Friday, August 31, 2012

SATI İLEN'LE YAZDIKLARI VE YAŞADIKLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ


Yazar Satı İlen’in ‘Denize Şiir Okumak’ isimli kitabında yer alan öykülerindeki direnci, hüznü, hayat mücadelesi ve toplumsal yaşayışa bakışını söylev çekmeye gerek duymadan ustalıkla kaleme alışını okudum ve kitabı üzerine düşüncelerini sormak istedim.

Ufuk Özgül

‘Denize Şiir Okumak’ öykü kitabınızı okudum. Öncelikle kutluyorum. Kitabınızda yer alan “Karanlıkta Dans Annem ve Ben, Ekmek İçin, Yalan Dünya, Basri Tepesi, Labirent, Yıldız Çiçekleri, İnsan Kokusu, Kalbi Olmayan, Kırmızı Çantan, Denize Şiir Okumak, Bir Kadın Bir Adam, Kapan” başlıkları altında toplam on iki öykünüz bulunuyor. Öykücülüğe nasıl başladınız?
Çocukluğumda kitap okumayı çok sever, yazarlara büyük hayranlık duyardım. Hatta ilkokul beşinci sınıfta öğretmenim “Ne olmak istiyorsun?” diye sorduğunda “yazar olmak istiyorum!” demiştim. Ancak, yazarlar ya ‘dâhi’ olarak nitelendiriliyorlardı ya da yazmanın, doğuştan gelen bir yetenek olduğu söyleniyordu. Tüm bu kanıksamalar yüzünden “yazar olmak kim, ben kim?” diye düşünerek, bu sevdamdan vazgeçtim. Ama kendi kendime günlük tutmaktan, duygularımı kâğıtlara dökmekten hiç vazgeçmedim. İlk öykülerimi yirmili yaşlarda yazmaya başladım. Tabii, bunlara öykü denirse. Çünkü öykü tekniği konusunda hiçbir düşüncem yoktu. Son derece çalakalem yazılmış öykülerdi. Bu arada üniversite bitti. İş, ev, çocuk derken öykü yazmayı bıraktım. Yıllar sonra İnsancıl Dergisi’nde yazarlık seminerleri verildiğini duydum. İçimdeki yazma ateşi, yeniden alevlendi. Yirmili yaşlarda yazdığım öyküleri dosyadan çıkardım. İnsancıl Dergisi’nin kapısını çalarak Cengiz Gündoğdu Hoca’ya bıraktım. Bu arada aynı derginin yazarlık seminerlerine de katılıyordum. Bu seminerlerde öyküde olması gereken öğeleri öğrendim. Daha sonra Cengiz Gündoğdu öykülerimi okudu. Yaptığım hataları bir bir sıraladı. Beni öykü yazma konusunda cesaretlendirdi. Kendisine buradan sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. Gençlik yıllarında çalakalem yazdığım öyküleri saymazsak, bilinçli olarak öykü yazmaya 2004 yılında başladım diyebilirim.
Öykülerinizde, topluma evrensel bir bakış hâkim. Hüzün, bambaşka boyutlarda ele alınmış. Ve birbirlerinden bağımsız öyküler gibi görünseler de salt kadın gözüyle değil; her iki cinsin sorunlarını dile getirişinizdeki yalınlık ve gerçekçilik göze çarpıyor. Günümüzde bu yetiyi edinmek ve başarıyla üstesinden gelmek hayli güç. Bu konuyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Evet, güzel soru. Yazar, evreni kendi öznelinden geçirerek gerçek dünyayı yansıtmalıdır. Yani, görüneni değil, görünenin ardındaki gerçekliği vermelidir. Gerçekliği örtmemelidir. Ben tüm öykülerimde, kadın kimliğimi bir kenara bırakarak; tüm karakterlere aynı uzaklıkta durmaya çalıştım. Ancak, bu biçimde yaklaşırsam, yaşadığım çağın insanının gerçekliğini verebilir, nesnel olabilirdim. Öykülerimdeki karakterler, bizim toplumumuz insanı. Eğer, bu sistem insanları bozuyorsa, insanları birbirine yabancılaştırıyorsa, sistemle birlikte parçaya değil de bütüne bakarak insana giden yolu bulmalıydım. Edebiyat insan araştırmasıdır. Ben de çevremde tanık olduğum, yaşadığım olayları ya da durumları okura aktararak günümüz insanını ve toplumunu gözler önüne sermeye çalıştım.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun olduğunuzu biliyoruz. Mesleğinizin, öykücülüğünüze katkısı oldu mu?
Tabii ki, öykü yazmamın bu eğitimimle doğrudan bir ilişkisi yok. Fakültedeyken haber yazma teknikleri ve Türkçe’nin kullanımıyla ilgili derslerimiz vardı. Dolaylı olarak katkısı olmuş olabilir.
Öykülerinizdeki şiirsel akış, kurgu ve kendinize has üslubunuzu, başarılı bir şekilde gerçekleştirdiğinize tanık oluyoruz. Öykü karakterlerinin diyaloglarındaki gerçeklik de oldukça belirgin. Yaşadıklarınızın, okuduklarınızın ve gözlemlerinizin ne kadarını öykülerinize aktarıyorsunuz?
Kuşkusuz bir yazar, izlenimlerini, gözlemlerini, düşüncelerini bir duruma ya da olaya bağlayarak okura aktarır. Ben kimileyin, başımdan geçen ya da tanık olduğum olayları yazdım. Bir konuyu yazmak için mutlaka yaşanmış olması gerekmiyor. Yazar, yaşanmamış bir olayı ya da durumu da kurgulayarak anlatabilir. Kimi öykülerim ise, tamamen kurgu. Ama tabii ki, neyi nasıl yazacağımı önceden belirlediğim için insanları da gözlemledim.
İnsancıl Dergisi’nin Nisan 2008 tarihinde 213.sayısında yayımlanan ve tüm öykülerinizle birlikte beni en çok etkileyen ‘Kapan’ öykünüz oldu. Öykü kişilerini aktarışınız, toplumun farklı kesimlerine bakışınızı ustalıkla kaleme alışınız ve bir fabrikanın içerisine, kurallarına, işleyişine bizleri konuk edişiniz oldukça başarılıydı. Bununla ilgili söylemek istedikleriniz nelerdir?
1991-1994 yılları arasında böyle bir fabrikada çalışmıştım. Birlikte çay içtiğim, sohbet ettiğim, gülüp konuştuğum işçilerin dünyasını yazdım. ‘Çalışma’nın insanı köleleştirmesine, eleştirel olarak yaklaştım. Kuşkusuz, insan üretmek için çalışmak zorundadır. Fakat günümüzde ‘çalışma’ yaşamın mutlak amacı olmuştur. Örneğin, siz buzdolabı üreten bir fabrikada görev yapıyorsunuz. Motorun parçalarını üreten bir birimde çalışıyorsunuz. Her gün aynı iş... Her gün aynı iş... İnsan her gün aynı şeyleri yapmaktan bıkmaz mı? Bir süre sonra çalışma eziyet haline geliyor. Bunun yanı sıra, insanın kendine, emeğine, topluma ve doğaya yabancılaşmasına, nesnelerin ya da makinelerin değer kazanmasına ve insanın insan olmaktan çıkmasına dikkati çekmek istedim. Kuşkusuz, bir yazar toplumun sorunlarına duyarsız kalamaz. Çoğu kez, iş yaşamında çalışma etiği altında yaşamımızı bir nesneye verdiğimizin ayrımında olmuyoruz. İnsanın kendi yaşamının kendi elinden alınmasını ve gerçekliğin yitirilmesini gün yüzüne çıkartmak için tanık olduklarımı anlattım Kapan’da.
‘Basri Tepesi’ isimli öykünüzün konusu, derinden etkiliyor. Bu öykünüzün içeriğini ve günümüzde kadın olmanın zorluklarını bizimle paylaşır mısınız?
Bu ülkede kadın olmak zor. Çocukluğumda o kadar çok dövülen, sövülen, ezilen, bebesi kucağından alınan kadın gördüm ki. Ne yazık ki, kadınların bu ülkede ekonomik bağımsızlıkları ve sosyal güvenceleri olmadığı için söz hakları da yok. Kadın yeri gelir bir meta gibi satılır ve alınır. Kadın, erkeğin namusudur. Kadın, evinin hizmetçisi ve çocukların bakıcısıdır. Kadın, kocası için cinsel bir objedir. Kadın, erkeğin kölesidir. Kadınların tüm bunları kabullenmesi beklenilir. Basri Tepesi adlı öykümde, bir çocuğun yaşantısından kesitler sunarken; kadın-erkek ilişkilerini ve kadınların içinde bulunduğu durumu gözler önüne serdim. Küçük yaşta evlendirilip sonradan bir çocuğuyla ortada kalan, parasızlık ve çaresizlik yüzünden, yeniden evlenmek zorunda olan Hanefi Teyze’nin dramını anlattım. İkinci kocası ve kızıyla durağan bir yaşam süren Hanefi Teyze’nin ilk kocasından olan oğlunun Almanya’ya gitmesiyle yaşamı değişir. Ne olur peki? Oğlu, gözü arkada kalmasın diyerek genç ve güzel karısını annesinin yanına bırakır. Bu aşamadan sonra, Hanefi Teyze’nin evinde bağrış çağrış, kavga gürültü eksik olmaz. Hanefi Teyze, kocasından sürekli dayak yer. Ama ağzını bıçak açmaz. Sonunda intihar eder. Ölümü şüpheli bulunur. Olay mahkemeye taşınır. Kızı Elif, mahkemede, babasıyla yengesinin arasındaki yasak aşktan söz eder. Annesini babasının astığını söyler. Ama işin aslı çözülemez ve Hanefi Teyze’nin ölümü sır olarak kalır. Anadolu kadını, kocasının getirdiğiyle kıt kanaat idare etmesini bilen, kocasından gördüğü şiddete katlanan, erkeği karşısında susan, erkek egemenliğini kabul eden, çoğu zorluğa çocukları için katlanan kadın tipidir. Hanefi Teyze de bu kadınlarımızdan biri. Çünkü kadınlarımız ekonomik bağımsızlıkları olmadığı için mecburen kendilerine sunulan yaşamı benimsemek zorunda kalıyorlar. Ben, ‘Basri Tepesi’ adlı öykümde, tüm bunların yanında, psikolojik şiddete de dikkati çekerek, kadınlarımızın yaşadığı açmazları topluma göstermek istedim. Elbette, bir gün kadınlar, kendilerine yüklenen rollere karşı çıkıp, ekonomik bağımsızlıklarını kazandıklarında birey olmanın ya da insan olmanın hazzını yaşayacaklardır. Ben umutluyum. Özellikle kadınların öykü yazmasına çok seviniyorum. Bunca yılın vermiş olduğu ezilmişliklerine, susturulmuşluklarına karşı çıkıyorlar... Sahiden de, benim çevremde genç öykücüler hep kadınlar...

İnsanımızı ve yaşayışını gözlemlerken, en çok önemsediğiniz konu nedir?

Ben kendimi sınırlandırmayı sevmiyorum. Öykü, bir olay, bir sorun, bir durum olabilir. Kimileyin, bir haksızlığa tanık olduğumda onu okura aktarırım. Kimi kez, izlenimlerimi düşlerimle harmanlayarak bir duruma bağlayarak anlatırım. Bakmakla görmek, farklı şeyler... İnsanları gözlemlerken, insanların ayırt edici özelliklerini belleğimde evirip çeviririm. Sonrada o özellikler kafama oturduğunda yazmaya başlarım.

Öykülerinizin geri bildirimi, size neler duyumsatıyor?

Bir yazar için, geri bildirimler önemli tabii. Eğer, yazdıklarımı okur beğenmişse, düşüncelerimi, duygularımı aktararak onlarla doğru iletişimi kurmuşum gibi geliyor bana. Kuşkusuz doğru eleştiri de insanın kendini gözden geçirip gelişmesini sağlar. Ben bu konuda çelişkiye düştüğüm zaman, karşımdakinden düşüncesini temellendirmesini isterim. Temellendirme doğruysa, akan sular durur.
Kitabınızda, çocuk dünyasına da tanıklık ediyoruz. Ankara’dan İstanbul’a geliş serüveniniz ve değiştirmek zorunda kaldığınız ilkokulunuza alışma sürecinizdeki zorluklarınız, öykülerinizdeki çocuk karakterlerine ne şekilde yansıdı?
Öykülerimin kimilerinde çocuk dünyasından kesitler var. Çocukluğunda cinsel tacize uğrayan bir çaycının yetişkinliği döneminde yaşadığı çatışkılar, bir çocuğun terk edilmişlik duygusu içinde annesine olan özlemi ya da arkadaşlarınca alay edilen engelli bir çocuğun hüznü, öfkesi ve yalnızlığı var öykülerimde. Ankara’dayken arkadaşlarım arasında engelli olduğumu pek duyumsamazken, İstanbul’a taşındığımızda okula giderken, insanların beni durdurarak “Aaa yavrum, ayağına ne oldu? Vah vah yazık!” diye sormaları ve ardından acımaları... Sırf bir ayağım aksıyor diye öğretmenlerimin bana olumsuz anlamlar yüklemeleri... Bana, “Sen engellisin, o zaman şunları şunları yapamazsın” diye zorla kendi anlayışlarını dayatmaları... İlkokul beşinci sınıfta engelli olduğum için parasız yatılı sınavlarına girememem... Daha neler... neler... Evet engelliydim, belki çok hızlı yürüyemiyor, merdivenleri çifter çifter çıkamıyordum. Okulda beden eğitimi derslerine katılamıyor, okul bahçesinde andımızı okuduktan sonra sınıflara girerken, hep arkada kalıyordum. Ama tüm bunlar yaşama katılmama engel değildi. Olamazdı. İşte bunlardan kimilerini kısmen de olsa, “Karanlıkta Dans Annem ve Ben” öykümde okura aktardım. Aslında bu konuda o kadar çok söyleyecek sözüm var ki!

Bizleri bekleyen yeni çalışmalarınız nelerdir?

İşte o söyleyecek olduklarımı engellilerle ilgili bir kitap yazarak, okurla paylaşmak istiyorum. Çünkü engelli olmam yaşamımın her devresinde karşıma bir set olup çıktı. Mesela başka ne oldu? Kalbim birisi için çarpamaz, sevemez, âşık olamazdım. Çünkü toplumda, belirli bir güzellik anlayışı vardı. Zira toplumun bir takım kalıpları, kuralları vardı. Ben de tüm bunlardan payıma düşeni aldım. Düşüncelerimi, duygularımı yazarak bu kalıplara, kurallara başkaldırarak, insan bilincini temizlemek istiyorum.

Ufuk Özgül 29 Temmuz 2012 / Cosmosgünlüğü

Yazarımız Ufuk Özgül, Satı İlen’in ‘Ekmek İçin’ adlı öyküsünden bir paragrafı ve bir kısa bilgi notunu sizlerle paylaşıyor...

“Perdenin aralıklarından yavaş yavaş akan ışık demeti, on iki kişinin barındığı on beş metrekarelik odaya ağır ağır ilerliyordu. Üst üste yığılmış bir iki yer yatağının renginin solmuşluğunu içeriye sızan gün ışığı ortaya çıkarıyordu. Penceresi, dar sokağa bakan odanın, kirli sarıyla boyanmış duvarlarında popüler futbol takımlarının posterleri göze çarpıyordu. On iki kişi, yan yana serilmiş, koyun yününden hazırlanmış yataklarında uyuyorlardı. Kimi battaniyeyi başına sımsıkı çekmiş horluyordu. Kimi dizlerini karnına doğru çekerek yan dönmüş, düzenli nefes alıp veriyordu. Kimi sırt üstü yatmış, üstündeki battaniyeyi kollarıyla kavramıştı. Odanın içi küf kokuyordu. Bu kokuyla sigara, nem, ter kokusu birleşince ortalığı ağır ve kötü bir koku kaplıyordu...” (Ekmek İçin adlı öyküden).

Satı İlen, Denize Şiir Okumak adlı kitabında Satı Merdan adını kullanmış, şimdilerde ise Satı İlen adını kullanmayı tercih etmiştir.

Tuesday, August 28, 2012

"Suriye'deki olayların arkasında ABD var"

Suriye'den yaylım ateşiIndependent muhabiri Robert Fisk, Suriye'nin başkenti Şam'da Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile görüştü. Kabun semtindeki çatışma seslerinin geldiği salonda, Muallim ülkesindeki krizden ABD'yi ve ona alet olmakla suçladığı Türkiye'nin de aralarında bulunduğu ülkeleri sorumlu tuttu.
Silahlı gruplara ABD'nin iletişim cihazları; Körfez ülkeleri ile Suudi Arabistan'ın ise 25 milyon dolar verdiğini anımsatan Muallim, "Bu askeri bir çabanın parçası olmuyor mu?" diye sordu. Suriye'deki olayların arkasında ABD'nin olduğunu savunan Dışişleri Bakanı Muallim, "Diğer ülkeler de alet oluyorlar" dedi.
TÜRKİYE'YE SUÇLAMA
Suriye'deki şiddet olaylarının yüzde 60'ının "ABD'nin etkisi altında olan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan'dan kaynaklandığını" belirten Muallim'e göre, Suriye'deki kriz halkın yasama, reform ve yeni bir anayasa gibi meşru talepleriyle başladı ve 'dış unsurlar' bu talepleri kullanıp halkın barışçıl isteklerini gasp etti.
ABD'nin terörizmle mücadele konusundaki sözlerini anlayamadığını kaydeden Muallim, Avrupa ülkelerinin de bir yandan Suriye'ye yaptırım uygularken bir yandan da ülkesinin refahını istediklerine yönelik açıklamaları olduğunu hatırlattı.
"HİÇBİR ÜLKE TERÖRİSTLERE İZİN VERMEZ"
Bakan olmasının ötesinde Suriye vatandaşı olduğunu vurgulayan Muallim, ülkesinde yaşananlardan pek çok Suriyeli gibi üzüntü duyduğunu ve güvenlikleriyle gurur duydukları eski günleri özlediklerini anlattı.
Suriye vatandaşı olarak ülkesini geri götürecek bir rejimi istemediğini belirten Muallim, "Prensip olarak hiçbir ülke, bazıları yurt dışından gelmiş üyelere sahip, silahlı terörist bir grubun cihat adı altında sokakları ve köyleri kontrol etmesine izin vermez" dedi.

KİMYASAL SİLAH AÇIKLAMASI
Hükümetin vatandaşlarını korumakla mükellef olduğunu belirten Muallim, "Suriye düşerse komşu ülkeler de düşer" dedi.
Muallim kimyasal silahlarla ilgili bir soruya, "Eğer bu silahlara sahip olsaydık, halkımıza karşı kullanmazdık" diye yanıt verdi.
İRAN, HAMAS VE HİZBULLAH/_np/0882/17720882.jpg
ABD'deki Brookings Enstitüsü'ne atıfta bulunan Muallim, "İran'ı baskı altında tutmak istiyorsanız, Şam'dan başlamanız gerekir" dedi.
Bazı Batılı ülkelerin İran, Hamas ve Hizbullah konusunda kendileriyle görüştüklerini anlatan deneyimli Dışişleri Bakanı, "Eğer isteklerini kabul etseydik, ABD'liler krizi sona erdirmemize yardım ederdi" diye konuştu.
Washington yönetiminin İran'ın nükleer kapasitesi konusunda Körfez ülkelerini korkutmayı başardığını anlatan Muallim, ABD'nin böylelikle bu ülkelere silah satışlarını artırdığına dikkat çekti.
KATAR EL CEZİRE İÇİN SÖZ VERMİŞ
Muallim, Katar Emiri Şeyh Hamid bin Halife el-Tani'nin Müslüman Kardeşler örgütünün ülkeye dönmesine izin vermediği için Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ı yalancılıkla suçladığını anımsatan Fisk'e "İki yıl önce aynı Emir, Esad ile çok yakın arkadaştı" cevabını verdi.
Muallim, Katar Emiri'nin Esad’a, Arap Birliği gözlemcilerinin ülkeye girişine izin vermesi karşılığında El Cezire televizyon kanalının yayın politikasını değiştirip Suriye’yi ve taraflar arasında uzlaşıyı destekleyeceği sözünü verdiğini iddia etti.
Suriyeli Bakan ayrıca, Katar Emiri’nin bir toplantıda Tunus’taki Ennahda Partisi'ne seçimlerde yardımcı olmak için 150 milyon dolar ödenmesi talimatı verdiğini söyledi.
KATAR İLE LİBYA TARTIŞMASI
Şeyh Halife'ye neden Libya'ya savaş uçağı gönderip, NATO'nun parçası olduklarını sorduğunu anlatan Muallim, "Çünkü Tunus ve Mısır'da ivmemizi kaybetmek istemiyoruz. Kaddafi de Sudan'ın bölünmesinden sorumlu" cevabını aldığını aktardı.

Hürriyet Planet
28 Ağustos 2012

Sunday, August 26, 2012

PKK'lılara dedim ki 'Siz bu tarafa buyrun

Antep saldırısı sonrası sessiz kalmakla eleştirilen BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ile PKK'lılarla karşılaşmadan Türk soluna ve 'Kürt mahallesi'nde siyaset yapmaya 'sıcak' konuları konuştuk

PKK'lılara dedim ki 'Siz bu tarafa buyrun'




Gaziantep saldırısı sonrasında soruyorlar: “Neredesiniz?” Neredesiniz?
Herkesi bağlayan birtakım manifestolar var. Karl Marx’a “Komünist misin değil misin?” diye sorulmuyor çünkü işin başında bir manifesto yayımladı. Biz de Blok olarak hem seçim beyannamesi yayımladık hem de seçimlerden hemen sonra İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile bir çatışma döneminin açıldığını gördüğümüzde üzerimize vazife düşüyor diye düşünerek ortaklaşa, barış yerine sivilleri hedef alan bir mücadelenin yanında olmayacağımızı deklare ettik. Bu artık namus sözü, bir kere söylemişiz. Bize sorulacak soru biz buradan dönersek sorulur, başkaları bir şey yaptığında değil. Fakat tuhaf bir şekilde bizi, eğer olumlu karşılık vermezsek, PKK mensupluğuna, PKK ’nın beşinci kolu durumuna itmeye çalışan bir çağrı var. Bu çağrının masum olduğuna, çatışmayı bitirmeye yönelik olduğuna inanmıyorum.

Seçimlerden sonra başlayan bu çatışmalar BDP ’nin işini zorlaştırmıyor muydu? 
İster Türkiye ’nin batısında, ister doğusunda iki büyük güçten ağır bir biçimde etkileniyor BDP . Hem devletin hem PKK ’nın üzerinde büyük bir basıncın olduğu siyaset içi alanda bir hat çizmeye çalıştık biz. Tabii bu güçlüklerle dolu. Kimse ciddiye almadı ama PKK 2011 yazında devrimci halk savaşı ilan etti. Devlet de Tayyip Erdoğan ’ın ağzından “Uzlaşma yok” dedi. Bu iki kuvvet karşı karşıya geldiğinde insanlar devleti de PKK ’yi de hafife aldılar. “Söyler geçer” diye düşündüler ancak geçilmedi. Fiiliyat ortada. Biz bu belirtileri görünce, hak iddia etme adına birtakım eylemlere girişilince gördük ki bu, çatışan taraflar arasında ve kırsalda kalmayacak, Türkiye ’nin tamamını etkileyecek.Bunu durdurmak için bir an önce neyse etkimiz söz alalım istedik ama beklediğimiz etkiyi uyandırdığımızdan emin değilim. Eleştirildik, ciddiye alınmadık. Fakat sezgilerimizin bizi yanıltmadığını gördük, keşke yanılmış olsa idik.

BDP ’nin şiddeti durdurmaya dair PKK üzerinde bir etkisi oluyor mu? 
Çok çalışırsak, çok hareket edersek olur. Gültan Kışanak’ın “Antep’teki eylemi PKK yapmış ise bu Kürt davasına zarar verir” sözünden hareket edersek, bunun Gültan Hanım tarafından söylenmesi çok önemli. Hepimiz bazı olaylar olduktan önce ya da sonra tartışarak, pozisyon alarak devreye girersek insanlar bunu kaale almak zorunda kalır. BDP tabanının meşru görmediği hiçbir savaşın sonuç alması mümkün olamaz. BDP tabanı herkesi dinliyor: Kandili de BDP ’yi de Öcalan’ı da Leyla Zana ’yı da. Bunlarla ilgili hüküm veriyor. Zana’yı dinlemezlik etmedi ama mesajı beğenmedi ve bir kenara koydu. Ama Öcalan’ın mesajını değerlendiriyor, kaydediyor. BDP ’nin mesajını kaydediyor.

Antep saldırısından sonra hakkınızda yazılanları okuyunca ne hissediyorsunuz? 
Ben kendimi çok rahat hissediyorum. Reşadiye saldırısı olduğunda açık olarak yazdım: “Bu çocukları neden öldürüyorsun? İşgal altında bulunduğu söylenen Kürdistan’da bile değiller ki”. Zamanında 33 asker öldürüldüğünde herkesten önce biz karşı çıktık. Şam’a gazeteci olarak gittiğimde Öcalan’a ilk sorduğum şey bu oldu. “Ama onları da bizim önümüze devlet attı” dedi. “Ee attı da öldürmek zorunda mısın?” Bu yazılanlar insanı “Ben zamanında PKK ’ya çok laf söyledim” demek zorunda bırakıyor ki, bunu zul olarak görüyorum. “Siz bilmezsiniz ben zamanında neler dedim” diye konuşulur mu? Toplumsal hafıza adına konuşan, yazan bunu aklında tutacak. Akyol ve benzerlerinin bunları yazıyor olması Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin kendini solda tanımlamasıyla ilgili. Yoksa çok övdükleri Kemal Burkay federasyonu savunuyor. PKK ’ya göre daha ayrılıkçı. İbrahim Güçlü gibi tamamen ayrılmayı savunanlar var ve hükümet onları çok seviyor. Hükümet şu an kim PKK ’ya küfrediyorsa onu seviyor. Bizi de aynı yere itmek istiyorlar. Sistematik olarak Sırrı ve benle uğraşılmasının sebebi de bu.

Taha Akyol yazısında ‘O mahallenin vicdanları nasıl kör ettiğinin örneği’ olarak gösterdi sizi, o mahalleye girdiğinizden beri neler değişti? Sonuçta uzaktan konuşmakla orada olmak bir olmuyor. 
Şu anda sizinle işte kendi mahallemde oturuyorum. Orası benim görev yerim ama şunu söyleyebilirim. İnsanların onurlu yaşama tutkularının ben bu kadar güçlü olduğunu, her şeyin önüne geçmiş olduğunu, hayatlarını, çocuklarını, ailelerini bunun için feda etmeye hazır olduklarını bu yakın temas olmasaydı bilemezdim. Bu insanların Türkleri bu kadar çok birlikte yaşayabilecek bir partner olarak gördüklerini de. Kendi kendilerini yönetmeye bu kadar tutkulu olduklarını da bilemezdim. O yüzden bence çok safiyane seçmeli Kürtçe dersleri vs. ile meselenin çözüleceğini sanmak. Belki sonunda herkes birbiriyle anlaşacak ama önce bu varlık ve kimlik tanınacak, bu elde edilecek. Bu tıpkı Amerika ’da beyazlarla siyahların yaşadığı gerilim gibi. Önce siyahlar kabul edilecek, sonra beyazlar ile eşit ilan edilecek. Bütün hakları verilecek, bütün istekleri karşılanacak ondan sonra siz gelip “Ben iyi bir insanım ırkçı değilim” diyeceksiniz. Geride yaşanmış bir tarih var. Dersim mağaralarında boğazlanmış insanlar var. Tayyip Erdoğan da öteki başbakanlar gibi “milliyetçiyim” dedi. Mahalleye gitmenin en önemli faydası idrak ve hissiyatta yarattığı farklılık. Ben de eskiye nazaran daha ölçülü, daha hakiki olduğumu düşünüyorum. O zaman diyeceksiniz “Gerillalarla kucaklaşıldığında bu mahallenin hassasiyetlerine dokunulmuyor mu?”

Madem oraya geldiniz… 
Elbette bu süreç daha iyi yönetilebilirdi fakat bu ne kadar başka insanları inandırır onu bilmiyorum ama orada asıl konvoydaki halk gerillalarla kucaklaşmaya yöneldi. Vekiller de bu akis içinde tutum takındılar. Gerillalar her zamanki protokolü uygulamaya kalktılar: Siz durun, biz gerillayı anlatacağız. Halk üzerlerine yürüyüp sarmaş dolaş olunca orada bunun kınaması, eleştirisi yapılamaz. Ayrıca neyi kınayacaksın? Ben belki de onlar kadar hissiyatlanmadım, heyecanlanmadım. Duruma espri yollu bir çare bulmaya çalıştım.

Nasıl bir espri yaptınız? 
“Hocam sizi misafir edeyim” deyince, “Yok teşekkür ederim, siz bu tarafa buyurun” dedim. Bunu tercüme ettiğinizde bu ne demek? Nasıl gelebilirler bu tarafa? Bütün o yol siyasi olarak kat edilebilecek bir yol. Ben o kahramanları görmek isterim gerillaya posta koysunlar orda. Bu olmaz. Böyle bir ilişki düzeni yok. Şunu söylemekse çok kolay: “Siz biliyor musunuz o gerilla kaç kişiyi öldürdü, öldürecek?” Peki bugün asker bile olmayan bu kahvede oturan gençlerin bölgeye asker olarak gitmeyeceğini biliyor muyuz? Zorunlu olarak öldürülmüş 40 bin Kürdün üzerine başkalarını eklemeyeceğini? Oyle bakarsaniz Kim kime sarılabilir bundan sonra? Bu savaşta 40 bin insan öldü. 35 bini savaşan Kürtler 5 bini de diğerleri. Bu çocukları kim öldürdü? Saymaya başladığımız zaman sonu var mı? Ben öyle bakmıyorum. O gençler karşılarındakini kendisine sarınılmadan edilemeyecek insanlar olarak gördüler. Sorunu çözüme kavuşturacak, siyaseti ifade edebilecek takdir ettikleri insanlar olarak sarıldılar. Onlar Kürt arkadaşlarımızın da akrabaları, akrabalarının akrabaları. Onlar da öyle yapacaklar. Kimse beni bu insanların cani olarak doğduklarına, idam edilmeden haklarından gelinemeyeceğine ikna edemez. Çocuklarını kaybetmiş asker aileleri bunu böyle yorumlar mı? Ama siyasetin görevi her bir ölümün tek ve biricik olduğunu anlatmak. Bu duygusallıklara siyaset katılacak olursa herkes birbirini doğramaya başlar ve doğrarsa yeridir. Bu mu?

Peki “Siz bu tarafa buyurun” deyince ne cevap aldınız? 
Gülümsedi ve dedi ki “O Ankara ’nın işi hocam, siz onu Ankara ’da yapacaksınız.”

Solun PKK ’yla arasına mesafe koymadığına dair eleştiriler artacak gibi bu dönemde: sivillere zarar veren ETA’yı İspanya ’da sendikaların sol örgütlerin kınaması örnekleriyle… 
Türk solunun şu aymazlığı yapmayacağından eminim. Sendika var da yürümüyor mu? Sendikal hayat mi bırakıldı? ETA’ya karşı yapılan yürüyüşlerin her birinin ayrı dinamiği var. Bir düzine ETA var. Ancak bu protestolar büyük ölçüde özerk yönetimlerin doğmuş olması, Bask dilinde eğitim gibi bütün ön taleplerin gerçekleşmesine rağmen şiddetin devam ediyor olmasıyla ilgiliydi. Şu anda Bask’taki, Katalonya’daki durumu Kürdistan özgürlük hareketine verin o gün silahlı çatışma biter. O zaman da Türkiye solunu PKK ’nın üzerine sürmeye gerek yok. PKK ’nın yine pek çok talebini Türkiye solu da talep olarak öne sürüyor. Hangimiz özerk yönetimi, ana dilde eğitimi istemiyoruz? Aslında kendisine de PKK ’ya muamele edildiği gibi muamele edildiği, Hopa’da yerlerde sürüklendiği, öldürüldüğü, gaz banyosundan geçerek yaşadığı, son otuz yıldır sola yönelik katliamcı yönelim kesintisiz sürdüğü için sol PKK ’yı hasmı değil demokratik ulusal haklar için başka bir yöntemle mücadele eden bir muhalif dinamik olarak görüyor. Ama bütün bunların böyle olmuş olması sivilin canına kıymayı meşru ve önemsiz kılmayı gerektirmez. Bizim itikadımız, geleneğimiz bunların karşısında olmayı gerektirir. Bu saldırı PKK da yapsa başkası da yapsa kınamayı hak eder. Bu kınamanın da bin tane yolu var. Bunu devletin yanına geçerek ya da onlarla politik bir diskur tutturarak yapabilirsiniz. Seyirci olarak kalmazsanız, Kürtlerin hak mücadelesinin yanında olursanız eleştiriniz de Kürtlerce duyulur. En doğru yol Kürt halkının mücadelesinin bir paydası olarak ona eşlik ederek bu eleştiriyi yapmaktır. O mücadeleyi meşru görmeyen eleştiriler ne kimsenin kulağından girecektir ne de kaale alınacaktır.

Bu mücadeleye destek verenlerde başlayacak olası durgunluk için ne söylersiniz? 
Bu yalıtma ve yeniden sıralama siyasetine bigane kalmak demek sonuçta tutunacak herhangi bir zemine de sahip olamamak demek. O yüzden hükümetin CHP ’ye yaptığı gibi hizalama, herkesi Türk milliyetçiliğinin arkasında safa dizme teşebbüslerine karşı çıkabilmeliyiz. Gazeteciler de hükümetin propaganda aygıtı gibi davranmayıp bağımsız eleştirilerini yapmalılar. Bu patlama Türkiye ’yle Suriye arasındaki bir rejim ihracı teşebbüsünden doğan çatışmanın yankısı ise ve çatışma sertleşerek devam edeceğine göre büyük bir hızla insanların kendilerini derleyip toparlamaları gerek. ABD ’yle Türkiye daha ileri müdahaleler konusunda anlaştıklarına göre diğer sınır kentlerinde de benzer olayların ortaya çıkabileceğini görmeli, şimdiden açık tavır almalıyız. İki şey şart: Kürtlere karşı uygulanan güvenlikçi yaklaşımın reddi ve Suriye ’ye rejim ihracı konusunda muhalefetin baskı altına alınmasına karşı koymak.

Bülent Arınç , Sırrı Süreyya Önder ’e Yıldıray Oğur, Gülay Göktürk okumasını tavsiye etti. Bu mudur? 
Ben de onlara kontrgerilla doktrininin mucidi David Galula’yı okumalarını tavsiye ediyorum. Şöyle başlar hikâyeye: Zamanında yapılacak olan hiçbir şey yapılmamış, halk zulüm ve devlet şiddeti dolayısıyla ayaklanmaya mecbur bırakılmışsa artık hiçbir kontrgerilla tedbiri fayda getirmez. Bu dava zaten kaybedilmiştir. Bu kendilerinden yana olan bir profesyonelin sözüdür.

Friday, August 24, 2012

Zengindik ama halkın yediğinden fazla yiyemez, giydiğinden fazla giyemezdik!

Bu Bandırma’dan bir insanlık öyküsü... Unuttuğumuz, unuttuğumuz için de zenginleştikçe ruhumuzu fakirleştiren... Erozyonun büyüğü bu işte! Ruhu bitince insanın, onu besleyen Toprak Ana’yı da bitiriyor ruhsuzca! Bandırma’nın en zengin ailelerinden birine mensup Hayrettin Karaca’nın anıları, koşa koşa sona giden bir dünyaya çözüm getirecek bilgeliği barındırıyor içinde...

“Zengindik biz ama halkın yediğinden fazla yiyemez, giydiğinden fazla giyemezdik. Çünkü param var ama fazlasını almaya hakkım yok! Çocukluğum boyunca yalın ayak dolaştım. Çünkü mahalledeki diğer çocukların ayakkabıları yoktu. Bayramlarda giyerdim bir tek, onlar da giyiyor diye... Ama akşamı zor ederdim. Çünkü ayakkabılar ısırırdı, altı nasır dolu ayaklarımı... Komşu anneye her gün yemek götürürdüm ama kimse bilmezdi. İşte kültür bu, zenginlik bu, dünyayı kurtaracak olan da bu... ”

Bayramda ‘tatlı yiyelim tatlı konuşalım’ istedim... Zaten öğrenmiştim ki, kilolarca dondurma verseniz, tatlı tatlı yiyecek. Yalova’daki Türkiye’nin ilk özel arboretumundaki ağaçlarla sarmalanmış o güzelim eve giderken yanımızda 1 kilo dondurma da vardı. Sebebi ziyaretimiz TEMA’yı, aslında geleceğimizi konuşmaktı. Küresel iklim krizini, Anadolu’daki çölleşmeyi... Ama dedik ya elimizde dondurma tatlı yiyeceğiz, tatlı konuşacağız. Önce dondurmayla tatlandırdık ki ağzımızı, bugünün acı gerçekleri biraz kolay yutulur olsun! Yetmedi, bayram ya, geleceğimizi konuşmak yerine tatlı geçmişi konuşuyor bulduk kendimizi. Hem de tam altı saat! Geçmiş bayramları, geleneklerimizi, unuttuğumuz insaniyetimizi bir de ondan dinledik. 90 yıllık bir hikâye olunca anlatılan, tabii ki sürer altı saat... Üstelik de anlatan, bir meddah kadar ustalıkla konuşan, her şeyini toprağa adayacak kadar bilge bir insan olunca; bir asra 10 kala, bir yaşayan tarih Hayrettin Karaca ile yaptığımız sohbet, sanki kaybedilmiş güzel günlere bir zaman yolculuğu gibiydi. Gönül ister ki kaybedilmiş değil, sadece unutulmuş olsun ve biz tekrar hatırlayabilelim tıpkı onun gibi...

Karnı aç olanı doyurabilirsiniz ama gözü aç olan doymuyor!

Geçmiş bayramlardan, ta 1920’lerden başladı anlatmaya... Bandırma’da, babasının kurduğu konfeksiyon imalathanesindeki günlere gittik. Bandırma’nın zenginlerinden bir çocuk geldi, ayakkabısız, yalın ayak dolaşmaktan nasır tutmuş küçük ayakları! Yoksulluk değil sebep, hani şimdi ağızlara sakız, içi boş ‘empati’nin bu topraktaki dili; insaniyet! Eğer yoksa Bandırmalı çocukların ayağında ayakkabı, en zenginin çocuğu da yalın ayak gezmeli! Hiç gocunmamış, hatta öyle bir alışmış ki, her çocuk gibi sadece bayramlarda giydiğinde ayakkabıyı, ne hissettiğini çocukça tekrarlıyor; “Ayağımı ısırırdı ayakkabı, nasırlar yüzünden! Akşamı zor ederdim...”

Sözleri bilgece geliyorsa size duyduğunuzda, bilin ki bu çocukluktan öğrendiklerinden, annesinden, babasından, ninesinden, dedesinden, komşularından! O mahalledeki yoksul komşu anneye, Allah’ın her günü gizleye gizleye götürdüğü yemekleri taşırken ve geri gelirken, boş dönmez diye o kaba konan tek bir yumurtayı getirirken eve, bazen sadece iki eriği, öğrenilmiş bir bilgelik bu.

İşte bunu yaşamadan çıktı mı ağzınızdan, “Komşusu aç yatanın yediği helal değildir” sözü, pek bir sakil duruyor. Bugün davul çalar gibi bağıra çağıra verilen yardımları, şatafatlı otel iftarlarını yapanların ağzından çıkanlar gibi! Oysa Hayrettin Karaca’nın ağzına pek yakışıyor, devamındaki sözleri de; “Bu dünyanın yarısının karnı aç, yarısının gözü aç!” Hâlâ son nefesini vermek üzereyken bile bizi doyuran Toprak Ana’ya olan sevgisi de bu yüzden. Onu öldürenlere açtığı savaş da... “Karnı aç olanı doyurabilirsiniz, ama gözü aç olan doymuyor” derken kastettiği global şirketlerin kâr hırsı aslında...

O yel değirmenlerine karşı duran bir Anadolu bilgesi, ‘giderayak’ çocukluğunun güzel günlerini göstermek için tüm çabası. Zor mu, belki! İmkansız mı, ona göre hayır. Yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle acı tespitleri yapması bundan. Bir sözünü daha söyleyelim, bu alemin halini anlatan; “Doğada insanlar, bitkiler ve hayvanlar bir arada yaşıyor. Bu dünyayı onlarla paylaşıyoruz. Kuşlarla, böceklerle, ağaçlarla, otlarla... Benim ortağım onlar... Aslında biz onlara bağımlıyız. Dünyadan insanı alın, hiçbir şey değişmez, hatta güllük gülistanlık olur her şey. Doğa sağlıklı olmazsa insan yaşayamaz, yok olur. Ama katlediliyor hırs uğruna... Daha fazla kâr için, daha fazla üretmek için, acımasızca tüketiyoruz dünyayı... Tek bir yolu var bu hazin sona gidişi önlemenin, ihtiyacımız kadar tüketmek. Yaşamak için yaşatmaktan başka bir yolumuz yok!”

O bu toprakların bilgeliğine güveniyor. “Dünyayı Anadolu kültürü kurtaracak” derken kalpten geliyor sesi... “Nedir bu Anadolu kültürü, nasıl bir mucize ki dünyayı kurtaracak?” diye mi soruyorsunuz? Söyleşiyi okuyun... Küçük Hayrettin’e yoksul komşuya yemek götürmesi için çıkını verirken annesinin fısıltısına kulak kesilin! Taş olsa anlar!

Çocukken ağır kekemeydim hayattaki başarımın sırrı bu!

- En başından başlayalım mı konuşmaya, çocukluğunuzdan?

Benim ninelerim, dedelerim Kırım’dan gelmişler. Benim doğumum 4 Nisan 1922, Bandırma... Yunan gelmiş, yakmış Bandırma’yı... İskelede, Haydar Çavuş Camii’ne toplamış erkekleri ve bombalayıp öldürmüş hepsini. Babam köye kaçarak kurtulmuş. Averof Zırhlısı bombardıman ederken Bandırma’yı ben 6 aylıkmışım... Anacığım beni çamaşır kazanının altına koymuş, öyle kurtarmış. “Yunan zalimi, Yunan yangını” diye diye büyüdüm ben... Ama bugün için örnek alacağımız bir şey var o günlerden... Yunan komutanı ezanı yasaklatmış. Osman Amcam 9 yaşında, Hafız-ı Kuran, sesi de çok güzel. Ahali, “Çocuğu çıkaralım, ezanı o okusun, ona dokunmazlar” demiş. Amcam ezanı okumuş. Yunan, amcamı minareden indirmiş, döve döve öldürmüş, caminin önüne bırakıp gitmiş. Bizimkiler gelmiş, çocuğun ölüsünü götürelim diye, bakmışlar nefes alıyor... Amcamın hayatı böyle kurtuldu. Ama ölünceye kadar da sakat kaldı. Şimdi bugünkülere soruyorum... Atatürk var ya Atatürk, tanıyor musun sen onu? Ona karşı gelenler var ya, onu hakir görenler... Kimmiş efendim Atatürk, Çanakkale’de zafer mi kazanmış, öyle bir şey yokmuş! Kurtuluş Savaşı mı yapmış? Yok canım, çetelerle savaşmış! Bunları diyenler var ya... İşte o olmasaydı bugün onlar şans eseri belki hayattaydı haberin olsun. Şans eseri! Şimdi gelelim benim çocukluğuma... 4 kardeştik. En büyükleri benim. 3,5 yaşımda kekeme oluyorum.

- Sebebi belli mi?

Değil. Ama ağır bir kekeme. Onun için halkın arasına giremiyordum... Köylere giderdim hep. Ne yapılırsa, harman dövülür, buğday yıkanır, mısır kırılır, hep “Ben de, ben de!” derdim çocuklukta... Çünkü hiç olmazsa orada kendimi ispat edebiliyordum. “Kekemeyim ama ben yaparım” diyordum. Mesela derede buğday yıkanacak değil mi? Yere bir hasır üzerine beyaz örtü serilir... Seledeki buğday, bir su, iki su, üç su yıkanır, tertemiz olur. Sonra onu kurusun diye örtünün üzerine döker, yayarlar. Birinin onu beklemesi lazım, çünkü kuşlar var, tavuklar var. “Ben, ben, ben bekleyeceğim!” derim. Evladım nasıl bekleyeceksin? Beklerim. 5 saat, 6 saat otururum, buğday kurur, toplanır, ondan sonra kalkarım... Hırs işte... Yani o kekemelik bu hayattaki başarıyı vermiş gibi geliyor bana.

- Peki ya okulda zor olmadı mı bu kekemelik?

Olmaz mı? İlkokula başladım. Gene kekemeyim. Bu yüzden beni oyuna almıyorlar. “Keke, keke!” diye alay ediyorlar. Ama mahallede kabul etmişler, oyunları beraber oynuyoruz. Saklambaç oynuyoruz, birdirbir oynuyoruz, orada konuşmaya ihtiyaç yok. Konuşma olunca fena! Bu yüzden ben başladım okulda kızların saçını çekmeye... Çünkü kendimi ispat etmek zorundayım. Çekiyorum saçlarını kızların, canlarını yakıyorum. Sonunda kızlar beni, o vakit biz muallime diyorduk, öğretmene şikayet etmişler. İşte o Zehra öğretmen benim hayatımı değiştiren insandır. “Hayrettin gel evladım bakayım” dedi, gittim. “Uzat ellerini” dedi, uzattım... “Eyvah! Cetvelle dövecek beni” dedim. Ama o “Aaa arkadaşlar, bu ellere bakın ne kadar güzel. Yaramazlık yapabilir mi?” dedi. Bir daha yaramazlık yapamadım. Çünkü beni himayesine almış birine karşı gelemezdim.

- Kaç yaşındasınız o zaman?

8-9 yaşlarında... Latin harflerinin ilk senesi, 1929... Zehra Öğretmen tahtaya yazıyor: Ali topu tut. Sonra “Söyle bakayım Mustafa” diyor, o bilemiyor. “Sen söyle Zeynep” diyor, o biliyor. Onu siliyor, başka bir şey yazıyor. Yine sırayla herkese soruyor. Bana sıra geliyor, ben de kekemeyim, ne yapıyor biliyor musun? Evvela tahtaya çağırmadığı üç çocuğu çağırıyor. Sonra “Hayrettin sen de gel” diyor. 4 kişi oluyoruz. Hep böyle ama, bu bir kere değil. Benden önce bir öğrenciye “Top yaz” diyor, o yazıyor. Bana “Kitap yaz” diyor, yazıyorum. Kekemeyim diye çocuklar arasında beni böyle koruyor... Tahtaya yazdığını okutmuyor, yazdırıyor. Sonra beni oyunlara almıyor ya çocuklar, büyük teneffüste iniyor bizimle beraber bahçeye, “Haydi çocuklar gelin birdirbir oynayalım” diyor. Beni de koyuyor araya...

- Peki nasıl geçti bu kekemelik?

Bir gün bir baktım, ben şarkı söylüyorum ama kekelemiyorum. İlkokulun son sınıfındaydım, bunu öğrendiğimde... A-a-a-ahmet demiyorum, Ahhmet diyorum, tamam bitti. Ben kekeme değilim. Şarkı söyler gibi ilk heceleri uzata uzata konuşmaya başladım böyle. O bana güven verdi. Başladım, “Muallime hanım ben de söyleyebilir miyim?” demeye... Böyle böyle kurtuldum kekemelikten. Dönelim yine çocukluğa... Biz 4 kardeşiz dedim ya, en küçüğümüz daha doğmamış. Ben 5,5-6 yaşındayım. Benden sonra iki küçük daha var. Anacığım sabahleyin bizi doyurur, bana “Haydi evladım ayağımın altında dolaşma, git oyna” der. Ama ayakkabı giydirmez. Neden biliyor musun? Mahalledeki çocukların hepsinin ayakkabısı yok, onun için...

- Ne büyüklük...

Kültür bu işte... Zengin olmak bu işte... Bayramda bile eğer mahalle çocuklarına da alındıysa giyerdim ama akşamı zor bulurdum. Çünkü ayakkabılar ısırırdı ayaklarımı. Nasır bağlamış altları, dolu... Ben daha sabaha kadar anlatırım bu kültürü sana...

- Anlatın, dinlerim...

Ninem, imalathane deniyordu o vakit, fabrikada çalışıyor. Çünkü kadınlar, kızlar ninem için geliyor. Her gün evde iki kazan yemek pişiriyor anacığım, öğlene doğru 4 çırak geliyor. Alıyorlar kazanları, fabrikaya götürüyorlar. Fabrikada yemekhane diye bir yer yok. Makinelerin arasına hasırlar seriliyor. Kora diyoruz, 30 santim yüksekliğinde sofralar bunlar. Üzerine bir örtü, ortaya çanaklar... Kepçe kepçe çanağa dolduruluyor yemekler. Herkes kaşığını evden getiriyor, tahta kaşık... Babam yazıhanede otururken, “Bana da bir tabağa koyup getirin” demiyor! Bakıyor, o gün nerede boş yer varsa oraya gidip oturuyor. Patron olmuş ama bir üstünlüğü yok! Her bayram önce bu 60-70 çalışanı ve çocuklarını giydiriyor... Bu bir kültür değil mi? İşte ben bunu gördüm, yaşadım.

- Ne güzel şeyler anlatıyorsunuz...

Annem beni çağırır, “Avucunu aç Hayrettin” der. İki avucumu açarım, yan yana bitiştiririm. Üzerine bir havlu koyar, onun üzerine de sıcak bir kapta yemek. Biz ‘kuşhane’ derdik o kaba. Kulplu, üzerinde kapağı var. Bilirim komşu anneye gidecek o. Komşu annenin evi ile aramızda bir çayırlık var. Komşu annenin odununu kim alır, gazını kim alır kimse bilmez. İşte kültür bu... Ben o kuşhaneyi komşu anneye götüreceğim değil mi? Annem bana “Al bunu Hayrettin komşu anneye götür” demez. Ne der biliyor musun? Kulağıma fısıldar gibi, “Komşu anneye götür” der. “Duydun mu?” diye sorar. “Duydum, duydum” derim ben de onun gibi fısıldar gibi bir sesle...

- Çok şükür ki benim annem babam da böyle. Ama bakıyorum da çoğumuz o kadar uzaklaştık ki bu kültürden...

İşte bu kültür yaşatacak bu dünyayı... Sonra annem “Git kuşhaneyi al” der bana... Giderim, kapıda kilit yok öyle, girerim içeri, “Aaa sen mi geldin evladım?” der komşu anne, gider kuşhaneyi getirir. Kapağını açar, içinde bir tane yumurta var. “Söyle annene sana yedirsin, taze, folluktan aldım” der.

- Boş göndermez yani...

Tabii... Gidersin bazen iki tane koca erik olur. “İkisini de yeme. Biri kardeşinin, biri senin” der. “İyi de komşu anne, bütün evlerde kümes var, bizde de yumurta var” demem. Çünkü o kap boş gönderilmez, bilirim. Akşam olur yer sofrası kurulur, otururuz. Annem babama der ki, “Halil, senin oğlun bugün ne yaptı biliyor musun?” Ne yaptı? “Komşu anneye kuşhane götürdü.” Babam, “Paşa oğlum, arslan oğlum gel” der, alır dizine oturtur beni. Saçlarımı okşar, “Aferin oğluma” der, göklere çıkarır beni. İşte kültür bu, zenginlik bu, dünyayı kurtaracak olan da bu...
Mine Senocakli

Tuesday, August 21, 2012

Etem Xemgîn: Dedelik kurumu, Osmanlı'nın misyonerliğidir

'Osmanlılar döneminde padişahlar tarafından verilen dedelik soy secereleri var. Başlangıçta bu soy secereleri almaya gidenler direkt padişaha gidiyor, başvuruda bulunuyor. Osmanlı padişahı halifedir. İslam halifesine başvurarak İslama aykırı hiçbir şey yapmayacaklarına söz vererek secereleri alıyorlar. Ve söz verdikten sonra Kızılbaş Alevileri arasında dedelik yaparak, Alevileri entegre demeyelim de dönüştürme yoluna gidiyorlar.'

1990'lı yıllarda gerek Alevilik gerekse de Kürdistan tarihinden söz edildiğinde Etem Xemgîn kitapları temel bir referans kaynağı idi. Alevilik inkarının artık sürdürülemediği dönemde devreye konulan 'Alevilik İslamiyetten geliyor' tezine karşı Etem Xemgîn, Kızılbaş Aleviliğin kökeninde Zerdüştlük ve Mazdaizm olduğunu savundu.
Aleviliği ve Alevilerin bugünkü durumunu konuşmak için Etem Xemgîn'i evinde ziyaret ettim. Söyleşide, özellikle dedelik kurumunun kökenine ilişkin önemli değerlendirmelerde bulundu. Ve ne ilginç ki, tam da bu söyleşiden sonra AKP hükümeti-devletinin Mele projesi açıklandı. Derim ki, tarihçi-yazar Xemgîn'in dedelikle ilgili değerlendirmelerini bir de o ışıktan okuyun.

Varlıkları on yıllarca inkar edilirken, son dönemde Türkiye'de Alevilerden daha sık söz edilmeye başladı. Sizce Kızılbaş kimliği özgürleşme sürecinde mi, yoksa daha ince bir asimilasyon ile mi karşı karşıya?
Dikkat edilirse son dönemde AKP, Alevi açılımını biraz daha genişletmeye başladı. Paralel olarak kimi konuşmalarda Zerdüştilik olumsuz bir kimlik olarak gündeme sokuldu. Alevi açılımı aslında bir nevi zorlamaydı. Buradaki amaç, Alevilerin Zerdüştiliğe kaymasından ziyade Müslümanlığa kayması. Erdoğan burada tabii ki kendine göre bir Alevilik yaratmayı amaçlıyor. Ve bunda da öncelikle Bektaşiliği ön plana çıkarıyorlar. Hedef Alevilerin mücadeleden koparılmasıdır. Yine Aleviliğin Zerdüşti düşüncesinden veyahut ilkelerinden koparılıp İslamiyet içerisinde bir kavrama dönüştürülmesidir.
Günümüzde 'yumuşak' ya da 'ılımlı' Müslümanlık denen bir aşamaya geliniyor. Alevi açılımını, onu bunun içerisinde eritme politikası olarak da değerlendirmek gerekiyor. Ve burada özellikle Batı Aleviliği, yani eskiden Bektaşi olan kesim bu aşamaya sempatiyle bakıyor. Dêrsim Alevilerin de büyük çoğunluğu buna belki olumlu bakabilir ilk etapta. Fakat buradaki amaç farklı. Çok dikkatli olmaları lazım. İslamiyeti kabule zorlama demeyelim de, kabule yöneltme eğilimi var. Aleviler de buna meyilli kılınıyor. Mesela Tayyip Erdoğan'ın Dêrsim açıklamaları da bu bağlamda bir özür olamaz.
Ön plana çıkarılan insanlar var. İzzettin Doğan'dır, diğer gruplardır, dedelerdir. Bunlarla Alevilik bir yanda İslamiyet içi bir mezhep haline getirilmek isteniyor. Mesela Hacı Bektaş'ta cemevi ile cami yan yanadır. İşte 'efendim, Hacı Bektaş burada semah dönerdi, burada da namaz kılardı' hikayesi var. Bu şekildeki yaklaşımlarla Alevilik, İslamiyet içi bir mezhebe dönüştürülmek isteniyor. Aleviler de buna çok yatkın.

O yatkınlık kaynağını nereden alıyor?
Bugüne kadar hep 'işte efendim, biz de müslümanız', hatta 'biz hakiki İslamız, kuran sonradan yazıldı' gibi şeyler söylendi. Camiden uzak durmalarına da gerekçe uyduruldu. Denildi ki, 'Camilerde Ali'ye hakaret ediliyor, bunun için camiye gitmiyoruz'. Aynı zamanda üçlü birlik dedikleri 'Ali-Muhammed-Kuran' veyahut 'Ali-Muhammed-Allah' şeklindeki deyimler de, bu tür şeylere yatkın olduklarını gösteriyor. Ya da en azından meyilliler.
Mesela 12 İmamcılığı devam ettirmeleri, 12 İmam orucunu tutmaları, Muharrem sonrasında aşure yapmaları, bir nevi o kültürü benimsemeye yatkın olduklarını gösteriyor. Esas olarak 12 İmam'ı takip edenler, Şia dediğimiz kesimdir. Onlar gerçekten de 12 İmam'ı takip ediyor. 12 İmam'ın 12'si de Müslüman. Gerçi son imama Mehdi deniliyor. Fakat 11'inin tamamı Müslüman. İslamiyetin şartlarını dört dörtlük yerine getiren bir kesimdir. Bizim Kızılbaş Aleviliği içinde İslamiyetin şartlarını yerine getiren bir kesim olmadığı gibi, Aleviliğin ilkelerini İslamiyetin şartları ile yan yana getirdiğinizde, birbirlerine tamamen zıt oldukları görülür. Dolayısıyla bu yaklaşım Kızılbaş Aleviliğin tamamen aleyhinedir.

Alevilerde doğal bir muhaliflik durumundan söz edilir. Türkiye ve Kürdistan'da da özellikle 70'li yıllarla birlikte sol sosyalist mücadeleler içinde güçlü bir şekilde yer alırken, bugün radikal mücadelelerden kaçınan bir yaklaşım hakim. Bu neyin sonucudur?
Alevilik, başlangıçtan itibaren biraz farklı bir olgu. Aleviliğin felsefesi de, kültürü de iktidarı sevmez. Ne kendisi hükmetmek ister ne de üstünde bir hükümranlık hissetmek ister. Mesela Zerdüştlükte üçlü birlik kuralı var: İyi düşün, iyi söyle, iyi yap. Bu sonradan Mani döneminde üç kilide dönüşüyor: Eline kilit, diline kilit, beline kilit. Aleviler arasında da 'Eline, beline, diline' denilir. Öz itibariyle haksızlıklara kapalı bir topluluk. Ne haksızlık yapmak ister ne de haksızlığın kendisine yapılmasını ister. Dolayısıyla hükümranlık statüsüne karşı olan bir topluluk. Osmanlı döneminde veya genel olarak geçmiş süreçte bir yere kadar sosyal yaşamını kendi kültürüyle devam ettirmiş. Fakat sonradan hem Osmanlı döneminde hem de Cumhuriyet döneminde yaşadıkları baskılar, katliamlar önemli etkide bulundu. Sonrasında şehirleşme yaşandı.
1968'ler sonrasındaki olaylarda da siyasi gelişmelerde devrimci kesimlere destek olmaları veyahut devrimci düşüncelerin orada yaygın bir şekilde destek bulmasının en önemli sebeplerinden birisi, haksızlığa tahammülsüzlüktür.
Şehirlere göçün yoğunlaştığı dönemde hem şehirdeki yaşama adapte olma, hem de kendilerine yer edinme sorunu ile karşı karşıya kaldılar. Alevilik zaten yasaktı. Kimse 'Aleviyim' diyemiyordu. Aleviliği bir kenara bırak, Kızılbaş denildiğinde çok ciddi hakaretler ediliyordu. Zaten geçmişte de Anti-Alevi propagandalarla son derece kötü gösterilen bir topluluk. Şehirleşme sürecinde bu pozisyondan da kendilerini kurtarabilmek için egemen topluma adapte olmaya başladılar. Entegrasyon ile birlikte asimilasyon da yaşandı. Sonra 12 Eylül'e gelindiğinde giderek bir geri çekilme yaşandı. Mücadeleden biraz soğumaya başladılar.
Bu süreçte rol oynayan çok değişik katmanlar var. Sosyal yaşamları bu süreçten çok etkilendi. Ayrıca diğer örgütler de Alevileri etkiledi. Mesela dedeler kurumu ya da dedelik. Gittikleri yerlerde bağlantıları koptu. Dedeliği destekleyen devlet yapısı, dedeler aracılığıyla da onları entegre etmeye çalıştı. Dolayısıyla da giderek mücadeleden, eski sosyal düşüncelerinden uzaklaşmaya başladılar. Bu süreç de hala devam ediyor. Bugün yapılan siyasi propagandalar da öyle. Mesela son seçimlerde Dêrsim'de CHP'ye bu kadar çok oy verilmesi son derece düşündürücü bir olay. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında Aleviler üzerinde uygulanan baskılar, katliamlar var. Dêrsim'i yaşanılmaz kıldılar. İnsanları asimile ettiler, Kemalist düşünce geliştirildi, entegre edildi. Yani sadece genel olarak Kürtler açısından değil, Aleviler açısından çok daha baskıcı bir rejimin uzantılarının Aleviler tarafından bu kadar desteklenmesi düşündürücü.

Söyleşinin başında söz ettiğiniz anti-propaganda bugün de devam ediyor. Kızılbaşlık hangi dönemde bir negatif kimlik olarak inşa edildi?

İslamiyetin çıkışıyla beraber bölgede var olan, esasında Zerdüştlük ya da Mazdaizm inancı bir bütün olarak karalandı. Gewr kelimesinden gavuru ürettikleri gibi. Hatta bazı söylemlere göre şeytan kelimesi şahîdan'dan, yani 'sevinç veren'den geliyor. Kızılbaşlık da aynı şekilde birçok değeri ile birlikte karalanmıştır. 'Ateşe tapanlar', 'tanrısızlar' denilmeye başladı. Hala da bölgede dört kitaptan bahsedilirken, Avesta'nın adı bile anılmaz. İslamiyetin çıkışıyla beraber bölgede rakibi olan Zerdüşt ya da Mazdaizme ya da Aleviliğe karşı karalama kampanyası başlamıştır. İslamiyetin bölgede hakimiyetini sağlamasıyla birlikte karalama kampanyası devam etti, giderek de İslamiyeti benimseyenlerle birlikte süreklileşti. Bu da kendini gizleme eğilimini beraberinde getirdi.
Alevilik konusunda devlet katındaki bazı 'gayretler' aslında Turgut Özal ile başladı. Ama oradaki amaç da farklıdır. Alevi kesimini gelişen Kürt mücadelesinden koparmak için Alevileri Kürtlerden ayırmaya çalıştılar. İşte Gölbaşı toplantısı yapıldı, Alevi açılımları başladı. O güne kadar doğru dürüst Alevilerle ilgili basılmış bir kitap bile yoktu. Ama ondan sonra yayınlar hızla yaygınlaşmaya başladı. Burada da farklı tezler işlendi. Mesela Aleviliğin Müslümanlıktan geldiğini ilk savunanlardan biri olan Halil Öztoprak, o dönemde 'Kuranda Hikmet, Tarihte Hakikat' diye bir kitap yazdı. Alevliğin Müslümanlık olduğunu savunduğu halde bu kitabından dolayı yargılandı. Sonra Aleviliğin Türklük olduğunu savunan, Cemal Gürsel'in önsözüyle yayınlanan 'Varto Tarihi' var. Bu iki kitabın dışında 1980'lere kadar kitap yoktu, elde yazılı belge yoktu. Sonrasında bir yayın furyası başlatıldı. Yine iki akım işlendi bu yayınlardı. Mesela 'Ali, Muhammed, Kuran' deyiminden söz ettik demin. Necmettin Erbakan da bir zamanlar 'Ali'yi sevmekle Alevi olunuyorsa en büyük Alevi benim, çünkü Ali'yi herkesten daha fazla severim' demiştim. Nitekim geçenlerde Tayyip Erdoğan da aynı şeyi söyledi.
Yine sıkça söylenen bir şey, Aleviliğin İslamiyetle bağdaşmayan kesimlerin Şamanizm kültüründen geldiği yönde. Herkes bilir ki Şamanizm büyü ve sihir inancıdır. Bu inancın Alevilikle hiçbir alakası yoktur, çünkü Aleviliğin büyü ve sihirle hiçbir ilgisi yoktur. Alevilik bir bütün olarak tabiat inancıdır. Tabiatın bilimsel inancıdır, evrenin inancıdır. İslamiyetle şu veya bu şekilde hiçbir ilişkisi yoktur. Ama bu şekilde işlenmeye devam ediyor.

Şehirleşmeyle birlikte yaşanan sorunlardan söz ettiniz. Bu bağlamda Aleviliğin 'modernleşme' kıskacında olduğunda söyleyebilir miyiz?

Şehirleşmeyle ya da merkezi alanların dışına dağılmayla beraber Aleviliğin öz kültürü korunamıyor, asimile oluyor. Fakat öz kültürünü kaybetme eğer modernleşme ya da çağdaşlaşma olarak anlaşılıyorsa, bana göre son derece yanlış bir deyim. Her şey, her varlık kendisini öz yetenekleriyle geliştirebilir. Bir başkasına benzemek modernleşme değildir. Bu açıdan baktığımızda Alevilik dağılmayla beraber bunu yaşayacaktır. Alevilik içi çatışma yaşayacaktır. Bir kısmı doğrudan asimile olup dağılacaktır ama Aleviliğin içinden bir kesim bazı değerlerini sürdürecektir ve onun mantığına ters giden şeyleri reddedecektir. Aleviliğin çekirdek halinde olsa bile yeniden yeşerme ihtimali var.
Fakat Aleviliğin dejenere olmasını sadece günümüz açısından değerlendirmek yanlıştır. Osmanlı döneminden itibaren ele alınması gereken bir husus. Ve bunun da en temel örneğini dedelik kurumu oluşturuyor. Alevilikte dedelik kurumu yoktur, pirlik kurumu vardır. Pir ocakta, yani bir eğitim kurumunda yetişir. Dört kapı kırk makam denilen olgu da burada öğretilir. Pirin olgunlaştığına kanaat getirildiği zaman, ocak tarafından görevlendirilir. Alevilik erkanına göre pir, topluma hizmet verir. Pir ocaktan sorumluydu, ocak da pirden. Pir görevine layık olmak zorundaydı. Şimdi ise bu böyle değil.

Peki pirlikten dedeliğe geçiş nasıl yaşandı?

Osmanlılar döneminde padişahlar tarafından verilen dedelik soy secereleri var. Osmanlılar Alevileri ne kadar seviyordu ki, devlet onlara soy secereleri verdi? Orada soy Ali'ye kadar dayanıyor. Başlangıçta bu soy secereleri almaya gidenler direkt padişaha gidiyor, başvuruda bulunuyor. Osmanlı padişahı halifedir. İslam halifesine başvurarak İslama aykırı hiçbir şey yapmayacaklarına söz vererek secereleri alıyorlar. Ve söz verdikten sonra Kızılbaş Alevileri arasında dedelik yaparak, Alevileri entegre demeyelim de dönüştürme yoluna gidiyorlar. Aleviler, Osmanlı döneminde kendi yapılarında kendilerine özgü kültürleriyle özgün olarak yaşıyorlardı. Hükümranlığı kabul etmediler. Ve Osmanlı devletine vergi de, asker de vermiyorlardı. Osmanlı devletinin vergi alabilmesi için bölgeden, bu dedeler aracılığıyla buğday zamanı buğdaydan, kuzu-koyun zamanı koyundan ya da yağ zamanı yağdan vergi alabilmek için 'allahın hakkı' diye bir deyim uydurdular ve bu şekilde vergi aldılar. Dedeler, topladıkları bu verginin yarısını Osmanlı devletine verirken, yarısını kendilerine alıyorlardı. Dedelik kurumu böyle başladı. Sonrasında dedelik, babadan oğula geçer hale geldi. Ocak kurumu, o kurumdaki eğitim bu şekilde bitirildi. Bu ise esas olarak Aleviliğin temel ilkesinin imhası anlamına geliyor. Dedeler bir nevi Osmanlı devletinin misyonerliğini üstlendiler. Ocak, eğitim kurumuydu. Dede ocaktan yetişip olgunlaşmadığı müddetçe atanamaz. Alevilik eğer kendi gerçekliğini bulmak istiyorsa, tekrar ocak erkanına dönmek zorunda.
Pirlik bir hizmet makamıdır, bir amir makamı değil. Yani dede bir kere posta çıkacağı zaman, o posta layık olup olmadığına dair önce cemiyetten izin alması lazım. Üç sefer sorması lazım. Post anası dediğimiz bir kadın da onu kontrol eder. O ana, elinde postu saklayan kişidir, ona bakan kişidir. Cemde pirin yanına kadın oturur. Kadın denetler. Şimdiki bazı cemlerde dedeliği görüyoruz; sanki babasının malıymış gibi gelip oraya oturuyor ve istediği şekilde davranıyor. Alevilik erkanında cemler tek can, tek nefes prensibi üzerinde yürür. Bunun anlamı şudur: Cemiyette herkes eşittir, herkes eşit değerdedir. Dede üstte değil. Onun için de pir emir veremez. Şunu yap, bunu yap diyemez. Herkes kendi değerini bilir. Cezalar verilirken bile pir sadece öneride bulunur cemiyete.


'Aşure, Nuh tufanından kalmadır'

Aşure zamanını geride bıraktık. Bu geleneğe ilişkin de farklı farklı anlatımlar var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bildiğim kadarıyla aşure, tanrıya şükrandır. Bana göre bu Nuh tufanı ile ilgilidir. Anlatımlar, rivayetler de öyle. Tufandan kurtulanlar, karaya çıktıktan sonra var olan yiyeceklerini karıştırıp yemek yaparlar ve bu şekilde tanrıya şükrederler. Bir şükran olayıdır. Ama bunun bir yas olayına denk geldiğini hiç düşünemiyorum. Çünkü yapılan 12 İmam mateminden sonra sanki kutlama gibi bir havaya girmek doğru bir yaklaşım tarzı değil. Benim düşüncem böyle. İkincisi, aşurede kaç maddenin karıştırıldığına dair kesin bir şey diyemem. Alevilikte kutsal sayılar var. Mesela 7 sayısı, 12 sayısı. Örneğin kurban yedi eve dağıtılır. 12'de olma ihtimali var. Başka şekilde yapanlar da var. Ben ona bir şey diyemem.
Bir kere her şeyden önce Aleviliğin kökeninde Zerdüştlük vardır. Alevilik, Kürt ve Fars halkına dayanan bir yapıdır, bir kültürdür, bir inanç kültürüdür. Burada Aleviliği götürüp Arap kültürüne dayandırtmak bana çok saçma geliyor. Hatta Aleviliği Yas-ı Matem dedikleri, 12 İmam'la bağdaştırmak son derece saçma geliyor. Ben şuna kesinlikle inanıyorum: İslamiyetten önce de aşure yapılıyordu. İslamiyet döneminde de aşure yapılıyordu. Birinci İmam'da da yapılıyordu, ikinci İmam'da da yapılıyordu, üçüncü İmam'da da yapılıyordu. İmamların sayısı arttıkça mı içine karıştırılan maddelerin sayısı arttı? Kaldı ki 12 İmam diyoruz ama İran'da Humeyni'ye de İmam deniliyor. Şimdi 13. İmam mı var? Sayı artarsa her seferinde bunu değiştirecek miyiz?
Bir kere şunu kesinkes açıkça söylemek lazım: İslamiyetin o aşamasında, mesela hilafet aşamasında bir bakıyoruz, Ali taraftarı olanlara Şia deniliyor. Bugünkü Şiiler onun takipçisi. Ebubekirler, Ömer, Osman, aynı şekilde Muhammed, Ali; bunlar aynı kabile içinde, dedeleri ikiz kardeştir bunların. Yani yakın akrabalar. Bunlar bir nevi iktidar çatışmalarıdır. İki Arap kabilesi arasındaki iktidar savaşında biz Kızılbaş Alevilerin ne işi var? Niye taraf tutuyoruz? Bizi ne kadar ilgilendiriyor? Bizi hiç ilgilendirmediği halde bunu öne çıkarmak. Yavuz Sultan Selim'in yaptığı katliamlar? Kimse onlardan bahsetmiyor. Daha düne kadar Dêrsim olayından kimse bahsetmiyordu. Maraş olayı, Sivas, Çorum olayı var, kimse bunlardan söz etmiyor. İlla da Hasan Hüseyin deyip duruluyor. Peki o masum insanlardan bahsedilirken, kaldı ki masum değiller, iktidar savaşı veriliyor, Dêrsim'deki Kürdün ne günahı var? Onlardan neden bahsedilmiyor? Üzeri örtülmek isteniyor. Bu Aleviliğe tamamen aykırı bir şey. ALINTI

Savaşacaksanız bilin bunları

19/08/2012 Radikal 2 
Ben ve benim gibi çocukluk geçirip ve evre evre ölümlerle tanışmış, sürekli etrafındakileri kaybetmiş kişiler toplumsal hayatta nasıl bir yerde durabilir?
Savaşacaksanız bilin bunları




Öncülüğünü Abdullah Öcalan ve arkadaşlarının yaptığı “Apocular”, 27 Kasım 1978’de Diyarbakır ’ın Lice ilçesi Fis köyünde PKK ’nin kuruluşunu gerçekleştirdikten tam 7 ay sonra, 29 Temmuz 1979’da Hilvan’ın Kırbaşı köyüne baskın düzenlediğinde yedi yaşındaydım. O yaz Hilvan’da ilkokul 2. sınıfına hazırlanan, “Ne Mutlu Türküm Diyene” demeyi sökememiş bir öğrenciydim. AP milletvekili Mehmet Celal Bucak’a yönelik yapılan baskının gerçekleştirildiği Kırbaşı, akrabalarımın köyüydü. Baskın sırasında hayatını kaybeden ve benden sadece 6 ay büyük olan İsmail Arhan’ın annesi Fidan Avcı annemle, babası Fuat Arhan babamla amca çocuklarıydı. Bu baskından 2 yıl 17 gün önce de ilçe merkezinde devletin desteklediği paramiliter sağcılar tarafından amcamın oğlu Kadir Koreli öldürülmüştü.

Çocukluğumda... 
PKK , Kırbaşı köyüne baskın yaptığı dönemde ilçe merkezinde Apocular ismiyle etkiliydi. Mahallelerde hakimiyeti vardı. Hilvan o dönemde tam bir savaş alanıydı. Hemen hemen her gün sokak çatışmaları yaşanırdı. Şehir merkezinde bugün, o dönem öldürülen polislerin 1980 darbesinden sonra isimlerinin verildiği nice sokak vardır. Yine o dönem, ilçenin kırsalındaki köylerde askerlerle girilen çatışmalar yaşanırdı. Bucak ailesinin devlet desteğinde, vahşette zirve yaptığı, gençlerin “Apocu” diye canlı canlı patoslara atıldığı dönemdi. Ben çocuktum.

Sokakta çatışma sonrası can çekişen polisi de, cenazeleri sağlık ocağının garajına gelişigüzel konulmuş askerleri de, vücutları paramparça edilmiş PKK militanlarını da gördüm o yaşlarımda. Gecenin herhangi bir saatinde patlayan silah sesleriyle sabahladığımız da oldu, sokakta oyun oynarken çatışmaların ortasında kaldığımız da. Büyüklerimize bir oyun havasında şarjör doldurduğumuz da…

21 Mart 1980’de okuduğum Ülkü İlkokulu’nda müdür olan Bekir Dadaş ölü bulunduğunda henüz 8 yaşına girmiştim. Hem amcamın hem halamın oğlu (anne ve babası babamla amcazade) diyeceğim Sıtkı Paydaş, asker kıyafetleri giymiş kişilerce Hilvan-Urfa karayolununun 13. kilometresinde aracı durdurularak Eylül 1980’de öldürüldüğünde (hâlâ faili meçhul) 8 yaşımı çoktan geçmiştim. Sıtkı Paydaş’ın öldürülmesinden birkaç gün sonra darbe oldu.
Darbeden sonra ilçeye seçilerek gönderildikleri belli olan eğitim kadrolarıyla birlikte artık okul bahçelerinde bile Kürtçe konuşmak yasaktı. Düşüncede Kürtçe, dilde Türkçe uçurumları arasında belleğimizi gerdiğimiz yıllardı. PKK , 15 Ağustos 1984’te Şemdinli’yi bastığında ben 12, geçen yıl tanışma şansına eriştiğim bugünkü Şemdinli Belediye Başkanı Sedat Töre, 1 yaşındaydı.

13 Aralık 1988 günü, yine babamın amca çocuklarından eski CHP vekili Celal Paydaş, Diyarbakır Cezaevi ’nde gördüğü işkenceler sonucu geçirdiği kalp kriziyle yaşamını yitirirken 16 yaşındaydım. 1991’de İstanbul Üniversitesi ’nde eğitimime başladığımdan 3 yıl sonra gözaltında kaybedilecek Diyarbakırlı Cüneyt Aydınlar’ı tanıdığımda 19 yaşındaydım.
Cüneyt Aydınlar 1994 Şubat’ında gözaltındayken öldürüldüğünde henüz 17 yaşlarında olan kardeşi Emrah’ı 25 Şubat 2012’de Galasaray meydanında Cumartesi Anneleri’nin oturma eyleminde tanıdığımda o 35, ben 40 yaşıma giriyordum.
Aynı yılın (1994) Haziran’ında dedemin yeğeni, bana, “Dağa çıkıp gerilla olmak kolay, önemli olan hayatın içinde kalıp gerilla olmak” diyen dayım Muhsin Melik, Urfa şehir merkezinde kontrgerilla tarafından suikast sonucu öldürüldüğünde 22 yaşındaydım.
1996’nın Ekim ayında Almanya ’ya kaçak yollarla göç edecek Sıtkı Paydaş’ın tek oğlu, kuzenim Mehmet Paydaş’ı öğrenci evimde misafir ettiğimde 24 yaşındaydım. Sedat Töre’nin de, Sıtkı Paydaş’ın oğlu ( Almanya ’da mülteci) Mehmet’in de, Cüneyt Aydınlar’ın da, Aydınlar’ın kardeşi Emrah’ın da, Muhsin Melik’in oğlu Rohat’ın da gözlerinde hep kendi gözlerimi gördüm. Aynı telaş, aynı kırılganlık, aynı yitiklik, aynı keder, aynı yılgınlık ve aynı dilek…

Ve bugün... 
Bugün benim ve benim gibilerin dün yaşadıkları, kimi çocuklar için yeni başlıyor. Asker ya da gerilla yakını olsun, fark etmiyor. Bir çocuğun ölümle tanışması, hele ki böyle birey olmayan karşı faili / adresi tanımlanmış bir ölümle tanışması belleği tümden allak bullak ediyor. Benim belleğim hâlâ allak bullak.
Ben ve benim gibi çocukluk geçirmiş ve ölümlerle tanışmış, sürekli etrafındakileri kaybetmiş kişiler toplumsal hayatta nasıl bir yerde durabilir? Haftasonu için yapılan planlar, maç keyifleri, sevgiliye verilecek armağan için harcanan efor gibi şeyler bana çok saçma geliyor. Çünkü belleğimde yeni ölümlerle çoğalan ve büyüyen ve temizlenmemiş bir kan pıhtısı duruyor öylece.
Yalnız olmadığımı bilmek ise daha çok acı veriyor. Şemdinli’nin, Hakkari ’nin, Cizre’nin, Diyarbakır ’ın çocuklarını düşündükçe kahroluyorum. Aynı şekilde bayraklarla örülü ve bir süre omuzlarda taşınan asker cenazelerini ve askerlerin yakınlarını düşündükçe yine kahroluyorum. Coğrafyası yok çocukluğun. Çocukluk bir ulusa, bir kimliğe, bir kültüre ya da bir idelojiye ait değil.
Ve bilin, belki de biliyorsunuz, hatırlatayım istedim. Hayatımızdaki her şeye ama her şeye karar veren çocuklukta yaşadıklarımızdır. Bugün çocuklarına savaş, kan ve ölümü yaşatan, yarın sağlıklı bir toplum beklemesin.
Bilin bunları! Bildirilerinde, PKK her öldürdüğü askeri 5 ile çarpsın, TSK her öldürdüğü gerillayı 5 ile çarpsın. Ya da 10 ile çarpın. Sadece ölenle kalmıyor bu savaş. Ve rakamlar üzerinde kibirli kanlı cakalarınız insanlık ve vicdan karşısında beş para etmiyor. Bilin bunları! Sadece öldürmüyorsunuz, öldürerek düşmanlıkları diriltiyor, düşmanlıkları çoğaltıyorsunuz.

Artık yeter! 
PKK amacına ulaştı. Betonlara gömülen Kürtleri diriltti ve bu halkın varlığını sorunlarıyla beraber dünyaya gösterdi. TSK da PKK karşısında yenilmeyeceğini defalarca kez kanıtladı. Sürmez bu savaş böyle. Lütfen, zor bir şey istemiyoruz. Kendimiz için istemiyoruz. Ben ve benim gibiler çoktan kaybetti çocuklukluklarını ve hayatlarını. Gömülmeyi bekleyen, yaşayan ölülere çevirdiniz bizi. Yeter! Tek dileğimiz gömülmeden önce barış. Bilelim başka çocuklar savaşın kurbanı olmayacak.
Sadece ellerinizi karşılıklı tetikten çekin ve aklıselim durup düşünelim kan akmadan. Adına masa mı dersiniz, müzakere mi dersiniz, doğrudan / dolaylı diyalog mu dersiniz. Lütfen bunu yapın ve samimiyetle, birbirimizi ve kimseleri kandırmadan bunu yapalım.
Ne kaybederiz? Yetmedi mi bu kadar genci toprağa gömdüğümüz. Ve yeni, başka çocukların belleklerine kan ve ölümü sokmayın artık! Lütfen… Yeter!

Saturday, August 18, 2012

Kriz, Yunan sanatçıları 'uyandırdı'

Yunanistan'daki ekonomik kriz sanatçılara üretim ve birlikte hareket etme bakımından olumlu yansımış. Enerjilerinin arttığını belirten sanatçılar, "Derin bir uykudan uyanmış gibiyiz" diyor

Kriz, Yunan sanatçıları 'uyandırdı'




Işıl Eğrİkavuk / Hürriyet Daily News

Yunanistan
’daki ekonomik krizin medyaya yansıyan temel görüntüsü şiddetli protesto fotoğrafları olsa da Yunan sanatçılar krizin etkisini bambaşka bir boyuta taşıyor. Krizin bir araya gelmelerine vesile olduğunu söyleyen sanatçılar, bu sayede pek çok alternatif sanat mekânı açıldığını, bütçesiz sergiler yapıldığını ve de en önemlisi enerjilerinin arttığını söylüyorlar.
Küratör George Georgakopoulos’a göre Yunanistan ’da şu ana kadar hiç yaşanmayan bir enerji patlaması söz konusu. “Eskiden, Yunan sanatçılar iki yılda bir geniş bir sergi açar, bununla yetinirlerdi. Şimdiyse sanatçılar, kolektifler ve sanat merkezleri çok daha aktif çalışıyor. Sanki derin bir uykudan uyanmış gibiyiz” diyor Georgakopoulos. “Geçen 2.5-3 yıl içinde pek çok galeri açıldı ve sanatçı kolektifi kuruldu. Şu anki Yunanistan şartlarında gerçekten inanılmaz bir yaratıcı patlama yaşanıyor ve bu durum uluslararası sanat çevreleri tarafından da fark edilmekte” diye ekliyor.
Yaşanan bu ‘patlama’ sadece sanat mekânları ve sergilerle sınırlı kalmamış. Sanatçılar arasında farklı çalışmalar da göze çarpıyor. Örneğin sanatçı Artemis Potamianou bir psikologla birlikte her hafta yerel bir radyoda ‘Art Therapy’ (sanat terapisi) adlı bir program yapmaya başlamış. “Eğer sanatın tıpkı Joseph Beuys’un dediği gibi iyileştirici bir gücü varsa biz de bunun ‘güçlü’ bir dozunu toplumun yararına nasıl kullanabiliriz diye düşündük” diyor Potamianou. Programa her hafta sanat sektöründen bir kişiyi konuk edip hem güncel hem de sanat alanındaki gelişmeleri tartışıyorlarmış. Psikolog etkisi de cabası! “Bu günlerde Yunanistan ’da yaşayıp haberleri dinleyen hiç kimse bu durumdan etkilenmediğini söyleyemez. Ama durum sanatçıları çok daha sosyal içerikli ve aktivist işler üretmeye yöneltti.”

Gönüllü katılımcılar

Bir diğer sanat profesyoneli, Selanik’teki KODRA sanat festivalinin küratörü Dimitris Michalaros ise bu yılki festivali Selanikliler’le birlikte organize ettiklerini ve yapılan işlerin çoğunun gönüllü olduğunu anlatıyor. “Buradaki halkın çoğu kültür sanatın toplumdaki öneminin farkında. Bundan önceki senelerde sadece ziyaretçi olarak festivale geliyorlardı. Ama bu yıl gönüllü olarak projelere yardım ediyorlar” diyen Michalaros, ekonomik krizle beraber pek çok organizasyona ve kuruma verilen devlet desteğinin kesildiğini, bunun yerini ise işbirliğinin aldığını söylüyor.
Yine de bu durum sanatçıların nasıl geçineceği sorusunu yanıtlamıyor. “Sanatçılar yaptıkları işlerden para kazanamıyor, çünkü piyasadan hiç talep yok. Pek çok sanatçı hayatlarını sürdürmek için başka işler yapmak zorunda” diye anlatıyor Michalaros.
Sanatçılar açısındansa farklı değerler ön plana çıkmış görünüyor. Örneğin, sanatçı George Tserionis, bu yıl bir grup mimar, tasarımcı ve akademisyenle bir araya gelip Back To Athens (Atina’ya Dönüş) adlı bir dizi aktivite düzenlediklerini anlatıyor. Düzenlenen aktivitelerin çoğu Atina’da sanat çevrelerince önceden görmezden gelinen, göçmenlerin yaşadığı bölgelerde olmuş.

Para artık seksi değil!

Başka bir sanatçı Georgia Kotretsos, bu sayede diğer sanatçılarla düzenli olarak buluşmaya başladıklarını ve hiçbir kurumun desteği olmadan ortaya çıkardıkları sergilerden bahsediyor. “Bazen de bu durumun benim kısıtlanmış olan özgürlüklerimi geri getirdiğini düşünüyorum. Bu kaos galiba benim ve tüm diğer sanatçıların yitirmekte olduğu enerjiyi yineledi” diye ekliyor.
Kotretsos’a göre ekonomik krizin diğer bir sonucu ise paranın artık moda olmaması. “Para artık eskiden olduğu gibi seksi değil, çünkü yolsuzluk tarafından damgalanmış durumda. Eskiden şaşaalı rakamlar konuşulurdu, oysa şimdi para bir dahaki zilin sesine kadar saklanıyor” diyor.
Zilin sesinin ne zaman çalacağı henüz belli değil ama şu an yaşlısından gencine herkes gözlerini eylülde başlayacak olan yeni ekonomik önlemlere kitlemiş durumda. Vergilerin bir çoğu elektrik ve su faturalarına bağlandığından, Atina’nın en zengin semtlerinde bile ışıklar günbegün sönüyor. Sanat elbette artan vergilere, sönen ışıklara bir çözüm değil, ama yine de sanatçı Beuys’u hatırlamakta fayda var sanki. Zira sanatın etkisi ceplere değil ama vicdanlara etki edebilir.

Sanatçılar daha bağımsız
George Georgakopoulos
(CAMP sanat mekânının direktörü)
Yunanistan ’daki pek çok sanatçı ve kurum daha önce devletten aldıkları desteğin kesilmesiyle büyük çaplı işler üretmeyi bıraktı. Artık daha spontane, deneysel ve yeniliğe açık işler ön planda. Bu da sanatçıların daha bağımsız hareket etmelerine sebep oldu. Yunanistan ’da sanat üretimi her zaman sosyal meselelere paraleldi ama şu an durum yaşanan gerçekliğe çok daha yakın. Değişim şimdi herkese çok daha yakın.

Yıkıntıyı dönüştürmeliyiz
Giorgos Tserionis (sanatçı)
Sosyal ve politik gelişmeler üzerinde uyuduğumuz bir yastık gibi. Yunanistan ’da yaşanan stres ve belirsizlik o kadar büyük ki, şimdiki zaman ve gelecek için güçlü resimler ortaya çıkarabiliyor. Benim kişisel fikrim yıkıntılardan oluşan bu materyali gelecek için başka bir hale dönüştürmek.

Daha da politikleştik
Artemis Potamianou (sanatçı-küratör)
Yunanistan ’ın içinde bulunduğu ekonomik durum çok korkutucu ve ne yazık ki müzelerin sergi yapacak bütçeleri bile yok. Bunun yanı sıra, birçok sanatçı Almanya ve İngiltere gibi ülkelere yerleşmeye başladı. Ama şunu unutmamalıyız ki, buna benzer diğer kriz zamanlarında sanatçılar çok daha politik ve ilginç işler üretmiş. Yunanistan ’da da durum böyle.

Kriz beni besledi
Georgia Kotretsos (sanatçı)
Etrafta olan bitenden etkilenmemek mümkün değil. Hâlâ daha yaşadıklarımızı sindirmeye çalışıyorum. Önceleri bu duruma çok duygusal tepkiler veriyordum, fakat sonra fark ettim ki mutluluğu ancak bu duruma dair işler yaparak sağlayabiliyorum. Krizden sonra yaptığım işleri daha sonra nerede, ne zaman sergilerim bilmiyorum ama bu durum bir şekilde yaratıcı ve entelektüel olarak beni besledi.

En olumlu gelişme
Dimitris Michalaros (küratör)
Şu an sanat sektöründe yaşananlar Yunanistan ’daki en olumlu gelişme bence. Sanat camiasındaki insanların bir araya gelmesi ve bu durumun uluslararası alana yansıması beni mutlu ediyor. Yaşanan tüm zorlukların arasında, şu an bize gösterilen az sayıdaki pozitif reaksiyonlardan biri bu ve toplumun içinden geliyor.