. Öcalan ile yapılan görüşmelerde, devletin henüz bir planı olmadığı, zamana oynamaya çalıştığı anlaşılıyor. Erdoğan’ın yaptığı bütün açıklamalarda, Kürt sorununun çözümünü değil, uyutulmasını hedeflediği açıktır. Yani kendi kafasındaki çözüm halen “PKK’yi nasıl etkisizleştiririm” mantığıdır. Hepimizin bildiği çok kez denenen ve başarısız kalan ama vazgeçilmeyen klasik yöntemlerdir.

Türk devleti, başarısız olduğunu bildiği halde henüz hiçbir somut adımı atılmayan bu süreçte tasfiye stratejisini devam ettirecektir. Anlaşılması için özellikle bir noktaya dikkat çekmekte yarar var. 1998 süreci ile bugünkü süreç arasında bir benzerlik bulunuyor. Birinci adım 1998 yılında, hükümet ve özellikle ordu içerisindeki bir generaller kliği PKK ile bir ateşkes yapmak için talepte bulundular ve Avrupa üzerinde görüşmeler için bazı adımlar attılar. İkincisi Suriye’yi hedef aldılar ve sınırına asker yığarak, Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasını dayattılar. Üçüncüsü, uluslararası güçler devreye girdi ve Öcalan’ı bir uluslararası komplo ile Türkiye’ye teslim ettiler. 2013 yılına girerken, bölgesel politik dengelerde önemli değişiklikler oldu. Yeni bir süreç başlatıldı. Ancak metot birbirine benziyor.

Birincisi, müzakere talebi gündeme getirildi ve henüz belirsiz de olsa, bir sürecin ilk adımları atılmaya başladı. İkincisi Suriye yine merkez haline geldi ve Kürtler hedef tahtasına oturulmaya başlandı. Üçüncüsü de uluslararası güçler devreye girerek Paris katliamını gerçekleştirdi. İki farklı tarihsel süreç ama birbirine benzeyen koşulların ortak noktası: PKK’nin tasfiye edilmesinin halen merkezde durmasıdır.

Sürecin bütün aktörleri, Öcalan’ın tek çözüm gücü olduğunu görüyor

Ancak bütün oyunlara ve hilelere rağmen hem uluslararası güçler, hem de devlet, Öcalan’ın Kürtleri temsil eden bir lider olarak çözüm gücü olduğunu kabullenmiş bulunuyor. Öcalan’ı muhatap almak zorunda kaldılar. Ancak halen oyun içinde oyun oynayarak PKK ile Öcalan arasında bir çelişki yaratmak istiyorlar. Tıpkı Sri Lanka’da Tamil’lere yaptıkları gibi. Tamil gerillalarının yenilmesinin asıl nedeninin, Sri Lanka devletinin çok yönlü saldırılarından çok, içte yaşanan bölünme olduğu asla unutulmamalıdır. PKK ve Öcalan bu gerçeğin farkındadır. Öcalan’ın, karar verirken kendi örgütünden bağımsız hareket etmeyeceğini çok açık olarak deklare etmesi, devletin bu tür oyunlarına gelmeyeceğini ortaya koymuş oldu. Hatta kararda örgütün belirleyici olduğunu vurgulaması, devletin bölme politikasını boşa çıkarttı.

Kürt halkı ve PKK şahsında Öcalan’ın attığı adımlar, Türk devletinin oyunlarını etkisizleştireceği gibi AKP’yi sürecin içine çekmektedir. Örneğin Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan ile yaptığı görüşmede, “Bütün taraflar bu süreçte çok dikkatli ve duyarlı olmalıdır. Devletin ve PKK’nin elinde tutsaklar var. PKK tutsaklara iyi davranmalıdır ve umarım en kısa zamanda evlerine ulaşırlar” diyen Öcalan bununla neyi ifade etmek istedi? PKK ile Devlet aynı koşullarda masada bulunacaklardır. Esir, karşılıklı savaşan güçlerin elinde olur. Bu nedenle esirler için dahi masaya oturup anlaşma yapabilirler. Bu bakımdan PKK masadan kalkmayacaktır ve kendi öneri ve taleplerini dayatacaktır. Bunu yaparken, ucu açık belirsiz bir sürecin içine de kesinlikle girmeyeceği ve böylelikle devletin zamana oynamasına izin vermeyeceği anlaşılıyor. Savaşan güçler, aynı şekilde masaya da oturur. Önemli olan görüşme masasına neyin konulduğudur. Bu bakımdan PKK masada da kendine güveniyor ve kalkmayacaktır. Masadan kalkan olursa bu devletin kendisi olacaktır.

PKK ve BDP, devletin tasfiye politikasını boşa çıkartarak, süreci gerçek görüşmelere dönüştürecek yeni adımlar atabilir mi?

Bunun güçlü bir politik zemini bulunuyor. Birincisi Kürt toplumunu ve politik güçlerini bu sürece dahil etmek gerekir. Onlarla toplantılar yaparak, istem ve taleplerini netleştirmek önemlidir. İkincisi, Türk halkını, bu sürece dahil etmek için bir kısım politikaların geliştirilmesi son derece önemlidir. Üçüncüsü, aydınların, akademisyenlerin, kanaat önderlerinin, demokratik sivil toplum kurumlarının, farklı politik eğilimlere sahip politik parti temsilcilerinin görüşlerinin alınmasıdır. Dördüncüsü, Avrupa’da yaşayan toplumun farklı kesimlerinin görüş ve önerilerinin alınmasıdır. Beşincisi, görüşmeler sürecinde politik taleplerin net olması ve geri adımların atılmamasıdır. Altıncısı, birçok kişinin vurguladığı gibi görüşmelerin altyapısı oluşturulduktan sonra görüşmeler aleni sürdürülmelidir. Yani görüşmeyi yürüten heyetlerin kamuoyu tarafından bilinmesi oldukça önemlidir. Yedincisi, bu sorunun kendisi politiktir ve bu nedenle MİT gibi güvenlik işiyle uğraşan kurumlar aracılığıyla sürdürülmesi sağlıklı değildir. Sekizincisi, ön görüşmeler bir noktaya gelip olgunlaştıktan sonra, sorunun uluslararası ve bölgesel önemi nedeniyle, uluslararası ve bölgesel gözlemcilerin sürece dahil edilmesi gerek. Örneğin Birleşmiş Milletler, AB gibi kurumların temsilcileri veya uluslararası alanda müzakerelerde görev almış kişi ve kurumlar sürece dahil olabilir...

Süreç oldukça zorlu ve karmaşıktır. Batı Kürdistan’da olduğu gibi Kürtler ve toplumun diğer hakları arasında güçlü bir birlik oluşturmak son derece önemlidir. Kürtlerin ortak iradesi ve ortaya koyacağı kararlılık, çözümsüzlükte ısrar eden devleti çok yönlü çözecektir.
gokyuzu9@aol.com

Saturday, March 9, 2013

Mine Söğüt İle Cinsiyetçilik ve İktidar Üzerine – Melis Yalçın




KENDİNİ MAĞDUR HİSSETMEK TEHLİKELİ
Bir iktidara başkaldırmak için önce ona öfkelenmek gerekir. Yazdıklarımla “kabullenme”yi önermiyorum; aksine yüzleşmenin üzerine giderek bir öfke, bir itiraz yaratmayı hayal ediyorum.

Çoğumuz 2003 yılında, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı “Beş Sevim Apartmanı – Rüya Tabirli Cinperi Yalanları” sayesinde tanıdık onu. Sıradan insanların sıradan hikâyelerini büyülü bir masal gibi anlatışına hayran kaldık. Üstüne üstlük, olmayacak şeylere inandırdı bizi. Ardından “Kırmızı Zaman” ve diğerleri geldi. Daha da sevdik kocaman gözlü kadını. Konu “8 Mart” olunca da söyleşmeye karar verdik onunla. Cinsiyetçilikten girdik, iktidara gelip dayandık. İyisi mi, ben susayım, siz söyleşimizi okuyun.

İster eğitimde eşitsizlikten diyelim, ister toplumun cinsiyetçi yapısından; edebiyatın bir erkek alanı olduğu su götürmez bir gerçek. Erkek egemen edebiyat ilk bakışta kadın yazarlar için elverişsiz bir ortam gibi görünüyor. Ancak bu durumun kadınlara sağladığı kazanımlar da var muhakkak: Edebiyatta yepyeni bir kadın dili yaratma olanağı gibi. Göz alabildiğine uzanan bir alanda erkek dili hâkim, sürekli kendini yineleyen, yenilenemeyen. Sizce, kadınlar erkek etkisinden kurtulup yepyeni bir düşün dünyası yaratabilir mi?

Yazma ve yaratma alanında “erkek egemenliği” diye dile getirdiğiniz şeyi ben tek başına “iktidar” olarak tanımlamayı tercih ederim. Ve edebiyatın tabiatı gereği “iktidar” karşıtı olması gerektiğini düşünürüm. Sanatçı zaten her açıdan kendi alternatif dilini yaratmakla yükümlüdür ve benim için herhangi bir cinsiyeti yoktur. Ama içerik olarak her türlü sorunu kendine dert edinebileceği gibi kadınlarla ilgili sorunları da hedefine koyabilir. Açıkçası cinsel ayrımcılıkla ilgili bir meselede adaletsiz tarafı “erkek” olarak tanımladığımız zaman, karşısına “kadın”ı koymaktan yana değilim. Cinsiyet sadece cinsellikle ilgili konularda, üremede, sevişmede bir tanım, bir işaret olarak anlam taşır. Yoksa toplumsal roller ya da sorunlar içinde cinsiyeti belirleyici olarak almak bizi meseleyi çözmekten uzaklaştır. Yani kadınların “erkek etkisinden kurtulup yepyeni bir düşün dünyası kurması” diye bir hedef benim için bir anlam taşımıyor. Ancak topyekün, kadını, erkeği, eşcinseli, aseksüeli farketmez, edebiyatçının mevcut iktidarlara kafa tutması gerekir. Edebiyat yılandillidir. Hiçbir koşulda evcilleşmemelidir.

Kadınların edebiyat alanında yaratıcı ve üretken olmaları için neler yapılabilir? “Kendilerine ait bir oda” yeterli mi?

Mağduriyet üzerine yazmak önemli, ama “kendini mağdur hissetmek” tehlikeli. Herkesin içinde yolunu sadece kendisinin bildiği bir “oda” zaten var ve o oda kimse tarafından ona lütfedilmemiş. Yazarın, cinsiyeti ne olursa olsun alternatif de olsa politik söylemlerin hamasetine kapılmadan içindeki o “gerçekten” kendine ait odaya varan yolu bulması yaratıcılık için yeterli sanırım.

Romanlarınızda “iktidar”a karşı çıkıyorsunuz, ancak her satırda hissedilen bir çaresizlik de yok değil. Bu bir yanılsama mı, yoksa gelecekten çok şey beklememeli miyiz?

Sezdiğiniz o “çaresizlik” bir sonuç değil sadece mevcut durumun vehameti. Ben iktidara karşı çıkmak için öncelikle iktidarın gözünden nasıl göründüğümüzü fark etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Mevcut ideolojinin marifeti, insanı şuursuzlaştırmak. Bağımlı birey akılcı düşünemez. Medya yoluyla en ince damarlarımıza kadar şırınga edilen tüketim bağımlılığı bizim tüm ama tüm tercihlerimizi belirlerken bir “umut”tan bahsetmek komik oluyor. O yüzden, bir an önce şuurumuzu yeniden kazanmalı ve ne halde olduğumuzu tüm çıplaklığıyla görmeliyiz ki isyan edebilelim. Bir iktidara başkaldırmak için önce ona öfkelenmek gerekir. Yazdıklarımla “kabullenme”yi önermiyorum; aksine yüzleşmenin üzerine giderek bir öfke, bir itiraz yaratmayı hayal ediyorum. “Gelecekten çok şey beklememeli miyiz,” dediniz ya, inadına, gelecekten “çok” şey beklemeliyiz.

Yarattığınız karakterler arasında en çok ilgi çeken Madam Arthur Bey olmalı. Madam Arthur Bey, sizin deyiminizle bir “kadınadam”. Bizde çağrıştırdıklarının dışında bir anlamı olmalı, nedir bu kadınadam?

Madam Arthur Bey bir iktidar tarifi. Çift cinsiyeti ve ölçüsüz kötücüllüğüyle tekinsiz olan iktidarı; onun gücü algılayışını ve kullanışını simgeliyor.

Son olarak, genç yazarlara -özellikle genç kadınlara ve yazmak isteyip de bundan kaçınanlara- bir tavsiyeniz var mı?

Bana göre, yaratıcılığa giden yol tavsiyelerden ziyade, bağımsızlıktan ve özgünlükten geçiyor. Herkes kendisinin tanrısıdır. Dediğim gibi size bir oda bahşedilmesini beklemeyin. O oda her koşulda var zaten. Siz o odanın yolunu bulun yeter. Marifet bahane tanımaz.



Wednesday, March 6, 2013

Bir eflatun ölüm, eflatun bir hayatın içinden geçerken…


Eren Aysan: Şu bir gerçek ki, babam öldürüldüğünde on altı yaşındaydım. Bu kadar erken bir öldürümün acısını hep yarım bırakılmışlık hissiyle taşıdım

Işıl Öz

Eren Aysan’ın hazırladığı, um:ag kitaplarından çıkan “Bir Eflatun Ölüm- Behçet Aysan Kitabı” raflarda yerini aldı.
Eren Aysan ile T24 için görüştüm... İlk olarak, “Bu kitap fikri epeydir var mıydı?” diye sordum. “Uzun zamandır babamla ilgili kitap hazırlamayı düşünüyordum, evet ama hayat kolay geçmiyor... Sivas davası, zamanaşımı derken bir dizi acıyla boğuştuk, durduk. Öte yandan hep babam dostlarıyla bir kitapta da olsa kol kola yürüsün istedim. Acılar, hüzünler, aşklar, bir avuç sevinç hep yan yana olsun dedim. Tek tek arkadaşlarına, tanıdıklara, dostlara başvurdum. Bir anda pek çok isim yan yana geldi... Ve hep birlikte “Bir Eflatun Ölüm”ü yeniden armağan ettiler bize. Sanki babam yanıma geldi ve tekrar baş ucuma oturdu.” dedi ve ekledi: 
“Şu bir gerçek ki, babam öldürüldüğünde on altı yaşındaydım. Bu kadar erken bir öldürümün acısını hep yarım bırakılmışlık hissiyle taşıdım. Bir şeyleri tamamlamaya ihtiyacım var. İşte bu kitap duygularıma aracılık ediyor bir bakıma... Kitaba başlarken babam “Behçet Aysan”ın şiirine daha içerden bakmamıza imkan sağlayacak bir çalışma düşüncesi vardı. Zamanla bu düşünce gelişti, evrimleşti. “Anılar” bölümünde bir de baktım ki, 1980’li yılların kültürel iklimine, yalnız babama değil, bu yıllarda şiirlerini yayımlatmaya başlayan ve yayın dünyasına hız kazandıran pek çok isme de tanıklık ediyor kitap. Her birinin zor bir hayatın içinden geçerken direnme gücüne ışık tutuyor. Muzaffer İlhan Erdost’tan Ahmet Say’a, Özdemir İnce’den Haydar Ergülen’e, Ercan Kesal’dan Ataol Behramoğlu’na kadar pek çok ismin bir aradalığıyla yakın tarihin acılı ezgilerini yeniden dinlemeye başlıyorsunuz.”
Aysan, umutsuz bir beklenti de olsa, “Behçet Aysan” özelinde Sivas katliamını yapanlar ve bu katliama seyirci kalanların, nasıl bir insana kıydıklarını göstermek istediğini, böylece kendilerine şaşırmalarını sağlama arzusunu taşıdığını da belirtti ve bakın neler dedi:
 ‘Kitapta, Toplumsal Bellek Platformu’ndan da  imzalar var’

“Bizi yan yana getiren Ümit Kaftancıoğlu ailesinden Canan, Naki Kaftancıoğlu ve kardeşim, eş zamanlı acıları birlikte yaşadığımız şair Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı’nın da kitapta imzaları var.  Çünkü, bizi birleştiren babamızın, anamızın, eşimizin, kardeşimizin siyasi cinayetlere kurban edilmesiydi. Bizi yan yana getiren yaşadığımız öldürümlerin ardından sığındığımız adaletin yerine getirilmemesiydi. Bir ülke düşünün, siyasi nedenlerle cinayetler ardı ardına yaşansın, devlet üzerine düşen görevi yerine getirmesin! Hatta katiller beraat ettirilsin, cezaları özendirici şekilde azaltılsın! Bu kadarla da kalmayıp, o katillere pasaportlar, ehliyetler, evlilik cüzdanları verilsin! Devlet sorumluları bulacağına, siyasi cinayetlere kurban giden ailelerin yakınları gözünde kurumayan yaşla tek bir nefes, tek bir yürek, tek bir ses olmak zorunda bırakılsın! O zaman sizlere soruyoruz, adalete hesap vermesi gereken yalnız tetikçiler mi, yoksa bütün bu yaşadığımız sürecin sorumluları mı? 
Yıllardır ayrı ayrı adalet arayışımızı sürdürüyor, yeri geldiğinde yüreğimizdeki korla ayakta dimdik durmaya çalışıyoruz. Bunun için birbirimize tutunuyor, bir daha aynı acıların yaşanmaması için çaba harcıyoruz. Kitapta da birlikte ses verelim dedim.”

‘Bir kere daha “vicdan” duygusuna sığındım’


“Kitapta da yazıyor…Vicdan duygusunu yalnız ben değil, bütün Türkiye yaşadığında, bu ıstırabı bütün bir ülke duyduğunda gerçekten silkineceğiz acılarımızdan... Çünkü, “Babam Behçet Aysan ülkesini temsil eden bir yazardı, şairdi. Kısacık yaşamına sayısız ödül sığdırmıştı. Henüz hayattayken şiirleri pek çok dile çevrilmiş pek çok ülkede yayımlanmıştı. Aynı zamanda doktordu, nöro- psikiyatrdı. Hani bugün ülkemizde mumla aranan aydınlardandı. Zaten onu diri diri ateşe verenler yazdığı bir dizeyi okumuş olsalar, değil onu ateşe vermek, boynuna sarılırlardı. Yıllar boyunca mezarına çiçek bırakırken, usulca ağlarken öğrettiği sağduyuyu yitirmemeye özen gösterdim. Ama zaman zaman gerçek cehennem oldu. İçimden taştı, gürül gürül akan ırmak oldu. Soruyorum size… Ben şimdi çocuğuma senin deden şairdi, yazardı, doktordu, bu ülkenin aydınlık yüzüydü ama yakıldı nasıl diyeceğim? Ona hiçbir şey ayaklanmaya kalkmış cehalet kadar korkunç olamaz derken aynı zamanda insanların bir gün tekrar diri diri yakılmayacağına nasıl inandıracağım? Çünkü eğer kimlik bir vatandaşlık belgesiyse, babamın yanmış kimliği hala çalışma masasında duruyor. Eğer kimlik devletin resmi belgesiyle babamın yanmış kimliği her gün bana bakıyor.”