Tuesday, September 29, 2015

VARLIĞINI KATLİAMLARA BORÇLU OLAN BİR DEVLET

Devrimci Karadeniz- VARLIĞINI KATLİAMLARA BORÇLU OLAN BİR DEVLET 
VARLIĞINI KATLİAMLARA BORÇLU OLAN BİR DEVLET
Fikret Başkaya
T.C. doğduğum günden beri ve hiç ara vermeden katliamlar yapıyor. Sadece katliamlar yapmıyor, işkence yapıyor, “kaybediyor”, hapsediyor, aç bırakıyor, sürgün ediyor ve bu işe kaldığı yerden devam edeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Zira katliam TC’nin fıtratında mündemiçtir. TC, Osmanlı İmparatorluğunun doğrudan devamıdır. 1923 yılında bir isim değişikliği oldu. Aslında çürüyen bünyeye taze kan nakli yapılmıştı bir bakıma… Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı. Cumhuriyet adını aldı diye o gelenek yok olmadı. Devletin kutsal sayıldığı yerde bırakın sıradan insanları, hanedana mensup herkes katliamlardan, siyasi cinayetlerden nasibini alırdı. Zira saltanatın bekası, kutsal devletin varlığı esastır.  Şimdilerde Osmanlı güzellemesi yapanlar neden söz ettiklerini biliyorlar mı?
TC dur durak bilmeden katliamlar yapıyor ve insanlar “suçlular açığa çıkarılsın”, “katliamın failleri bulunsun”, “adalet  tecelli etsin” diye sokaklara dökülüyor, mahkemelere koşuyor… Katilden adalet beklemek ne kadar mümkün? Onca katliamın hangisinin failleri bulunup-cezalandırıldı? Böyle bir şey mümkün mü? Sonra da neymiş efendim, Türkiye bir hukuk devletiymiş! Sanırsınız ki, hukuku olmayan bir devlet mümkündür! Mafyanın bile kendine özgü bir “hukuku ” olacak da, devletin hukuku olmayacak… Aslında Türkiye’de köklü bir “katliam hukuku geleneği” var dense, durumu çok daha iyi ifade ederdi… Böyle bir şey mümkün mü? Aslında “hukuk devleti” retoriği devlet tarafından yapılan katliamları, işlenen cinayetleri gizleme, kabullendirme, insanları aldatma-oyalama işlevi görüyor. TC kendi “hukukuna” uygun olarak katliamlara rahatça devam ediyor.
Eğitimli elitlerin ihaneti
Birileri katliam planlıyor, birileri icra ediyor, başkaları gizliyor, mahkemelerin “yüksek yargıçları” işi kitabına uyduruyor… Ve böylece sürüp gidiyor… Bu adamlar kim? Bunlar gökten zembille mi inmiş? Başka bir gezegenden mi transfer edilmiş?  Bu adamlar bu halkın çocukları ve üstelik çoğu varlıklı sınıflardan da gelmiyor. Sıradan, mütevazı insanların çocukları. İyi de halk çocukları, emekçi halkın çocukları nasıl olup da rejimin katliamcı adamları, canileri, işkencecileri haline geliyorlar? Aldıkları eğitim onları içinden çıktıkları sınıfa düşman ediyor. Verilen/alınan eğitim onları köklerine yabancılaştırıyor. Aslında Türkiye’de yapılan katliamların, işlenen cinayetlerin asıl faillerinin gerçek kimliklerini, orijinlerini bilebilmek çok öğretici olurdu… Halktan alınan vergilerle beslenen bu eğitimli elitler, halka zulmederek, katliamlar yaparak, cinayetler işleyerek,  egemenlere borçlarını ödüyorlar. Eğitim, eğitilmiş olanlarda “farklı olma” bilincini geliştiriyor ve zamanı geldiğinde de “farklılıklarını” konuşturuyorlar. Eğitimli elitlerde şöyle bir anlayış gelişiyor: ” Eğer farklıysam, ayrıcalıklı olmayı, otorite kullanmayı hak ediyorum!” Suruç’ta dün yapılan katliamı bu söylediklerimi dikkate alarak bir defa daha düşünün. Eğitimli elitlerin ihanetiyle yüz-yüze geleceksiniz…
O halde sadede gelebiliriz. Bu devletin, bu rejimin ıslah olma, iflah olma şansı yok. Kimse kendini “demokrasi”, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “bağımsız yargı” yargı gibi, sahte söylemlerin büyüsüne kaptırmasın. Katliamcılık bu devletin, bu rejimin genlerinde mevcuttur. Ve bu rejim asla reforme edilebilir, ıslah edilebilir, “demokratikleştirilebilir” değildir… Ameliyatla “iyileşmesi” mümkün değil.  İyi de, neden bu kadar çok ve bu kadar kolay katliam yapıyorlar? sorusunun da akla gelmesi gerekmiyor mu. Elbette gerekiyor ve bu soruya benim cevabım şöyle: Bu TC, çok kolay katliamlar yapıyor, siyasi cinayetler işliyor çünkü karşılarında kelimenin gerçek anlamında “yurttaş” yok. Zira, Padişahin tebası, Padişahın kulu  hiç bir zaman gerçek bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı ve hiç bir zaman itilip- kakılmaktan, aşağılanmaktan kurtulamadı. Eğer özgür yurttaş olabilseydi, katliamcılar köpeksiz köyde değneksiz gezebilirler miydi?.. Türkiye’de geçerli “bilinç”, misafir, mülteci, sığıntı bilincinin ortalamasıdır. İnsanlar ekseri rejimin sınırında yaşıyorlar, olup- bitenleri uzaktan seyrediyorlar… Elbette bir gün gelecek bu durum da değişecek ve değişmesi gerekiyor. Eğer olup-bitenlerin gerçek mahiyetini kavrama niyeti varsa, bir önerim var: Gelin ikircikli olmayan bir tarza rejimin niteliğini tartışalım!

Sunday, September 20, 2015

‘Otoriter devlet, sokağa linç grupları ile yansıdı’




Son zamanlarda muhalif kesimlere dönük saldırıları ve linç girişimlerini Prof. Dr. Serpil Sancar ‘Linççiler o mahallenin delikanlıları değil, mahallenin delikanlılarını yönlendiren başka gruplar. Siyasal, organize bir iş bu yaşananlar’ diye yorumluyor
21.09.2015 09:25
NURCAN GÖKDEMİR
nurcangokdemir@birgun.net
Türkiye’de önemli bir kitlenin 7 Haziran seçim sonuçlarını “demokrasinin zaferi” olarak tanımlamasından kısa bir süre sonrasında Türkiye tarihinin en önemli siyasal krizlerinden biri ile karşı karşıya kaldı. Siyasal krizi derinleştiren diğer faktör de çatışmalı döneme girilmesi oldu. Türkiye tam anlamı ile kaos ve şiddetin hakim olduğu bir ortama sürüklendi. Çatışmanın dozajı ile birlikte giderek artan sayıda polis ve asker cenazelerinin gelmesi Kürtlerden “hesap sormak” için sokaklara dökülen bir başka kitleyi ortaya çıkardı. Bu kitle ülkenin Batısında yaşayan Kürtlere, onların iş yerlerine, tarım işçilerine, doğu illerine yolcu taşıyan otobüslere, parti binalarına saldırıldı. Son haftalardaki saldırı ve linç girişimleri “sıradan faşizm”, “kitle faşizmi” gibi kavramlarla açıklanmaya çalışıldı. Gerçekte ne yaşadık? Yaşananlar kısa ve orta vadede ne tür hasarlar bıraktı? Bir arada yaşama zemini kayboldu mu? Bu soruları Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Serpil Sancar’a sorduk.
7 Haziran seçimleri sonrası yaşanan çatışma ortamı hepimizi derinden endişelendirdi. Sanırım endişenin büyük bir korkuya yol açması Dağlıca ve sonrasına denk geliyor. Türkiye neler yaşıyor? Hesap sormak için sokaklarda terör yaratan bu aktörler kim?
Lümpen dediklerimiz sokaklarda. Polisin göz yumduğu birtakım örgütlenmeler tarafından organize edilen linç grupları, çeteler diyebiliriz. Türkiye’nin her yerinde saldırılar oldu, 400’den fazla olay meydana geldi. Geçici tarım işçilerinden, Kürt esnafa, dükkanlardan, parti binalarına birçok saldırı oldu. İnsanların arasında, Türkiye’nin her yerinde Türk-Kürt tartışması var. “Kürtler Türkiye’den ne istiyor, daha ne istiyorlar” diye soranlar çoğaldı.
Sorun tartışma değil, sorun döverek, öldürerek, linç ederek Kürtlerin yok edilebileceğini dair bir kitlenin yönlendirilebilirliği. PKK askere saldırıyorsa, Batı’da da Kürt vatandaşlara saldırılarak misilleme yapılması. Bunun kökeninde şiddet kültürü, kamplaşma ve düşmanlığa kışkırtma var.
Diğer taraftan da bu şiddet ortamında insanlar birbirleriyle kaynaşmak gerektiğini düşünüyor. Kürt-Türk dostluğu gereksiniminin eskisinden daha fazla olduğunu düşünüyorum. Ama bir taraftan da kışkırtılmış kitleler var.
Yıllarca yan yana yaşayan insanlar bugün düşman mı?
Yan yana oturanlar, aynı mahallelerde oturanlar bunu yapmıyor. Ben buna çok inanmıyorum. Bu çok istisnai bir durum. Linççiler o mahallenin delikanlıları değil, mahallenin delikanlılarını yönlendiren başka gruplar. Siyasal, organize bir iş bu yaşananlar.
Bu yaşananlar nasıl evrilir, en kötüsünü düşündüğümüzde neler olabilir?
İç savaş tehlikesi var, iç savaşın ucundayız. İç savaş başka bir savaşın uzantısı olarak örgütleniyor. PKK devlete karşı başkaldırıyor. Devletin silahlı güçlerini pusuya düşürüp öldürüyor. Buna misilleme olarak birileri de başka bir örgütlenme ile sokakta, kolaylıkla harekete geçirilebilecek genç erkek nüfusu harekete geçiriyor. Esas problemin orada olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de yaklaşık 16-17 milyon arası ortaokul, lise mezunu, 25 yaş altı, mesleksiz, işsiz, bekar, her sorunu güçle çözebileceğini düşünen bir erkek nüfus var.
Aynı kitle başka şeyler için de mobilize edilebilir. Faşizmin kitle tabanı bu. Lümpen dediğimiz, işsiz, güçsüz mesleksiz, güvencesiz kitle. Bu bilinçli bir organizasyon ile oluyor tabii. Gerçi kendiliğinden olmasından daha iyi. Bunu örgütleyenler vazgeçebilir. Tabi o zaman her eskiye, şiddetsizlik durumuna dönmez o da ayrı.şey ama kendiliğinden olursa zaten kontrol dışı demektir.
"SORUN CEZASIZLIK"
Bu grupları cesaretlendiren faktörler nedir?
Devletin buradaki esas sorumluğu bu kitlenin cezasız kalması. Birtakım kesimler bunu örgütlüyor. Bolu’da olduğu gibi kamu görevlileri saldırganları önlemiyor, sakinleştirmeye çalışıyor. Temel hak ve özgürlüklere tehdit var. İnsan hayatı söz konusu, birilerini öldürmeye çalışıyorlar. Bir tarafta ifade özgürlüğünü kullanmak için yürüyüş yapanları biber gazına boğuyorsunuz, başka insanları lince kalkışanlara vali “evinize dönün’’ diyerek sakinleştirmeye çalışıyor.
Cezasız kalacağını düşünürse kolaylıkla şiddete başvuruyor. Kadına şiddette de aynı şey var. Kadını öldüren erkek ciddi bir ceza almayacağına inanıyor. Bir tür sindirme gücü.
İki gruptaki şiddet uygulayıcıları birbiriyle benzeşiyor. Biri namusunu temizlediği için diğeri de devleti, bayrağını koruduğu için takdir edileceğine inanıyor.
Otoriter rejimlerin davranış şekli bu. Devletin otoriterliğinin, erkekliğin yansıması. Sosyal sorumluluk ve yasaların denetiminden azade bir erkek nüfus oraya, buraya saldırıyor. Bu faşizmin eril tabanı, faşizmin erkekçe hali, çok tehlikeli. Sokak gücü, Hitler zamanındaki SS’ler gibi. Her otoriter rejimde bu var. İran’daki başı açık kadınları döven ahlak polisleri gibi. Polis göz yumuyor, yargı cezalandırmıyor. Sokaktaki erkek yarın askere gideceğini ve ölme riski olduğunu, bedelli asker olamayacağını, bu parayı ödeyemeyeceğini biliyor. Zaten şiddet karşıtı bir kültürü yok, vicdani retçiliği duymamış, böyle bir eğitimden geçmemiş. Yapacağı tek şey düşman bellemek ve düşman gördüğünü bertaraf etmek. Mağdurların bir tarafı, aslında hem mağdur hem fail. “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez” sloganını atarken şehitliğe aday olanın kendisi olduğunu biliyor. Doğu’ya, Güneydoğu’ya asker olarak o gidecek, o çatışmaya girecek ve o ölecek. Bir taraftan bundan korkuyor da…
Çözümü nerede görüyorsunuz?
Bir başka siyaset tarafından yeniden kuşatılıp yeni bir şekilde inşa edilmedikçe bu genç nüfus, bu böyle devam edecek. Bunu ne seçim çözer, ne başka bir şey çözer. Türkiye’nin ne gelişmişlik düzeyi ne heterojen nüfus yapısı bunu kaldırır. Böyle giderse iki seneye kalmadan herkes birbirini boğazlar. Olmadı kendini öldürür. İçeri doğru çöküş diye bir şey vardır. Toplumsal cinnet noktasına doğru gidiliyor.
"ŞİDDET SIRADAN GELİYOR"
Son yılların yarattığı bu genç nüfusun toplumun daha da olumsuza doğru dönüşmesine nasıl etkisi olacak?
Daha bilmiyoruz. Bunların anne babaları köyde büyümüş, göçle kentlere yayılmış, birinci ya da ikinci kuşak gençler. Kentin modern olanaklarından yeterince yararlanamamış, en fazla ortaokul, lise okumuş, önünde üniversite öğrenciliği hayali yok. Bütün anlatıları, aile ilişkileri, tüm yaşamları şiddet üzerinden. Aşkı bile “Kızla çıkıyorduk, bana yamuk yaptı, çaktım” diye anlatıyor. “Çaktım, vurdum, bıçak çektim” lafları sıradan konuşma içeriği. Şiddet o kadar sıradan ki hayatlarında, inanılmaz.
Otoriter, faşist rejimlerin kitle tabanı bu grup insan. Gelir bunun üzerine sivil ama despotik denetim mekanizmalarını inşa edebilirler. Biz bu kitleyi şiddetten vazgeçirmedikçe, mesleklendirip, insanileştirmedikçe, hukuk içine çekmedikçe bu böyle sürer.
Bunları da hayatlarında haksızlığa karşı koruyan hiç kimse olmamış. Polis ya da ailesi haksızlıktan korumamış, çoğu babalarından dayak yemiş. Hayatlarında adalet, misilleme ile karşı güçle, karşı şiddetle sağlanıyor, düşmanı korkutup uzaklaştırırsın. Polise anlatmazsın, gelip polis çözmez, kendin çözersin. Bu, Türkiye’nin görmek istemediği alt kesimi, öteki kesimi.
Tek tek hayat hikâyelerine baktığınızda kaybedecek bir şeyleri olmadığını görüyorsunuz. Geleceği yok. Üniversite okuyamamış, ailesinin geliri yok, yeterince becerisi, aklı yok, çalışma niyeti yok, kendini zora sokmuyor. Yoksulluk travması yaşıyor. Ya tetikçi olacak ya bir yere kapılanacak. O kadar çok böyle genç var ki.
Sokaklarda sözünü ettiğiniz lümpen kesimin ortaya koyduğu şiddette ekonomik güçlükler belirleyici faktörlerden birisi diyebiliriz değil mi?
Türkiye’nin batısındaki yoksul sınıfa baktığımızda göçü görüyoruz. Geliyor bir yere takılıyor, orada tutunmak için yeterli kaynağı yok. Onun alternatifi ondan sonra gelen Kürtler. Kürtlerin dayanışmaları güçlü, daha fazla çalışmayı, daha az gelirle yaşamayı beceriyor. Küçücük bir pasta var.
Bu gerginlik nasıl sona erecek, bu kan ne zamana kadar dökülecek?

Değerler savaşını siyaset yoğurur, bundan nemalanmaya çalışır. Kamu sorumluluğu düzgün örgütlenebilirse sıradan insanların adil, eşit yaşaması o kadar kolaylaşır. Kendi aralarındaki sivil çatışmalar o kadar kolay çözülür. Çatışmanın esas nedeni kamunun adalet dağıtamaması, eşitsiz davranmasıdır. O vatandaş ayrı, bu vatandaş ayrı. Türkiye’de Kürt olduğunuzda başınıza gelen insan hakları ihlalleri konusunda bıyık altından hoş görülen bir şeydir. “Onlar hak ediyor’’ deyip hoş görürseniz onlar da sokağa çıkar. Onun da karşısına başkası çıkar. Hukuk değil, intikam hakim olur. Bu tutumdan vazgeçilene kadar bu kan dökülecek.

Thursday, September 17, 2015

TARIK ZİYA EKİNCİ KONUŞTU




  
17 Yıldır Yusuf Ekinci Cinayetinin Peşinde
Ekinci, Erdoğan, Baskın ve Candan cinayetleriyle ilgili sorgulanan eski özel harekatçı Ayhan Çarkın tutuklandı. Öldürülen Yusuf Ekinci'nin ağabeyi Tarık Ziya Ekinci Çarkın'ın ifadesinin arkasında durmasını ümit ettiğini söylüyor.
Ekin Karaca İstanbul - BİA Haber Merkezi
 Eski özel harekatçı Ayhan Çarkın, 1994'te faili meçhul cinayete kurban giden avukat Yusuf Ekinci cinayetiyle ilgili ifade vermek için getirildiği Ankara'da dün akşam saatlerinde tutuklandı.
Faili meçhul cinayetlerin Ankara ayağını soruşturan Özel Yetkili Savcı Hakan Yüksel tarafından ifadesi alınan Çarkın, savcılıkta Avukat Yusuf Ekinci, Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı Namık Erdoğan, Altındağ Nüfus Müdürü Mecit Baskın ve eski Demokrasi Partisi (DEP) İl Başkanı Avukat Faik Candan cinayetleriyle ilgili bilgiler verdi.
Çarkın, ifadesinin alınmasının ardından Ankara 11. Ağır Ceza Nöbetçi Hakimliği tarafından tutuklanarak Sincan Cezaevi'ne götürüldü.

"AİHM Türkiye'yi cezalandırdı"

1994'de Ankara'daki bürosundan kaçırılan ve cesedi Gölbaşı'nda bulunan Avukat Yusuf Ekinci cinayetiyle ilgili olarak bianet'e konuşan Yusuf Ekinci'nin kardeşi Tarık Ziya Ekinci, 17 yıldır bu işin peşinde olduklarını ve bu gelişmeyi önemli gördüğünü söyledi.
Kardeşi Yusuf Ekinci'nin ve diğer faili meçhullerin arkasında dönemin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarının olduğuna dikkat çeken Ekinci, Ayhan Çarkın'ın verdiği ifadelerin arkasında durması halinde Süleyman Demirel'e kadar pek çok ismin yargılanabileceğini söyledi.
Ekinci, Çarkın'ın tanınmış pek çok üst düzey devlet yetkilisinin teklifleri doğrultusunda "tatmin" edilerek, ifadesini değiştirmesinden ise endişe duyduğunu ifade etti.
Tarık Ziya Ekinci, sözlerine şöyle devam etti:
* Biz Yusuf Ekinci'yi öldüren kişilerin İbrahim Şahin ve arkadaşları olduğunu anlamıştık. Ama bunu kanıtlama imkanımız yoktu. Faili meçhul cinayetleri araştırma komisyonunda bulunan Fikri Sağlar, İbrahim Şahin'e "Uzi marka silahları siz kullanıyordunuz. Yusuf Ekinci de Uzi marka silahla öldürüldü. Acaba siz mi öldürdünüz?" diye sorunca İbrahim Şahin biraz şaşırıp bocalamıştı ve "Sadece bizde değil, başkalarında da olabilir" tarzında bir lafla geçiştirmişti.
* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurduk. Mahkeme de Türkiye'yi, verilen tüm bilgilere rağmen devlet etkin bir araştırma yapmaya girişmemiş ve etkin bir soruşturma yapmadığı gerekçesiyle mahkum etti.
* Bizim Yusuf Ekinci'nin benzin aldığı istasyondakilerin sorgulanması, kameraların incelenmesi, eşine gece saat 02.00'den sonra gelen iki telefonun nereden geldiğinin araştırılması gibi taleplerimiz vardı. Fakat bunların hiçbirisi yapılmadı ve AİHM Türkiye'yi mahkum etti. O günden bu yana bekliyoruz maalesef. Yaptığımız müracaatlar hep örtülü cevaplarla kapatıldı.

"Cehennemin dibini göreceksiniz"

* Bu esnada biz özel yetkili mahkemeleri devreye sokmayı düşündük. Önce İstanbul'daki mahkemeye başvurduk. Ama o ciddiye almadı. Biz İbrahim Şahin'i hedef göstererek bir dilekçe verdik. Sonra Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı'na bir dilekçe yazdık. Bu dilekçede benim Yusuf Ekinci'nin öldürülmesiyle ilgili yazdığım kitabın değerlendirilmesini, Fikri Sağlar'ın dinlenmesini istedik. Ayrıca Yusuf Ekinci öldürülmeden önceki gece evine gelen 2 şüpheli telefonun tespitinin yapılmasını da istedik.
* Çünkü o gece önce bir telefon geliyor ve kardeşimin eşi telefonu açınca ses gelmiyor. Sonra bir daha telefon çalıyor. Kardeşimin eşi telefonu "kimsiniz" diye açınca karşıdaki ses, "Yarın cehennemin dibini göreceksiniz" diyip kapatıyor telefonu.

"Hem çıkar kavgası var, hem vicdan"

* Biz önceden Ayhan Çarkın'ı bilmiyorduk. Sadece İbrahim Şahin üstüne yoğunlaşmıştık. Ayhan Çarkın, itiraflarda bulununca ve savcılığa çağırılıp ifadesi alınınca olay açığa çıktı.
* Ayhan Çarkın'ın itiraflarda bulunması, vicdanen rahatsız olması ve daha önce kurdukları ittifakın bozulmuş olmasından ileri geliyor. İttifak neden bozuldu? Sanıyorum, büyük bir menfaat çetesi kurulmuştu. Bu menfaat şebekesi kendi içinde büyük bir çıkar elde ederek bölüştü. Çarkın da bunun dışında kaldı. Özellikle cezaevine girip çıktıktan sonra ortalıkta işsiz güçsüz kalınca kendisine yapılmış olan bu haksızlığa tahammül edemedi.
* Bunu aynı zamanda bir vicdan meselesine dönüştürdü. Bana göre, zaten her şeyini kaybetmiş bir insan olarak ortaya çıktı. Ben böyle tahmin ediyorum. Yoksa bir vicdani sorun olsaydı, yıllardan beri süren bu olayı daha önce açıklaması gerekirdi. Oluşturulan bu çetenin arasındaki çıkar kavgasından ortaya çıkan bir olaydır bence.

Faili Meçhullerin arkasındaki MGK kararı

* Cinayetin arkasında tabi ki sadece Ayhan Çarkın yok. Dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan yardımcısı, İbrahim Şahin, Mehmet Ağar, Süleyman Demirel ve daha pek çok isim olduğunu düşünüyorum.
* Demirel başbakanken MGK'da PKK meselesinin askeri yöntemlerle çözülemeyeceği düşünülerek, PKK'nin yöntemlerinin uygulanması kararlaştırılıyor. İşte bu yöntem faili meçhul cinayetlerin işlenmesi sürecini 1992'den itibaren başlattı.
* Radikal gazetesinin o zamanki genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, bu belgeye ulaşarak, konuyla ilgili 05.12.1996 ve 10.12.1996 tarihlerinde iki yazı kaleme aldı. Bu yazılarda cinayetler için kimlerin görevlendirildiği ve hangi yöntemlerle sorunun çözüleceğine dair bilgileri aktarmıştı.
* Yani bu sistemli faili meçhul cinayetler MGK kararıyla onaylanmıştı. Berkan'ın yazısında, "MGK genel sekreterliği tarafından hazırlanmış 24 sayfalık bir belgeydi. Dokumanda aralarında Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi isimlerin de bulunduğu 26 sivil, özel harp dairesinden yedi subay, Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi'nden 12 polis -Ayhan Çarkın bunlardan biri- bir grup oluşturacağı, bu özel grubun PKK'nin lojistik desteğini kesmek için çalışacağı yazılıydı." ifadesi yer alıyor.

"Ayhan Çarkın'ın 'tatmin' edilmesinden korkuyorum"

* O dönemdeki faili meçhul cinayetlerin arkasında bizzat MGK'nın olduğu çok açık. İşin içinde devlet olduğu için, Ayhan Çarkın'ın "tatmin" edilerek ifadesini geri almasının sağlanmasından endişeleniyorum.
* Ayhan Çarkın'ın kararlı şekilde verdiği ifadenin arkasında durması gerekiyor. Devlet katından bazı kurumların müdahalesi ile Ayhan Çarkın ifadesini geri alabilir.
* Madem devlet tarafından organize edildi ve devlet görevlendirdi, devlet bugün bu işin bir şekilde çözümünü bulacak gibi geliyor bana. En çok bundan endişeleniyorum. Çünkü işin içinde Mehmet Ağar, Süleyman Demirel gibi tanınmış isimler var.
* Eğer dava açılırsa, biz müdahil olacağız. O zaman umarım her şey açığa çıkar. Şimdi savcılık "gizlilik" kararı almış. Bu nedenle bize oradan bilgi intikal etmiyor. Biz şimdi Ayhan Çarkın'la cezaevinde görüşme yollarını arayacağız. (EKN)


Ekin Karaca


2004'te Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden, 2008'de Bilgi Üniversitesi Kültürel Çalışmalar yüksek lisans programından mezun oldu. 2006-2007'de Nokta dergisinde, 2008-2011'de Aktüel dergisinde muhabirlik yaptı. 2011'den beri bianet'te çalışıyor.


Yusuf Ekinci


Doğum Tarihi: 14.8.1942     Doğum Yeri: Lice / Diyarbakır
Kaybedildiği Tarih: 24.2.1994     Kaybedildiği Yer: Kızılay Çankaya / Ankara

Akıbeti: Kayıp (Özel Harekat Polisi) (Cenazesi bulundu)

1993'ün kasım ayında, dönemin başbakanı Tansu Çiller ‘‘PKK'nın haraç aldığı işadamlarının isimlerini biliyoruz, hesap soracağız’’ diyerek atıfta bulunduğu ünlü ‘öldürülecekler’ listesinin gündeme düşmesinden sonra Kürt işadamları ve avukatları ard arda katledildi. Bunlardan Diyarbakır Liceli olan Avukat Yusuf Ekinci, 24 Mart 1994 günü akşam 18:30’da  Ankara Kızılay’daki ofisinin önünden Özel Harekat polisleri tarafından gözaltına alındı. Cesedi 25 Şubat 1994 günü öğle saatlerinde Gölbaşı yakınlarında yol işçileri tarafından bulundu. Otopside Uzi marka bir silahla başından ve göğsünden 11 el ateş edilerek öldürülmüş olduğu tespit edildi. Ancak kaybolduğu gecenin sabahı, daha ölüm haberi ulaşmamışken Ekinci'lerin evini arayan iki telefon var:Biri arkadan daktilo seslerinin geldiği, sözsüz; diğeri, ‘‘alo, kimsin’’ sorusunu ‘‘cehennemin dibiyim’’ diye cevaplayan iki telefon. Ailesi olayı araştırırken, Oran yolundaki benzinci, kırmızı bir Toyota'nın dikkatini çektiğini (Ekinci'nin arabası kırmızı Toyota) arkadan gelen polis arabasının ona selektör yaktığını anlatıyor. Polis, Toyota'nın şoförünü dışarı çıkarıp üstünü arıyor. Benzincinin son gördüğü peşpeşe giden bu iki araba. Ekinci ailesi Cumhurbaşkanı'na ve Meclis Başkanı'na üç kez mektup yazdı, cevap alamadılar.
1995 yılında ailesi tarafından dava AİHM’e taşındı. AİHM 16 temmuz 2002 tarihinde davayı sonuçlandırdı. Türkiye'nin 'devletin yaşam hakkını korumadığı' ve yeterli ve etkili soruşturma yapılma hakkını ihlal ettiğine karar vererek manevi tazminat ödemeye hükmetti. Yusuf Ekinci'nin polis tarafından öldürüldüğü iddialarında ise delil yetersizliği nedeniyle Türkiye sorumlu tutulmadı.
1994 yılı içinde işlenen dört cinayetle ilgili itiraflarda bulunan ve tutuklanarak cezaevine gönderilen eski Özel Harekatçı Ayhan Çarkın, mahkemede Ekinci’nin bürosundan alınmasını ve öldürülmesini şöyle anlattı: “Avukat Yusuf Ekinci, Yusuf Yüksel isimli komiserin kullandığı arabayla bürosunun önünden gündüz vakti alındı. Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu, Enver Ulu, Ahmet Sakarya, Ayhan Özkan, Şahin ve Sait vardı. Sivil insanda vardı. Gölbaşı’na giderken Ümitköy yolu sapağından sağa dönüldü. Yakın bir mesafede Ayhan Akça tarafından öldürüldü. Başkasının kurşun atıp atmadığını bilmiyorum.”
Çarkın, Ekinci cinayeti sırasında yaşanan diyalogları şöyle anlatmıştı: “Ayhan Ayça ‘bacanak seni göreyim. Al bir siftahın olsun, sen de milli ol’ diyerek Uzi silahı uzattı. Ben de silahı fırlatıp, attım. Aramızda tartışma çıktı. Daha sonra İbrahim Şahin ile aramızda sorun çıktı. Biz birbirimizle yumruklaştık. Ben kendimi polislikten ihraç edilmek istedim. Özel harekat grubunun içerisinde bir de Siirt grubu vardı. Böyle denmesinin nedeni Siirt’ten gelen Terörle mücadele grubu ile İbrahim Şahin, orada da beraber çalıştığı için bu grup etkindi. Ben Yusuf Ekinci’nin ne amaçla öldürüldüğünü bilmiyorum. Ben bazen sorduğumda Milli Güvenlik Kurulu MGK ve devletin bilgisi dahilinde oluyor diye bir şeyler söyleniyordu.”
Ayhan Çarkın’ın itiraflarından sonra Yusuf Ekinci’nin kardeşi Tarık Ziya Ekinci; “Cinayetin arkasında tabi ki sadece Ayhan Çarkın yok. Dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan yardımcısı, İbrahim Şahin, Mehmet Ağar, Süleyman Demirel ve daha pek çok isim olduğunu düşünüyorum. Demirel başbakanken MGK'da PKK meselesinin nizami ordu yöntemlerle çözülemeyeceği düşünülerek, kontrgerilla yöntemlerinin uygulanması kararlaştırılıyor. İşte bu yöntem faili meçhul cinayetlerin işlenmesi sürecini 1992'den itibaren başlattı.”  Radikal gazetesinin o zamanki genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, bu belgeye ulaşarak, konuyla ilgili 05.12.1996 ve 10.12.1996 tarihlerinde iki yazı kaleme aldı. Bu yazılarda cinayetler için kimlerin görevlendirildiği ve hangi yöntemlerle sorunun çözüleceğine dair bilgileri aktarmıştı. Yani bu sistemli faili meçhul cinayetler MGK kararıyla onaylanmıştı. Berkan'ın yazısında, "MGK Genel Sekreterliği tarafından hazırlanmış 24 sayfalık bir belgeydi. Dokumanda aralarında Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi isimlerin de bulunduğu 26 sivil, özel harp dairesinden yedi subay, Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi'nden 12 polis -Ayhan Çarkın bunlardan biri- bir grup oluşturacağı, bu özel grubun PKK'nin lojistik desteğini kesmek için çalışacağı yazılıydı." ifadesi yer alıyor. O dönemdeki faili meçhul cinayetlerin arkasında bizzat MGK'nın olduğu çok açık. İşin içinde devlet olduğu için, Ayhan Çarkın'ın "tatmin" edilerek ifadesini geri almasının sağlanmasından endişeleniyorum. Ayhan Çarkın'ın kararlı şekilde verdiği ifadenin arkasında durması gerekiyor. Devlet katından bazı kurumların müdahalesi ile Ayhan Çarkın ifadesini geri alabilir. Madem devlet tarafından organize edildi ve devlet görevlendirdi, devlet bugün bu işin bir şekilde çözümünü bulacak gibi geliyor bana. En çok bundan endişeleniyorum. Çünkü işin içinde Mehmet Ağar, Süleyman Demirel gibi tanınmış isimler var. Eğer dava açılırsa, biz müdahil olacağız. O zaman umarım her şey açığa çıkar. Şimdi savcılık "gizlilik" kararı almış. Bu nedenle bize oradan bilgi intikal etmiyor. Biz şimdi Ayhan Çarkın'la cezaevinde görüşme yollarını arayacağız.” 


 Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği
Hüsambey Mah. İtfaiye Cad. Karanfil Apt. No: 17 Daire: 2 Fatih / İstanbul
Tel: 0212 531 63 43
Gsm: 0538 010 68 43
E-mail: info@yakayder.com  yakayder_yeni@hotmail.com

 

Monday, September 14, 2015

Emil Michel Cioran Ezeli Mağlup


Söyleşiler
Özgün adı: Entretiens
Çeviri: Haldun Bayrı
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Mart 2007
2. Basım: Aralık 2011
BuruklukTarih ve Ütopya, Çürümenin Kitabı. Cioran’dan yayımladığımız bu üç kitap da Türkçede okurlardan hatırı sayılır bir ilgi gördü, hatta belli bir müdavim kuşağı yarattı.Ezeli Mağlup, Cioran’la yapılmış söyleşileri bir araya getiriyor. Romanya’da, Karpat Dağları’ndaki çocukluğunu, aile hayatını, etkilendiği ve beslendiği kaynakları, Paris’e gidişi ve yakın çevresiyle ilişkilerinin hikâyesini, Fransızca yazma, dil ve düşünce, din ve mistisizm, insanlık tarihi üzerine hınzır tespitlerini buluyoruz bu söyleşilerde.
Her Cioran okurunun er ya da geç aklına düşen şu soru “diğer konuşanlardan, yorumlayanlardan, vaaz verenlerden bunca şikâyetçiyseniz ve bütün bunlara hiçbir inanç ve güven duymuyorsanız, siz kendiniz niye yazıyorsunuz?” sorusu da yer alıyor söyleşilerde. Hak veriyor Cioran, ezeli bir mağlubiyet gibi görüyor yaşamını.
Diğer yandan, “intihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum,” diyen bir düşünürün, kimi zaman çağımızın en koyu kötümseri olarak algılanan, kimi zaman insana Diogenes’i hatırlatan bir şekilde “gölge etmeyin” diyen, sürekli terk etmeyi, bırakmayı telkin eden bu yaşlı adamın, nasıl kendine özgü bir yaşam sevincine ve neşeye sahip olduğunu, nasıl Balkanlar’a vergi bir kadercilikle varoluşu “olduğu gibi” kabullendiğini de görüyoruz.
İÇİNDEKİLER
Yaratılış ve günah, bir ve aynı şeydir
Metafizik bir vatansızım ben
Hedefsiz yaşamak
İnsanın giriştiği her şey, tasarlamış olduğunun tam tersine varıyor
Tarih, insanın denetimi altında tuttuğunu hayal ettiği mukadder bir akıştır
Manevi ilerleme için başarısızlık elzemdir
Tarihte bir tek gerileme devirleri çekicidir
Can sıkıntısı bir nevi şeytan dürtmesidir
Vatansız ve kimliksiz kalmak istiyorum
İlahiyatçılık taslayacak kadar mizah yoksunu değilim
İnsanlık macerası bir tevazu noksanlığıyla başlamıştır
İntihar fikri sayesinde hayatta kaldım
İnsan, zamanında durmasını engelleyen bir içgüdü yüzünden yok olacak
Tarihteki felaketler fazla kanaat sahibi kişiler tarafından kışkırtılmıştır
Mükemmel bir sağlık, gayri manevidir
Kendime rağmen hidayete erecek halim yok
Bernard-Henri Lévy'nin Üç Sorusu
Çağdaşlarımızda şeyleri seyreyleme yeteneği kalmadı
Hayatımdaki büyük başarı, mesleksiz yaşamış olmak
Eninde sonunda, yazardan sadece birkaç cümle kalır

....

“Yaratılış ve günah, bir ve aynı şeydir” söyleşisinden, s. 11-13.
(…)
Sizin mistisizme olan eğiliminiz, dünyadan nefretiniz, acaba Ortodoksluk geleneğinden mi geliyor?
Bu eğilimimin, daha ziyade, Katharların ataları olan Bogomiller'in gnostik tarikatiyle akrabalığı var; etkileri özellikle Bulgaristan'da çok büyüktü. Çocukluğum sırasında şedit bir ateydim, ki bu dediğim bile az kalır. Yemek duası yapılırken, ânında masadan kalkar giderdim. Bununla birlikte, kendimi Rumen halkının derin inancına yakın hissediyorum; bu inanca göre yaratılış ve günah bir ve aynı şeydir. Balkan kültürünün büyük bölümünde, yaratılış durmadan suçlanmıştır. Yunan trajedisi nedir ki? Koronun, yani halkın, sürekli kaderden şikâyet edişi değilse... Kaldı ki Dionysos da Trakya'dan geliyordu.
Şaşırtıcı bir şey bu: Yazılarınız derinlemesine karamsar, ama üslupları neşeli, çevik, iğneleyici bir mizahta. Sohbet ederken de fikirleriniz korkutuyor, ama tonları manevi, güç verici. Bu aykırılığı nasıl izah ediyorsunuz?
Ailemden miras kalmış bir şey olmalı bu; annemle babam tamamen zıt mizaçtaydılar. Uykusuzluk gecelerimde basan efkârla yazdıklarımdan başka bir şekilde yazamadım hiçbir zaman; yedi yıl boyunca neredeyse hiç uyumadım. Her yazarın yazdıklarına bakıldığında, düşüncelerinin gündüz düşünceleri mi, yoksa gece düşünceleri mi olduğunun anlaşılabileceğine inanıyorum. O efkâra ihtiyacım var ve bugün bile hâlâ, yazmadan önce Macar Çigan müziğinden bir plak koyarım. Aynı zamanda, muhafaza ettiğim ve kendime karşı çevirdiğim bir hayatdoluluğum vardı. Az çok bezgin olmak değildir söz konusu olan; aşırılık derecesinde bir melankoli, aşırı bir hüzün gereklidir. İşte o zaman kurtarıcı bir biyolojik tepki oluşur. Dehşet ile vecd arasındaki etkin bir hüznü icra ediyorum. Uzun zaman boyunca Kafka'yı fazla iç karartıcı buldum.
Yazmayı seviyor musunuz?
Bundan nefret ediyorum, ayrıca çok az yazdım. Çoğu zaman hiçbir şey yapmıyorum. Paris'teki en uğraşsız insan benim. Ancak müşterisiz bir orospuyu, benden daha uğraşsız biri gibi görürüm.
Geçinmek için ne yapıyorsunuz?
Kırk yaşında hâlâ Sorbonne'a kayıtlıydım, öğrenci kantininde yiyordum ve bunun ömrümün sonuna kadar böyle sürmesini ümit ediyordum. Sonra, yirmi yedi yaşını geçenlerin okula kayıtlı olmasını yasaklayan bir kanun çıktı ve beni bu cennetten kovdu. Paris'e gelirken, Fransız Enstitüsü'ne bir tez yazma sözü vermiştim ve konusunu da belirtmiştim –Nietzsche'nin etiği üzerine bir şey–, ama bunu yazmak aklımdan geçmiyordu. Bunu yapmak yerine, bütün Fransa'yı bisikletle katettim. Sonunda bursumu iptal etmediler, çünkü Fransa'yı bacaklarımla yüklenmiş olmanın da bir meziyet teşkil ettiğini düşündüler. Ama çok okudum, özellikle de durmadan tekrar okudum. Dostoyevski'nin bütün eserlerini beş veya altı kere okudum. Tekrar okumadığımız bir şey üzerine yazı yazmamamız gerekirdi. Fransa'da bir de yıllık kitap kuralı var. Her yıl bir kitap çıkarmak zorundasınız, yoksa "sizi unuturlar". Mecburi varolma eylemi bu. Hesaplayın yeter. Yazar eğer seksen yaşındaysa, altmış kitap yayımlamış olduğunu bilirsiniz. Marcus Aurelius'a ve İsa'nın Yaşamı'nın Taklidi'nin yazarına bir tek kitabın yetmiş olması ne büyük bir şans!
Nasıl başladınız?
Bükreş'te 1933 yılında yayımlanan bir kitapla: Ümitsizliğin Doruklarında. Bu kitap daha sonra gelecek her şeyi içermektedir. Kitaplarım arasında en felsefi olanıdır.
Romanya'daki faşist hareket Demir Muhafızlar'la aranızda neler geçti? Bu harekete sempati duymuş olduğunuz söyleniyor.
Hiçbir zaman üyesi olmadığım Demir Muhafızlar çok tekil bir olguydu. Şefleri olan Codreanu aslında bir Slav'dı ve daha ziyade Ukrayna ordusunun bir generalini andırıyordu. Muhafızlar'daki komandoların çoğu sürgündeki Makedonyalılardı; genellikle Romanya'yı çevreleyen halkların izini taşıyordu. Nasıl kanser için, bir hastalık olmadığı, hastalıklar bütünü olduğu söylenirse, Demir Muhafızlar da bir hareketler bütünüydü ve bir partiden ziyade, uçuk bir tarikatti. Hareket içinde, ulusal yenilenmeden ziyade, ölümün saygınlığından bahsediliyordu. Rumenler genel olarak kuşkucudur, kaderden fazla bir şey beklemezler. Bunun için Muhafızlar, aydınların çoğu tarafından horgörülüyordu, ama psikolojik düzeyde durum farklıydı. Derinlemesine kaderci olan bu halkta bir nevi çılgınlık vardır. Demin zikrettiğim, köylerde ölesiye canı sıkılan diplomalı aydınlar da seve seve bu hareketin saflarına katılıyorlardı. Demir Muhafızlar, can sıkıntısı da dahil olmak üzere, hatta belsoğukluğu da dahil olmak üzere, her derde deva zannediliyordu. Bu aşırılık düşkünlüğü birçok kişiyi komünizme doğru da çekebilirdi, ama daha ortaya yeni çıkmıştı ve sunacak hiçbir şeyi yoktu. Hiçbir şekilde inanmadan nasıl hayranlığa kapılınabileceğini bu dönemde kendi içimde de hissettim. O zamandan beri sık sık gözlemlediğim bir haldir bu; hem de sadece yirmilik gençlerde değil, maalesef altmışlıklarda da. Benim için o iş iyiden iyiye bitti.
Sık sık gerici muamelesi yapılıyor mu size?
Başımın çaresine bakıyorum. Bunun da ötesine gidiyorum. Bir gün Henri Thomas bana, "1920'den beri olup biten her şeye karşısınız," dedi; ben de ona, "hayır, Âdem'den beri!" diye cevap verdim.
Romanya'yla ilişkileriniz bugün nasıl?
Stalin öldüğünde herkes rahatlamıştı, bir tek ben iç geçiriyordum: "Şimdi perde kalkacak ve bütün Rumenler sökün edecekler," diye. Olan biten de bu oldu. Birden en uzak akrabalarım ve eski sınıf arkadaşlarım evime doldu; bana saatler boyunca komşu dedikoduları veya bu tür şeyler anlatıyorlardı. İçlerinde okuldan beri tanıdığım bir doktor vardı; bir gün patladım ve defolmasını söyledim. O zaman bana, "sinir hücrelerinin hiç yenilenmediğini ve onlara itina göstermen gerektiğini bilmiyor musun?" dedi. Bu beni sakinleştirdi ve konuşmaya devam ettik. Komünist yöneticilerden bir arkadaşım vardı. O dönemde ona burada kalmasını tavsiye ettim. Sokakta bana, "ülkesinden uzakta hiç kimse peygamber olamaz," dedi ve geri döndü. Sonra sapmacılıktan on sekiz yıl kampta kaldı. Matematik problemleri üzerine düşünerek tüm aklını yitirmemeyi başardı. Bugün serbest ve devletten maaş alıyor.

Friday, September 11, 2015

Eduardo Galeano: “Gönlün haritasında sınır yoktur.”

Canan ve benim ortak bir noktamız var. Her ikimiz de farklı zamanlarda Türkiye’deki medyanın hal-i pürmelalinden, kısır tartışmalardan, sistemin baskısından yılıp cebimize bir miktar para koyarak bavulumuzu topladık. Önce Buenos Aires’e gidecek, orada biraz İspanyolca öğrendikten sonra Latin Amerika’yı gezecektik. (Bu dönemde birbirimizi tanımıyorduk.) Türkiye’yi, İstanbul’u, evimizi ve işimizi terk etme kararı aldığımızda, dostlarımız bizi “kaybedeceklerimiz” konusunda uyardı! Ama içimizde nasıl bir gitme isteği varsa, ikimiz de kulak asmadık. Ve birkaç yıl arayla bu dünyaya ve düzene dair kalan umudumuza, direnişlerin güney kutbuna doğru yola çıktık. Bavulumuzda giysiler, sözlük, hediyeliklerin yanı sıra Eduardo Galeano’nun birer kitabı vardı. Kim bilir belki ikimiz de Galeano’nun yalnız çıktığımız bu yolculukta bize yarenlik edeceğini düşünmüştük. Ne de olsa Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı onun kitaplarından öğrenmiştik; Ateş Anıları, Tepetaklak, Kucaklaşmanın Kitabı, Aynalar ile bize binlerce mil uzaktan bambaşka bir dünyayı anlatmıştı. Gölgede ve Güneşte Futbol’un sıkı birer Beşiktaş taraftarı olan Canan ile benim başucu kitabımız olduğunu da eklemeliyim.
SONY DSC
Canan ile Buenos Aires’te arkadaş olduk. Eduardo Galeano ile söyleşi fikri Canan’ın yazara attığı e-postaya olumlu yanıt almasıyla gerçek oldu. Ama bir ricamız vardı… Galeano’dan, İstanbul’dan gelen iki gazeteciye, Montevideo’da iki gün ayırmasını rica ettik. Evinde, en sevdiği kafede, Uruguay’ın 1930 yılında ilk dünya kupasını kazandığı Estadio Centanario Stadı’nda ve Montevideo sokaklarında söyleştik. Eduardo Galeono, bu iki günde mütevazılığı, olgunluğu, birikimi ve samimiyetiyle bizi hiç şaşırtmadı. Kitaplarındaki gibi bir Galeano vardı karşımızda. Yürürken yanında taşıdığı küçücük defterlere küçük küçük notlar tutan ve o notlardan kocaman kitaplar yazan, büyük bir yazar…
Montevideo sahilinde yaptığımız yürüyüşte , “Ben yürürken sözcükler de içimde yürür,” dediğinde biz de Türkçeden bir örnek verdik. “Caminar”ın Türkçe karşılığının “yürümek” olduğunu, “corazon”a ise “yürek” dediğimizi ve kimi etimologların yürümenin yürekten geldiğini iddia ettiğini söyledik. Hemen küçük defterini çıkardı ve her iki sözcüğü de not aldı. Kim bilir bu iki sözcük bir gün yürür ve bir Galeano kitabında yeniden karşımıza çıkar.
Yaptığımız bu söyleşinin edebiyatla ilgili bölümünü Notos ile paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.  – B. A.
Ben yürürken sözcükler de içimde yürüyor…
Yıllarca Uruguay dışında yaşadınız. Sizi Montevideo’ya geri döndüren ne oldu?
Ben bu şehirde doğdum ama aynı zamanda bu şehri yaşamak için seçtim. Çünkü kimseye sormazlar nerede doğmak istediğini, annesi neredeyse orada doğar. Böyle bir şehirde doğduğum ve sonrasında yaşamak için seçtiğim için şanslıyım. Burada yaşamayı seçtim, çünkü bugünkü dünyada yürüme ve nefes alma şansına sahip olabileceğim çok fazla şehir yok. Ve ben yürümeyi çok seviyorum. Her gün bu Montevideo’nun ıslak kıyılarında uzun yürüyüşler yapıyorum. Üstelik nefes almayı da çok severim; bu da hayatta kalmak için oldukça gerekli bir şey. Büyük, modern şehirlerde otomobillerin diktatörlüğünde dayatılan yaşam tarzı hoşuma gitmiyor. Tavuklar uçmayı unuttu. Kanatları var ama uçmayı bilmiyorlar. Biz insanlar da yürümeyi unutuyoruz. Bacaklarımız var ama her seferinde onları daha az kullanıyoruz. Gerçekte bacaktan daha çok tekerleklerimiz var. Tamamen motorize olmuş durumdayız. Dalga seslerinin duvarlarına çarptığı Montevideo kıyılarında her gün yürüyerek, kaybolan yürüme keyfini yeniden hayata döndürmeye çalışıyorum. Üstelik ben yürürken sözcükler de içimde yürüyor. Yani ben yürürken yazıyorum, hikâyeler ben yürüdükçe içimde yürüyen sözcüklerle büyüyor.
“Caminar”ın Türkçe karşılığı “yürümek”tir. “Corazon” da yürektir. Kimi etimologlarsa “yürümenin yürekten geldiğini” söyler.
Aa, hiç duymamıştım.
Yürek, yürümek ve yazmak; bunların arasında nasıl bir bağ var sizce?
Ben hayata benzeyen bir dille yazmak istiyorum. Yani his düşünce, aynı zamanda hem düşünenebilmek hem de hissedebilmek, kalbin ve mantığın birleştiği yerde hislerin ve düşüncelerin dünyasında. Zannediyorum ki bu dünyalarda sözcükler yürüyerek birleşir. En azından ben öyle hissediyorum. Sözcüklerle yürüyorum, sonra yazıyorum. Bir şekilde bu sözcükler bana doğru yürüyorlar. Ben doğduğum şehrin kıyılarında yürüyorum, şehir de bana yürüyor, benim içimde yürüyor. Bu yüzden her zaman şunu söylüyorum, kitaplar beni yazıyor, ben onlar için yazıyorum. İçimdeki kapının çalınma vaktine kadar yavaş yavaş, uysalca büyüyorlar. Dudaklarımın kapısını çalıyorlar, ellerimin kapısını çalıyorlar. Tık tık tık, dışarı çıkmak istiyorlar, daha fazla şeye ulaşmak istiyorlar.
Nasıl yazmaya başladınız?
Ben elinden hiçbir şey gelmeyen beceriksizin biriyim. Bu yüzden doğduğumdan beri hep şunu yapayım bunu yapayım diye çabaladım. İlk önce futbolcu olmak istedim ama bacaklarım istemedi. Sonra din adamı olmak istedim ama günahkâr beynim yüzünden onu da olamadım. Sonrasında ressam olmak istedim, çizdiğim… Duvarda gördüğünüz dedemin portresi gibi çizimlerle bir dönem oyalandım. Ama her zaman söylemek istediklerimle söylediklerim, yani arzular ve gerçekler arasında büyük bir uçurum olduğunu hissediyordum. Bu yüzden çok zorla da olsa yazmaya başladım. Benim için yazmak çok meşakkatliydi. Şimdi yazmaktan keyif almama rağmen hâlâ benim için meşakkatli bir iş ve beni zorlamaya devam ediyor. Ama ilk yazma deneyimlerim bana pek keyif vermiyordu. Onun yerine hızlı gazetecilik yapmak daha çok hoşuma gidiyordu. Gazeteciliğe on dört yaşımda karikatürist olarak başladım. Daha sonra ilk makalelerimi yazmaya başladım. Ancak hiçbir zaman ciddi konular üstüne yazmıyordum, ayrıca hoşuma da gitmiyordu. Daha çok bir gazeteci gibi haber peşinde koşmayı seviyordum. Çok çok sonraları yazma keyfini hissetmeye başladım. Bu, hiçbir zaman beyaz bir sayfanın başına oturunca duyduğum paniği yatıştırdım anlamına gelmiyor tabii. Yazarken aynı paniği hâlâ hissediyorum. Bazen yazma isteği beni korkutuyor. Söylemek istediklerimi layık oldukları gibi anlatamayacağımdan korkuyorum. Çünkü gerçeklik ellerimden daha verimlidir. Benden çok daha fazla şey bilir. Bu yüzden çoğu sefer yazmak beni ürkütür. Ama korkuyu yendikten sonra aldığım keyif olağanüstüdür. Bir konu üstünde çalışırken fazla sözcükleri silmek, firari sözcükleri aramaya çıkmaksa uçsuz bucaksız bir keyiftir. Bazen yazdıklarımın söylemek istediklerime yeterince benzediğine inanma şansı yakalıyorum. Bu bana çok keyif veriyor. O zaman bana az çok iyi gelenleri yayımlıyorum. Üstelik tek yapmayı bildiğim şey de bu, yani yazmak. Bunun dışında hiçbir şey yapmayı bilmiyorum. Araba kullanamam, patlak bir ampulü değiştiremem, bozuk fişi onaramam, tamamen beceriksiz bir adamım.
Bir söyleşinizde yazmaya oturmadan önce parmaklarınızın kaşınmasını beklediğinizi söylemişsiniz. Tıpkı daha önce tanıştığınız bir davulcu gibi… Kimdi o davulcu?
Evet doğru. Üstünden çok zaman geçti, Küba’daydım. Bir ay kadar Haiti’nin mavi dağlarının göründüğü adanın doğu tarafında kaldım. O sıralar devrim bulunduğum yere daha ulaşmamıştı. Terk edilmiş ama aynı zamanda büyülü bir bölgeydi. Küba’nın en arka bölgelerindeydi ama büyülüydü. Cangılın derinliklerinde kaybolmuş köylerin birinde bir davul sesi duydum. O bunu bilmiyordu ama çok büyük siyahi bir müzisyendi davulu çalan. Konuşur gibi davul çalıyordu. Onun konuşma şekli öyleydi. Dediğim gibi kendisi bilmemesine rağmen çok büyük sanatçıydı. Gecenin çok geç bir saatiydi, adamakıllı da içmiştik, bu yüzden nasıl bu kadar müthiş çalabildiğini sorma cesareti gösterdim. Davuldan çıkan sesler başka bir dünyadan geliyor gibiydi. Benim bu durumla bu kadar ilgili olmama çok şaşırdı. Çünkü onun için konuşmak kadar normaldi davul çalmak. Ama gene de bana, “Bir şey var, bir şey var, çünkü ben her zaman çalmıyorum. Yalnızca bazen avucum kaşındığında çalıyorum,” dedi. O siyahi ihtiyarın bana verdiği dersi çok iyi öğrendim ve hiçbir zaman unutmadım. Yalnızca avucum kaşındığı zaman yazıyorum. Deneyimlerim bana şunu gösterdi; beynim bunu yazmak gerekir dediğinde, ellerime emir verdiğim zaman ellerim bana itaat ediyor ama gönülsüzce; çıkan sonuç hiçbir zaman inandırıcı olmuyor. Ellerim yalnızca kendi canı istediği zaman coşku ve heyecanla yazıyor, verilen emir üstüne değil. O ihtiyar siyahi gibi ben de ellerim kaşınınca yazıyorum.
Bir zamanlar yazmaktan nefret ettiğiniz doğru mu?
Hayır. Nefret etmek… hayır. Yalnızca bazen kendime soruyorum, gerçekten yazmak istediğimi mi yazıyorum yoksa bazı gelişmelerin getirdiği aciliyet mi beni yazmaya zorluyor. Üstelik bazen gerçekten inandığım fikirler için bunun yapılması gerekir; bana dehşet veren olayları kınamak gerekir, bunun için harekete geçmek gerekir diye de yazmak zorunda hissediyorum kendimi. Ama içimdekiler bir şeye benzediği zaman onları yazma gereği duyuyorum. Yani ellerim yazmak istediği zaman, yazacaklarım beynimde olgunlaşmış oluyor. Bunun müzikle de ilgisi var. Belki de bu yüzden o ihtiyar davulcunun verdiği ders aklımda kaldı. Çünkü ben yazı yazanların müzik yaptığına da inanıyorum. Sözcüklerin yalnızca bir anlamı değil, aynı zamanda sesleri de vardır. Bu sesler öteki seslerle birleşir ve bir melodi oluştururlar. Okurun kulağına ulaşan işte bu melodidir. Bununla birlikte, sözcükler bir de anlam ifade eder. Tarihi ifade ederler, idealleri ifade ederler vb. Müzik gibi birinci mevkide değer görürler. Ben çocukken öğretmenler çocukları yüksek sesle okumaya zorlardı. Bu yöntem artık kullanılmıyor, yıllar önceydi. Ama bence çok yazık. Çünkü yüksek sesle okurken öğrendiklerimden biri de tıpkı müzik dinlerken olduğu gibi edebiyattan keyif almaktır. Yani sözcüklerin de aslında bir melodi gibi çınlama isteklerini keşfetmeyi öğrenmemdir.
Peki başka bir dilde bu melodi okurun kulağına nasıl ulaşacak? Yazar onu kendi dilinde yaratabiliyor da, çevirisi yapıldığında bu kaybolmayacak mı?
Çok güzel bir soru. Gerçekten de çevirilerde sözcüklerin orijinal müziği kayboluyor, ama yazının orijinal melodisine saygı gösteren, ona sadık kalan bir çevirmen, duyduğu müzikle birlikte yeni bir müzik yaratma durumundadır. Çevirmen, çeviri yaparken bir coautor, yani yardımcı yazar görevi görür. Böylece çeviri, yaratıcı bir sanat haline dönüşür. Bu da çok yorucu bir iştir. Tüm dünyadan çevirmenlere kölelik ücretleri ödendiğinden, çeviri nadiren sanata dönüşür. Yalnızca… futbol deyimiyle söylersek, çevirmen formasıyla bütünleşince, yani çevirmen çevirdiği metinle kendini özdeşleştirince, ancak o zaman ona az ya da çok ne ödeneceğini umarsamadan o yeni müziği yaratır. Çevirmenlik gerçekten de çok zor, çok nazik ve günümüz dünyasında çok haksız bir biçimde ücretlendirilen bir iştir.
Türkiye’de çok seviliyorsunuz, sizi iyi izleyen bir okur kitlesi var. Türkiye’deki okurlar farklı mı?
Neden bilmiyorum ama kitaplarımın bazı ülkelerde öteki ülkelere göre şansı daha yaver gitti. Bazen İspanyolcadan çok farklı yapısı olan dillerde, örneğin Türkiye gibi ülkelerde söylediğim yaşandı, ki Türkçe bizim dilimizden çok çok farklı bir dil. Ama, buna rağmen kitaplarım okurlarla çok iyi bağ kurdu, insanlara ulaştı. Bu durum bana gerçekten çok büyük mutluluk veriyor. Çünkü bana göre sınır diye bir şey yoktur. Yani gönlün haritasında sınırlar yoktur. Bir insan başka ülkelerde yaşayan, başka diller konuşan, değişik kültürden bir başkasıyla kendini yurttaş (kendini aynı ülkenin vatandaşı) hissedebilir. Aynı zamanda bir kişi “Ben onlarım, onlar da ben” diye de hissedebilir. Bu yol çok daha doğal. Bu düşünce biçimi hayatta kalmaya çok yardımcı olur, çünkü bu dünya komşuna güvenme şiarı üstüne inşa edilmiştir. Dünya korku diktatörlüğünün boyunduruğunda. Komşudan gelecek tehdite karşı eğitiliyoruz. Komşun seni kaçırabilir, tecavüz edebilir, yalan söyler, işini elinden alır, eşini elinden alır, kim bilir daha nelerini elinden alır. Ötekilere dikkat et! Yanına oturan adam bir terörist olabilir. Şu gülen kadın sana bulaşıcı bir hastalık bulaştırabilir. Korku ülkesinde yaşamaya eğitilmişiz. Bu yüzden kardeş, kız kardeş, sevgili gibi sözlere çok değer veriyorum.
John Berger ile nasıl bir ilişkiniz var? Hakkınızda söyledikleriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Önce de söylediğim gibi ressam olmak istiyordum, yazar değil. Öncesinde de futbolcu olmak istiyordum. Yani Galeano değil, Lugano olmak isterdim. Ama Galeano olmaktan başka seçeneğim kalmadı. Gördüğünüz gibi evin her yeri birbirinden güzel resimlerle dolu. John’la resim tutkumuzu paylaşmak çok iyi olurdu ama benim bu konuda yeteneğim sınırlıydı, o yalnızca mükemmel bir yazar ve eleştirmen değil aynı zamanda çok iyi bir ressamdır. Onunla aramızda çok sıkı bir bağ vardır, birbirimizi çok severiz.
John Berger sizin için “dünyanın vicdanı” diyor.
Öyle mi demiş. Bana olan sevgisinden ve nezaketinden söylemiştir. Önemli olan, nasıl desem, ben dünyanın vicdanı olmak istemem. Bu tamamen John’un güzelliği. Ama elbette ki dünyanın, hayatın açıklanmasında, anlamlandırılmasında yardımcı olma yeteneğine sahip olmayı isterdim. Ne anlamda derseniz, bana göre insanlığın gökkuşağı, gökyüzünün gökkuşağından çok daha fazla renge sahip. Yani hayran olduğumuz, güneş ve yağmurun bir araya gelmesinden oluşan gökkuşağı, bizim, insancıkların dünya üstünde var olarak oluşturduğumuz gökkuşağından çok daha az güzelliğe sahiptir. Ama görünen o ki bizler bizzat kendi kendimizin körüyüz. Kendimizi görebilme yeteneğimiz yok. Çünkü insanlığın yarısını yok sayan maçizm yüzünden, ırkçılık yüzünden, militarizm yüzünden, elitizm yüzünden, bizi azaltan, yok sayan, küçülten, bir parçası olmak istediğimiz olası bütüncül güzelliğe ulaşmamızı engelleyen sakat bir bakış açımız var. Öyleyse gökkuşağının kurtarılmasının yolu bizim onu görmemizi engelleyenleri teşhir etmekten geçer. Yani kafeslerden nefret etmeden özgürlüğe sevdalanamam. Başka türlüsü ikiyüzlü, sahtekâr bir şey olurdu. Bu yüzden dünyanın güzelliklerini görmemizi engelleyenleri teşhir etmek için insanlığın kayıp anılarını (memorias perdidas - “insanlığın kayıp tarihi” de denebilir) kurtarmakta ısrar ediyorum. Kadınların kayıp anıları, tek suçu daha koyu bir renge sahip olmak olan insanların kayıp anıları, unutulmuş coğrafyaların kayıp anıları, söylemeye değer şeyleri olduğu için hatırlanmayı hak eden, unutulmuş, bugün bile terörist ilan edilerek diskalifiye edilmiş insanların kayıp anıları…
Bilmiyorum pek biliniyor mu, pek sanmıyorum ya, siyah bir adam iki yıl öncesine, yani 2008’e kadar ABD’nin terörist listesindeydi. 60 yıl boyunca ABD’nin terörist listesinde kalan bu insan, ABD’ye ancak özel izinle gidebiliyordu. Bu beyefendinin adı Nelson Mandela’ydı. Nobel Barış Ödülü sahibi Nelson Mandela, ABD’nin terörist listesindeydi. Bu yüzden ABD terörizm hakkında konuştuğunda onları asla ciddiye almıyorum. Kötü bir mizah duygusuyla yapılmış kötü bir şaka olduğunu düşünüyorum. Dördüncü sınıf bir mizah…
Aslanların tarihçilerini hatırlattı…
Ha, evet, kitaptaki cümle…
Aslanların artık nihayet kendi özel tarihçileri var mı? Siz onlardan birisi olabilir misiniz?
Önce hikâyeyi anlatayım. Yıllar önce bir 1 Mayıs günü Chicago’daydım. Tamamen tesadüftü, bir üniversiteye söyleşiye gitmiştim, 1 Mayıs gününe denk gelmişti. Herkesin bildiği gibi 1 Mayıs Chicago’da günlük 8 saat çalışma günü ve sendikalarının tanınmasını istedikleri için asılan işçilerin anısına dünya işçilerinin dayanışma ve mücadele günü olarak kutlanır. Tam da o gün Chicago’da olduğumdan ABD’li dostlarımdan, işçilerin asıldığı yere götürmelerini istedim beni. Arkadaşlarım kendilerini biraz rahatsız hissetmiş. Bana ABD’de 1 Mayıs’ın olmadığını nasıl anlatacaklarını bilememişler.
Tatil değil mi?
Hayır, hiçbir şey olmayan bir gün.
Hangi yıl oldu bu?
Tam olarak bilmiyorum ama bayağı oldu. Şimdi birçok şey değişmeye başladı. Tüm dünyaya sırtlarını dönemeyeceklerinin farkına varmaya başladılar. Chicago özellikle asılan işçilere saygı duruşunun yapılması gereken birincil yer, çünkü orada asıldılar. Neyse, işçilerin asıldığı yeri aramaya başladık ama kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Yani 1 Mayıs’ın doğduğu yerde 1 Mayıs diye bir şey yoktu, üstelik kimse idamların nerede yapıldığını bilmiyordu. Sanırım şimdi bu değişti. Bana idamların olduğu yere bir plaka yerleştirdiklerini söylediler. Yani biraz bilinçlenmeye başladılar. Arkadaşlarla birlikte yemek yedikten sonra bir kütüphaneye gittim. Orada birçok posterin arasında üstünde bir Afrika atasözü olan bir poster vardı: “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip oluncaya kadar avcılık hikâyeleri avcıları yüceltmeye devam edecektir.” Evet, belki ben de aslanların tarihçilerinden birisi olabilirim. Yalnızca avcıların sesinin duyulduğu bir dünyayı aslanların sesinden anlatmaya çalışanlardan birisi… Bu tabii bir mecaz, söylemek istediğim; duyulmaya daha layık olan sesler, duyulmayan seslerdir. İlahiyatçı ve kurtuluşçu arkadaşlarımın da yanıldığı nokta budur işte. Bu arkadaşlarım, “sesleri olmayan sesler” deme alışkanlığına sahip. Bence bu çok ciddi bir hata. Çünkü hepimizin sesi vardır. Hepimizin bir başkasına söyleyecek, anlatacakları dinlenmeye, kutlanmaya en azından affedilmeye layık bir şeyleri vardır. En büyük sorun insanlığın büyük bir bölümünün ağzının kapalı olması, seslerinin duyulmamasıdır.
Teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının gösterdiği inanılmaz gelişmeye rağmen, baskın sesler dünyadaki var olan seslerin çokluğuyla kıyaslandığında çok küçük bir topluluğa aittir. Bu yüzden duyulmayan seslerin, bir şeyler söyleme yükümlüğü olan seslerin dinlenmeye daha layık olduğunu düşünüyorum. Geri kalan seslerin büyük bölümüyse sahibinin sesinin yankısından başka bir şey değildir. Bu yüzden aslanlara bir şekilde el uzatmak gerekir… Sanırım bu bahis de bu kadar yeter.
Ben duvarcılar ve kadınlar üstüne bir soru sormak istiyordum. Çünkü Kucaklaşmanın Kitabı’nda, “Bir kadının yanında uyumak, bir uçurumun kenarında uyumaya benzer” diyorsunuz. Neden?
Gizem yüzünden. Çünkü kadınların dünyası biz erkekler için gizemli bir dünya. Bu gizem hem arzu hem de korku üretiyor. Ateş Anıları üçlemesinde –ki Kesik Damarlar’ın daha derinleştirilmiş halidir– ilk bölümler Colomb öncesi dönemin mitlerine ayrılmıştır. Yani tüm giriş sayfaları Avrupalıların kıtayı keşfinden önceki Amerika’ya bir bakış sunmayı ister. Avrupalı kâşifler tüm yerli belgelerini yaktıkları için o Amerika’yı nasıl anlatabilirdim. Her şeyi yakmışlardı Örneğin, Maya edebiyatını yaktılar, Peru edebiyatını yaktılar, yerlilerinkini, yakabilecekleri ne varsa yaktılar, yok ettiler. Bu belgeleri bulmak imkânsız gibi bir şeydi, bulunanlar da zaten fetihçilerin belgeleriydi. Bu yüzden “neden mitlerden yola çıkmıyorum” dedim. Mitler kolektif ve anonim şiirlerdir. Aynı zamanda halkların, onlar aracılığıyla “ben buyum”, “ben böyleyim” diye kendilerini ifade edebildiği bir kimliğin simgeleridir. Bu yüzden Ateş Anıları’nın ilk bölümleri mitleri anlatan sayfalardan oluştu. Keşif öncesi kollektif bellekte yaşayan efsane ve mitlerden. Mitolojinin dinsel ayinler ve sözlü edebiyat yoluyla yayılarak bugüne kadar gelmiş mitlerinden… Bir süre sonra mitlerin evrensel olduğunu keşfettim. Açıklanamayacak bir şekilde evrensel. Çünkü Peru’daki bir efsane, Çin’deki ya da Güney Afrika’daki bir efsaneyle ya da Eskimoların bir efsanesiyle özdeş olabiliyor. Bu evrensel efsanelerden birisi “dişli vulva efsanesi”dir. Yani eril paniğin doğurduğu, siz kadınlardan korkumuz üstüne çıkan bir efsane. Yani tüm dünya bu dişli vulva efsanesini paylaşıyor. Anafikir, kadının vajinasının dişlerinin olması ve bu dişlerin bizi yiyebilir, yutabilir olmasıdır. Yani bir kadının içine girebilirsin ama çıkabilir misin kimse bilemez. Çünkü vajinanın dişleri arasında yenilebilirsin ya da öğütülebilirsin. Bu, sizden duyduğumuz korku yüzünden çıkmış bir efsane. Freud’un söz ettiği penis haseti örneğinde olduğu gibi, ki hiçbir kadının bizim vücudumuzun bir parçasına haset besleyeceğini sanmıyorum. Her gün bilgisayarıma sayısız reklam gönderiyorlar, iki metrelik penis vaat ediyorlar. Böyle bir boyutla kim rahat rahat günlük hayatına devam edebilir diye de düşünmeden edemiyor insan. Zaten sahip olduğumuz, bize yeterince sorun yaratıyor. Freud penis hasetinden söz eder, ama ben, dediğim gibi onun varlığından şüpheliyim. Ama şu var, dünyanın hali hazırdaki durumunu gözler önüne seren öteki panik, yıllardan beri süregelen erkek egemenliği, maçist üstünlük tamamen korkunun eseridir, tıpkı diktatörlükler gibi korkudan doğar ve ondan beslenir. İşte bu yüzden biz erkekler kadınlardan korkarız!..
2012
BANU ACUN – CANAN KAYA