Monday, April 28, 2014

Halep ne yana düşer?

Halep ne yana düşer? – Süleyman Altunoğlu (fraksiyon.org)

Tüneller kazılıyor, sokak sokak, blok blok çatışmalar yaşanıyor, bir şehir kuşatma altına alınıyor, elektrik ve su kesiliyor, bir ekmek 10 liraya satılıyor. Yüzyılın en büyük şehir savaşlarından biri suriye-cocukyaşanıyor. Hem de yanı başımızda, Halep’te. Bunun ne kadar farkındayız?  Sahi, Halep ne yana düşüyor? Haritada Halep’in yerini kaç kişi biliyor? Suriye savaşını ve işgalini bir dış politika konusu olarak görmekten ne zaman vazgeçeceğiz?
Yaklaşık 50 ülkeden gelmiş-getirilmiş cihadçılar adeta enternasyonal şeriat tugayları olarak şehrin tepesine çullanmışlar. Sanayisi yağmalanmış, kırsalıyla bağı koparılmış, yaşaması için dış desteğe muhtaç bu şehirde halen 1.5 milyon insan kalmaya devam ediyor. Üstelik çoğu da Sünni ve mevcut rejime destek veriyorlar.
Halep bize çok yakın. Gaziantep’e 80 km. mesafede, sınırımıza ise yalnızca 50 km. uzaklıkta. Şehre kuzeyden ulaşan yol, Gaziantep Bulvarı adını taşıyor. Bu yol son iki yıldır AKP eliyle Halep’e katilleri ve ağır silahları taşıyor. AKP, Suriye Savaşı’nın ve Halep kuşatmasının doğrudan bir tarafını oluşturuyor.
Halep, Suriye’nin en büyük şehri ve ülke ekonomisinde kilit bir role sahip. Daha doğrusu sahipti. 2012 yazında fabrika ve atölyelerdeki makinalar yağmalandı, ülkemizde ve başka ülkelerde yok pahasına satıldı. Bu yağma ile birlikte şehirden önemli bir nüfus Lazkiye taraflarına ve ülke dışına göç etti. Şehirde halen 1.5 milyon civarı nüfus var.
Bu yağma aynı zamanda ÇHD operasyonu ve Selçuk Kozağaçlı’nın bir yılı aşan tutsaklığının en önemli sebeplerinden. Selçuk Kozağaçlı başkanlığındaki heyetin yağmayı belgeleme ve dava açma hazırlığı sürerken hatırlanacağı üzere operasyon başladı ve avukatlar tutuklandı.
Halep, 2000’li yıllarda batı ve Türkiye ile ekonomik ilişkileri gelişen Suriye’de büyüyen burjuvazinin önemli bir yer tuttuğu bir şehir. AKP, Mısır Müslüman Kardeşler’i (İhvan) ile birlikte bu kesimlerden Suriye İhvanını yaratmaya çalıştı ve İhvan’ın yasal olarak seçimlere girmesi talep edildi. Yaşanan ‘balayı dönemi’nde bütün uğraş bunun içindi. Suriye bu dayatmaya boyun eğmeyince işgal başladı.
Suriye yönetiminde ve ordusunda kopmalar ve ihanetler olsa da cılız kaldı. İlk kurulan ÖSO bu kesimi iktidara taşıyacak askeri bir örgüt olarak yapılandırıldı. Fakat her açıdan yetersizdi. 2000’lerdeki kapitalist reformların ve özelleştirmelerin yarattığı işsiz, geleceksiz kitleyi ve rejimin demokrasi sorunlarından muzdarip kesimi istismar ettiler. İlk kitle gösterilerinde atılan “Aleviler tabuta, Hristiyanlar Beyrut’a” sloganı, Selefilerin ‘Selefi olmayan kafirdir’ anlayışına evrildi ve Suriye topraklarında hükmünü icra ediyor.
Selefilik ve emperyalizm
Libya’da Kaddafi iktidarını altı ayda devrilmesinde önemli rol oynamış Selefi şeriatçılar hızla getirildi ve bunlar ÖSO’nun üst yönetimine tırmandı. Aslında ÖSO fiilen son bir yıldır olmayan bir örgüt. Bu örgütün karargahı ve bütün cephaneliği geçtiğimiz yıl El Kaide’nin eline geçti. Bu karargah Reyhanlı-Gaziantep-Halep üçgeni içinde. ABD ve TC ise bu devre nezaret etti. Ancak emperyalizm ve işbirlikçisi AKP, ılımlı muhalifler efsanesine duyduğu ihtiyaçtan dolayı ÖSO varmış gibi davranıyor.
Burada emperyalizmin kullandığı kavram Goebbels’in ruhunu şad edecek türden. Suriye’deki cihadçılar için ‘moderated/ılımlı’ kelimesi kullanılıyor. ‘Moderated’ kontrol edilebilir demek, yani emperyalizm için kontrol edilebilen, kullanılan bir güç ılımlıdır, değilse radikaldir. Suriye’deki cihadçıların içinde ise kullanılmayan yok. Dahası isimleri farklı olsa da, dönem dönem çıkar çatışması yaşasalar da hepsi aynı kafada. (IŞİD ile El Kaide’nin resmi Suriye kolu Nusra ve diğerlerinin hepsi aynı kökten geliyor)
Selefilik/Vahhabilik Sünni inançtan gelen bir akım. Ancak, Selefi olmayan herkesi kafir görmesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Yani Türkçesi bırakalım Çorum ya da Dersim’i, Erzurum’a, Konya’ya ya da Yozgata götürülseler halkın %99’unu kafir ilan edip, gözünü kırpmadan kesebilecek bir kafa yapısına sahipler. Dinde içtihata, akıl yoluyla yoruma kesinlikle karşılar. Dinin ilk yazılı kaynaklarını esas alıyorlar. Sonradan gelen yani halef değil, önceki yani selef önemli. Selefilik, 1000′li yıllarda parlak bir çıkış yapmaya hazırlanan Doğu felsefesini boğan koyu gerici bir akımdır. Bu akım bugün, ABD’nin sadık işbirlikçisi Suudi hanedanının ve diğer Körfez petrol şeyhlerinin himayesinde büyütülmektedir. En kararlı temsilcisi El Kaide’dir.
Halep kuşatması büyüyor
Halep nüfusunun %80’i Sünni Arap ve Halep’in destek vermediği bir iktidarın Suriye’de ayakta kalma şansı yok. Halep, Suriye’nin kalanından farklı düşünmüyor. Mevcut yönetimle sorun yaşayanlar bile kaderini şeriatçılara teslim etmiyor. Şeriatçılar aralarında Tunus, Libya, Yemen, Çeçenistan, Bosna, Özbekistan’ın olduğu yaklaşık 50 değişik ülkeden geliyor. Bir tanker petrol, bir dolu TIR veya bir avuç dolar için gözünü kırpmadan birbirlerini öldüren, saç-sakal traşını yasaklamaktan, sigarayı yasaklamaya kadar Ortaçağı aratacak bir düzen kuran, kafa kesip ciğer yiyen Selefilere boyun eğmiyorlar.
Bu Halep kuşatmasının bir boyutu diğeri ise olayın askeri tarafı. Halep düşerse kukla bir Suriye yönetiminin merkezi olacaktır. Son bir yılda Esad iktidarı, Ulusal Savunma Güçleri, yerel milisler ve Hizbullah’ın katılımıyla Şam çevresinde ve Şam’ı kuzeye bağlayan yol üzerinde önemli başarılar elde etti.
İşgalcilerin buna cevabı Keseb’e saldırarak yeni bir cephe açmak, Lazkiye’ye baskı yapmak ve Halep kuşatması öncesi dikkatleri başka yere çekmek oldu. Türkiye de Süleyman Şah Türbesi planıyla buna Halep’in doğusundan dahil oldu. Nitekim bu satırlar yazılırken TSK yaklaşık bir tabur askeri ve tankları Türbe’ye gönderdi. Burası her ne kadar Türk toprağı sayılsa da sembolik sayıda asker bulunuyordu. 3 yıldır -yani savaşın başından beri- bu sayı bir karakol mevcudunu geçmemişti. Şimdiyse IŞİD bahanesiyle bir tabur asker Suriye’ye sokuldu. Elbette 300-500 asker bir başlangıçtır bunun arkası gelecektir. İşin ilginci TSK bu sevkiyatta sırasıyla PYD-YPG ve IŞİD kontrolündeki topraklardan onların eşliğinde geçmiş, askerleri ve tankları bıraktıktan sonra yine aynı yoldan dönmüştür. Yani ortada ne YPG’den ne de IŞİD’ten bir tehdit yoktur. Daha çarpıcı olanı TSK’ya Kürdistan’da işgalci diyen PKK-PYD’nin ‘devrim toprakları‘nı, işgale giden TSK’ya açması ve ‘bizden izin istediler’ diye bununla övünmesidir.
Suriye işgali bir ABD operasyonudur
Türkiye özellikle Keseb saldırısıyla saldırganlığı artırmaya başladı. Ortada Suriye’den hiçbir tehdit yok ama seçim gecesi balkon konuşmasında malumun ilanı yapılıyor ve Suriye’yle savaş içinde olduğumuz duyuruluyor. Suriye, AKP için Mısır gibi zaman zaman diline doladığı herhangi bir dış politika konusunun ötesinde artık bizim de bir sorunumuz. Suriye, AKP için varlık sebebi. Ama yalnızca AKP için değil kentsel dönüşüm-finansal sermaye için de öyle. Ülkemizde enerji politikaları-banka kredileri, inşaatlar, Körfez sermayesi ve Suriye’ye ihraç edilen cihad arasında her geçen gün daha fazla açığa çıkan bağlar var. AKP’yle ya da Cemaatle ya da farklı bir iktidar alternatifiyle bu düzen özünde değişmeyecek, bugün Suriye’de yaşananlar aynen devam edecek, ilerde İran’la da aynısı yaşanacaktır.
Seymour Hersh’in geçtiğimiz yaz Şam’ın doğusunda yaşanan kimyasal saldırının Türkiye eliyle örgütlendiğini ortaya koyduğu makalesi AKP’nin hızını kesmedi. Bu makale ABD’nin başarısızlığın faturasını uşağa kestiğini gösteriyor. Kimyasal silah konusunda devleti, Dersim katliamından, Kürdistan’da gerilla katliamlarına, 19 Aralık Hapishaneler katliamına kadar tanıyoruz. Tanımayanlar, tanımak istemeyenler ancak ABD basınında yazılınca bir şeylerin farkına varanlar zavallıdır. ABD basınında yazılmasını savaş politikasının sonu sanmak ise daha büyük zavallılık. AKP iktidara geldiğinde Batı’da ona da ılımlı denmişti. AKP, halen ABD için kullanılabilir olmaktan çıkmadı.
Keseb saldıran yaklaşık 1500 Selefi ülkemizden sınırı geçerek saldırdı. Hem de Keldağı‘ndaki NATO üssünün gözü önünde. Suriye’den ya da kendi topraklarımızdan ismi gibi kel bu dağa bakınca herşey tabak gibi ortada. Görmek marifet değil bakmak yetiyor. Selefilerin zaferi emperyalizmin zaferi olacak. ABD, havan toplarından sonra en son El Kaide’ye tanklara karşı etkili TOW füzelerinden de verdi. Suriye işgali, taşeronluğunu AKP ve Selefilerin, finansmanını Körfez sermayesinin üstlendiği bir ABD operasyonudur. Rusya’nın, İran’ın ya da farklı güçlerin müdahil olması kendi çıkarları gereğidir, meselenin özünü değiştirmez.
Selefiler topraklarımızda! Sosyalistler ne yapacak?
ABD emperyalizmi işbirlikçisi AKP ve çıkarları sözkonusu olduğunda yukarıda özetlenenlerin sıradanlığı ortada. Sorun AKP’nin dahil olduğu bu savaşa karşı muhalif kesimin bir iki siyaset dışında tersinden müdahil olmaması. Elbette sade suya tirit bir barış söylemi solda hemen her kesimde var. (DSİP vb.’yi ayrı tutalım) Kastettiğim Gezi-Haziran Ayaklanmasının en önemli sebeplerinden biri olan Reyhanlı acısı orada dururken süren ilgisizlik ve bilgisizlik.
Bu ülkenin düşünce dünyası zaten doğuya kapalı, ülkemiz aydınının zihninde doğu tarafı bir istinat duvarı ile kaplı. Burnumuzun dibindeki Halep’in yerini kaç kişi biliyor? Selefiliği ne kadar tanıyoruz? Suriye’yi ne kadar biliyoruz?
Yani solun baştan bir handikapı var. Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Grup Yorum’un Bağımsız Türkiye konserinde kızıl bayraklar dışında açılmasına izin verilen tek bayrak Arap Alevi ve Hristiyan gençlerinin açtığı Suriye bayrağıydı. Bu önemli bir istisna ve verilen net bir destekti. Peki sorun yalnızca Arap Alevi ve Hristiyan halkımızın sorunu mu? Ali İsmail, Abdocan ve Ahmet Atakan niye isyan etmişti? Halkımızın isyanı milyonlarla büyürken bu Selefilerin yalnızca Suriye için olduğunu düşünecek kadar naif değiliz değil mi?
AKP’nin ya da faşizmin oy vermekle engellenemeyeceğini ya da değişmeyeceğini yaşayarak gördük. Peki sınırımızın içinde dışında AKP-ABD-TSK ile kolkola halka karşı savaşan 50 binden fazla Selefi bu topraklardan nasıl gidecek? Bir fikrimiz var mı?
Ülkemizdeki dindar kesimi bile AKP’ye karşı ayağa kaldırabilecek gerçeklere sırt çevirip, ‘ama Esad da…’ diye başlayan cümleler kurmanın hayatta bir karşılığı var mı?
Elbette geçmişte benzer durumlarda “ne Sam ne Saddam” diyerek teorik doğruculuğun hazzını yaşayarak kazandığını, kazanacağını zannedenler yine olacaktır, oluyor da. Bu teoriler sadece zaman kaybettirir ve çekilen acıları çoğaltır.
Ya da geçmişte Suriye ile pragmatik bir ilişki içinde olan Kürt hareketine HDP ile entegre olan kesimler ucu Kürt hareketine dokunacak diye mi geri durmaktadır?
Siyaseten Esad rejimine faşist diyenler kendilerini en rahat hissedenler sanırım. Onlarla emperyalizm-faşizm bağlantısı tartışmak ise şu an için gereksiz.
Sorun Esad mı?
Sorun Esad olmadı ki hiçbir zaman. Emperyalizmin Ortadoğu planlarına karşı olacak mıyız, olmayacak  mıyız? Dahası Halep düşse de kurtulsa da seyrettiğimiz sürece kaybeden biz olacağız, halklarımız olacak. Çünkü ayaklarına gülsuyu dökülerek ülkemize gelen 50 bin Selefi şeriatçı aynı şekilde gitmeyecek. İktidar, ülkemizde büyüyen isyanı savaşla boğmanın hesabında. Asıl sorun bu. Ülkemiz 2. Afganistan oldu. Bu gerçekle yüzleşmeye hazır mıyız?

Sunday, April 27, 2014

Çernobil ve Gurbetelli Ersöz: Yüreğimi Dağlara Nakşettim






 Gurbetelli Ersöz Özgür Gündem'in yayın yönetmenlerindendi, onu tutukladılar, çıktı, gazeteye döndü... Sonra sadece iki yıl dolaşabildiği dağlara gitti, günlerini defterine not düştü. Günce şimdi kitapçılarda.
Nadire Mater

Gurbetelli Ersöz 32 yıl yaşadı; 8 Ekim 1997’de Güney Kürdistan’da çatışmada veda etti. Gerillaydı. Dağlara gitmeden önce gazeteciydi, Özgür Gündem gazetesinin genel yayın yönetmeniydi.
"Çernobil ve Halepçe benim hayatımın dönüm noktası. Bu iki olayla en çok ilgilenmesi gereken kimyacılar beni çok şaşırttı, kendime sık sık 'ben neyim', 'ne yapacağım' diye sık sık sormaya başladım."
Daha öncesinde de Çukurova Üniversitesi Kimya’da asistandı. Çernobil ve Halepçe tam da söylediği gibi, hakikaten hayatının dönüm noktası; hapishane, gazetecilik, tekrar hapishane, tekrar gazetecilik ve sonrasında dağlar...
Gurbetelli’nin bu cümleleri bende hep kaldı. Ne zaman Halepçe ve Çernobil dense onu da düşünürüm. Hele de Çernobil’in yirmi sekizinci yıldönümü günlerinde aklıma daha sık düştü; bu kez henüz birkaç gündür kitapçı raflarında ikinci basımıyla yerini  alan ‘’Gurbet’in güncesi/ Yüreğimi dağlara Nakşettim’’ kitabıyla birlikte.
Gurbetelli ile Özgür Gündem günlerinde tanıştık, görüştük. 9 Temmuz 1994’te o sıra temsilciliğini  yaptığım Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün bülteni La Lettre'de yayımlanmak üzere bir de söyleşi yapmıştım.
O sıra 29 yaşındaydı. Küçücük bir odada yönetmen koltuğu değil yönetmen sandalyesinde yıllardır gazete yönetmişçesine girip çıkan editörlerle, muhabirlerle son dakika gelen haberleri dinliyor, tartışıyor, öneriyordu; mthiş bir enerjiyle.
İnanılmazdı.  Hayranlıkla seyretmiştim. 
Gurbetelli’nin 27 Temmuz 1995 tarihini düştüğü ilk güncesi ‘’Güneş ülkesine yolculuk’’ başlıklı. Güneş ülkesine adım adım derken Omar Cabezas’ın sandinistaları anlattığı Dağdan Kopan Ateş’i hatırlıyor. Besbelli ki Dağdan Kopan Ateş’teki dağa tayini çıkan gençlik liderinin ilk andaki bata çıka tırmanışlarındaki beceriksizlikleri tanıdık gelmiş ona.  
Son 8 Ekim 1997/ Zap-Sergele güncesinde ‘’Ne pahasına olursa olsun bu bölüğü geçireceğim. Eğer bu güç savaşın bu tarzda gitmesine nedense, bu savaşta az da olsa bir payımın olması için geçireceğim.
Başlıklardan biri de ‘’erkekle savaşmak kadar, kadını kendimden başlatarak güzelleştireceğim’’.
Devamla; ‘’Şu ana kadarki  katılımlarda gözlemlediğim; kadın daha ilkeli ve tutarlı oluyor, kolay biçim alıyor, güçleniyor,’’ diyor.
‘’Bir eyalet koordinesi şaka yoluyla da olsa ‘bu gidişle 2005 yılında erkekleri koruma derneği açacağız,’ diyor.’’
Ferda Çetin’in 6 Ocak 1998’de tarihli önsözüne şöyle başlamış: ‘’Bir kadının özlemleri nelerdir? Ne yapmak ister? Nasıl yaşar? Nasıl özgürleşir? Gurbetelli Ersöz bu soruların yanıtıdır.’'
Sonra, 8 Ekim’e, son güne geliyor, ‘’O gün akşama kadar birlikteydik. Ne şans!’’ diyor.
‘’Gurbet’i 8 Ekim günkü haliyle; yani umut ve coşku dolu, heyecanlı ve kocaman gülümseyişleriyle ve o günkü derin sohbetleriyle hafızama kaydettim. Halen gülüyor. ‘’
Günce Rozerin Amed, Ferda Çetin, Sıraç Bilgin, Sabri Agır, Burhan Karadeniz ve A. Haydar Kaytan’ın yazılarıyla sona eriyor. Tabii ki çocukluğundan gerillaya kadar birkaç da fotoğraf var.  

Yayın yönetmeni Ersöz anlatıyor 

Gurbetelli ile yaptığım söyleşi onu kaybettiğimizi duyunca eklerle 30 Kasım 1997’de Cumhuriyet Dergi’de yayımlandı. Aynen aktarıyorum.
''Öyle çok işkence yaptılar ki, ya ölecek, ya da PKK'lı olmayı kabul edecektim. Ben yaşamayı seçtim.
"Değişen bir şey yok; kimya gibi, laboratuvardasın, oraya preparat inceler gibi bakacaksın. Her farklı objektifle lamba preparatın başka bir özelliğini görmen gibi, haberde de, farklı objektiflerle farklı yanlar, farklı unsurlar ortaya çıkıyor, ki ancak bunların bir araya gelmesiyle haberin gerçeğe en yakın resmini çekersin."
İki yıllık hapisliğinden sonra, Gurbetelli üniversiteye kabul edilmeyince Özgür Gündem'in Adana bürosunda çalışmaya başlıyor.
Gazetenin kapatıldığı 15 Ocak 1993 günü İstanbul'a geliyor, 23 Nisan gününe kadar hızlı bir öğrencilik yaşıyor, yazı dizmekten haber getirmeye, önemli önemsiz demeden gazetecilikle ilgili her ayrıntıyı öğrenmeye çalışıyor.
"İnsanlara gazeteyle ulaşmak daha kolay. Her zaman çok iyi bir gazete okuruydum, haber yazmayı çok çabuk öğrendim. Her yere ulaşmak, ülkende ve dünyada olan biteni herkesten önce öğrenmek çok hoş!"
"Günlük gazeteleri okumadan önce, muhabirlerin ölüm, gözaltı ya da kaybolma, el konan, dağıtılmayan gazete haberleri geliyor."
"Bu yüzden gün avukatlarla toplantılar, telefonlarla bürolardaki gelişmeleri öğrenmek, basın açıklamaları yapmakla başlıyor; açılan ve süren davalar ve ifade vermeler... Yani, haber toplantılarına katılmak bile imkansızlaşıyor zaman zaman."
Kadın gazetecilerin hızla çoğaldığı, ama genel yayın yönetmenlerinin erkek olduğu basında bir kadının genel yayın yönetmeni olması görmezden geliniyor. 
"Tabii ki, bir Kürt kadının genel yayın yönetmeni olması çok önemli, son yıllarda Kürt kadını erkekten çok daha fazla mesafe katetti. Benim bugün geldiğim yer de, kendi özel gayretimin yanı sıra bununla bağlantılı."
Gurbetelli öteki genel yayın yönetmenleriyle hiç tanışmıyor, genelkurmay başkanlarının, cumhurbaşkanlarının, başbakanların genel yayın yönetmenleri için düzenledikleri toplantılara çağrılmıyor.
Değil başbakanların, bakanların onu sabahları telefonla araması, yerel muhabirlerin bildirdikleri herhangi bir haberle ilgili olarak telefon açtığında valiler ve belediye başkanlarına bile ulaşamıyor. 
Söz, altı buçuk aylık tutukluluğuna geliyor. "Gazeteci değil, tam bir terörist muamelesi yapıldı, gazeteyle ilgili neredeyse hiçbir şey sormadılar," sözleriyle işkence ve açlık greviyle geçen 14 günlük gözaltısını özetliyor
"Kaba dayak atıldı. Saçlarımdan koridorlarda, merdivenlerde sürüklediler."
Söz cezaevine gelince, o anlık gerginliği gidiyor, "cezaevi rahattı tabii" diyor. "Günün koşuşturmasıyla geçen gazete günlerinden sonra bol bol okumak çok hoştu ve de düşünmek elbette."
"Özgür Gündem aykırı bir gazete, biz sorunlara farklı bakmaya çalıştık, bu cesaret istiyor. Mükemmel demiyorum, ama farklılığı kaba da olsa yakaladık, Kürt gazetesi olarak nitelendirildik."
"Kürt sorunu yok dendi, biz, 'bu bir gerçeklik' dedik, şimdi basın da 'Kürt sorunu var diyor. MGK basına brifing veriyor. Böyle bir şey hangi ülkede olabilir? Muhabirin iyi niyeti yetmiyor. Ortaya konan ürünün neye hizmet ettiği önemli. Basın gerçeği yazsaydı, bu kadar insan ölmezdi." İncecik gülüş, sevince dair inançla...  Gerisi önemli değil... Bütün gazete çalışanlarıyla birlikte gözaltına alındığında eşlikçisi öfke değil, gazetenin çıkamayacağı korkusuydu.
Gayrettepe'ye kendisine giysi getiren Müessese Müdürü Zülküf Kışanak'a ilettiği kısacık not işte bu korkuyu anlatıyordu: "Biz çok iyiyiz. Gazetenin yayınını sürdürdüğünü öğrendik, gerisi önemli değil"
Tutuklanıp, Bayrampaşa Cezaevi'ne gönderildiğinde de aklı hâlâ gazetedeydi. Kapatma, bombalama, cinayet habercisi bölüyordu uykularını.
Duruşmalarda basın özgürlüğüne dair inancını savundu hep, bir de muhalif basın olmanın bedelini ödediğini. Altı ay sonra tahliye edildiğinde koğuş arkadaşlarına, "sıcak, özverili, birikimli bir insandı" sözcüklerini, o hiç bilinmedik Azeri türküsünü, Bingöl yöresinin halk oyunu şaxo'yu, bir de hamurdan yapılan yöre yemeği "zılfef'i bırakacaktı.
İkinci kapısının, gazeteciliğin de yüzüne kapanmak üzere olduğunun farkındaydı. Yasalar genel yayın yönetmenliği yapmasını engelleyecekti. Gazetenin mutfağında çalıştı bir süre. Sonra bir gün "Buralarda bir şey yapamıyorum artık" dedi.
"Üretemiyorum, yaratamıyorum." Açabileceği üçüncü kapının gitmek olduğunu düşündü ve gitti... Gitmek bir tercih miydi? Başka kapılarda başka geleceklere adım atamaz mıydı?
"Ben Türküm, Gurbetelli ise Kürttü. Bu önemli bir ayrım" diye yanıtlıyor bu soruyu Yurdusev Ozsökmenler
"Köyünüzün boşaltıldığını, memleketinizden koparılmak istendiğinizi, kardeşinizin, akrabalarınızın öldürüldüğünü, dilinizin konuşturulmadığını, demokratik mücadelede yer alma çabanızın boşa çıktığını gördüğünüzde ne yapardınız? Orada olmak, o koşulları yaşamak lazım belki. Bazı insanlar vardır, her şeyi şiddettir, konuşması da. Gurbetelli asla böyle değildi. Gözleri gülen, incecik, hoş bir insanın bütün denemeleri boşa çıkınca kendisiyle bir kez daha yüzleşmesiyle ortaya çıkan bir son bu..."
Diyelim ki tercihti, doğru muydu? Bu soruyu yine çalışma arkadaşları yanıtlıyor: "İnsanların öldürüldüğü, kaybedildiği bir dönemde gazetecilik yaptı. Onun için demokratik bir ortamda bir şeyler yapmanın olanağı yoktu artık. Bir gazeteci olarak yalnız başına sokağa çıkıp dolaşamıyordu. Düşüncelerini açıklasa ve bundan dolayı ceza alsa ilk davasından on yıl hapis cezası aldığı için sekiz yıl daha cezaevinde kalacaktı. Artık bu tedirginliği taşımak istemiyordu. Tercihi doğru muydu? Bunun yanıtını ona bırakmalıyız."
Eğer o gün bir muhabir, bir bayi ya da dağıtıcı öldürülmediyse akşamları hafif de olsa bir sevinç yayılıyordu toplantı masasına. Genel Yayın Yönetmeni Gurbetelli Ersöz'ün yüzündeki incecik gülüş büyüyor, büyüyordu. Tercihten söz etmek ayıp kaçıyordu böyle zamanlarda. Bütün yeldeğirmenleri terkedildiğinde o haber düştü masaya: "Gurbetelli öldürüldü." 
Gurbetelli kim? "Elazığ, Palu, Ziver Köyü'nde doğmuşum, bir dağ köyü, 1993'ten bu yana yok, çünkü..." 
İlkokulu birincillikle bitiriyor, ortaokula gitme kararı köyde herkesin sorunu oluyor, kızlar okumaz diyenleri ikna etmek kolay değil. Bu ilk "imkansız"a karşı mücadelede yanında bir tek babası var; pes etmiyorlar Ortaokul için gidilen Adana'da ilk yıl çok sıkıntılı geçiyor.
Konuştukça (konuşamadıkça), okudukça (okuyamadıkça), öğrenmek adına yaşadığı şiddeti gördükçe arkadaşları gülüyor, o gözyaşlarını saklayarak ağlıyor.
"Durmadan okumaya başladım, okudum, okudum, okudum, yoruldukça radyo dinledim. İyi Türkçe okumayı, yazmayı, konuşmayı öğrendim sonunda." Lise yıllarında "Hukuk" ya da "Uluslararası İlişkiler" okumayı istiyor, "Kimya"yı kazanınca çok seviniyor. "Çernobil ve Halepçe benim hayatımın dönüm noktası. Bu iki olayla en çok ilgilenmesi gereken kimyacılar beni çok şaşırttı, kendime sık sık 'ben neyim', 'ne yapacağım' diye sık sık sormaya başladım." Yüksek lisansı "Çevre ve Enerji" konusunda tamamlayan Gurbetelli, araştırma görevlisi olarak çalıştığı Çukurova Üniversitesi'nden bu duygularla ayrılıyor, birkaç ay sonra da PKK üyeliği iddiasıyla gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve iki yıl cezaevi. İşkencedeki elektrik izleri hâlâ dudak ve ellerinde.’’
Merhaba Gurbetelli! (NM)
* Gurbetelli Ersöz, Gurbet’in Güncesi/ Yüreğimi Dağlara Nakşettim, Aram Yayınları, Mart 2014, 301 sayfa. 

Monday, April 21, 2014

1915’e dair sahici bir diyalog

Yazar Ayşe Kulin’in bir TV programında söylediği “Biz Ermenileri, Almanların Yahudilere yaptığı gibi durup dururken kesmedik” sözleriyle başlayan tartışma, 1915’e dair sahici bir diyaloğun zemini olmaya aday görünüyor. Kulin’in sözleriyle ilgili olarak Karin Karakaşlı’nın geçen hafta Agos’ta yayımlanan yazısına, bu hafta Ayşe Kulin bir mektupla cevap verdi.
13 Şubat 2014 Perşembe 

 

Yazar Ayşe Kulin’in bir TV programında söylediği “Biz Ermenileri, Almanların Yahudilere yaptığı gibi durup dururken kesmedik” sözleriyle başlayan tartışma, 1915’e dair sahici bir diyaloğun zemini olmaya aday görünüyor.
 

Kulin’in sözleriyle ilgili olarak Karin Karakaşlı’nın geçen hafta Agos’ta yayımlanan yazısına, bu hafta Ayşe Kulin bir mektupla cevap verdi.
 

Karin Karakaşlı ise Kulin’in mektubunun kendisi gibi pek çok Ermenide uyandırdığı ya da uyandırabileceği duygu ve düşüncelere dikkat çeken bir yazı yazdı.
 

Ayşe Kulin’in 1915’te yaşananlara yönelik bakış açısı, Türkiye toplumunda ciddi bir temsil gücüne sahip.

“Ermeniler ve Türkler korkunç bir savaşın içinde, birbirleri ile savaşarak öldüler.” Kulin’in bu yaklaşımı elbette Karakaşlı’nın “Savaş koşullarını vahşete gerekçe göstermenin kendisinde beni çok yaralayan bir yan var” sözleriyle ifade ettiği gibi Ermeniler için kabul edilebilir değil.
 

Buna rağmen bu diyalogun tüm sahiciliğiyle, 1915’e dair sağlıklı ve geniş tabanlı bir diyaloga başlangıç oluşturmasını diliyoruz.
 

Kıyım olarak adlandırıyorum

Sevgili Karin Karakaşlı,
Aykırı Sorular’daki yayından beri, maruz kaldığım hakaret mesajlarından sadece üçünü yanıtlamış ve meramımı anlatamadığımı görünce, bir daha asla yanıt vermemeye karar vermiştim. Basında bir açıklama yapmaya da çekindim çünkü bana karşı açılan kampanyanın karşı kampanyası da var, başkaları da açılabilir ve ben, hiç istemeden, ait olmadığım fikir hareketlerinin bayraktarı haline geliveririm diye korkuyorum.
Ama hafta sonu Agos’u görünce, sizlere bir açıklama yapma arzum daha ağır bastı. Meramımı birileri anlayacaksa, söylenen bir sözün yanış anlaşılmasına kurban gitmenin ne demek olduğunu birileri bilecekse, bunu en iyi siz Agos ailesi bilirdiniz.
Ben canlı yayının art arda gelen sorularının stresi içinde, devamı ağzıma tıkılan cümlemin gerisini de getiremeden, evet, yanlış bir şey söyledim. Maksadım bana atfedilen, ‘Ermeniler hak ettikleri için kesildiler’ demek asla değildi. Bunu söylemeyeceğimi, böyle düşünmeyeceğimi beni tanıyan veya kitaplarımı okuyanlar bilir. Benim ifade etmek istediğim şuydu, “Bu ülkede Ermenilere yapılanlar, Hitler’in Yahudilere yaptığından farklı idi. Ermeniler ve Türkler korkunç bir savaşın içinde, birbirleri ile savaşarak öldüler. Savaşlar korkunçtur. Her savaş bir kıyımdır, aslında.”
Ben Türklere düşen hata payı için, utanç ve üzüntü duyuyorum. Acılarınızı tüm kalbimle paylaşıyorum. Aynı tarihlerde Balkanlardan ve Kafkaslardan gelirken sürgün ve savaşın acılarını yaşamış bir ailenin kızıyım. Nasıl anlamam, nasıl paylaşmam acılarınızı!
Yukardaki satırlar benim samimi duygularımdır.
Ayrıldığımız nokta, Ermenilerin ve pek çok Türkün, yaşananları bir soykırım olarak adlandırırken, benim gönlümün buna razı gelmeyip, ‘kıyım’ olarak adlandırmayı tercih etmiş olmam.
Ben yanlış anlaşılan bir cümlem yüzünden yaşamımı kaybetmeyeceğimi biliyorum ama inanın yaşama sevincimi kaybetmiş durumdayım.
Yanlış anlaşılan cümlem için, hepinizden, Türkiye Ermenilerinden bütün kalbimle özür dilerim. 1915’te yaşananların bir soykırım değil ama kıyım olduğunu düşünmeye ise, yine sizlerden özür dileyerek, devam ediyorum çünkü kalbim bana Türklerin, Ermenilerin soylarını yok etmek gibi bir niyetlerinin olamayacağını fısıldayıp duruyor. Ve ben buna ve bu ülkenin size ve bana ve hepimize ait olduğuna inanarak yaşamaya devam etmek istiyorum.
Ayşe Kulin
 

Soykırım ya da kıyım değil içerik ve anlam önemli

Sevgili Ayşe Kulin,
Mektubunuzun şahsım üzerinden Türkiye Ermenilerine hitaben yazılmış olması sebebiyle, kısa bir yanıt yazma ihtiyacı hissetim.
Yazım sizin Aykırı Sorular’daki ifadeleriniz ve Ermeni eniştenize ilişkin eski bir yazınızın üzerine inşa edilmiş olmakla birlikte, takdir edeceğiniz üzere esas olarak çok köklü, yaygın bir zihniyet eleştirisidir. Bu haliye hiçbir kampanyanın parçası değildir ama Ermenilerin, nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar ortaklaşabileceği bir infialin ifadesi olarak görülebilir.
Yaşatılmış toplu bir acıyı diğeri ile mukayeseli ele almanın ya da savaş koşullarını vahşete gerekçe göstermenin kendisinde beni çok yaralayan bir yan var. Ermeniler ve Türkler korkunç bir savaşın içinde, birbirleri ile savaşarak ölmediler. Bu toprakların en eski halklarından biri olan Ermeniler, savaş koşulları gerekçe gösterilerek kökünden kazındı. Malını, mülkünü, kilisesini, okulunu, manastırını, bağını, bostanını, dükkânını bıraktı ve vardırmayan yollarda can verdi. Bitimsiz yollar var, son istikameti olmadığı için biz onlara ölüm yolu diyoruz. O yollarda çoğu mezarsız kemik yığınları olarak doğaya karıştı. Ruhları da bugün halen şâd olmak için hakikatin özlemi içinde. Dahası bu büyük acının inkârı, Cumhuriyet tarihi boyunca da yeni sistematik ve domino taşı misali birbiri üzerine devrilen pek çok kötülüğün meşruiyet zemini oldu.
“Savaşlar korkunçtur. Her savaş bir kıyımdır, aslında” diyorsunuz. Ancak maalesef kıyımlar savaş değil. Benim için sizin 1915’te yaşananların bir soykırım değil ama kıyım olduğunu düşünmenizden ziyade, o kıyım sözüne yüklediğiniz içerik ve anlam açısından sıkıntı var. Yazımda da belirttiğim gibi, o insanlar soykırım mı, kıyım mı gibi bir sınıflandırmadan bağımsız, mensubu bulundukları, vatandaşı oldukları bir devlette, II. Meşrutiyet sonrası hep birlikte baskısız bir ortamda yaşayabileceklerini düşünürken, yok edildiler. Tehcir diye adlandırılan kökü kurutma kararı sadece “Ruslarla işbirliği ettiği” söylenen doğu illerinde bahsi geçen Ermeni birlikleriyle sınırlı kalsaydı, sizin de ifade ettiğiniz savaş koşulları ve birbirini öldürmek kavramlarına sığınabilirdik. Ama önce avukatından milletvekiline, doktorundan din adamına, yazarından bestekârına 250’ye yakın aydını tutuklanarak yok edilen, yani öncelikle  sesi kesilen, sonra da tekmil varlığı memleketten silinen atalarım için maalesef kalan bir avuç insanı soykırım olmadığının işareti sayabilmem ihtimal dahilinde değil. Bu bahsettiklerimi içinizde hissetmeniz, yazımın muradını anlamanız ihtimal dahilinde mi, bilemiyorum. “Ben yanlış anlaşılan
bir cümlem yüzünden yaşamımı kaybetmeyeceğimi biliyorum ama inanın yaşama sevincimi kaybetmiş durumdayım” demişsiniz. Hrant Dink yanlış anlaşılan değil, bilinçli olarak bağlamı çarpıtılan bir cümlesi ile hedef gösterildi. Oradaki yargı kıskacı ve basın linci öyle sistematik bir hamleydi ki, bugün cinayetin anması yakın tarihin ilk inkârından bugüne devlet eliyle yaşatılmış bütün acıların ortak simgesine dönüşmüş durumda. Sırf bu gerçek bile bir başına çok şey anlatıyor.
Yaşama sevincine 2007'de topyekûn kastedilmiş biri olarak sizin yaşama sevincinize tez elden kavuşmanızı gönülden dilerim. Ve müsterih olun ki, özrünüzden öte anlayışınızdır benim için esas olan.
Dilerim bir gün gerçekten anlarsınız.
Karin Karakaşlı

Friday, April 11, 2014

Sarinle ılımlılaşanlar! – Fehim Taştekin (Radikal)

‘Kırmızı çizgi, gizli hat’ başlıklı yazısıyla hem ABD hem Türkiye’yi köşeye sıkıştıran gazeteci Seymour Hersh’e sordum: 
“Kimyasal saldırıda Türkiye’nin rolü olduğu iddiası çok sansasyonel ve tartışmalı. Krizde taraf olan Rusya’nın Guta’dan temin ederek Britanya’daki labarotuvara gönderdiği örneklere ne kadar güvenebiliriz? Çoğu insan Rusya ve Suriye’nin işbirliği yaparken süreci maniple edebileceğine inanıyor”
- “Rusya’nın gönderdiği materyali Britanya’nın üst düzey komutası analiz etti ve üst düzey yetkililer gözden geçirdi ve sonra Pentagon’daki üst düzey generaller ve amirallere gönderdi. Kapsamlı laboratuvar araştırmalarından sonra şüphe kalmadı. Beni kandırabilirsin ama Britanya ve ABD’deki üst düzey yetkilileri kandırman mümkün değil.”
“Peki, Türkiye’nin dahliyle ilgili kişisel olarak senin vardığın sonuç ne?”
- “Ne düşündüğümün önemi yok. Amerikan hükümetindeki birçok üst düzey istihbarat uzmanının, olaydan sonraki dinlemelere, MİT ve jandarmanın sarin üretiminde Nusra’ya eğitim verdiğine dair önceki bilgilere dayanarak Erdoğan’ın Suriye’nin askeri tesislerine yönelik bombardıman başlatması için Obama’ya kırmızı çizgisini hatırlatma gereği duyduğuna inandığını biliyorum.”
“Yalanlamanın dışında Obama yönetiminden bir tepki var mı? Belki bazıları bunların bilinmesini istiyordu. Mayıstaki Beyaz Saray buluşmasından beri Obama’nın Erdoğan’la sorunları olduğu biliyoruz. “
- “Off the record bazı şeyler var ama ne olduğunu söyleyemem.”
“Dünya farklı bir resme tanık olduktan sonra ABD’nin Suriye politikasında bir değişim ihtimali var mı?”
- “Dalga mı geçiyorsun? Politika değişikliği mi? Dünyada tarihten ders alan lider olduğunu mu öne sürüyorsun? Mümkünatı yok. ABD, El Nusra ve diğer selefi ve vahhabi gruplarda sarin gazı olmadığında ısrar edecek, böyle bir saldırı olduktan sonra bile…”
Bir gerçek bir makyaj
Son cümleyi önemsediğim için diğer röportajlarla tekrara düşme pahasına Hersh’le kısa söyleşiyi aktardım. Muhalifleri silahlandırma konusunda 2012’de Bingazi konsolosluğuna yapılan saldırıya kadarki Türk-Amerikan ortaklığına rağmen ‘fanatik cihatçı’ grupların palazlanmasından Türkiye’yi sorumlu tutan ABD’nin politikası gerçekten hiç değiştirmedi mi? ‘Hiç değişmedi’ demek zor. 21 Ağustos 2013’te Guta’da kimyasal saldırıyla ABD ordusunu savaşa çekme oyunundan sonra Obama en azından Rus çizgisine yakınlaşarak çift kulvarlı yola girdi. Yani bir taraftan ‘ılımlı’ diye kategorize edilen gruplarla savaşın şiddetini arttırıp Esad’ı en zayıf anında siyasi çözüme zorlamayı hedefledi. “Esad meşruiyetini yitirdi, gitmeli” parolasından gerek Cenevre’deki siyasi çözüm süreci gerekse kimyasal silahların imhası için kurulan işbirliğiyle Esad’ı müzakere ortağı yapan değiliklik gerçek. Fakat ABD’nin dünyaya sattığı ılımlı-radikal ayrımı gözeten yeni politika hepten kozmetik. Farklı kategorilere sokulan örgütlerin sahada ortak hareket etmesi nedeniyle bu ayrım kâğıt üzerinde kalıyor. Neden Türkiye sınırlarından beslenenler ‘radikal’, güneyden gelenler ‘ılımlı’ muamelesi görüyor, bunlara bakmak lazım.

Bir tuhaf makuliyet!
Obama, 28 Mart’ta Riyad gezisinde Suudilerle Suriye politikasını senkronize etmeye çalıştı. Ziyaret günü Washington Post, Riyad’ın Ahrar el Şam, Nusra Cephesi ve Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ile çalışmamayı kabul ettiğini, Obama’nn da ılımlı kanatlara uçaksavar dahil gelişmiş silahlar vermeyi gündemine aldığını yazdı.

ABD sadece Nusra’yı terör listesine aldı ama hem rejim hem Kaide ile savaşta bel bağlanan ‘güvenilir’ örgütlerin ötekilerden farklı olduğu tartışılır. Bu grupların cephane paylaşımına gitmenin ötesinde ideolojik olarak birbirinin türevi sayılır. Mesela Suudilerin beslediği İslam Ordusu’nun komutanı Zehran Alluş ile Kaide’nin Suriye kolu Nusra’nın lideri Muhammed Colani’nin Suriye için vaat ettikleri aynı. İslam Ordusu, Suudilerin şimdi dışladığı Ahrar el Şam ile birlikte selefilerin çatı örgütü İslami Cephe’de omuz omuza. Alluş’a verilen silahların Nusra ve Ahrar el Şam’ın eline geçmesini önleyecek hiçbir mekanizma yok.
Yine Batılı yardımlardan aslan payını kapan Suriye Devrim Cephesi lideri Cemal Maruf ılımlı ortak olarak öne sürülüyor. Yardımları cebe indirerek savaş ağasına dönüşen Maruf da Suudilerin adamı. Esasen Alluş’tan farklı olmadığını 2 Nisan’da Independent’a demecinde ortaya koydu: “Kaide (Nusra) ile savaşmıyorum. Kaide ile savaş benim meselem değil. Rejime karşı savaşanlarla hiçbir sorunum yok.” Bütün kredisini IŞİD’ı Halep’ten Rakka’ya çekilmeye zorlayan saldırılara borçlu. Kaide’ye bağlı Nusra ile omuz omuza savaştıklarını hatta Yebrud’da cephaneyi paylaştıklarını söylüyor. Daha trajik olanı Amman’da Suud, ABD ve diğer batılı istihbarat örgütlerinin kurduğu ‘Operasyon Odası’nın oluşturduğu Güney Cephesi’nin sorumluluğunu üstlenen Yermuk Tugayı’nın komutanı Beşar el Zubi de Nusra ile birlikte çalıştığını gizlemiyor. ABD’nin makul gördüğü Suudi patentli ılımlılar bunlar. Bir de bunun kuzey cephesi var. Onlar da sonraki yazıya…

Wednesday, April 9, 2014

Seymour Hersh Diken’e konuştu: MİT planladı, Jandarma Halep’e kadar kimyasal taşıdı


ilhantanir 
İLHAN TANIR
tanir.ilhan@gmail.com
Amerikalı duayen gazeteci Seymour M. Hersh, Suriye’deki sarin gazı saldırısının arkasında Türkiye’nin bulunduğuna dair haberinin arka planını Diken’e anlattı.
Hersh, Türkiye’yi ağır zan altında bırakan haberin kulaktan dolma bilgilere değil, kimilerini 30 yıldır tanıdığı sağlam kaynaklara ve saldırıyı MİT’in planladığını, sarin gazı yapımında kullanılan kimyasalların da bizzat Türk jandarması tarafından Halep’e taşındığını anlatan Amerikan istihbarat raporuna dayandığına dikkat çekti.
Pulitzer ödüllü gazeteci, raporun Beyaz Saray tarafından yalanlanmasını, “Elimde, hatta şu an önümde bulunan raporun var olmadığını söylüyorlar yani…” deyip kahkalarla karşılarken haberinde yer almayan bir bilgiyi de aktardı: “Beyaz Saray Suriye’deki muhalif grupların elinde sarin gazı bulunduğunu yalanlayadursun, Florida’da  Ortadoğu’dan sorumlu Amerikalı komutanın başkanlığında bir ekip o sarin gazı yanlış ellere düşürse ne yaparız diye kafa patlatıyordu.”
Hersh, 4 Nisan günü London Review of Books’ta yayınlanan haberinde, 21 Ağustos 2013’te Şam’ın doğusundaki Guta banliyösünde meydana gelen kimyasal silah saldırısının, Suriye rejimi tarafından değil, ABD’yi Suriye’ye karşı savaşa sürüklemek amacıyla Türkiye tarafından El Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi’ne yaptırıldığını öne sürmüştü.
Haber geniş yankı uyandırırken Amerikan ve Türk hükümetlerince yalanlandı; kimi gazeteciler ve araştırmacılar tarafından da eleştirildi. Hersh ile bir telefon mülakatı yaparak hem haberde yer alan unsurları ayrıntılandırmasını istedik, hem de söz konusu yalanlama ve eleştirilere yanıtını sorduk.

Beyaz Saray’ın haberinizi yalanlayan açıklaması hakkında ne düşünüyorsunuz?

hersh
Bu açıklama, daha önce yaptıkları açıklamanın benzeri zaten (Hersh, geçen Aralık ayında London Review of Books’a yazdığı ‘Kimin Sarin’i başlıklı habere dair Beyaz Saray yalanlamasından bahsediyor). Söyledikleri her şeyin doğru olduğunu iddia eden bir açıklama. Aslında söyledikleri şey şu: ‘Hersh’ün elindeki istihbarat dökümanı aslında yok(gülüyor)…. Yani kafalarını kumun içinde tutmak istiyorlar. Kendi bilecekleri iş.

Bu rapor elinizde mi yoksa duyumunuz mu var?

Evet, tabii ki. Hatta şu an önümde! İzin verin ilk satırını okuyayım isterseniz. İlk satırı kalın harflerle yazılmış ve ‘konuşma noktaları’ diyor. Hitap ettiği kişi, üst düzey yetkili, ABD Savunma Bakanlığı İstihbarat Teşkilatı Başkan Yardımcısı David Shedd…. 20 Haziran (2013) tarihli…
İlk konuşma noktasının başlığında, yine kalın harflerle, ‘‘El Nusra Cephesi bağlantılı sarin üretim hücresi…” yazıyor. Yani böyle bir hücre bulunduğunu söylüyorlar. (Bu röportaj Diken.Com.Tr özel haberidir) Deniyor ki, El Nusra Cephesi bağlantılı sarin üretim hücresi 11 Eylül 2001 öncesindeki El Kaide bağlantılı hücreden bu yana en ileri sarin üretim merkezi.
Bunu biliyoruz, çünkü orada (Afganistan) savaş başladıktan sonra, 2001’in sonbaharından El Kaide’nin sarin üretim faaliyetlerinin görüntüleri ele geçirildi. El Kaide’nin sarin gazını hayvanlar üzerinde denediğini biliyoruz.

Bu bahsettiğiniz El Nusra’nın Sarin üretim hücresi, merkezi Suriye içinde mi?

Tabii ki. Bu bir El Nusra hücresi. Kuvvetle muhtemel ki Halep yakınlarında bir yerde.
Sözünü ettiğim raporda El Nusra’nın adamlarından bahsediliyor. Suriye’deler… Türkiye’de kimyasal madde alımı yapma çabasındalar, sinir gazı bileşenleri ve gerekli teçhizat da dahil olmak üzere.
Anlaşılan o ki biz (ABD istihbaratı) bundan haberdarız, bunu takip etmişiz ve ne yaptıklarını biliyoruz. Ve biz (ABD istihbarat ve hükümeti) bu faaliyetleri izlemişsek MİT’in izlemediğini hayal edemem açıkçası. Türkiye içinde değil yani bu bahsettiğimiz sarin merkezi.

Bu yazının yayınlanmasından sonra Suriye rejiminden herhangi biri irtibata geçti mi sizinle?

Hayır. Bakınız, bana ilginç gelen bazı değerlendirmeler var haberimle ilgili…
Yok efendim, Rusların istihbaratına nasıl güvenirmişiz? (Hersh’ün haberinde, 21 Ağustos 2013′teki sarin gazı saldırısı muhaliflerin yapmış olabileceğine dair ilk bulguya Rusların ulaştığı ve bölgeden elde edilen numuneyi İngiliz istihbaratına verdiği belirtiliyor.) İyi de o bulgular önce İngiliz genelkurmayı tarafından, sonra da ABD genelkurmayı tarafından gözden geçirildi ve ancak bundan sonra ABD Başkanı’nın önüne kondu.
Ee, neden bahsediyor bu insanlar  o zaman? Ruslar getirdi diye çürük mü olacak bulgular? Deli saçması bu. Ha tabii bir de Baas’çıymışım ben. Öyle diyorlar. Faşist Alevi’nin tekiymişim. Bunu bilmiyordum (kahkaha atıyor).

Şimdiye kadar Erdoğan konuşmadı ama Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ‘Külliyen yalan’ dedi. Bu gerçekten dediğiniz gibiyse, insanlığa karşı suç olarak kabul edilir mi?

Bakın Türkiye, Suriye içinde sarin gazı geliştirilmesine yardım ediyordu.
Asıl mesele şu:  Şimdilik Türkiye’yi unutalım, ben Amerikalıyım. Benim hükümetim, halen Suriye içinde, muhalefet bölgelerinde sarin bulunmadığında ısrar ediyor. Seküler veya seküler olmasın, hiçbir muhalif grubun elinde yok diyor. Amma velakin daha geçen ay içinde, Florida’daki ‘Merkez Komutanlığı’nda, ki Ortadoğu’yla ilgilenir, Ortadoğu’dan sorumlu komutanın başkanlığında bir beyin egzersizi yapıldı. Bu egzersiz, terörle mücadele egzersiziyidi ve konu neydi biliyor musunuz? Şuydu: El Nusra veya IŞİD (daha radikal ve hemen hepsi Suriye’ye yabancı ülkelerden gelmiş yabancı cihadçılardan oluşan grup), ülkeden dışarı sürülür de can havliyle sarin stokunu, uzmanlıklarını ve gazı kullanma yöntemlerini Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da faaliyet gösteren diğer Sünni, Cihadçı, Selefi veya Vahhabi gruplara aktarırlarsa ne yaparız? Evet, buydu egzersizin konusu…
Şimdi ABD ordusu, böyle bir sarin saldırısında ne türlü önlemler alabiliriz diye kafa patlatırken benim hükümetim kalkmış Washington’da, ‘Herhangi bir grupta sarin var mı bilmiyoruz’ diyor. Dalga mı geçiyorlar? Buna ‘kafaları kuma gömmek‘ denir. Peki neden böyle yapıyorlar? Çünkü haberde de yazdığım gibi, eğer ABD Başkanı bir şey söylediyse, kimse buna yanlış diyemez.

Haberinizde, saldırının sonrasında Türk yetkililerin konuşmalarının Amerikan istihbaratı tarafından dinlendiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Türkiye ABD tarafından ne çapta dinleniyor?

Seymour_Hersh-IPS Bir soruyla yanıt vereyim. İki kere iki ne eder? Dört. Yanıt burada. Her şeyi söylememi mi istersin? Daha söyleyecek ne kaldı? Her şeyi yazdım zaten.
Genelde şu söylenebilir, herhangi bir olaydan hemen sonra, zeki insanlar bilir ki, o olayla ilgili en çok şey öğrendiğin an, olay sonrasındaki zamandır.
Çünkü herhangi bir operasyondan önce birçok güvenlik önlemi alınır. Operasyondan sonraysa genelde bolca böbürlenilir, zafer naraları atılır. Çoğu zaman, konuşmalar sadece toplanır ama hemen dinlenmez. Böyle durumlardaysa anlık olarak dinlenir. (Bu röportaj Diken.Com.Tr özel haberidir)

Bu yazıda bahsettiğiniz Türk istihbarat yetkililerinin saldırı sonrası konuşmalarının dökümünü bizzat gördünüz mü?

İlk olarak bu yersiz bir soru.
İkinci olarak, ben bu konuşmaları dinlemiş birisinden alıntı yaptım. Daha ötesini söyleyemem. Bildiğin gibi ben bu işlerde yeni değilim. Çok eskiyim. Bak bugün doğum günüm benim. 77 yaşındayım ben.
Konuştuğum bazı insanları ben 30 yıldır tanıyorum. Beraber büyüdük bu insanlarla. Dostuz onlarla. Aramızda bir güven bağı var.

Yazdığınız haber hakkında bazı eleştiriler geldi. Örneğin 21 Ağustos’taki sarin gazı saldırısnın ‘volkan füzesi’yle yapıldığı ve bunun sadece rejimin elinde olduğunu ileri sürüyorlar. 

Ohh, evet, Elliot Higgins veya Brown Moses (Suriye’deki askeri gelişmeler üzerine yazan bir blog’cu) diyorlar kendisine.
Ted Postol’la konuşmanı tavsiye ederim onun yerine. Postol (şu an MIT Üniversitesi’nde bilim, teknoloji ve uluslararası güvenlik profesörü, füze savunma uzmanı) daha önce Donanma Harekat Komutanı’nın bilim danışmanıydı.
Postol aylar önce beni ilk aradığında (Aralık’ta yazdığı yazıyı kastediyor) bana, ‘Başın belada, fena halde yanılıyorsun’ dedi. Sonrasındaysa üzerinde çalıştıktan sonra bir başka e-posta gönderip, ‘Vay canına, yazdığın doğruymuş’ dedi.
Bakınız, Higgins’i tanımıyorum. Sürekli bu volkan füzelerinden söz ediyor (Higgins 21 Ağustos saldırısının volkan füzeleriyle düzenlendiğini, bunların da sadece Suriye rejiminin elinde bulunduğunu, bununla ilgili birçok video bulunduğunu, dolayısıyla saldırıyı muhaliflerin yapmış olamayacağını savunuyor). Oysa (BM’nin Suriye’ye kimyasal silah saldırılarının incelenmesi için gönderdiği ekibin başkanı) Åke Sellström, 16 Eylül’de bir basın toplantısı yaptı ve saldırıda kullanılan füzelerin en fazla bir iki kilometre mesafe kat etmiş olduğunu söyledi (Aynı sonuca Postol ve ekibi de varmıştı).
Şimdi size soruyorum: Suriye ordusu, içinde sinir gazı bulunan füzeleri sadece bir iki kilometre öteye fırlatacak, öyle mi? (kahkaha atıyor) Rüzgarın değişme ihtimali göz önüne alındığında, bu bir intihardır. Bu hakikaten cesaret ister! Ayrıca kullanılan füzenin isabetli bir füze olmadığı da anlatıldı.
Dört aydır aynı şeyleri söylüyor Higgins. Bu geçen yılın haberi. Biz şimdi yeni bilgiler hakkında konuşuyoruz. Volkanları geçtik.

Dan Kaszeta da ağır eleştiriler getirdi…

Kim ki o? Savunma alanında bazı şirketleri var. O şirketlere bak, hepsi bir kişiden oluşuyor. Kim bu adam? 10 yıl önce kimyasal işlerle ilgili çalışmış. Hiçbir niteliğe sahip değil. 10 yıl önce cep telefonu işlerinde çalışmış bir kişiden cep telefonları hakkında şimdilerde bir uzmanlık alır mısın? Aynen öyle…
Kimyasal alanda da birçok değişiklik yaşandı. Higgins de Postol’la görüşmeler yaptı ama kendi pozisyonunu korumaya kararlı. Higgins biraz Beyaz Saray’a benziyor, ‘Bir şey dedim mi bunu sonuna kadar savunurum’ durumu. (Bu röportaj Diken.Com.Tr özel haberidir) Volkan füzeleri hakkında ABD hükümeti herhangi bir pozisyon alıp, bu argümanı savundu mu? Hayır. Ne anlama geliyor bu? Çok açık bence.
Eğer hükümet uzmanları Higgins’in söylediğini ciddi bulsaydı, üstüne gitmez, stratejik olarak ele almaz mıydı? Tabii ki alırdı. Sorun şu, insanlar Esad’ı sevmediğinden dolayı, tabii haklı sebeplerle, bu tür haberleri de beğenmiyor.
Beni de Baasçı, Alevi diye damgalıyorlar. Ama bu bir şey değil. 1969 yazında Vietnam’da Mai Lai’de Amerikan askerlerinin 550 çocuk, erkek ve kadını öldürdüğünü ortaya çıkardığımda çok daha kötü tepkilerle karşılaşmıştım.

Türkiye’nin Sarin hakkında eğitim vermesi veya bu kadar büyük bir sarin stokunu Şam’a taşıması, saldırı planlamasının çok güç olduğunu söyleyenler var. Buna ne dersiniz?

Amerikan istihbaratı bir sonuca vardı. O da şu: MİT bizzat yapmıyor… Teknik olarak değil yani ama stratejik ve düşünce bazında yapıyor. Türk jandarmalar maddeleri kamyonlarla Suriye içine taşıdı. Bu materyaller Türkiye’den Suriye’ye sokuldu, Halep’e götürüldü. Sinir gazı yapılan kimysal maddeler dahil olmak üzere, sonradan da orada bileşim gerçekleştirildi. Ve tüm bunları anlatan bir (ABD) istihbarat raporu var. Ben de bunun üzerine yazdım. Hepsi bu.

Stalin "Burada öleceğim" diye Suriye'de kaldı

Muhaliflerin ele geçirdiği Hatay’ın Yayladağı sınır kapısına üç kilometre mesafedeki Kesab kasabasında yaşamını sürdüren sivil nüfusu Lazkiye ve Tartus gibi şehirlere kaçmak mecburiyetinde kaldı. Lazkiye’d


Stalin

Muhaliflerin ele geçirdiği Hatay’ın Yayladağı sınır kapısına üç kilometre mesafedeki Kesab kasabasında yaşamını sürdüren sivil nüfusu Lazkiye ve Tartus gibi şehirlere kaçmak mecburiyetinde kaldı. Lazkiye’deki Surp Hagop Ermeni Kilisesi’nde 60 kadar aile barınıyor, diğer aileler ise akrabalarının ve tanıdıklarının yanına sığınmış durumda.
Muhaliflerin neredeyse her evi yağma ettiği ve kapı ile pencerelerin bile sökülerek Türkiye’ye gönderildiği Kesab’da çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu 30 kadar kişinin kaldığı tahmin ediliyor. Bu insanlardan ikisi, muhalifler tarafından Türkiye'ye teslim edildi. Muhaliflerin kendilerini kasabadan çıkarırken Lazkiye’ye götürdüklerini söylediklerini ifade eden 82 ve 84 yaşındaki Titizyan kardeşler, Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı’da kalıyor. Sırpuhi Titizyan, memleketinden ayrılırken evinin anahtarını kendilerini almaya gelen militanlara vermiş. Bunu neden yaptığına verdiği yanıt, yaşanan acıyı tüm basitliğiyle gösteren türden: “ Vermeseydim biz gittikten akabinde kapıyı kırıp girecekti.”
İşte Agos gazetesinden Lora Veteriner'ın Satenik ve Sırpuhi Titizyan ile yapmış olduğu o röportaj...
Nasıl çıkardılar sizi evinizden?
Ermeniler Kesab’dan gideli bir hafta olmuştu. Sakallı adamlar evimize geldi. 10 kişilerdi. Saçları uzun, boylu poslulardı. Korktuğumuzu anlayınca bdediler. Eve girdiler, evi karıştırdılar, “Silahınız var mı?” diye sordular. “Ne oğlumuz, ne kocamız var, ikimiz yalnızız, silahı ne yapacağız?” dedik. Gittiler akabinde.
Arapça mı konuşuyorlardı?
Hayır Türkçe konuşuyorlardı. Yalnızca biz ve Stalin adında komşumuz yaşlı bir adam kalmıştı Karaduran’da. Başka sakallı adamlar bir daha geldiler. Stalin’i çağırdık, çünkü bu sakallı adam Arapça konuşuyordu, anlamıyorduk. Stalin diye belirtti ki, adam sizi yarın Lazkiye’ye giden Ermenilerin yanına götürecek. Ertesi gün adam dediği gibi sabah 7’de bizi götürmeye geldi arabayla . Arabaya bindik. Evin kapısını kapattım, kilitledim sonrasında da anahtarımı adama verdim.
Anahtarını neden verdiniz?
Vermeseydim biz gittikten akabinde kapıyı kırıp girecekti. “Al senin olsun, sağlıkla kal sen de evimde” dedim. Bir şey demedi, anahtarı cebine koydu ve kafasını salladı. Sonra bizi Türkiye sınırına getirdi. Adama sordum, “Bizi Türkiye’ye mi götürüyorsun? Lazkiye’ye gidecektik hani” dedim. Cevap vermedi. Eşyalarımızı taşıdı, bize uygunsuz davranmadı. Sınır kapısından geçtikten akabinde bizi çok büyük adamın (Yayladağ Kaymakamı) yanına götürdüler, parmak izimizi alıp fotoğraflarımızı çektiler. Tansiyonlarımıza baktılar, pasaportlarımızı aldılar, döndüğümüzde bize geri vereceklerini söylediler. Kağıtlar imzaladık, akabinde bizi Vakıflı’ya getirdiler.
Siz neden herkes gibi Lazkiye’ye gitmediniz?
Gidenler arabalarıyla gittiler. Kalan az kişi de Karaduran’dan gemiyle gitti. Biz onlara yetişemedik. Kız kardeşim yürüyemiyor, biz eşyalarımızı hazırlayıp toplanma yerine gidene kadar kimse kalmamıştı.
Arkadaşınız Stalin neden kaldı?
Zira yaşlıydı ve “Ben gitmeyeceğim, ölürsem burada öleceğim” diye belirtti.
Köye bu kadar çok fazla adamın saldıracağını biliyor muydunuz?
Yok fakat Erdoğan’ın yolları açtığını söylediler. “Kötü adamlar buraya gelecek” dediler. Şayet Erdoğan yolları açmasaydı, Kesab ve Karaduran’a bu kadar çok fazla uygunsuz adam gelmezdi. Bu sakallı adamlar Türkiye’den geldi.
Ölen, öldürülen oldu mu?
Olmadı, çünkü herkes gitmişti. Öldürecek adam kalmamıştı. Biz kalmıştık, bize de uygunsuz davranmadılar. Yardım ettiler. Mesela evimizde un vardı fakat maya yoktu, son birkaç gün ekmek yapamadık. Sakallı adam geldiğinde, “Yemeğiniz var mı?” diye sual etti. “Yemeğimiz var, ekmeğimiz yok ” dedik. Bize ekmek gönderdi. Ekmeği getiren Türkçe konuşuyordu.
Köye zarar verdiler mi?
Amcamın oğlu, elma bahçesini ilaçlamak için traktörün deposuna ilaç hazırlamıştı. Gittim, baktım evine, traktörü almışlar, depoyu da dökmüşler, her taraf çamur olmuş. Büyük varillerde elma sirkesi hazırlamıştık, onu da dökmüşler; bir varil mazot vardı onu dökmemiş, almışlar. Tavuklar kümesteydi, onları serbest bıraktım, aç kalmasınlar diye yem attım. Tüm evlere girmişlerdi, evlerin kapıları pencereleri kırılmıştı, köyde girilmeyen ev kalmamıştı. İnsanlar giderken motorlarını içeriye koymuşlardı fakat kapıları kırıp almışlar. Arabalarıyla gittiler fakat traktörleri duruyordu. Onları kullanıyorlar şimdi.
Kesab’a dönmeyi planlıyor musunuz?
Karaduran’a gidemeyiz, çünkü orada savaşıyorlar. Şayet bizi Lazkiye’ye, Kesab’dan gidenlerin yanına gönderirseniz, gideriz. Şayet olabilirse Beyrut’a gitmek isteriz. Orada ablamız ve abimiz var.
Türkiye’ye gelmek hususunda ne düşünüyorsunuz?
Bir yere gitmemiz gerekiyordu, çünkü artık orada kimse kalmamıştı. Şayet bir lokma yiyeceğimiz ekmek varsa bu dünyada, onu da yiyeceğiz.
Burada korkuyor musunuz?
Korkmuyoruz, köyden komşular geliyorlar, gidenimiz gelenimiz eksik olmuyor, bize iyi bakıyorlar.