Saturday, April 27, 2013

Örgütlenip direnmeliyiz

Yılmaz Zenger, "Yönetimleri suçlamak biz kentlilerin kendi suçumuzu başkalarına projekte etmesidir. Örgütlenip karşı çıkmadığımız sürece, kendi seçtiklerimizin eylemlerinde suçlu ararken, önce aynayı kendimize tutmamız gerekir" diyor.


Cumhuriyet- Mimar, endüstri ürünleri tasarımcısı, sanatçı, akademisyen, kent plancısı, çevreci... Ama o kendini “ben problem çözücüyüm” diye tanımlıyor. Önümüzdeki günlerde 80. yaşına basacak olan Yılmaz Zenger’den bahsediyorum. Yaratıcılığı sınır tanımayan bir delikanlıdan. Çevresindeki yanlış kararlara, hatalı uygulamalara ve kapitalist sistemin “ne olursa olsun yeter ki tüket” mantığına duyduğu tepki ve öfke onu sürekli olarak problem çözmeye yöneltmiş. Şimdilerde ise doğal kaynakların acımasızca tüketildiği yerkürede geleceğe ilişkin bir şemsiye projenin ilk adımlarını atıyor... Zenger ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
-Kentsel dönüşüm adı altında yaşananlar malum. Bir “problem çözücü olarak” nereye doğru gidiyoruz?
Kenti kent yapan yerleşmiş kök salmış rengini ve tadını onaylatmış dokulardır. Restore etmeyi, iyileştirerek sürdürmenin mantığını Türkiye asla öğrenemedi ne yazık ki. Buna yönetimler de bina sahipleri de dahil; birkaç kat artırmak uğruna geçen yüzyılın güzelim dokularını birer birer yerle bir ettiler. Örgütlenip karşı çıkmadığımız sürece, kendi seçtiklerimizin eylemlerinde suçlu ararken, önce aynayı kendimize tutmamız gerekir.
- İstanbul oburca şişmanlayan bir kent... Adını bile bilemediğimiz yeni semtler doğuyor... Bunun sürdürülebilirliği var mı?
İstanbul semtlerinin en belirgin özelliği benzeşen yaşam biçimlerini bir arada tutmasıdır. Modalı, Kadıköylü, Yeşilköylü ya da Kasımpaşalı, Kurtuluşlu olmak farklı bir aidiyet, bir etiket idi. Şimdi aidiyetler Ağaoğlu, Ekşioğlu... Üstelik mahalle kültürü tamamen ortadan kaldırılıyor. Güvenlikli modern hapishaneler yaratılıyor.
- Salt tüketimin yerini gerektiği kadar tüketim, düşenerek tüketmek, bilinçli tüketim, sorumlu tüketim gibi kavramların alması için ne yapılmalı? Bu konuya sanat nasıl bir katkıda bulunabilir?
Evet insanlar aslında gerçekten gereksinimi olmadıkları bir tüketime koşullandırılıyorlar. Medya da burada önemli rol oynuyor. Gereksinimler abartılıyor. Şirketlerin üretim politikaları her yeniliğin azar azar sunuluyor olması üzerine.
- Yaratıcılığı öldüren, sistemin içinde kalmaya zorlayan bireyler yetiştiriyor bu sistem... Ne yapılır?
Yaratıcı eğitimin altyapısı, en hızlı ve kolay biçimde, en geç 3 yaşında başlayıp 7 yaşına kadar olan sürede kemikleşebilirse, bu çocuğun yaşam boyu alışıldık eğitimin saldırılarından kendini koruma şansı çok artar ve çocuk ayrıca sağlıklı iletişim kurma becerisi de kazanır. 25 yıl önce, Birleşmiş Milletler’de UNICEF bünyesindeki 6 yıllık danışmanlık sürecimde, bunla ilgili enstrümanlar geliştirmeye çabaladım. Kanada hükümetinin desteğiyle, “Communication fo Health”, “Communicating Health” ve “Better Parenting” adlı belgeseller yaptım. Bunları Türkiye’ye yansıtma çabalarımda tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Yuvadan başlayarak eğitimin kemikleşmiş yapısını kırmak bugün artık daha da olanaksız hale geldi. 10 yıldan fazladır İTÜ’de tasarım öğrencilerine algılama ve yanılsamayı konu alan bir ders okutuyordum. Bu yıl pes edip ayrıldım. Bu karamsarlığım yaşlılığımla ilintili değil. İlk kez eğitimle ilgili umutsuzluğuma yenik düştüm.
- Son serginizde bu kitaptan yola çıkarak sizin deyiminizle “bir şemsiye projenin” kurgusunu yaptınız ve ilk adımlarını attınız. Bundan biraz bahseder misiniz?
Dediğim gibi 21. yüzyılın ikinci yarısında yaşam koşulları artık yok olma sınırına gelen bir ortamda iki kent kurguladım. Biri yeryüzünde diğeri uzayda. Her bilim dalının, “farklı bir kent modeli üzerinde” düşünmek isteyen gelecek hayalcilerine açık bir proje bu. Ben tasarlayıp üçboyutlu modelledim. İlgili her bilim dalının uzmanlarına, eğitimcilere açık bir proje. Umudum bu şemşiye projenin gerçekleşmesi...
Portre / Yılmaz Zenger
Akademisyen
1958 tarihinde İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun olduktan sonra yüksek lisansını aynı okulda tamamladı. 1957-59 yılları arasında İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nde kent plancısı olarak görev yaparken, Menderes’in imar eylemlerine tepkiyle bu gruptan ayrılıp asistanlık gö-revine başladı. 1963’te üniversite tarafından Londra’ya gönderildi. İngiltere’deki çalışmaları ILFORD’da emisyon araştırmasından BBC’de fotoğraf ve sinema ekipmanı dizaynına kadar yayıldı. Bu tarihten sonra günümüze dek çeşitli üniversite ve kurumlarda dersler vermeye devam etmesine karşın, onu proje ve tasarım alanında çalışmalarıyla tanımaktayız. Zenger’in 300’ü aşkın özgün tasarımı, çeşitli resim heykel, dekoratif obje, mücevher tasarım ve uygulaması bulunmaktadır.

Thursday, April 25, 2013

Güçlü Bir Cinayet Şebekesi: Erkekler


Gerçekten erkeklerin kadınları öldürmesini akıl almıyor. Nedenler onlarca, ama hiçbiri tek başına bu cinayetleri anlatmaya yetmiyor. Bu yüzden kadın hareketinden Handan Koç’la konuştuk. Sorduk, yanıtladı.
Berat GÜNÇIKAN

Aklın sınırlarını zorluyorlar, elleri hemen silaha, kezzaba, ipe, bıçağa gidiyor. Nedenleri farklı, yemeğin tuzu fazla, gömleğin yakası iyi temizlenmemiş, ondan habersiz arkadaşına gitmiş, boşanmayı ya da ayrılmayı istemiş...  Savunmada ise hemen hemen hepsi aynı cümleyi kuruyor: Namusumu temizledim! Eh ne de olsa namusu sadece kanla ölçen bir toplumun içindeyiz!
Ben İstanbul’da Moda’da oturuyorum. Son bir ay içinde dört kadın gözlerimin önünde dövüldü. Hayatımda ilk kez 155’i arayıp yardım istedim. Hele bir sahne var ki ürperiyorum hala. Gecenin bir yarısı çığlıklar üzerine balkona çıktım. Kimse yoktu. Karşı kaldırımda, iki araba arasında iki boru gördüm, soba borusu sandım da, bu semtte, bu yaz sıcağında bu borular neden orada anlayamadım... Sonra bir erkek hızla geldi, soba borularını tekmeledi... O an bir çığlıkla borular hareketlendi, zorlukla ayağa kalktı, anladım ki bir kadın. Ben aşağıya inene kadar başka bir erkek  alıp götürdü kadını!
Ertesi gün apartmanın merdivenlerini silen kadınla konuştuk olup biteni. “Ben” dedi “Sadece bizim kırsalda oluyor böyle şeyler diye düşünürdüm, demek buralarda da oluyormuş”. Kırsal dediği de İçerenköy. Erkeklerin her yerde, her durumda aynı olduğu, tıpkı ikimizin aynılığı, eşitliği gibi şaşırttı onu.
Gerçekten erkeklerin kadınları öldürmesini akıl almıyor. Nedenler onlarca, ama hiçbiri tek başına bu cinayetleri anlatmaya yetmiyor. Bu yüzden kadın hareketinden Handan Koç’la konuştuk. Sorduk, yanıtladı:

Günde ortalama dört kadın öldürülüyor, geçen ayın ortalarında bu sayı bir günde yediye kadar çıktı. Belleğimi kurcaladığımda geçmişte cinayetlerin bu kadar olmadığını düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Çok yinelendi ama tekrar etmeliyiz: 2009 da DTP Van Milletvekili Fatma Kurtalan’ın verdiği bir soru önergesi ile ortaya çıkan bir tablo var. Adalet Bakanı Sadullah Ergin kadın cinayetlerinin 2002’den 2009’a kadar yüzde 1400 oranında arttığını açıkladı. Yani yedi yıl önce bir kadın öldürülüyorsa bu sayı 14’e çıkmış. Bakan 2002’de 66 kadın öldürülürken, bu sayının 2009’un ilk 7 ayında 953’e ulaştığını açıkladı. Sadullah Ergin’in açıklamasına göre, yıllar itibarıyla kadın cinayetleri sayıları ise şöyle: 2003’te 83, 2005’te 164, 2005’te 317, 2006’da 663, 2007’de 1011 ve 2008’de 806 kadın öldürülmüş.
Seçimlerden önce AKP kadın kolları topladığı Çalıştay’da vurguladı:  2011’e doğru düşme var.  Ama düşse ne olacak? Artık mızrak çuvala sığmıyor. Öte yandan rakamlar, hele resmi rakamlar tezlerimizi desteklediği zannı ile bile olsa bu işin esasını oluşturmamalı diye düşünüyorum. Senede bin değil de sadece otuz kadının “ailesi” tarafından öldürüldüğünü bilsek konu gündemden düşecek mi?
Bu konuda önemli olan bir şey var. Dünya üzerinde canına kıyılan kadınların yüzde yetmişi  eşleri ya da sevgilileri olan erkekler tarafından öldürülüyor. Bu geleneksel olarak da, modern olarak da böyle. Demek ki var olan aşk-evlilik kültürü kadın kıyımını mümkün kılıyor. Neden? Soru budur.
Rakamlı rakamsız şunu iddia ediyoruz: Karanlık bir erkek egemen geçmiş var.  Kadınlar hep canları alınabilir tehtidi altında yaşamışlar. Bu görülmemiş, bilinmemiş, sayılmamış bir politik cinayet türü. 1960’tan itibaren akademik ve resmi bir başlık haline geldi. Öncesi binyıllardır gizli. Ama ne var; konu yeni yeni dünya kadınlarının feminizm mücadelesi sayesinde ele alınıyor. İHD geçen hafta bir rapor açıkladı. Aynen aktarıyorum:
“Yapılan araştırmalarda kadına yönelik şiddeti doğuran aile dinamikleri hakkında hiçbir bilgi birikiminin, kayıt ve belgeleme sistemlerinin bulunmadığı görülmüştür. Türkiye’de yaşanan, kadına yönelik şiddet ve cinayet olaylarının, en az yüzde 64’ünde, mağdurların tehdit altında olduğu, aileleri, akrabaları, arkadaşları ve çevrelerince bilinmektedir.”
İki binli yıllar Türkiye’sinde yaşıyoruz. Bu dönemde erkek şiddetinin her türündeki genel artışı iki dinamik etrafında ele almak lazım sanki. Bir arada sarmal etkileri olan iki dinamik var. İktidar, başbakanın da  dile getirdiği üzere,  kadın erkek eşitliği fikrine karşı. Bu egemen dinamik. Öte yandan kadınlar erkeklere eskisi gibi itaat etmiyorlar. Bu da diğer dinamik.
Kadınların bu kadar kolay ve çabuk öldürülmesinin nedenleri çok... İstersen tek tek bu nedenlere bakalım. Bugüne kadar şiddetin, baskının, eşitsizliğin altında hep ataerkil yapıyı işaret ettik. Bu, bugün de kadın sorununun ve mücadelesinin temel zeminlerinden biri. Bugünkü ekonomik yapı, sistemin işleyişi ile dünün ataerkil yapısı arasında gösterim olarak bir farklılık var mı? Bu fark ya da farksızlık cinayetlere neden oluşturuyor mu?
Öncelikle süreklilik gösteren bir şeyi tekrar tekrar ele almalıyız. O da tüm dünyada ev içlerinde,  kadınların kadın ve erkeklerin erkek olmayı sürdürdüğü gerçeğidir. Öte yandan kadınların yapabildikleri şeyler, yapmayı hayal edebildikleri şeyler geçen yüzyılla kıyas edilemez. Bu yeni bir tarihsel durum.  Bir kadın şehirde çok karışık bir bankacılık işinin altından kalkabiliyor veya üç çocuğu birden idare edip ayni zamanda evlere temizliğe gidip bankada para biriktirmeye çalışabiliyor. Kadınlar değişti, değişiyor. Ama aile, aşk, sevişme, ebeveynlik, ev işleri kalıplarında değişen çok az şey var. Kadınlardaki değişimin denetimi kadın hareketlerine bırakılmıyor. Kadınlar da kalıplarından çıkmak istemiyorlar. Ama değişim kaçınılmaz. Bu işin kadınlarla ilgili yönü.
Bir de toplumun tamamı için geçerli şöyle bir görüş var ki katılıyorum:  Türkiye toplumunda büyük bir normsuzluk var. Yani ortak bir normal yok.  İnsanların karşısında, yanında, içinde ayarlarını yapabildikleri bir yaşam, ahlak, kural yok ortada. Sadece piyasa ve mitler var. Son norm üreten ideoloji islamizmdi.  O da hükümet ederken hem kendini besler hem çürütür oldu. Yine de bir grup kadın için onun normları geçerli.
Öte yandan karşısında olunacak veya uyulacak değerler seçilemez halde. Büyük bir keşmekeş, belirsizlik ve güvencesizlik söz konusu. Feminizm dâhil dönüştürücü-eşitlikçi-devrimci politik ideolojiler de öğreten, yönlendiren, isteyen, gelecek vadeden olmaktan kaçınıyor. Herkes mırıldanıyor, şikayetleniyor, muhalefet ediyor.  O zaman iktidarda olan güçleniyor ki bu son derece karanlık bir ideolojik bileşim.
Türkiye de ise söyle bir şey oldu:  Kadınlar talep etmeyi kendilerinde hak görmeye başladılar. Bu yeni bir şey. Söylenmiyorlar; açıkça istiyorlar, bunu hak görüyorlar. Değişim ve on yıllardır yükselen kadın hakları -feminizm fikriyatının topluma sızan etkisi; kadınlarda kendilerinde daha fazla talepkar olma hakkı görmelerine yol açıyor. Öte yandan kadınlar değişmeden -değiştirmeden güçlenmek istiyorlar. O da olmuyor.
Yani klasik kadın kalıbının dışına biraz çıkmadan erkeklerin şiddetine karşı koyabilmek çok zor. Kuvvetli olmanın yeni formüllerini, yeni çekici-güçlü kadın kalıplarını üretmek zorundayız. Bu dediğim de cins mücadelesinde topyekûn bir kıpırdanma olmadan, kadın hareketinin kurumları güçlenmeden, sadece hanelerdeki cinsler arası çatışma ile oluşmuyor.

Otuz yıllık savaşın bu cinayetlerdeki payı sence ne? Askerde öldürmeyi öğrenen erkekler, birer cinayet makinesine mi dönüştü?
Askerlik ve savaş muhakkak içinde biçimlenen genç erkekleri etkiliyor. Savaş ve öldürmeyi öğrenmek insani insanlıktan çıkaran bir şey.  Vatanı namusun gibi koruma ideolojisi, yani düşman addedilen erkeklerle evde seni bekleyen anne, aile, eş, çocuk, namus için kapışılması gerektiği  zaten devletin erkeklik ideolojisinin temelinde hep canlı tuttuğu bir motif.   Ama insanlar kadın erkek birlikte savaşabilir. Kadınlar savaşabilir, savaşıyorlar da.
Bizim ülkemizde devam eden bu kirli savaşta devlet önce üniversitelileri de içeren bir kuşağı cepheye sürdü. Sonra yanılmıyorsam son on beş yıldır ölüme daha fakir ailelerin çocukları Mehmetçikler sürülüyor. Şimdi ise paralı askerlerin ve özel polis timlerinin oluşturulması söz konusu. Bu herhangi bir toplumsal anlamdan, klasik militarizmden, yurt savunması ideolojisinden bile daha karanlık bir çürüme işareti. Dünyada mecbur olduğu için değil istediği için, geçim için sürekli bu işi yapan erkekler yetiştiriliyor olması çözüm değil. Sevinilecek bir şey hiç değil.
Otuz yıllık savaş hayatının en korkunç, en heyecanlı kısmı askerlik olan erkekler bıraktı geriye. Bu erkekler hemcinsleri ile dayanışmayı, acıyı, iyi ve kötü şeyleri bu kirli savaşın içinde öğrendiler. İnsani bir ortamda kadın erkek beraber yaşanan bir sosyal hayat içinde büyümediler.  Köy ve kasabaların, Anadolu şehirlerinin ve uzak kenar mahallelerin çocukları evlenmeden önce askere gittiler.  Onların pek çoğu genç erkekler ve kadınlar olarak birlikte hoş şeyler yapılan bir ortam bilmiyorlar. Belki bir tek düğünlerinde kadınlarla omuz omuza oldular. O da beraber oynayabiliyorlarsa.  Uzak kışlalarda hınç, korku ve kan içinde erkek erkeğe büyüdüler. Kadınları fuhuş içinde tanıdılar tandılarsa. Bu erkekler evlerinde kadınlara sığınabiliyorlar ama eşlerini- eşitleri olarak göremiyorlar. Onlar eşlerine, eşleri onlara hiç benzemiyor. Apayrı dünyalardanlar, bu çok önemli.
Eğitimle şiddetin arasındaki bir bağ hep kurulur, ancak öldürülen kadınlara ve erkeklere baktığımızda, bu algıyı kıran örnekler de görüyoruz. Söz cinayetle sonuçlanmayan şiddete geldiğinde, deneyimler, veriler bize arada pek fark olmadığını anlatıyor. Eğitimli erkek şiddeti öldürmeyecek şekilde uygulamanın da mı bilgisini alıyor?
Eğitimin nerede, nasıl alındığı önemli.  Yani modern-cumhuriyet eğitimi aldık biz. Şarkı neydi?  Erkekler için küçük asker, kızlar için küçük Ayşe . Birisi tüfeğine, birisi bebeğine bakıyordu. Şimdi de aynı kalıp ama post-modern eğitim altında devam ediyor. Kızlar Barbie bebekle alışveriş oyunu, erkekler otomatik tüfekle, hızlı araba simülasyonu oynuyor. Üstelik kızlar pembe, erkekler mavi meselesi eşcinsellik korkusu ile birlikte eğitimli evlere daha bir girdi. Yola böyle başlanıyor.
Erkeklerin kızlara sahip olmak -olmamak meselesi okul eğitimi ile aşılabilir mi? Neden olmasın ama toplumda asgari insanlık bilgisinin ekseninin kaydığı bir eğitim-eğitimsizlik hüküm sürüyor şu anda.  Paralı ve son derece gerici bir eğitim sistemi söz konusu.  Yeni ortaçağ ortamı güvensizlik, bencillik ve ümitsizlik aşılıyor ve cinsiyetçi altyapıları sarsacak atılımların böyle bir ortamda köklenmesi çok zor. Büyük ve güçlü bir kesinti, bir kopuş, bir devrim olmadan düzelemeyecek erkek egemen bir insanlık kalıbı var.
Şimdi bazı evler var ki orada kadınları öldürmenin kuralı var. Modernizm öncesine ait ve devir ederek yaşayan  aşiret düzeni, açık kurallı bir kültür. Kadın kocasına veya ailesine karşı ahlaksız addedilen bir hareket yapmışsa karar verilip öldürülebiliyor. Ama toplumun ortalama organizasyonu öyle berbat ki ve o kadar fenaya gidiyor ki birçok yoksul onu açıkta bırakan bu toplum örgüsüne aşiret sistemini veya ona benzeyen cemaat sistemini tercih ediyor.
2004’deki Güldünya cinayeti sembol örnektir. Yani kız kardeşini öldürmek o abi için yasaldır, meşrudur. Böyle düşünenler çoktur, onlar caniler olarak görünmüyor, cemaatlerinde  senin benim gibi saygı gören insanlar . Şimdi bu aşiret kültürü yaşıyor. Mafya kültürü yaşıyor. Eşitsizlik sisteminin hiçbir öğesinin kökü kazınmamış bir dünyada egemenler aile diyor da , kadın sorunu  diyemiyor. Aile elden gidiyor, milli manevi değerlerimizi koruyalım diye bir eşitlik karşıtı cereyan aileleri ilmihallere sürükledi. Şu kesin ki  muhafazakâr düşünce kadını itaat ettirmek için vardır.  Birçok erkek için o yüzden örtülü eş makbul.
Yoksulluk, yoksunluk da şiddetin nedenlerin biri olarak gösterilir. Artan yoksullaşmanın, liberal politikaların da cinayetleri kışkırtıyor olmasından söz edilebilir mi?
Kadınlarla yapılmış bir anket var; aile içinde en büyük sorun olarak neyi görüyorsunuz dendiğinde yüzde yetmişe yakını evin geçimi cevabını vermiş. Aslında bu erkekler için de böyledir. Kocalar güvenli işlerde çalışıyor olsa aileler ve kadınlar daha mutlu olur, ama bunun bir koşulu da kadınların sinip itaat etmesidir. Örf-adet -töre-din paranın yönetimini erkeklere bırak, diyor. Cumhuriyet devrimleri ile kadınların eline geçen imkânları cumhuriyet karşıtı kadınlar da kullanıyorlar bugün. Bu da her çeşit erkeği çıldırtıyor. Cinayet erkek işsiz kaldığı için değil, işsizliğin sorunlarını kadınla eşit paylaşmak istemediği için işleniyor genellikle. Ya da kadın bu yüzden ayrılmak isterse ya da kendi para kazanıp parasının tüm yönetimini eşe bırakmazsa, ya da eşinin başka kadınlarla olmasına göz yummazsa , en fenası başka bir hayata geçmek isterse erkek çıldırıyor.
Aslında bu şiddete hep neden arayan, nedenlerini gösteren de kadın, daha doğrusu kadın hareketi oldu. Bu bazen bana erkeklere mazeret arıyormuşuz gibi geliyor. Genetik kodlamanın payını göz ardı mı ediyorum sence?
Ben konunun biyolojik yönünü zayıf bir etken olarak görüyorum. Yani ben daha bu sabah şiddet görmüş ve üç çocuğu ile eşinden boşanmayı başarmış  yoksulca bir kadın arkadaşla sohbet ediyordum. Geçimini çalışarak  sağlayan bu kadın sabah haberlerinde bir kadının eşini bıçakladığını dinlemiş. Bana dedi ki: İş artık tersine gidiyor. Kadınlar erkeklere günlerini gösterecek. Yani kadınlar erkeklere karşı kıyıcı olamaz diye bir şey yok. Kıyıcı olmamalılar diye de düşünmüyorum ben. Zorla güzellik olmuyor, ama zor kullanmadan da çirkinlikten, zulümden kurtulunmaz.
Türkiye’de erkeklerin en önemli ortak özellikleri kadınların hizmetine, ama kendi bedenlerinin ve bütçelerinin özgürlüğüne de bağımlı olmaları. Ayrıca iyi aşık-eş olmayı bilmiyorlar. Aşk eşle yapılmaz sanıyorlar. Hepsinin içinde yakınları olan kadınlara karşı bir derebeyi yatıyor. Ama suskun, ama konuşkan.  Kadına boyun eğmek de onları mahvediyor. Hâlbuki kadınlar bayılıyor güçlü -paralı bir erkeğe boyun eğsin diye. 


İstisnalar var elbet.
Erkekler kadınlara ne der? Bana karışma! Kadınların en çok tokat yedikleri an bir konuda görüşlerini belirttikleri an oluyor. Sen ne konuşuyorsun benim karşımda, bana rağmen der ve basar tokadı adamlar. Bu genetik değilse, yönetmeye alışmanın verdiği reflekstir.
Tabii dünyaya da bakmak lazım Bizde hepsi namus cinayeti olarak tanımlanan cinayetlerin bazıları birçok Avrupa ülkesi cinsiyetçileri tarafından da aşk-kıskançlık cinayetleri olarak tasnif ediliyor. Şöyle bir şey var; erkekler erkek olarak, yani kadınları mülklerinin bir parçası olarak görebilen kişiler olarak yetiştirildikleri için özellikle seviştikleri kadınların, eşlerinin, kafalarına uygun gelmeyen bir davranışını gördükleri zaman kendilerinden geçebiliyorlar.  Kendilerini bu infiallerinde o anda çok hâkli görüyorlar. Sonraki pişmanlıkları da tamamen yalan değil, çünkü pek çoğu refleks olarak kadınları şiddetle cezalandırmaya yatkın. Düşünüp yapmıyor, kendine teslim olmuş halde vuruyor kırıyor.
Aslında pek çok erkek arasında bu konuda bir duygudaşlık var. Yani katil-adamın halinden anlıyorlar, Neredeyse bazı durumlarda bunu hak olarak görüyor, hissediyorlar.  Ayrıca yaygın olarak okunan “Veda hutbesi”nin Türkçe versiyonu erkeklere kadını dövme izni veriyor. Öte yandan kadınların toplumsal-ekonomik hayatlarında pek çok değişiklik olsa da aşk-evlilik-cinsellik kalıplarından değişim çok az. Onlar hala sevildikleri-sevdikleri bir erkek için fedakârlık yapmayı istiyorlar, en çok  fedakârlıklarının hiçleşmesinin karşılığı olarak parasal güvence istemeyi biliyorlar.
Kadınların hak aradığı, bir kısmını kazandığı, çalışan kadın sayısının görece de olsa arttığı, kadınların şiddeti dillendirdiği, yolunda gitmeyen ya da şiddet gördüğü evlilikten kurtulma yolları aradığı bir dönemde kadınların öldürülmesi, erkeklerin kadınları “eve” döndürme arzusu olabilir mi?
Eve dönmeseler de itaatlerini sürdürsünler isteniyor.  Çalışan ve erkeğini bebek gibi besleyen kadınlar var. Kadınların karşısında sus pus olan erkekler de var muhakkak, ama bu bir arıza, bir hastalık oluyor toplum için. Oysa erkeğinin sözünden çıkmayan, ona itirazlarını onun eşref saatinde onun gururunu kırmadan, kimse yokken yapan bir model kimseye hastalıklı görünmüyor.
Şöyle bir şey var aslında, yine Güldünya bu açıdan sembol. Bu cinayet 2004’te işlendi. Güldünya ailesinden kaçıp sığınacak bir yer arıyordu. Ana fikir budur. Bu işin kaynağı ailedir. Elbette dediğin doğru, kadınların aile içinde çalışmaları, uyumlu olmaları istenen. Peki, problem olunca ne olacak? Kadın yine ailesine gidecek. Güldünya’nın kaçıp İstanbul’a getirdiği çocuğu şimdi kimin yanında büyüyor? Annesini öldüren büyükanne ve babasının elinde. Bunlar ağır şeyler. Biz feministler, aile içinde dönen ağır suçlara meraklı değiliz, biz mutlu olunsun istiyoruz, suçların gizlenmesine karşıyız. Yıllardır doğrulanıyor dediklerimiz. Kadınlar aile dışında güçlenmeyi bilmedikçe bu acıları yaşayacaklardır.
Ama adından kadın çıkarılmış aile konmuş olan bakanlığın başına gelen Fatma Şahin ne diyor: “Feminizmin kimseye yararı görülmemiştir, ben feminist değilim”. Burada bakan ben feministim dese zaten yalan olur, ama olmama gerekçesi güzel: yararı yok. Çünkü köklü bir değişim isteyen feminist düşünceler karışıklık yaratıyor. Nimet Çubukçu da cinsler arası huzursuzluk istemediğini söylerdi bakanken. Adamlar günde üç kadın öldürüyor. Onlar huzursuzluk çıkarıyor. Hükümetin çizgisi elbette cinayetleri önlemeye çalışan bir çizgi olacak. Ama onlar her zaman kadınları yatıştırmaya endeksliler.
Nasıl yatıştıracaklar? TOKİ’de ev vereceğim, huzur siteleri kuracağım, elektronik kelepçe takacağım. Sanki konu hırsızlıkgibi bir suç.  Onlar işin aslıyla uğraşanları denetlemek, onlara fırsat vermemek istiyorlar.  Türkiye sağı -muhafazakârı-İslamcısı kadınların ahlaki çöküş- aileden kopuş yüzünden sıkıntı çektiğine inanır. Toplumu buna inandırıp kadınları sindirmek baş misyonlarıdır.
Devletin bu konuda ne düşündüğünü özetledin, neler öngördüğünü, feministlere hangi pencerelerden baktığını da anlattın. Ama yine de feminist hareket talep etmekten vazgeçmiyor, devleti uyarmaktan da...
Türkiye’de kadın hareketi çok güçlü ve sürprizli yanlar taşıyan bir hareket bence. Şiddet konusunda muazzam bir emek ve gayret içinde çalışan gruplar, kurumlar var.  Fatma Şahin geçen hafta kadın cinayetlerini önleme başlığı altında birçok kadın sivil toplum örgütüyle bir toplantı yaptı. Konu ile ilgili çalışan kurumlar bakanlığa önerilerini liettiler. Mor Çatı bir bülten yayınlıyor, internetten de okunabiliyor.  Orada düzenli bilgilere ulaşmak mümkün.  Mesela, Mart 2008’de yayınlanan bir korunma yasası var, hareket onunla ilgili düzenlemeler yapılmasını istiyor. Bakanlık önerileri dinlemiş. Önümüzdeki hafta açıklama gelecek, göreceğiz. Yasalarda eskisine göre çok değişiklik var. Zaten toplantı yasal düzenlemelerle ilgili yapıldı.
Malum yasalar iyidir, ama kadınlar adliyenin yanında bile otursalar yasalara çok uzak bir alemde yaşarlar.  En önemli talep iyi işleyen kadın sığınakları. Bunu yapmıyorlar. Bugüne kadar yapılamayan en önemli şey kadınların güçlenmesinin esas amaç olarak görülmesidir. Çok karışık bir dönem yaşıyoruz. Bakanlığın adından kadın çıkarıldı, biliyorsunuz. Aile ve sosyal yardım bakanlığımız var. Kadın erkek eşit değildir, diyen bir başbakanımız var. Öte yandan kadın hareketi kendi içinden bakanlığa bir danışman vermiş durumda, Selma Acuner Fatma Şahin’in danışmanlarından biri.

Yani başa dönersek feminist olmanın kıstasları da biraz fazla karışmış durumda bence.  Tabii bu da bir çizgi.  Kadın hareketi birçok farklı çizgiyi hep içinde barındırmasıyla zengin bir harekettir.  Ama bana bu dönemde iktidarı-muhafazakârları meşrulaştıran katılımlar, konuyu bulanıklaştıran çizgiler yararsız, hatta yer yer zararlı görünüyor.
Ben bu dönemin egemenlerinden kadınların siyasi düzene ve aile içi düzene uyumunu örgütleyecek tedbirlerden başka hiçbir verim beklemiyorum. Muhafazakârlar kadınların boşanması, ailelerin dağılmasını ana problem olarak görüyor ve cinayetlerin kendi önerilerinin dışına çıkanların başına geldiğini düşünüyorlar. Aldıkları bütün tedbirler aileyi güçlendirmeye yönelik.  Ezilen cins de çoğu zaman çareyi kendi gücünde değil, yuvanın gücünde arar. Oysa kadınların kurtuluşu güçlü millet, devlet ve aile arayışında olanlarla yol ayırarak, ayrı cepheler açarak gerçekleşebilir.  Ev içinde ayaklar baş olmayı istemeden “başlar sistemi” ortadan kalkmaz. Ben kadınlar, öldürseniz de boyun eğmeyeceğim; kaderimi sizin bıçağınız,  yatıştırıcılarınız,  kurallarınız değil benim ve cinsimin yeni kuralları belirleyecek diyerek, her şeyi değiştirebilirler diye düşünüyorum.(BG/ÇT)
·         Bu yazı Mesele dergisi Ekim sayısında yayınlanmıştır.


Wednesday, April 24, 2013

Ismail Beşikçi: ‘İslam Kardeşliği’, Kürdleri kandıran, avutan bir slogan



İsmail Beşikçi:
Sosyolog ve araştırmacı yazar İsmail Beşikçi müzakere sürecini değerlendirdi.
Beşikçi, devletin Kürtlere hiçbir şey vermeden, veriyormuş gibi yaparak, ama Kürtleri de hiçbir zaman muhatap kabul etmeyerek, yeni bir süreç başlattığını ifade ediyor. Beşikçi, barış konusunda Kürtlerin Türk yöneticileri gibi düşünmediğini, Kürtlerin barışı haklarını ve özgürlüklerini garanti altına alan bir sistem olarak düşündüklerini belirtiyor. Devletin Kürtleri hala bir halk olarak tanımadığını söyleyen Beşikçi, Abdullah Öcalan’ı tanıması, onunla konuşması, Kürtleri tanıdığı anlamına gelmediğini, PKK, BDP, Kandil ve KCK’nin bu durumun bilincine varmaları gerektiğinin altını çiziyor.
Resmi ideolojinin ürettiği bilgiler eleştirilmelidir diyen Beşikçi, “ortak tarih”, “misak-ı milli, “Çanakkale ruhu”, “İslam kardeşliği” gibi kavramların, Öcalan’ın görüşleri bağlamında PKK, BDP’nin resmi ideolojiye ve AKP’ye ne kadar yakın olduğu tespitinde bulunuyor. İsmail Beşikçi, Öcalan’ın, Rum, Ermeni, Yahudi lobilerinden şikayet etmesini ise, devleti kollayan Ermeni, Rum-Pontus, Süryani soykırımını gizleyen bir görüş olarak değerlendiriyor.
Sayın Beşikçi, bir kısım çevreler hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik olduğunu belirtirlerken, bir kısım çevreler de Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi süreci olarak değerlendirmekte.
Sizce söz konusu müzakerenin hedefi nedir?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kürd sorunu diye bir sorun yoktur, barış PKK’nin silahlarını bırakıp ülkeyi terk etmesidir diyor.
Bu tutumun irdelenmesinde yarar vardır. Başbakan için, Filistinli Arapların sorunu vardır. Bu Filistin’in bağımsızlığı sorunudur. Bosnalı Müslümanların sorunu vardır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası kurumlar tarafından, Örneğin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, İslam Konferansı, Arap Birliği gibi uluslararası kurumlar tarafından, ABD; İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya gibi devletler tarafından tanınmaması bir sorunudur. Ama Başbakan için, Türk yöneticiler için Kürd sorunu diye bir sorun yoktur. Bu çelişkinin kavranması ve irdelenmesi önemlidir.
Örneğin, iki ay kadar önce, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’’nda, Filistin için, gözlemci devlet kararı alındı. Bu kararı Türkiye’de herkes, sağcılar, solcular, liberaller coşkuyla alkışladı. Ama, Kürdlere sıra gelince, “Kürd devleti, Kürd federasyonu Kürdler için iyi değildir” deniyor. Herkes böyle söylüyor. Kürdlerin de böyle söylemesi aymazlıktır. Dünyada herkes için iyi olanın, Kürdler için neden iyi olmadığı başta Kürdler, Kürd aydınları tarafından düşünülmesi gereken bir konudur.
Halbuki Kürd sorunu Oratadoğu’da çok ağır bir sorunudur. Kürd/Kürdistan sorunu, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve bağımsız devlet kurma haklarının gasp edilmesidir. Emperyal güçlerin 1920’lerdeki en kalıcı, en derin, en yaygın operasyonu budur. Büyük Britanya, Fransa, gibi emperyal güçler, bu operasyonlarını, Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmişlerdir. Ulusların kendi geleceklerini tayin hakkının, gerek Lenin, Stalin, Troçki gibi Sovyetler Birliği yöneticileri tarafından, gerek ABD Başkanı Wilson tarafından savunulduğu bir dönemde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın böyle bir felaketle karşılaşması dikkate değer bir durumdur.
Bu durumda, Kürdler, bazı temel ilkelerden taviz vermemelidir. Kürdler kendi kendilerini yönetebilmelidir, Kürdler kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Bu açıdan Kürdçe mecburi eğitim vazgeçilmez bir ilke olmalıdır.
Hükümet ile Öcalan arasında varılan mutabakatın içeriği bilinmiyor. BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan, “Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın söylediklerine iknalar mı? Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere evet demek zorunda mı kalıyorlar?
Barış konusunda Kürdler şüphesiz Türk yöneticiler gibi düşünmüyor. Kürdlerin haklarını ve özgürlüklerini garanti altına alan bir sistemi düşünüyor. Neden böyle bir sorun var sorusunu ilk önce sormak gerekir. Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin demokratik hakları ve özgürlükleri gasp edilmiş. Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan ve Kürd milleti olmaktan doğan hakları gasp edilmiş. Bundan dolayı sorun var. O zaman bu hakların iade edilmesi gerekir. Barış ancak böyle gerçekleşir.
Görüşmelerin, cezaevinde tutulan Abdullah Öcalan tarafından yürütülüyor olması ve Abdullah Öcalan’ın son sözü söyleyen kişi olması çok önemli bir zaaftır. “İrademiz Öcalan” anlayışı yanlıştır.
Devlet, Kürdleri hala bir halk olarak, millet olarak tanımamaktadır. Abdullah Öcalan’ı tanıması, onunla konuşması, Kürdleri tanıdığı anlamına gelmemektedir. PKK/BDP, Qandil’deki, Avrupa’daki yöneticiler ve KCK bu durumun bilincine varmalıdır.
Başbakan, “pazarlık yok” diyor, “taviz vermedik” diyor. Gasp edilen hakların özgürlüklerin iadesi taviz midir? Bugünlerde kullanılan kavramlardan bir de “helalleşme”dir. Gasp edilen haklar ve özgürlükler konusunda bir gelişme olmadan “helalleşme” olur mu? Nasıl olur?
Devletin üç bine yakın cinayeti var. Kürdler devlet güçleri tarafından kaçırılmış, işkenceli sorgularla yok edilmiş. Aileler, uzun çabalar sonunda yakınlarının, çocuklarının cesetlerin, kemiklerine ulaşabilmişler, onlar için bir mezar yapabilmişler.
“Faili meçhul” denen üç bine yakın bir cinayet daha var. Devlet güçleri Kürdleri kaçırıp yok etmiş. Katletmiş. Aileler, yakınlarının, çocuklarının bütün aramalarına, soruşturmalarına rağmen, kemiklerine bile ulaşamamışlar… Bunların aydınlığa kavuşması için “hakikatleri araştırma, yüzleşme komisyonu” gerekmez mi? Bütün bunlar, karanlıkken, “helalleşme”den nasıl söz edilebiliyor?  Türk yöneticiler “geçmişi unutalım” diyorlar. Kürdler, bu durumda, geçmişi nasıl unutabilirler?
Bu arada, 1921 Anayasası’ndan da söz etmek gerekir. 20 Ocak 1921 tarihli ve 85 sayılı yasa Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak bilinmektedir. Bu yasanın 10, 11 ve 12. Maddeleri ademi-i merkeziyetten, özerklikten söz etmektedir. 10. Maddede, “vilayet, mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir” demektedir. 11. Madde, vilayet şuraları seçiminden 12. Madde ise, vilayet şuralarının yönetiminden söz etmektedir.
1921 Anayasası’nın bu maddeleri, 29 Ekim 1923 günü, yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün sessiz bir şekilde değiştirilmiştir. 29 Ekim 1923 günü, 364 sayılı kanunla,  10. Madde, “Türkiye Reisicumhuru, TBMM heyet-i umumiyesi tarafından seçilir” şeklinde değiştirilmiştir. 11. Madde, “Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir…” şeklinde değiştirilmiştir. 12. Madde, “Başvekil, Reisicumhur tarafından ve meclis azasından intihap olunur” şeklinde değiştirilmiştir.
1921 Anayasası’nın yürürlükte kalması 2 yıl, 8 ay, 8 gündür. 1921 Anayasası’ndaki adem-i merkeziyet ilkesi, 1924 Anayasası’na varmadan, sessiz bir şekilde değiştirilmiştir. Bu Türk yöneticilerin, Mustafa Kemal’in niyetini göstermesi bakımından irdelenmesi gereken bir süreçtir.
Abdullah Öcalan, PKK/BDP, Qandil’deki ve Avrupa’daki yöneticiler, KCK 1921 Anayasası üzerinde çok duruyorlar. Önemli olan bu anayasada, 29 Ekim 1923 günü, sessiz bir şeklide yapılan değişikliklerdir. Bu tutumun irdelenmesi, Türk yönetiminin nasıl bir yönetim düşündüğü, Kürdlerin nasıl yönetileceği konusunda önemli bir fikir vermektedir. 1921 Anayasası’na, adem-i merkeziyet ilkesinin konulması konjonktürel bir durumdur. Savaş koşullarında böyle bir hükmün yararlı olacağı düşünülmüştür. 1923’de, Yakındoğu İşleriyle İlgili Lozan Antlaşması imzalanıp devlet güçlü bir şekilde ortaya çıkınca, ilk iş bu temel ilkenin terk edilmesi olmuştur.
Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP hükûmeti ile Öcalan ve PKK’nin tekrar bir ucu yarı açık ‘süreç’ başlatmalarına neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir?
Kürdler artık Ortadoğu’da önemli bir güçtür. Kürdistan sorunu, artık, uluslararası bir sorundur. Bu durumda, Türk yöneticiler, Kürdlere hiçbir şey vermeden, veriyormuş gibi yaparak, ama Kürdleri de hiçbir zaman muhatap kabul etmeyerek, yeni bir süreç başlatmak gereğini duymuştur. Artık, inkar ile imha ile bu durumu götüremeyeceğinin bilincine varmıştır.
PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi gerillanın otuz yıllık mücadele sonucu hangi kazanımlarla kayıtsız şartsız geri çekilmek zorunda bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek istersiniz?
Görüşmelerin MİT ile yapılması, Abdullah Öcalan’ın son sözü söyleyen kişi olması yanlıştır. Görüşmelerin hükümetle yapılması gerekir. Çünkü, MİT bir güvenlik kurumudur. Her zaman Türkiye’nin güvenliğini gündeme getirir. Kürd/Kürdistan sorunu da Türkiye’nin güvenliği için tehdit olarak algılanır. Kürd/Kürdistan sorunu ise, politik bir sorundur.  Bu bakımlardan, görüşmelerin hükümetle yapılması gerekir.
Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu’nda okunan mesajında atıfta bulunduğu “ortak tarih”, “misakı milli”, “Çanakkale ruhu” ve İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren “yeni paradigmasını” nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Ortak tarih”, “misak-ı milli, “Çanakkale ruhu”, “İslam kardeşliği” gibi kavramlar, PKK/BDP, görüşlerinin, Öcalan’ın görüşlerinin resmi ideolojiye, AKP’ye ne kadar yakın olduğunu göstermektedir. “İslam kardeşliği”, Ezidi Kürdleri, Alevi Kürdleri Kürd birliğinin dışında bıraktığı için yanlıştır.
Çanakkale’de birlikte savaşmak, Kıbrıs’ta, Kore’de birlikte savaşmak, Kürd-Türk kardeşliğinin bir göstergesi falan değildir. Bu savaş kimin savaşıydı. Siyasal eşitlik olmadan kardeşlik falan olmaz. Ayrıca, şunun da sorulması gerekir. Çanakkale’de birlikte savaştık.  Daha sonra neler oldu? “Kıbrıs’ta, Kore’de birlikte savaştık” daha sonra neler oldu? Çanakkale, Kıbrıs, Kore kimlerin savaşıydı, kimler için savaşıldı?
“İslam Kardeşliği” sloganının, Kürdleri kandıran, avutan bir slogan olduğu da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Kürdler bu sloganın da bilincine varmalıdır. Kürdlerin haklarını özgürlüklerin kısıtlayanların, bu konuda, emperyal devletlerle işbirliği yapanların hep İslam devletleri olduğu açıktır. İslam devletleri her zaman da, “İslam kardeşliği” sloganının kullanarak bu engellemeleri yapmışlardır. İbrahim Sediyani’nin, “Kürdleri kandıran, Bengal Halkını Kandıramayan İslam kardeşliği” yazısı bu bakımdan önemli bir yazıdır. Kadir Amac’ın “Kürdistan’ı Sevme Sanatı” başlıklı yazısı da öyledir.
Kürdler, hakları, özgürlükleriyle ilgili olarak, hep İslam devletleriyle mücadele içinde oldular. Müslüman Bengal halkının, Müslüman Pakistan devletine karşı mücadelesinde “İslam kardeşliği” sloganı kullanılmıştır. Haklarını ve özgürlüklerini kazanması bakımdan Müslüman Bengal halkının bu slogana yaklaşımı ve mücadelesi incelenmesi gereken bir süreçtir.
Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni,Süryani, Alevi ve kanaat önderleri temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları gerekmiyor mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?
Son 30 yıllık mücadelenin çok önemli bir kazanımı olmuştur. Artık Kürdlerle, Kürdistan’la ilgili her konu rahatça konuşulabilmektedir, tartışılabilmektedir. Bunda gerilla mücadelesinin şüphesiz çok büyük rolü vardır. Ama Kürdlerle, Kürdistanla ilgili araştırmalar yapılırken; Rum sorunu, Rum-Pontus sorunu, Ermeni sorunu, Süryani sorunu, Alevi sorunu gibi sorunlar da gündeme geldi. Daha doğrusu bu sorunların da bilincine vardık. Bütün bu sorunlara resmi ideolojinin bilgileriyle yaklaşmak yanlıştır.
20.yüzyılın ilk çeyreğinde, İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk milleti odak noktasında yeniden organize etme anlayışı, Osmanlı ekonomisini Türkleştirme anlayışı dikkate değer bir süreçtir. Bu dönem, halklar arasındaki ilişkiler, bilimin kavramlarıyla bütün boyutuyla incelenmelidir. Resmi ideolojinin ürettiği bilgiler eleştirilmelidir.
Abdullah Öcalan’ın, Rum, Ermeni, Yahudi lobilerinden şikayet etmesi, devleti kollayan bir görüştür. Ermeni soykırımını, Rum-Pontus soykırımını, Süryani soykırımını gizleyen bir görüştür. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Ortadoğu’da yaşanan en önemli olaylar bunlardır. Bu konularda, resmi ideolojiyi eleştirmek gerekirken, ona haklılık kazandıran açıklamalar yapmak yanlıştır.
Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir siyasal statüye kavuşmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barış istikrarın sağlanması mümkün müdür?
Kürdler bir statü sahibi olmadan Ortadoğu’da sorunlar çözülmüş olmaz. Kürdler, en azından bir federasyona sahip olmalıdır. “Sınırlar kalkıyor, bütünleşme oluyor” anlayışı yanlıştır. Bu, Kürdleri kandırmak, oyalamak için üretilmiş bir düşüncedir. Daha büyük yapılarda devletler bir araya geliyor, ama herkes oraya kendi kimliği ile giriyor. O birliklere girenlerin hepsi siyasal bakımlardan birbirlerine eşit. Kürdler henüz Kürd/Kürdistan kimliğini bile kazanamamışken o birliklerde nasıl yer alabilirler?
Hiçbir yerde de sınırlar falan kalkmış değil. Örneğin Kürdler bunu Filistinli Araplara söyleyebiliyorlar mı? Filistinli Araplara, “Ne diye devlet peşinde koşuyorsunuz, Yahudilerle kardeş kardeş yaşayın…” diyebiliyorlar mı? Filistinli Araplara, Kuzey Kıbrıs Türklerine, Bosnalı Müslümanlara diyemediklerini neden Kürdlere söylüyorlar? Bu sağlıklı bir söylem değildir. Yaranmacı bir politikadır. Kürd/Kürdistan kimliğinin kazanılması, Kürdçe mecburi eğitim, Kürdler için vazgeçilmez talepler olmalıdır.
Kürtler için federasyon, bağımsız devlet gündeme geldiği zaman, özellikle PKK/BDP çevresi,  “diyelim ki bağımsız devlet oldu, bu hangi sorunu çözecektir?” şeklinde karşı bir soru soruyorlar. Bu konuda ne demek istersiniz?
Bu soru yanlış bir sorudur. Kürd kimliğini, Kürdistan kimliğini küçümseyen, önemsemeyen, resmi görüşe arka çıkan bir anlayıştır. İşaret edilen de Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir.
Bugün, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, gelir dağılımında dengesizlikler, bozukluklar olabilir. Rüşvet, yolsuzluk, akraba kayırma gibi sorunlar olabilir. Bunlar, Kürdlerin kendilerinin halledecekleri sorunlardır. Sağlıklı toplumsal politikalarla, Kürdler bu şikayetlerin asgariye inmesini sağlayabilirler. Ama Kürdlerin önce, Arap yönetimiyle, daha sonra da Türk ve Fars yönetimleriyle sorunlarını çözmesi gerekir.
“Dünya uluslar ailesi içinde eşit koşullarda yer almak” diye bir sorun vardır. Bugün, Türkiye 2014 Dünya Futbol Şampiyonası’na katılıyor. Avrupa klasmanında ise D grubunda katılıyor. Bu grupta yer Alan 6 devletten biri de Andorra. Andorra şimdiye kadar oynadığı 6 maçta hiç puan alamamış. Ama Dünya Futbol Şampiyonası’na katılıyor, “Avrupa Futbol Şampiyonası”na katılıyor. Olimpiyatlara katılıyor.
Andorra, Avrupa’da 40 bin civarında nüfusu olan bir devlet. Avrupa Konseyi’nin, Birleşmiş Milletlerin üyesi. Çeşitli uluslararası toplantılarda, komisyonlarda temsil ediliyor. Sen Ortadoğu’da 40 milyonsun, 50 milyonsun, belki 50 milyondan da fazlasın. Ama senin adın uluslararası toplantılarda, hiçbir yerde geçmiyor, sadece “terör” denildiği zaman geçiyor. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, Avrupa Birliği’inde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda, İslam Konferansı’nda, hak-hukuk, özgürlük söz konusu olduğu zaman sen yoksun. Senin adın sadece “terör” denildiği zaman geçiyor. “Terörü yok edeceğiz, terörün kökünü kazıyacağız” şeklinde… Bu seni rahatsız etmiyor mu?  Resmi görüşe arka çıkmak senin hangi sorununu çözmüş? Sen şimdiye kadar neyin mücadelesini verdin? Ne için mücadele ettin?
Federasyon, bağımsız devlet söz konusu edildiği zaman, “diyelim ki bağımsız devlet oldu, bu hangi sorunu çözecek?” diyenler, önce bu ilişkiler üzerinde durmalıdır. Ortadoğu’da, Türkler, Araplar ve Farslarla kendi konumlarını karşılaştırmalıdırlar. Örneğin, Başbakan, 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara saldırısında ve bu saldırıda 9 Türk vatandaşının ölümünden dolayı, İsrail’e karşı yoğun bir siyaset yürütmüştür. Filistinlilerin ve Türklerin haklarını aramıştır. Ama 27 Aralık 2011’de meydana gelen Roboski katliamı mağdurlarını hiç dinlememektedir, Kürdlerin taleplerini hiç önemsememektedir!  Bu neden böyle olmaktadır? Senin bu konuyla ilgili düşüncen nedir diye sormak gerekir.
Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil olmasını istemekte. İktidar, Kürt sorununu resmiyette belgelendirmeden, muhataplığı resmi olarak kabul etmeden hala Kürtlerin varlığını suya yazılmış kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil İnsanlar Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak sürece ne kadar umutla bakabiliriz?
Kürd/Kürdistan sorunu açıkça ortada durmaktadır. Bu durumda, akil insanlara önemli bir görev düşmektedir. Akil insanların, Kürdlere, PKK’ye söyleyeceği bir şey yoktur. Akil insanlar devlete, “Kürdlerin haklarını tanı” demelidirler. Devlet, hükümet, bunu kabul eder veya etmez. Ama bu ortamda, akil insanların devlete, hükümete söyleyeceği bu olmalıdır. Sorun açık bir şekilde ortada durmaktadır. Sorun, Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin hakları ve özgürlükleriyle ilgilidir. PKK’nin ortaya çıkışının temel nedeni bu gasptır. O zaman akil insanlar devlete, hükümete böyle söylemelidirler.
Akil insanların, koruculuğun kaldırılması konusunda da devlete önerilerde bulunması gerekir. Devletin, bugün, Özgür Suriye Ordusu’nu el altından silahlandırdığı biliniyor. Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye, bu silahlandırmayı gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Özgür Suriye Ordusu, sadece,  Baas Partisi’nden ayrılanlar tarafından oluşturulmuş değil. Müslüman kardeşler, El-Kaide, Hizbullah da Özgür Suriye Ordusu içindeler. Özgür Suriye Ordusu’nun silahlandırılması demek, El-Kaide’nin, Müslüman Kardeşler’in, Hizbullah’ın silahlandırılması demektir. Öte yandan, Ortadoğu’da herkes silahlıdır. Durum buyken, Kürdlerin, PKK’nin silahsızlandırılması gayreti dikkatlerden uzak değildir.
Katar’ın durumunda da ayrıca işaret etmek gerekir. 300 bin nüfuslu Katar, Ortadoğu’da 40 milyonun üzerinde nüfusu olan Kürdlerin geleceğini belirlemeye çalışmaktadır. Bu da dikkatlerden uzak değildir.
Bir ay kadar önce, 300 civarında Türk aydını Türklük bildirisi yayımlamıştı. İçlerinde, profesörler, emekli generaller, emekli savcılar, yargıçlar, siyasetçiler, gazeteciler, iş adamları vs. vardı. Türk sözünün anayasadan çıkarılmamasını istiyorlardı.
Türkler, Türklükleriyle istedikleri gibi övünebilirler. Ama Türk’ü Kürd’e teşmil etmeleri, Türklüğü Kürd’e dayatmaları,  “Türk herkesi kapsayan bir üst kimliktir” demeleri bir kandırmaca, bir avutmacadır. Bu bir riyakarlıktır! İster profesörler olsun, ister generaller, savcılar, gazeteciler, iş adamları vs. olsun durum budur. Kürd kimliğini açıkça tanımayan, Kürdçe mecburi eğitime, Kürdlerin kendi kendilerini yönetmesine, Kürdlerin kendi geleceklerini belirlemesine yol vermeyen bir anayasa, Kürdler için yeni bir anayasa değildir.
Türk’ün üst kimlik olarak kabul edilmesi, Kürdleri ille de biz Türkler yönetecek demektir. Halbuki Kürdler kendi kendilerini yönetebilmelidir. Demokrasi budur. Türkler, Türk kimlikleriyle istedikleri kadar övünebilirler. Ama, Kürdleri ille de ben yöneteceğim demek, ırkçılıktır, faşizmdir.

Thursday, April 18, 2013

Esad Erdoğan'ın Kürt politikasını değerlendirdi



Suriye Devlet Başkanı Esad, ülkenin Fransa'dan kurtuluşunun yıl dönümünde Suriye'deki gelişmelerle ilgili açıklamalarda bulundu. Esad Erdoğan'ın Suriye'ye de yansımaları olan Kürt politikasını değerlendirdi.

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Suriye'nin 1946 yılında Fransa'dan bağımsızlığını ilan etmesinin yıl dönümünde Suriye'nin devlet televizyonu El İhbariye'ye ülkedeki son durumla ilgili açıklamalarda bulundu.

Türkiye'in komşularla sıfır sorun politikasının başarısızlığa uğradığını belirten Beşar Esad, Erdoğan'ın Suriye meselesine dair yürütüğü Kürt politikasını değerlendirdi.

İşte Esad'ın o açıklamaları:

    Türkiye Kürt sorunu konusunda bir kriz yaşayacak gibi görünüyor. Erdoğan’ın Kürtlere devlet kuracağı, bazı ödünler vereceği ve Türkiye’nin bölüneceğinden söz ediliyor. Başkanlık karşılında bir Kürt devleti kurulması söz konusu. Suriye’deki durum ve özellikle Kürtlerin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Erdoğan şahsi çıkarları için tüm ülkesini feda etmeye hazır. Bu doğru ve cevabı sorunun içinde yatıyor.

    Suriye’deki Kürtlere gelince, bu konuda her zaman söylediğim sözleri söyleyeceğim.

    Suriye’deki Kürtler Suriye dokusunun doğal bir parçasıdır ve bu coğrafyada Türkler, Araplar ve Farisiler gibi asırlardır yaşıyorlar. Konuk ya da geçici göçmen değiller. Suriye’deki Kürtlerin çoğunluğu Suriyeli vatanseverlerdir. Fakat her toplumda şahsi çıkarları için belli başlıklar kullanan oportünistler bulunuyor. Bu nedenle kendine Kürt Partisi adını veren gruplarla karşılaştık. Bu gruplar Kürt davası veya Kürtlerin Suriye’de ezildikleri gibi söylemler kullandı. Bunların tümü asılsızdır. Daha önce Kürtlere vatandaşlık verilmesinden bahsettiler. İki yıl önce yaklaşık 110 bin Kürde vatandaşlık verildi. Daha sonra anadil konusunu gündeme getirdiler. Devlet birkaç ay önce Kürtçe dili ve edebiyatının Suriye’deki Edebiyat Fakültelerinde okutulmasını kararlaştırdı. Fakat ulusal arenada yer bulmak amacıyla her zaman kullanacak yeni şeyler bulacaklardır. Bu durum endişe verici değil. Çünkü çoğunluk Suriye vatanının yanındadır. Kürtlerin Suriye devriminde sömürgeciliğe karşı mücadelenin her aşamasında oynadığı rolden ise hiç söz etmeyeceğim ve bugünkü durumlara değineceğim. Bir araya geldiğim şehit ailelerinin çoğunluğu Kürt. Onların Kürt ayda Arap olduklarını bilmiyordum çünkü bu konuyla ilgilenmiyorum. Konuşmalarımız sırasında Kürt olduklarını belirtiyorlar. Vatana inanmayan ve bölünme için çalışan biri hayatını ya da evlatlarının hayatını bu vatana feda edebilir mi? Bu sözler mantıksız.

    Sayın Cumhurbaşkanı, bu hassas konudan söz ederken Türkiye hükümetinin politikalarında birçok kartı kullandığına tanık olduk. Fakat Kürt kartının Erdoğan’ın elindeki son kart olduğundan ve kolaylıkla vazgeçmeyeceğinden söz ediliyor. En azından Suriye’deki hedeflerini gerçekleştirmek için daha çok gaddarlaşacağı söyleniyor. Bu aşamada çözüm çabaları harcanıyor. Suriye yönetimi bu konuyu ne kadar takip ediyor. Bu ülkeyle karşı karşıya gelme ihtimaline karşı planı nedir?
    Cumhurbaşkanı: Bu konu çok önemli ve basite indirgenemez. Erdoğan’ın iç ve dış hedefleri var.

    Erdoğan’ın dış hedefi Suriye’dir. Suriye’yi bu konuda zor durumda bırakmaktır. Fakat Suriye’deki Kürt konusu tarihi ilişkiler açısında Türkiye’dekinden çok farklıdır.

    Suriye’de bir kardeşlik ve uyum bulunuyor. Kürtler konusunda gündeme getirilenler yıllarönce bazı oportünistler tarafından Suriye’de gündeme gelmişti. Kürtlerle ilişkilerimiz Türkiye’deki Kürt hakları için mücadele eden Kürt partileri dâhil her zaman iyi olmuştur.

    Erdoğan’ın diğer hedefi ise içe dönüktür. Türkiye içinde sıfır komşu, sıfır bakış açısı, sıfır dost, sıfır ahlak, sıfır güvenilirlik, sıfır politika ve her yönde sıfırla birlikte tam bir soruna dönüşen komşularla sıfır sorun politikası konusunda destekçilerinin safında bile başarısızlıklara uğramıştır. Türkiye’deki geniş Kürt kitlelerin oylarından yararlanma ve geniş yetkilere sahip olacağı Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak amacıyla anayasanın kabulü yönünde Kürt sorununu kullanmıştır. Bu nedenle bu konuyla ilgileniyoruz. Çünkü herhangi bir komşu ülkede yaşananlar bizi olumlu ya da olumsuz şekilde etkileyecektir. Fakat Erdoğan’ın Kürtler konusunda güvenilir olmaması dışında bu yönde hiçbir endişemiz yok. Suriye ve Türkiye sahasında çalışan dost Kürt güçler Erdoğan’a güvenmediklerini bize aktardılar.

Monday, April 15, 2013

Çözüm sürecinden sonra Suriye muhalefetiyle iletişim arttı


Çözüm sürecinden sonra Suriye muhalefetiyle iletişim arttı
EZGİ BAŞARAN
PYD Eşbaşkanı Salih Müslim Türkiye’deki çözüm sürecinin Suriye’deki Kürtlere etkisini anlattı: Türkiye’nin muhaliflere baskısı kalktı. ‘Kürtsüz koalisyon eksik kalır’ fikri yayılıyor.

Neden

Suriye Kürtleri’nin siyasi temsilcisi ve PYD’nin eşbaşkanı Salih Müslim bugün sadece kendi ülkesi için değil Ortadoğu’daki tüm Kürtler için kilit bir isim. Çünkü Suriye’nin kuzeyinde, yani Rojava’da PYD önderliğinde Kürtlerin demokratik özerkliğini ilan etmesi sadece komşu ülkelerin değil, Suriye muhalefetinin de dengelerini çok değiştirdi. Üniversite eğitimini İstanbul’da tamamlayan Müslim’le demokratik özerkliği, konfederalizmi, Türkiye’deki çözüm sürecini ve Özgür Suriye Ordusu’yla son dönemdeki ilişkilerini konuştuk.
Öcalan’ın Newroz mektubu Rojava’daki Kürtler tarafından nasıl karşılandı?
O mektuptaki sözleri ilk defa duymadık. Öcalan’ı iyi takip ettiğimiz için “Silahlı mücadele bitti” demesi şaşırtmadı. Ne demek istediğini çok iyi anladık.

Ne demek istedi?

Silahlı dönem bitti demek, silah kullanmayı gerektiren şartlar ortadan kalkacak veya kalkma sürecine girdi demek. Biz Suriye Kürtleri için de birçok anlamı olacak. Şöyle ki… Türkiye devleti kurulduğundan beri Kürtlerin yararına olacak adımlara engel olmuştur. 1929’da Kürdistan’ın dağılmasında, 1949’da (Mahabadlı) Kadı Muhammed’in asılmasında, 1975’te Barzani devriminin son bulmasında hep Türkiye devletinin rolü vardır. Bugün de rejim muhalifleriyle anlaşamamızda payı vardır.

Nasıl?

Bakın demokrasiye en fazla muhtaç olan biz Kürtleriz. “Beraber hareket edelim” dedik muhalefete. Onlar, yani Suriye Ulusal Meclisi ve Suriye Muhalefet Koalisyonu “Olmaz” dedi. Yani bizim anayasal varlığımızı kabul etmiyor, kendileri için istedikleri demokratik hakları bize uygun görmüyorlar. İki yıl önce Mısır’daki muhalefet komisyonunda bunu iyice dile getirdiler. O gün toplantıyı terk ettik ve hâlâ farklı noktada olduğumuzu söyleyemem. Suriye muhalefetinin bize olan bu tavrında Türkiye’nin rolü var. Onlara her türlü desteği veriyor, maddi, manevi, askeri. Ayrıca bu tavrı dikte ediyor.

Türkiye’deki yeni çözüm süreci bu dengeleri değiştirir mi Suriyeli Kürtler lehine?

Öyle umuyoruz. Türkiye, Suriye muhalefetine Kürtlere baskı yapması için baskı yapıyordu ya artık bu kalkacak. Çünkü muhalefet de şunu diyecek: “Sen bize Kürtlerle işbirliği yapma diyorsun ama sen kendi ülkendeki Kürt liderlerle görüşüyorsun, sen kendi Kürdünle anlaşıyorsun. Öyleyse bizi bırak biz de anlaşalım. Muhalefet Türkiye’ye rahatlıkla bunu diyebilir artık.

Der mi peki?

Muhakkak diyecek. Ki koalisyon bizi aramaya başladı. Daha bu sabah (13 Nisan) öyle bir telefon aldım. Birtakım aracılarla haberleşiyoruz bir süredir. ‘Kürtsüz bu koalisyon eksik kalıyor’ fikri yaygınlaşıyor Suriye muhalefetinde. Türkiye’nin bu manadaki baskısı kalkınca, yani İmralı’yla çözüm süreci başladığından beri Suriye muhalefetiyle iletişimimiz arttı. Şimdilik endirekt aracılarla ama arttı.
Başbakan geçen hafta “Türkiye’de bulunan Suriyeli PKK’lıların bir kısmı çekildi. Nereye gittikleri gizli” dedi. Siz nereye gittiklerini biliyor musunuz?
Bizim tarafa (Suriye’yi kastediyor-eb) gelen olmadı. Onların hepsi bizim çocuklarımız, gelseler emin olun bilirdik. Zaten KCK de henüz Türkiye’den bir çekilme olmadığını açıkladı. Ayrıca bizim PYD olarak böyle bir desteğe de ihtiyacımız yok.

PYD Esad’la savaşmama-karışmama gibi bir zımni anlaşma içinde miydi?

Hayır. Bu bir anti-propaganda. Türkiye devletinin aklı Kürtlerin özgür iradesiyle haklarını aramak için mücadele edeceği fikrini almıyor. Mutlaka birilerinin uşağı ya da maşası olacağımız zannediliyor. Böyle değiliz. Türkiye devletinin 2000’lerden başlayarak Esad rejimiyle arası iyiydi değil mi… Biz o zamanlar da Esad’a karşıydık, şimdi de karşıyız. Çünkü bize hep eziyet etmiştir. Ve Türkiye’nin ilişkileri iyiyken Esad iyice bizim celladımıza dönüştü. Adana Antlaşması’nı imzaladılar örneğin. Buna göre Esad 200 PKK’liyi Türkiye’ye teslim etti. İşkencelere maruz kaldık. Adlarını, tarihlerini vererek o dönem ölen Kürtleri listeleyebilirim. O yüzden Esad’ın yanında yer almamız sözkonusu olamaz. Fakat Türkiye’nin istediği rolü de oynamadık.

Özgür Suriye Ordusu ile savaşmak mı?

Evet, biz bunu istemedik çünkü Osmanlı döneminden kalan hatıralarımız var. Hep Türkler için savaştık, sonuçta elimiz boş kaldı. Bu kez Müslüman kardeşlerle birlikte hareket etmemeye karar verdik ve kendi haklarımızı ve halkımızı savunma konumuna geçtik. Bunun sonucunda elbette Esad’la savaşmak durumunda kalıyoruz ama ÖSO ile birlikte değil. Rejim bizi tanımıyordu. Muhalefet de tanımıyor şimdi. Renklerinizden, ideolojilerinizden arınıp ÖSO’ya katılın dediler. Biz de kabul etmedik. Ve söylenti çıktı: Demek ki Kürtler rejim yanlısı. Olabilir mi böyle bir şey? Halep’te en son rejime karşı 60 şehit verdik!

Halep’te son olarak ÖSO ile birlikte mi hareket ettiniz rejime karşı?

Hayır ama artık olabilir. Yani muhalefet koalisyonu bizi anlayıp tanıdıktan sonra.
Öyleyse Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “PYD’nin pozisyonu değişiyor. Artık onları tanıyabiliriz” sözlerinin somut karşılığı var?
Pozisyon değişikliği konusunu açıklayayım: Rejim bizim üstümüze geldi, rejimle çatıştık. ÖSO bizim üstümüze geldi, onlarla da çatıştık. Şimdi rejim hem ÖSO’ya hem de bize aynı anda yükleniyor. Dolayısıyla aynı anda devlete karşı çatışıyoruz ÖSO’yla. Fakat hâlâ tek bir güç olarak değil. Davutoğlu eğer ÖSO ile birlikte hareket etmek üzerine mutabakat sağladığımızı ima ediyorsa, bu doğru değil. Biz Halep’te yine kendimizi savunduk, ÖSO da öyle. Ama ÖSO için adamlarımızı Şam’a filan göndermiş değiliz. Ayrıca ÖSO ile bir daha karşı karşıya gelip çatışıp çatışmayacağımız da Türkiye’nin tutumuna bağlı. Çünkü genelde bize saldıranlar ÖSO’nun içinde Türkiye’nin hâkimiyetinde olan gruplardır. Ama Türkiye’nin de Suriye’deki muhalefetin tamamına söz geçirebildiğini söyleyemem.

Biraz açar mısınız?

Türkiye’nin ilişkisi siyasi bir oluşum olan muhalefet koalisyonuyladır. Fakat onların gerisindeki birçok grupla ilişkileri yok. Aslında koalisyonun da yok. Bu gruplar kendi başlarına hareket ediyor. Örneğin Koalisyon (Suriye Ulusal Meclisi) devamlı “Demokrasi ve çoğulculuk istiyoruz” diyor. Fakat sahadaki güçler neden bahsediyor? Hilafetten. Türkiye basını Arapça yayınları takip etmediği için bunun farkında olmayabilir ama adamlar bar bar bağırıyor. İslami hilafet tahayyüllerini saklamıyorlar. Dolayısıyla Koalisyon’un söylemiyle hiç uyuşmuyor, sahadaki söylem.

El Nusra’nın bu tür sözlerini biliyoruz…

Sadece El Nusra değil, neredeyse ÖSO içindeki bütün gruplar. Esad düştüğünde de Suriye’deki iç savaşın devam edeceğini öngörmemin sebebi budur. Arap Ligi’nde alınan son kararlara bakarsak, Esad’dan sonra herkesin kendi gücünü destekleyeceğini görebiliriz. Zaten şu anda dünyanın tüm cihadistleri Suriye’de toplanmış vaziyette. Tora Bora’dan bile adam var.

Kürtler ne yapacak o zaman?

Hiç. Yine devletlerin hırslarının arasında kalacağız. Kendimizi, bölgemizi savunmaya devam edeceğiz. Yüzyıllardır alışığız, ne yapalım.

Esad’ın bu kadar dayanacağını kimse hesap etmemişti, siz bekliyor muydunuz?

Evet, çünkü biz rejimi çok iyi tanıyoruz. 1960’lardan beri Baas rejimi ülkenin köklerine işlemiştir, Libya ve Mısır gibi kolay kolay çözülmez. Devletin tüm önemli noktalarına adamlarını yerleştirerek oligarşi kurdu Esadlar. Bu sistem tamamiyle Alevilerden ya da Baasçılardan da oluşmaz. Bu sistemin çok vahşice davranabileceği Batı tarafından bilinmiyordu. Biz tecrübe ettiğimiz için biliyorduk. Rejimi adam öldürmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Esad’ın dayanmasının bir sebebi de Suriye’nin konumu. Suriye’deki istikrar tüm Ortadoğu’nun istikrarı demektir. Neden NATO yanaşmıyor müdahaleye bu kez? İsrail’in güvenliği yüzünden. Çünkü Suriye’nin 300 km. menzili olan kimyasal başlıklı Scud füzeleri harekete geçtiği anda, İsrail’in ‘Demir Kubbe’ dediği savunma sistemi mükemmel işlese bile kimyasal başlık İsrail tarafına düşecektir. Dağlık tarafta mesafe 50 km. kadardır. Bu da büyük kıyım demektir. Esad bunu yapacak deliliktedir. O yüzden Batı müdahale edemiyor.

Wednesday, April 10, 2013

İSMAİL BEŞİKÇİ: Müzakereleri Öcalan değil BDP yürütmeli

İRFAN AKTAN

Birkaç ay öncesine kadar Öcalan’a karşı idam şantajını dillendiren Başbakan Erdoğan, bir anda “İmralı sürecini” dillendirmeye başladı. Bu “açılıma” ilk etapta temkinli yaklaşan BDP ise son günlerde bu süreci önemsediğini söylüyor. PKK’nin silahlı güçlerini tıpkı 1999’da olduğu gibi sınır dışına çıkaracağına dair senaryolar çiziliyor, takvimler açıklanıyor. Fakat perde arkasında Öcalan’la neler konuşulduğu, Öcalan’ın nasıl bir yol haritası çizdiği bir muamma olarak duruyor. Keza Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesi, hatta İmralı’ya gidecek BDP heyetinin bizzat Erdoğan tarafından belirlenmeye çalışılması, “İmralı sürecine” ilişkin kuşkuları daha da artırıyor. Deyim yerindeyse ömrünü Kürtlerin maruz kaldığı baskı ve ayrımcılığı ifşa etmeye adamış olan sosyolog İsmail Beşikçi de sürece kuşkuyla yaklaşan isimlerden biri. Gerek Kürt hareketi gerekse AKP, barıştan söz ediyor. Peki, taraflar aynı “barışı” mı istiyor? Müzakere süreci nasıl olmalıydı? Kürtler için ideal olan çözüm nedir? En önemlisi de 21. yüzyıl Kürtler açısından nasıl bir gelecek barındırıyor? İsmail Beşikçi’ye kulak veriyoruz…

»Başbakan Erdoğan, İmralı’ya hangi BDP milletvekillerinin gideceğine kendisinin karar vereceğini, “uygun görülen” isimlere de izin verileceğini açıkladı. Erdoğan’ın bu baskın tavrını neye bağlıyorsunuz?
Ben çok farklı bir şey söyleyeceğim. Bu görüşmelerin BDP ile hükümet arasında yürütülmesi gerekiyor. Yani istihbaratla bu görüşmelerin yürütülmesi olumlu bir tutum değil.

»Yani görüşmeler Öcalan’la yürütülmemeli mi?
Evet, BDP’nin hükümetle görüşmesi gerekir. Tabii BDP bu süreç içinde, gerek Abdullah Öcalan’la, gerek Avrupa kanadıyla, gerekse Qandil’deki yöneticilerle ilişki içinde olmalıdır. Ama görüşmelerde belirleyici aktör BDP olmalıdır.
Kürt hareketi müzakere konusunda hep Öcalan’ı işaret etti.
İşte o yanlış bir tuttumdu. BDP’nin, Qandil’deki yöneticilerin, Avrupa kanadının durmadan Öcalan’ı işaret etmesi doğru değil.

»Neden?
Parti yürütmeli; siyaset kurumu daha önde olmalı. Tabii bu birkaç yıllık bir sorun değil. Neredeyse on yılı aşkın bir süredir bu böyle. Ben bu sürecin yanlış geliştiği kanısındayım.
Görüşmelere, devlet bir heyetle katılıyor. Örneğin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın görüşmelere bir heyetle gittiği anlaşılıyor. Ayrıca, görüşmeler sırasında kafasında bir soru oluşursa, İçişleri Bakanı’nı, Dışişleri Bakanı’nı, Genelkurmay’ı, arayabilir. Başbakan’ın bizzat kendisini arayabilir. Abdullah Öcalan’ın kafasında bir soru oluşursa… Kürt tarafı da görüşmelere bir heyetle katılmalıdır. Görüşmeler MİT’le değil, hükümetle yapılmalıdır.

»Sürecin Öcalan’la yürütülmesinin sakıncası nedir?
Öcalan devletin elinde, devletin denetimi altında bulunan bir kişidir. Siz devletin denetimi altındayken ne söyleyebilirsiniz? Devlet sizi denetliyor. Cezaevindesiniz; devlet hakkında sağlıklı bir eleştiri yürütebilir misiniz?
»Fakat Öcalan daha Türkiye’ye teslim edilmeden yıllar önce de birlikte yaşamayı esas alan bir çözüm bulmak istiyoruz diyordu. Öcalan’ın genel çizgisi buyken, hapiste olup olmaması, devlete karşı tutumunu belirleyebilir mi?
Belirler tabii. Devletin elinde olduğunuz zaman, devletin isteklerinin dışında bir şey ifade edemezsiniz. Söylediklerin devletin düşüncesine, tutumuna uygun olur. Devlet size “şunları bunları söyle” demez ama siz devletin ne istediğini, neyden rahatsız olacağını bilir ve ona göre tavır ve davranış sergilersiniz.

»Öcalan gibi bir liderin böyle bir noktaya gelmesi için nasıl bir sebep olabilir ki?
Ben daha baştan bu ilişkinin yanlış kurulduğunu ifade etmeye çalışıyorum. BDP’ye öncelik verilmesi gerekiyordu.

»Sizce mevcut süreç, bu yöntemle devam ederse nasıl nihayetlenir?
Ben zaten bu görüşmelerden umutlu değilim. Olumlu bir sonuç çıkacağını düşünmüyorum. Devletin sorunu çözme diye bir niyetinin olmadığı kanısındayım. Başbakan, Kürt sorunu yoktur diyor. O zaman görüşülen konu nedir? Görüşülen konu PKK’nin silah bırakması. Karşılığında bir şey verileceği kanısında değilim. Başbakan, sorun çözüldü diyor.
Öcalan aslında Demokratik Konfederalizm tezinde, dört devlet arasında bölüşülmüş olan Kürdistan’ın ulus-devlet sınırlarına müdahale edilmeden ama bu sınırları anlamsızlaştıracak sosyo-ekonomik ve siyasal tedbirlerle yeniden dizayn edilebileceğini söylüyor.
“Türkiye parçalanmasın, İran, Irak, Suriye parçalanmasın!” Peki, Kürdistan mı parçalansın?  Daha doğrusu bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış Kürdistan böyle mi kalsın? Bu mu denmek isteniyor? Bu yanlış bir tutum. Kürt sorunu günümüze kadar çözülemeden geldiyse, bunun temel nedeni Kürdistan’ın parçalanması ve paylaşılmasıdır. Siz bunu kavramak durumundasınız. Böyle bir felaket Kürtlerin başına nasıl getirilmiş? Bu felaket günümüze kadar nasıl kendisini koruyarak getirilebilmiş? Siz şimdi böyle bir konu yokmuş gibi davranıyorsunuz ama temel belirleyen budur.

»Eğer halkların kendi kaderlerini tayin hakkı varsa, Kürtler kaderlerini ulus-devlet dışında bir formülle tayin etmek istiyor olamaz mı?
Bir ay kadar önce Birleşmiş Milletler’de Filistin, gözlemci devlet statüsü aldı. Bu kararı dünyada herkes alkışladı. Türkiye’de de sağcılar, solcular, liberaller alkışladı. Filistin “23. Arap devleti” veya “BM’ye üye 209. devlet” oldu. Ama Kürtlere sıra geldiği zaman “devlet zaten iyi bir şey değildir, devlet kötüdür” deniyor. Bu tutumu ahlaki bulmuyorum.

»Sizce Öcalan ne yapmak istiyor?
Abdullah Öcalan, tutsak olduğunun bilincinde olmalıdır. BDP Öcalan’ın tutsak olduğunu bilmelidir. PKK’nin Avrupa kanadı, Qandil’deki yöneticiler, Demokratik Toplum Kongresi, Öcalan’ın tutsak olduğunu bilmelidir. PKK kurumlarının durmadan Öcalan’ı işaret etmeleri bir zaaftır. Öcalan’ın da “ ille de ben ön planda olayım” tutumunda olması bir zaaftır.

»Sizce Öcalan’ın muhtemel bir sınır dışına çıkma talimatına PKK uyar mı?
Hiçbir kazanım elde edilmeden böyle bir talimat verilmemelidir. Başbakan, Erdoğan’ın Filistinliler, Bosna’daki Müslümanlar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti söz konusu olduğu zaman ne gibi haklar, özgürlükler istediğini biliyoruz. Kürtler için bu hakları ve özgürlükleri neden istemediği sorgulanmalıdır. AKP hükümetinin bu konularda bazı adımlar atması, örneğinin, TRT–6 küçümsenecek bir adım değildir. Ama düşünelim ki Saddam Hüseyin’in Irak’ında bile bu haklardan, özgürlüklerden daha fazlası vardı.

»Kürt hareketi demokratik özerklik talep ediyor. Bu gerçekleştiğinde Kürtlerin sorunları çözülmüş olmayacak mı?
Olmaz. Sen eğer “devlet istemiyorum” dersen, buna sahip de olamazsın. Ama istediğin zaman, bunu yaşama geçirmek için mücadele edersin. Kürt sorunu bu kadar ağır yaşanıyorken ulus-devleti aşmak sadece seni Kürtlükten koparır. Bir yere de varmazsın. Dünyanın sorunlarına çözüm aradığını düşünürsün ama Kürt çocukları her sabah ”Türküm, doğruyum… Varlığım Türk varlığına armağan olsun” şeklinde bağırtılmaya devam eder. Belediye meclislerinin dörtte üç üyesi sizden olur ama bir Kürt şairinin, yazarının, siyaset adamının ismini bir caddeye veremezsin. İnsanın ütopyalar üretmesi güzel, ancak somut durumlardan da kopmamak, onlar yokmuş gibi davranmamak gerekir.

»Sizce Kürtler bağımsız devlet istiyor mu?
Kürtler istemeli.

»Öcalan, 2009’da sizin bu söylediklerinize şöyle bir yanıt vermişti: “İsmail Beşikçi yazısında kırk milyon Kürt var, Kürtlerin de bir devletinin olması gerektiğini söylüyor. Olaya devletçi yaklaşıyor. Anlıyorum onu, İyi niyetlidir, dürüsttür. Devlet istemelisiniz mesajını veriyor. Ama benim ne demek istediğimi tam anlamıyor. Devlet halklara özgürlük getirmez.”
Bu yanlış bir tutum. “Devlet halklara özgürlük getirmez” diyorsun ama Türkiye, İran, Irak, Suriye diye devletler var. Sen bu devletler karşısında kendi hakkını, hukukunu nasıl koruyacaksın? 16 Mart 1988’de Halepçe’de Saddam Hüseyin, Kürtlere soykırım uyguladı. O sırada 53 üyeli İslam Konferansı Kuveyt’te toplantı halindeydi. Sonuç bildirgesinde, Halepçe’ye ilişkin küçücük bir atıfta bile bulunulmadı. Ama Bulgaristan’ın, Türklerin isimlerini değiştirilmesi kınanıyor, Batı Trakya’daki Türkler, Türkiye’deki alfabeyi kullanamadıkları için Yunanistan kınanıyor. Bunlar devlet işte! Zehirle gazla binlerce insanın öldürülüyor ama sesini kimseye duyuramıyorsun. Bu anlayışlarla mücadele edebilmek için senin de böyle bir birime ihtiyacın var. Yoksa ezilirsin.

»Ama Kürtler devlet kurmak istemedikleri için devletsiz kalmış değil. Öyle bir güçleri yok…
İşte ben de bu yüzden 1920’lerden itibaren oluşturulan uluslararası güç koalisyonunun anlaşılması gerektiğini söylüyorum. Kürtlere küçücük bir statü bile verilmeden oluşturulmuş bir statüko var. 1920’lerde Kürdistan üçüncü defa bölünüp paylaşıldı. İlk bölünme 16. yüzyılda, Şah İsmail’le Yavuz Sultan Selim arasındaki savaşta oldu. İkincisi İran Kürdistanı’nın Kuzey kesimlerinin 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İran-Rus savaşları sonunda Rusya’nın denetimine geçmesiyle yaşandı. Son otuz yıllık savaşta da aşiretler bölündü, aileler bölündü. Bir kardeşin korucu, diğerinin gerilla olduğunu görüyoruz. Demek ki bir ulus, tarihinde belirli bir dönemde bölünmenin ve paylaşılmanın hedefi olduğu zaman, bu, durmadan kendini üreten bir durum yaratır. Eğer sen sürekli bölünme, parçalanma ve paylaşılmanın hedefi oluyorsan, sende bir zaaf vardır. Düşman güçler bu zaaftan yararlanıyor. Kürtler bunun bilincine varmalı. Niye adımız sadece “terör” denince anılıyor? Kürtler bunu düşünmeli.

»MİT-Öcalan görüşmelerinde belli bir mutabakata varıldığı söyleniyor…
Ama Başbakan bu süreçte Kürt sorunu yoktur diyor. Yoğun biçimde operasyonlar sürüyor. O zaman nedir varılan mutabakat? Sorun bu kadar ağırken, Başbakanın bu kadar rahatça “Kürt sorunu yoktur” diyememesi gerekir.

»Silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu söyleniyor. Siz PKK’nin silahlı mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, devletin katı tutumuyla ilgili bir durum. Devlet, resmî ideoloji çok belirgin. Resmî ideoloji değişmiyor. Siz hâlâ çocuklarınıza, içinde w,x,q olan isimleri veremiyorsunuz. Devlet, Kürtleri halk olarak tanımıyor ama Abdullah Öcalan’ı tanıyor. Öcalan’la konuşuyor. Burada bir çelişki yok mu?  Bizzat PKK lideri Öcalan, BDP, PKK’nin Avrupa kanadı, Qandil’deki yöneticiler, Demokratik Toplum Kongresi, KCK, bütün Kürt kurumları bu çelişkinin bilincinde olmalıdır. Türk basını, Türk yazarlar, Türk araştırmacılar da öyle.

»Ama hükümet diyor ki, eğer silahlar bırakılırsa, bu tür “tali” meseleler çözülür…
1999–2004 yılları arasında gerilla sınır dışındaydı. Silahlar susturulmuştu. Ama o dönemde de devlet hiç adım atmadı, şimdi de atmıyor. “Kürt sorunu yoktur, sorun PKK’nin elindeki silahlardır” deniyor. “TRT 6 var. Cezaevinde aileler kendi dillerinde konuşabiliyor. Bu ufak pürüzler vardı, onları da kaldırdık. Sorun kalmadı” deniyor..Hâlbuki sorun vardır ve çok ağırdır.

»Sizce devletin uzun vadedeki Kürt politikası nedir?
Kürtleri Türklüğe asimile etmek devletin temel politikasıdır ve bu politikadan vazgeçilmiş değildir. Anadilinde eğitimin engellenmesinin temel nedeni de budur. Asimilasyona karşı Kürtler kendi tedbirlerini almalıdır.

»Öcalan’ın çok sık referans gösterdiği Bakunin, Kropotkin veya Proudhon gibi anarşist kuramcılar, insanlığa devletsiz, iktidarsız bir dünya kurmayı salık veriyor. Kürtlerin bir devlet deneyimi yok ama mesela Irak Kürdistanı’nın yönetimi, özellikle yoksul Kürt kitleleri tarafından eleştiriliyor. Halkların kültürel haklarını elde etmeleri, onların sınıfsal sorunlarını çözmüyor. Dolayısıyla Öcalan’ın devletsiz bir kurtuluş tahayyülünde bulunması daha devrimci değil mi?
Değil. Böyle bir görüş, bu ortamda ancak resmî ideolojiye hizmet eder. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde gelirin eşit dağıtılmamasını, Kürtlerin kendi mücadelesi engelleyebilir. Ama Kürtler öncelikle Araplarla, Türklerle, Farslarla sorunlarını çözmeli.

»Gerek PKK gerekse devlet “artık barış olsun” diyor. Sizce iki taraf aynı barıştan mı söz ediyor?
Devlet, “PKK silahları bırakıp geri çekilsin” diyor. “Bunun dışında bir sorun yoktur” diyor. Devletin barıştan kastı budur. PKK de demokratik, millî haklar konusunda ısrarlı. İki tarafın barıştan kastı farklıdır. Müzakere deniyor ya, işte bu iki farklı görüşü uyuşturmaya çalışmalılar.

»Sizce uyuşur mu?
Çok zor. Kısa zamanda sonuç alınacağını zannetmiyorum. Devlette bu niyet yok.

»Tarihsel sürecin aynasından bakınca, sizce bir gün Kürdistan kurulacak mı?
Evet, önemli olan bilinçtir. Bilinç geliştiği zaman sen de “istemiyorum” demeyeceksin. İsteyeceksin. İstediğin zaman da kazanırsın. Aslında Kürtler, en azından federasyon gibi bir siyasal birimi savunmalı. Gerilla da bu federasyonun güvenlik gücü, zabıta gücü olmalı.