Sunday, March 22, 2015

Tarkovski’nin peşindeki ‘iz sürücü’


Günseli Işık
07 Ocak 2015

Geoff Dyer
Bir yazar, sinema tarihinin en gizemli filmlerinden Stalker’ın peşine düşerse ne olur? Tarkovski’nin, seyirciyi eşiğine kadar götürdüğü ‘oda’ya erişmek yazara nasip olur mu? Günümüzün sıra dışı yazarlarından Geoff Dyer, Zona adlı kitabında bu sorulara cevap arıyor. Yazarın alışılmadık bir film okumasıyla kişisel bir yolculuk olarak ele aldığı Stalker yorumu, şimdi Türkçede. Dyer ile kitabını konuştuk.
Zona, Türkçede büyük bir yayınevi tarafından yayımlanan ilk kitabınız. Daha önce İçimdeki Yağmur, (Yoga For People Who Can’t Be Bothered To Do It) daha küçük bir yayınevince basılmış ama Türkiye’de pek dolaşıma girmemişti. Zona sizi Türkiye’deki okurlarla buluşturmak için doğru bir seçim mi?
(Gülüyor) Herhalde daha kötü bir seçim olamazdı diye düşünüyorum, çünkü kitabın ticari çekiciliğinin fazla olduğu söylenemez. Diğer taraftan, Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmindeki yazar kahramanın kuzeniyle birlikte Stalker’ı (İz Sürücü) izlediği o muhteşem sahne hakkında uzun bir dipnot düştüğüme çok memnunum. Belki bu bile kitabın Türkiye’deki edebiyat ve sinema çevrelerince ilgi görmesine yetecektir!
Kitaptaki bazı yazıların daha önce kaleme alındığını söylüyorsunuz (The Guardian’da ve Durham Kitap Festivali’nde değerlendirilenler). Bir bütün olarak Stalker’ı ele almaya tam ne zaman ve nasıl karar verdiniz?
Tenis hakkında bir kitap yazmak üzere anlaşma yapmıştım, aslında bu pek akıllıca değildi, çünkü ne bir kitap için anlaşma yapmayı seviyordum ne de o tenis kitabını yazmak istiyordum. Sonra Britanya Film Enstitüsü’nde Stalker gösterildi, ben de filmin benim için ne ifade ettiğini anlattığım ve aslında hoşuma giden bir üslubu da tutturduğum kısa bir deneme yazdım. Böylece o tenis kitabını yazmamak için, tamamen eğlence amaçlı belki de pek de uygun olmayan, yine de çok hoşuma giden bir şekilde Stalker’ı özetlemeye giriştim. Nihayet basılması için tenis kitabı yerine Tarkovski kitabını teslim ettim ve hem Amerika’daki hem İngiltere’deki yayıncım, haklarını teslim edeyim, kitabın yazılmaya başladığı ve dönüştüğü hal arasındaki fark konusunda takdire şayan bir şekilde anlayış gösterdiler.
Film eleştirilerinde kuramlara, ideolojik yaklaşımlara daima yer verilir ancak kişisel tarih üzerinden yapılan okumaya pek rastlanmaz. Bu, üzerinde düşündüğüm bir konuydu ve kitabınızı okuduyunca bu açıdan çok memnun oldum. Bir anlamda sözlü tarih çalışması da sayılabilecek ve sinema tarihinin ‘seyirci’ ayağındaki eksiği de kapayan bu üslubu tercih etme sebebiniz neydi?
Aslında tam olarak bir seçim yoktu. Benim için kuram bir ölçüde ölmüştür. Goethe’nin, önce Walter Benjamin sonra da John Berger tarafından alıntılanan şu cümlesindeki hali hariç: “Ampirik olanın, kendisini incelenen nesneyle çok yakından özdeşleştiren hassas bir biçimi var ki, bu nihayet kurama dönüşüyor.” Üslup, filmle ilgili yazmaya başladığım andan itibaren beliren üsluptu. Seyirci konusundaki bakış açımda önemli nokta şu: Hiçbir zaman belirli bir seyircinin temsilcisi olmaya çalışmadım ve tek bir seyirci türünü de tutmadım.
Anlatının üslubu kişisel olsa da çağrışımlar ve referanslar çok geniş ve farklı disiplinlerden. Filmi tekrar (ya da tekrar tekrar) izlemek dışında kitap için filmle ilgili başka çalışmalar yaptınız mı?
Tam olarak araştırma yaptığım söylenemez ama filmin her boyutuyla son derece ilgiliydim ve bu şekilde filmle ilgili bulabildiğim her şeye ulaştım.
Bir başka önemli sanatçı, D.H. Lawrence hakkında da bir kitap yazdınız. Lawrence’ın sizde yazar olma isteği uyandırdığını söylemiştiniz. Tarkovski’yi sizin için özel yapan ne? O da sizde bir yönetmen olma isteği mi doğuruyor?
Film yapmaya yönelik hiçbir arzum yok. Yazı hayatında sevdiğim nokta, bir kitap yazmak için kimseden izin almak zorunda olmamanız; öneri taslakları hazırlamak, ödenek bulmak zorunda değilsiniz. Zamanınız olduğu sürece sadece yazıyorsunuz. Öte yandan, film yapmak için her zaman izne ihtiyacınız var ve elbette bir sonraki aşamaya geçebilmek için de paraya. Benim için bu, sonucunun ve getirisinin devasa olacağını görebilsem de, bir tür cehennemi andırıyor. Şimdi Los Angeles’ta yaşadığım için bunu çok daha güçlü bir şekilde hissediyorum.
Bunca izleme, bu kadar çalışma sonunda bir şansınız olsa Tarkovski’ye film hakkında ne sormak isterdiniz?
Bir şey sormak istemezdim, pek çok söyleşisini okudum ama söylediği şeylerin çoğu benim için pek de aydınlatıcı değildi. Başka insanların görüşlerinden eklemeler yapmayı isterdim ama kitabı bitirdikten sonra öğrendiğim şeyler oldu. Film editörü Walter Murch örneğin, kitabın yayımlanması sırasında yapılan sempozyumda film hakkında muhteşem şeyler söyledi.
Doğru anladıysam, Tarkovski’nin, inancın tamamen ve sonuna kadar bir sınama olduğu yönündeki fikrine katılıyorsunuz. Öyleyse ‘Oda’ ve ‘Bölge’ hakkında –Tarkovski’den alıntılar da yaparak- olumsuz yönde kesin hükme varmanızın  sebebi nedir?
Filmle ilgili nihai bir sonuca vardığımı sanmıyorum. Oda’nın etkisi konusundaki bütün o şüpheler de zaten filmi bu kadar muhteşem yapan şeylerden.
Sizin de zaman zaman yaptığınız gibi film Hıristiyanlık motifleriyle yorumlanabilecek özelliklere sahip. Yine de bazı şeylerin belirsiz kaldığı ya da tam ters ikili yorumlara imkân verdiği de ortada. Öte yandan, İslam referanslarıyla baktığımda pek çok şeyin daha net olarak yerli yerine oturabildiğini gördüm. Bu yorum ya da Tarkovski’nin inanca bakışının İslam’a daha yakın olma ihtimali hakkında ne düşünürsünüz?
Bu konuda bakış açımın son derece kısıtlı olduğuna eminim, çünkü din konusunda oldukça cahilim. Film sürekli olarak bizi bir tür alegorik ve dinî okumaya teşvik ediyor ama daha sonra alegorik yapı hızla parçalanmaya başlıyor. Olması gerektiği gibi. Alegoriler ilgi çekici sayılmaz, sizce de öyle değil mi? Bence filmi iyi yapan en önemli unsurlar, herhangi bir alegorik düzene yenik düşmeye karşı koyan unsurlar.
Nihayetinde kendi ‘oda’nıza erişebildiniz mi?
Aslında ‘oda’ya yazarken eriştim. Yazmak bir süre için benim en derin arzum oldu. Bu elbette geçici bir tamamlanmışlık haliydi.
Kurmaca ve gerçek arasında kesin bir ayrımı reddettiğinizi biliyorum. Bildiğiniz gibi, Kuzey Kore hakkındaki Röportaj (The Interview) filmiyle ilgili bir kriz yaşandı. Öyle görünüyor ki kimi durumlarda kurmaca ve gerçeklik arasındaki çizgi silikleşebiliyor. Kitabınız bağlamında bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu kitabın yapısına bağlı biraz da. Bazı kitapların doğru olması ve anlatılanların güvenilir bir belgesinin bulunması gerekiyor. Benim ilgi alanıma daha çok bu yükümlülüğün pek olmadığı türler giriyor. Bazı çağdaşlarımın inandığı gibi ben, özellikle örgünün konvansiyonlarına bağlı olan romanın, belgesel doğruluk fikrine bağlı olmayan şeyleri ifade etmek için otomatik bir araç olduğuna inanmıyorum. Zona’ya gelince, o Davis Thomson’un referans kitabı A Biographical Dictionary of Film (Biyografik Sinema Sözlüğü) için söylediği gibi, bazı açılardan sinemaya gitmek hakkında bir roman. 
Bir yazar, sinema tarihinin en gizemli filmlerinden Stalker’ın peşine düşerse ne olur? Tarkovski’nin, seyirciyi eşiğine kadar götürdüğü ‘oda’ya erişmek yazara nasip olur mu? Günümüzün sıra dışı yazarlarından Geoff Dyer, Zona adlı kitabında bu sorulara cevap arıyor. Yazarın alışılmadık bir film okumasıyla kişisel bir yolculuk olarak ele aldığı Stalker yorumu, şimdi Türkçede. Dyer ile kitabını konuştuk.
Zona, Türkçede büyük bir yayınevi tarafından yayımlanan ilk kitabınız. Daha önce İçimdeki Yağmur, (Yoga For People Who Can’t Be Bothered To Do It) daha küçük bir yayınevince basılmış ama Türkiye’de pek dolaşıma girmemişti. Zona sizi Türkiye’deki okurlarla buluşturmak için doğru bir seçim mi?
(Gülüyor) Herhalde daha kötü bir seçim olamazdı diye düşünüyorum, çünkü kitabın ticari çekiciliğinin fazla olduğu söylenemez. Diğer taraftan, Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmindeki yazar kahramanın kuzeniyle birlikte Stalker’ı (İz Sürücü) izlediği o muhteşem sahne hakkında uzun bir dipnot düştüğüme çok memnunum. Belki bu bile kitabın Türkiye’deki edebiyat ve sinema çevrelerince ilgi görmesine yetecektir!
Kitaptaki bazı yazıların daha önce kaleme alındığını söylüyorsunuz (The Guardian’da ve Durham Kitap Festivali’nde değerlendirilenler). Bir bütün olarak Stalker’ı ele almaya tam ne zaman ve nasıl karar verdiniz?
Tenis hakkında bir kitap yazmak üzere anlaşma yapmıştım, aslında bu pek akıllıca değildi, çünkü ne bir kitap için anlaşma yapmayı seviyordum ne de o tenis kitabını yazmak istiyordum. Sonra Britanya Film Enstitüsü’nde Stalker gösterildi, ben de filmin benim için ne ifade ettiğini anlattığım ve aslında hoşuma giden bir üslubu da tutturduğum kısa bir deneme yazdım. Böylece o tenis kitabını yazmamak için, tamamen eğlence amaçlı belki de pek de uygun olmayan, yine de çok hoşuma giden bir şekilde Stalker’ı özetlemeye giriştim. Nihayet basılması için tenis kitabı yerine Tarkovski kitabını teslim ettim ve hem Amerika’daki hem İngiltere’deki yayıncım, haklarını teslim edeyim, kitabın yazılmaya başladığı ve dönüştüğü hal arasındaki fark konusunda takdire şayan bir şekilde anlayış gösterdiler.
Film eleştirilerinde kuramlara, ideolojik yaklaşımlara daima yer verilir ancak kişisel tarih üzerinden yapılan okumaya pek rastlanmaz. Bu, üzerinde düşündüğüm bir konuydu ve kitabınızı okuduyunca bu açıdan çok memnun oldum. Bir anlamda sözlü tarih çalışması da sayılabilecek ve sinema tarihinin ‘seyirci’ ayağındaki eksiği de kapayan bu üslubu tercih etme sebebiniz neydi?
Aslında tam olarak bir seçim yoktu. Benim için kuram bir ölçüde ölmüştür. Goethe’nin, önce Walter Benjamin sonra da John Berger tarafından alıntılanan şu cümlesindeki hali hariç: “Ampirik olanın, kendisini incelenen nesneyle çok yakından özdeşleştiren hassas bir biçimi var ki, bu nihayet kurama dönüşüyor.” Üslup, filmle ilgili yazmaya başladığım andan itibaren beliren üsluptu. Seyirci konusundaki bakış açımda önemli nokta şu: Hiçbir zaman belirli bir seyircinin temsilcisi olmaya çalışmadım ve tek bir seyirci türünü de tutmadım.
Anlatının üslubu kişisel olsa da çağrışımlar ve referanslar çok geniş ve farklı disiplinlerden. Filmi tekrar (ya da tekrar tekrar) izlemek dışında kitap için filmle ilgili başka çalışmalar yaptınız mı?
Tam olarak araştırma yaptığım söylenemez ama filmin her boyutuyla son derece ilgiliydim ve bu şekilde filmle ilgili bulabildiğim her şeye ulaştım.
Bir başka önemli sanatçı, D.H. Lawrence hakkında da bir kitap yazdınız. Lawrence’ın sizde yazar olma isteği uyandırdığını söylemiştiniz. Tarkovski’yi sizin için özel yapan ne? O da sizde bir yönetmen olma isteği mi doğuruyor?
Film yapmaya yönelik hiçbir arzum yok. Yazı hayatında sevdiğim nokta, bir kitap yazmak için kimseden izin almak zorunda olmamanız; öneri taslakları hazırlamak, ödenek bulmak zorunda değilsiniz. Zamanınız olduğu sürece sadece yazıyorsunuz. Öte yandan, film yapmak için her zaman izne ihtiyacınız var ve elbette bir sonraki aşamaya geçebilmek için de paraya. Benim için bu, sonucunun ve getirisinin devasa olacağını görebilsem de, bir tür cehennemi andırıyor. Şimdi Los Angeles’ta yaşadığım için bunu çok daha güçlü bir şekilde hissediyorum.
Bunca izleme, bu kadar çalışma sonunda bir şansınız olsa Tarkovski’ye film hakkında ne sormak isterdiniz?
Bir şey sormak istemezdim, pek çok söyleşisini okudum ama söylediği şeylerin çoğu benim için pek de aydınlatıcı değildi. Başka insanların görüşlerinden eklemeler yapmayı isterdim ama kitabı bitirdikten sonra öğrendiğim şeyler oldu. Film editörü Walter Murch örneğin, kitabın yayımlanması sırasında yapılan sempozyumda film hakkında muhteşem şeyler söyledi.
Doğru anladıysam, Tarkovski’nin, inancın tamamen ve sonuna kadar bir sınama olduğu yönündeki fikrine katılıyorsunuz. Öyleyse ‘Oda’ ve ‘Bölge’ hakkında –Tarkovski’den alıntılar da yaparak- olumsuz yönde kesin hükme varmanızın  sebebi nedir?
Filmle ilgili nihai bir sonuca vardığımı sanmıyorum. Oda’nın etkisi konusundaki bütün o şüpheler de zaten filmi bu kadar muhteşem yapan şeylerden.
Sizin de zaman zaman yaptığınız gibi film Hıristiyanlık motifleriyle yorumlanabilecek özelliklere sahip. Yine de bazı şeylerin belirsiz kaldığı ya da tam ters ikili yorumlara imkân verdiği de ortada. Öte yandan, İslam referanslarıyla baktığımda pek çok şeyin daha net olarak yerli yerine oturabildiğini gördüm. Bu yorum ya da Tarkovski’nin inanca bakışının İslam’a daha yakın olma ihtimali hakkında ne düşünürsünüz?
Bu konuda bakış açımın son derece kısıtlı olduğuna eminim, çünkü din konusunda oldukça cahilim. Film sürekli olarak bizi bir tür alegorik ve dinî okumaya teşvik ediyor ama daha sonra alegorik yapı hızla parçalanmaya başlıyor. Olması gerektiği gibi. Alegoriler ilgi çekici sayılmaz, sizce de öyle değil mi? Bence filmi iyi yapan en önemli unsurlar, herhangi bir alegorik düzene yenik düşmeye karşı koyan unsurlar.
Nihayetinde kendi ‘oda’nıza erişebildiniz mi?
Aslında ‘oda’ya yazarken eriştim. Yazmak bir süre için benim en derin arzum oldu. Bu elbette geçici bir tamamlanmışlık haliydi.
Kurmaca ve gerçek arasında kesin bir ayrımı reddettiğinizi biliyorum. Bildiğiniz gibi, Kuzey Kore hakkındaki Röportaj (The Interview) filmiyle ilgili bir kriz yaşandı. Öyle görünüyor ki kimi durumlarda kurmaca ve gerçeklik arasındaki çizgi silikleşebiliyor. Kitabınız bağlamında bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu kitabın yapısına bağlı biraz da. Bazı kitapların doğru olması ve anlatılanların güvenilir bir belgesinin bulunması gerekiyor. Benim ilgi alanıma daha çok bu yükümlülüğün pek olmadığı türler giriyor. Bazı çağdaşlarımın inandığı gibi ben, özellikle örgünün konvansiyonlarına bağlı olan romanın, belgesel doğruluk fikrine bağlı olmayan şeyleri ifade etmek için otomatik bir araç olduğuna inanmıyorum. Zona’ya gelince, o Davis Thomson’un referans kitabı A Biographical Dictionary of Film (Biyografik Sinema Sözlüğü) için söylediği gibi, bazı açılardan sinemaya gitmek hakkında bir roman.