Wednesday, April 24, 2013

Ismail Beşikçi: ‘İslam Kardeşliği’, Kürdleri kandıran, avutan bir slogan



İsmail Beşikçi:
Sosyolog ve araştırmacı yazar İsmail Beşikçi müzakere sürecini değerlendirdi.
Beşikçi, devletin Kürtlere hiçbir şey vermeden, veriyormuş gibi yaparak, ama Kürtleri de hiçbir zaman muhatap kabul etmeyerek, yeni bir süreç başlattığını ifade ediyor. Beşikçi, barış konusunda Kürtlerin Türk yöneticileri gibi düşünmediğini, Kürtlerin barışı haklarını ve özgürlüklerini garanti altına alan bir sistem olarak düşündüklerini belirtiyor. Devletin Kürtleri hala bir halk olarak tanımadığını söyleyen Beşikçi, Abdullah Öcalan’ı tanıması, onunla konuşması, Kürtleri tanıdığı anlamına gelmediğini, PKK, BDP, Kandil ve KCK’nin bu durumun bilincine varmaları gerektiğinin altını çiziyor.
Resmi ideolojinin ürettiği bilgiler eleştirilmelidir diyen Beşikçi, “ortak tarih”, “misak-ı milli, “Çanakkale ruhu”, “İslam kardeşliği” gibi kavramların, Öcalan’ın görüşleri bağlamında PKK, BDP’nin resmi ideolojiye ve AKP’ye ne kadar yakın olduğu tespitinde bulunuyor. İsmail Beşikçi, Öcalan’ın, Rum, Ermeni, Yahudi lobilerinden şikayet etmesini ise, devleti kollayan Ermeni, Rum-Pontus, Süryani soykırımını gizleyen bir görüş olarak değerlendiriyor.
Sayın Beşikçi, bir kısım çevreler hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik olduğunu belirtirlerken, bir kısım çevreler de Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi süreci olarak değerlendirmekte.
Sizce söz konusu müzakerenin hedefi nedir?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kürd sorunu diye bir sorun yoktur, barış PKK’nin silahlarını bırakıp ülkeyi terk etmesidir diyor.
Bu tutumun irdelenmesinde yarar vardır. Başbakan için, Filistinli Arapların sorunu vardır. Bu Filistin’in bağımsızlığı sorunudur. Bosnalı Müslümanların sorunu vardır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası kurumlar tarafından, Örneğin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, İslam Konferansı, Arap Birliği gibi uluslararası kurumlar tarafından, ABD; İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya gibi devletler tarafından tanınmaması bir sorunudur. Ama Başbakan için, Türk yöneticiler için Kürd sorunu diye bir sorun yoktur. Bu çelişkinin kavranması ve irdelenmesi önemlidir.
Örneğin, iki ay kadar önce, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’’nda, Filistin için, gözlemci devlet kararı alındı. Bu kararı Türkiye’de herkes, sağcılar, solcular, liberaller coşkuyla alkışladı. Ama, Kürdlere sıra gelince, “Kürd devleti, Kürd federasyonu Kürdler için iyi değildir” deniyor. Herkes böyle söylüyor. Kürdlerin de böyle söylemesi aymazlıktır. Dünyada herkes için iyi olanın, Kürdler için neden iyi olmadığı başta Kürdler, Kürd aydınları tarafından düşünülmesi gereken bir konudur.
Halbuki Kürd sorunu Oratadoğu’da çok ağır bir sorunudur. Kürd/Kürdistan sorunu, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve bağımsız devlet kurma haklarının gasp edilmesidir. Emperyal güçlerin 1920’lerdeki en kalıcı, en derin, en yaygın operasyonu budur. Büyük Britanya, Fransa, gibi emperyal güçler, bu operasyonlarını, Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmişlerdir. Ulusların kendi geleceklerini tayin hakkının, gerek Lenin, Stalin, Troçki gibi Sovyetler Birliği yöneticileri tarafından, gerek ABD Başkanı Wilson tarafından savunulduğu bir dönemde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın böyle bir felaketle karşılaşması dikkate değer bir durumdur.
Bu durumda, Kürdler, bazı temel ilkelerden taviz vermemelidir. Kürdler kendi kendilerini yönetebilmelidir, Kürdler kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Bu açıdan Kürdçe mecburi eğitim vazgeçilmez bir ilke olmalıdır.
Hükümet ile Öcalan arasında varılan mutabakatın içeriği bilinmiyor. BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan, “Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın söylediklerine iknalar mı? Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere evet demek zorunda mı kalıyorlar?
Barış konusunda Kürdler şüphesiz Türk yöneticiler gibi düşünmüyor. Kürdlerin haklarını ve özgürlüklerini garanti altına alan bir sistemi düşünüyor. Neden böyle bir sorun var sorusunu ilk önce sormak gerekir. Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin demokratik hakları ve özgürlükleri gasp edilmiş. Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan ve Kürd milleti olmaktan doğan hakları gasp edilmiş. Bundan dolayı sorun var. O zaman bu hakların iade edilmesi gerekir. Barış ancak böyle gerçekleşir.
Görüşmelerin, cezaevinde tutulan Abdullah Öcalan tarafından yürütülüyor olması ve Abdullah Öcalan’ın son sözü söyleyen kişi olması çok önemli bir zaaftır. “İrademiz Öcalan” anlayışı yanlıştır.
Devlet, Kürdleri hala bir halk olarak, millet olarak tanımamaktadır. Abdullah Öcalan’ı tanıması, onunla konuşması, Kürdleri tanıdığı anlamına gelmemektedir. PKK/BDP, Qandil’deki, Avrupa’daki yöneticiler ve KCK bu durumun bilincine varmalıdır.
Başbakan, “pazarlık yok” diyor, “taviz vermedik” diyor. Gasp edilen hakların özgürlüklerin iadesi taviz midir? Bugünlerde kullanılan kavramlardan bir de “helalleşme”dir. Gasp edilen haklar ve özgürlükler konusunda bir gelişme olmadan “helalleşme” olur mu? Nasıl olur?
Devletin üç bine yakın cinayeti var. Kürdler devlet güçleri tarafından kaçırılmış, işkenceli sorgularla yok edilmiş. Aileler, uzun çabalar sonunda yakınlarının, çocuklarının cesetlerin, kemiklerine ulaşabilmişler, onlar için bir mezar yapabilmişler.
“Faili meçhul” denen üç bine yakın bir cinayet daha var. Devlet güçleri Kürdleri kaçırıp yok etmiş. Katletmiş. Aileler, yakınlarının, çocuklarının bütün aramalarına, soruşturmalarına rağmen, kemiklerine bile ulaşamamışlar… Bunların aydınlığa kavuşması için “hakikatleri araştırma, yüzleşme komisyonu” gerekmez mi? Bütün bunlar, karanlıkken, “helalleşme”den nasıl söz edilebiliyor?  Türk yöneticiler “geçmişi unutalım” diyorlar. Kürdler, bu durumda, geçmişi nasıl unutabilirler?
Bu arada, 1921 Anayasası’ndan da söz etmek gerekir. 20 Ocak 1921 tarihli ve 85 sayılı yasa Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak bilinmektedir. Bu yasanın 10, 11 ve 12. Maddeleri ademi-i merkeziyetten, özerklikten söz etmektedir. 10. Maddede, “vilayet, mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir” demektedir. 11. Madde, vilayet şuraları seçiminden 12. Madde ise, vilayet şuralarının yönetiminden söz etmektedir.
1921 Anayasası’nın bu maddeleri, 29 Ekim 1923 günü, yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün sessiz bir şekilde değiştirilmiştir. 29 Ekim 1923 günü, 364 sayılı kanunla,  10. Madde, “Türkiye Reisicumhuru, TBMM heyet-i umumiyesi tarafından seçilir” şeklinde değiştirilmiştir. 11. Madde, “Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir…” şeklinde değiştirilmiştir. 12. Madde, “Başvekil, Reisicumhur tarafından ve meclis azasından intihap olunur” şeklinde değiştirilmiştir.
1921 Anayasası’nın yürürlükte kalması 2 yıl, 8 ay, 8 gündür. 1921 Anayasası’ndaki adem-i merkeziyet ilkesi, 1924 Anayasası’na varmadan, sessiz bir şekilde değiştirilmiştir. Bu Türk yöneticilerin, Mustafa Kemal’in niyetini göstermesi bakımından irdelenmesi gereken bir süreçtir.
Abdullah Öcalan, PKK/BDP, Qandil’deki ve Avrupa’daki yöneticiler, KCK 1921 Anayasası üzerinde çok duruyorlar. Önemli olan bu anayasada, 29 Ekim 1923 günü, sessiz bir şeklide yapılan değişikliklerdir. Bu tutumun irdelenmesi, Türk yönetiminin nasıl bir yönetim düşündüğü, Kürdlerin nasıl yönetileceği konusunda önemli bir fikir vermektedir. 1921 Anayasası’na, adem-i merkeziyet ilkesinin konulması konjonktürel bir durumdur. Savaş koşullarında böyle bir hükmün yararlı olacağı düşünülmüştür. 1923’de, Yakındoğu İşleriyle İlgili Lozan Antlaşması imzalanıp devlet güçlü bir şekilde ortaya çıkınca, ilk iş bu temel ilkenin terk edilmesi olmuştur.
Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP hükûmeti ile Öcalan ve PKK’nin tekrar bir ucu yarı açık ‘süreç’ başlatmalarına neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir?
Kürdler artık Ortadoğu’da önemli bir güçtür. Kürdistan sorunu, artık, uluslararası bir sorundur. Bu durumda, Türk yöneticiler, Kürdlere hiçbir şey vermeden, veriyormuş gibi yaparak, ama Kürdleri de hiçbir zaman muhatap kabul etmeyerek, yeni bir süreç başlatmak gereğini duymuştur. Artık, inkar ile imha ile bu durumu götüremeyeceğinin bilincine varmıştır.
PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi gerillanın otuz yıllık mücadele sonucu hangi kazanımlarla kayıtsız şartsız geri çekilmek zorunda bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek istersiniz?
Görüşmelerin MİT ile yapılması, Abdullah Öcalan’ın son sözü söyleyen kişi olması yanlıştır. Görüşmelerin hükümetle yapılması gerekir. Çünkü, MİT bir güvenlik kurumudur. Her zaman Türkiye’nin güvenliğini gündeme getirir. Kürd/Kürdistan sorunu da Türkiye’nin güvenliği için tehdit olarak algılanır. Kürd/Kürdistan sorunu ise, politik bir sorundur.  Bu bakımlardan, görüşmelerin hükümetle yapılması gerekir.
Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu’nda okunan mesajında atıfta bulunduğu “ortak tarih”, “misakı milli”, “Çanakkale ruhu” ve İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren “yeni paradigmasını” nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Ortak tarih”, “misak-ı milli, “Çanakkale ruhu”, “İslam kardeşliği” gibi kavramlar, PKK/BDP, görüşlerinin, Öcalan’ın görüşlerinin resmi ideolojiye, AKP’ye ne kadar yakın olduğunu göstermektedir. “İslam kardeşliği”, Ezidi Kürdleri, Alevi Kürdleri Kürd birliğinin dışında bıraktığı için yanlıştır.
Çanakkale’de birlikte savaşmak, Kıbrıs’ta, Kore’de birlikte savaşmak, Kürd-Türk kardeşliğinin bir göstergesi falan değildir. Bu savaş kimin savaşıydı. Siyasal eşitlik olmadan kardeşlik falan olmaz. Ayrıca, şunun da sorulması gerekir. Çanakkale’de birlikte savaştık.  Daha sonra neler oldu? “Kıbrıs’ta, Kore’de birlikte savaştık” daha sonra neler oldu? Çanakkale, Kıbrıs, Kore kimlerin savaşıydı, kimler için savaşıldı?
“İslam Kardeşliği” sloganının, Kürdleri kandıran, avutan bir slogan olduğu da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Kürdler bu sloganın da bilincine varmalıdır. Kürdlerin haklarını özgürlüklerin kısıtlayanların, bu konuda, emperyal devletlerle işbirliği yapanların hep İslam devletleri olduğu açıktır. İslam devletleri her zaman da, “İslam kardeşliği” sloganının kullanarak bu engellemeleri yapmışlardır. İbrahim Sediyani’nin, “Kürdleri kandıran, Bengal Halkını Kandıramayan İslam kardeşliği” yazısı bu bakımdan önemli bir yazıdır. Kadir Amac’ın “Kürdistan’ı Sevme Sanatı” başlıklı yazısı da öyledir.
Kürdler, hakları, özgürlükleriyle ilgili olarak, hep İslam devletleriyle mücadele içinde oldular. Müslüman Bengal halkının, Müslüman Pakistan devletine karşı mücadelesinde “İslam kardeşliği” sloganı kullanılmıştır. Haklarını ve özgürlüklerini kazanması bakımdan Müslüman Bengal halkının bu slogana yaklaşımı ve mücadelesi incelenmesi gereken bir süreçtir.
Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni,Süryani, Alevi ve kanaat önderleri temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları gerekmiyor mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?
Son 30 yıllık mücadelenin çok önemli bir kazanımı olmuştur. Artık Kürdlerle, Kürdistan’la ilgili her konu rahatça konuşulabilmektedir, tartışılabilmektedir. Bunda gerilla mücadelesinin şüphesiz çok büyük rolü vardır. Ama Kürdlerle, Kürdistanla ilgili araştırmalar yapılırken; Rum sorunu, Rum-Pontus sorunu, Ermeni sorunu, Süryani sorunu, Alevi sorunu gibi sorunlar da gündeme geldi. Daha doğrusu bu sorunların da bilincine vardık. Bütün bu sorunlara resmi ideolojinin bilgileriyle yaklaşmak yanlıştır.
20.yüzyılın ilk çeyreğinde, İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk milleti odak noktasında yeniden organize etme anlayışı, Osmanlı ekonomisini Türkleştirme anlayışı dikkate değer bir süreçtir. Bu dönem, halklar arasındaki ilişkiler, bilimin kavramlarıyla bütün boyutuyla incelenmelidir. Resmi ideolojinin ürettiği bilgiler eleştirilmelidir.
Abdullah Öcalan’ın, Rum, Ermeni, Yahudi lobilerinden şikayet etmesi, devleti kollayan bir görüştür. Ermeni soykırımını, Rum-Pontus soykırımını, Süryani soykırımını gizleyen bir görüştür. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Ortadoğu’da yaşanan en önemli olaylar bunlardır. Bu konularda, resmi ideolojiyi eleştirmek gerekirken, ona haklılık kazandıran açıklamalar yapmak yanlıştır.
Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir siyasal statüye kavuşmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barış istikrarın sağlanması mümkün müdür?
Kürdler bir statü sahibi olmadan Ortadoğu’da sorunlar çözülmüş olmaz. Kürdler, en azından bir federasyona sahip olmalıdır. “Sınırlar kalkıyor, bütünleşme oluyor” anlayışı yanlıştır. Bu, Kürdleri kandırmak, oyalamak için üretilmiş bir düşüncedir. Daha büyük yapılarda devletler bir araya geliyor, ama herkes oraya kendi kimliği ile giriyor. O birliklere girenlerin hepsi siyasal bakımlardan birbirlerine eşit. Kürdler henüz Kürd/Kürdistan kimliğini bile kazanamamışken o birliklerde nasıl yer alabilirler?
Hiçbir yerde de sınırlar falan kalkmış değil. Örneğin Kürdler bunu Filistinli Araplara söyleyebiliyorlar mı? Filistinli Araplara, “Ne diye devlet peşinde koşuyorsunuz, Yahudilerle kardeş kardeş yaşayın…” diyebiliyorlar mı? Filistinli Araplara, Kuzey Kıbrıs Türklerine, Bosnalı Müslümanlara diyemediklerini neden Kürdlere söylüyorlar? Bu sağlıklı bir söylem değildir. Yaranmacı bir politikadır. Kürd/Kürdistan kimliğinin kazanılması, Kürdçe mecburi eğitim, Kürdler için vazgeçilmez talepler olmalıdır.
Kürtler için federasyon, bağımsız devlet gündeme geldiği zaman, özellikle PKK/BDP çevresi,  “diyelim ki bağımsız devlet oldu, bu hangi sorunu çözecektir?” şeklinde karşı bir soru soruyorlar. Bu konuda ne demek istersiniz?
Bu soru yanlış bir sorudur. Kürd kimliğini, Kürdistan kimliğini küçümseyen, önemsemeyen, resmi görüşe arka çıkan bir anlayıştır. İşaret edilen de Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir.
Bugün, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, gelir dağılımında dengesizlikler, bozukluklar olabilir. Rüşvet, yolsuzluk, akraba kayırma gibi sorunlar olabilir. Bunlar, Kürdlerin kendilerinin halledecekleri sorunlardır. Sağlıklı toplumsal politikalarla, Kürdler bu şikayetlerin asgariye inmesini sağlayabilirler. Ama Kürdlerin önce, Arap yönetimiyle, daha sonra da Türk ve Fars yönetimleriyle sorunlarını çözmesi gerekir.
“Dünya uluslar ailesi içinde eşit koşullarda yer almak” diye bir sorun vardır. Bugün, Türkiye 2014 Dünya Futbol Şampiyonası’na katılıyor. Avrupa klasmanında ise D grubunda katılıyor. Bu grupta yer Alan 6 devletten biri de Andorra. Andorra şimdiye kadar oynadığı 6 maçta hiç puan alamamış. Ama Dünya Futbol Şampiyonası’na katılıyor, “Avrupa Futbol Şampiyonası”na katılıyor. Olimpiyatlara katılıyor.
Andorra, Avrupa’da 40 bin civarında nüfusu olan bir devlet. Avrupa Konseyi’nin, Birleşmiş Milletlerin üyesi. Çeşitli uluslararası toplantılarda, komisyonlarda temsil ediliyor. Sen Ortadoğu’da 40 milyonsun, 50 milyonsun, belki 50 milyondan da fazlasın. Ama senin adın uluslararası toplantılarda, hiçbir yerde geçmiyor, sadece “terör” denildiği zaman geçiyor. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, Avrupa Birliği’inde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda, İslam Konferansı’nda, hak-hukuk, özgürlük söz konusu olduğu zaman sen yoksun. Senin adın sadece “terör” denildiği zaman geçiyor. “Terörü yok edeceğiz, terörün kökünü kazıyacağız” şeklinde… Bu seni rahatsız etmiyor mu?  Resmi görüşe arka çıkmak senin hangi sorununu çözmüş? Sen şimdiye kadar neyin mücadelesini verdin? Ne için mücadele ettin?
Federasyon, bağımsız devlet söz konusu edildiği zaman, “diyelim ki bağımsız devlet oldu, bu hangi sorunu çözecek?” diyenler, önce bu ilişkiler üzerinde durmalıdır. Ortadoğu’da, Türkler, Araplar ve Farslarla kendi konumlarını karşılaştırmalıdırlar. Örneğin, Başbakan, 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara saldırısında ve bu saldırıda 9 Türk vatandaşının ölümünden dolayı, İsrail’e karşı yoğun bir siyaset yürütmüştür. Filistinlilerin ve Türklerin haklarını aramıştır. Ama 27 Aralık 2011’de meydana gelen Roboski katliamı mağdurlarını hiç dinlememektedir, Kürdlerin taleplerini hiç önemsememektedir!  Bu neden böyle olmaktadır? Senin bu konuyla ilgili düşüncen nedir diye sormak gerekir.
Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil olmasını istemekte. İktidar, Kürt sorununu resmiyette belgelendirmeden, muhataplığı resmi olarak kabul etmeden hala Kürtlerin varlığını suya yazılmış kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil İnsanlar Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak sürece ne kadar umutla bakabiliriz?
Kürd/Kürdistan sorunu açıkça ortada durmaktadır. Bu durumda, akil insanlara önemli bir görev düşmektedir. Akil insanların, Kürdlere, PKK’ye söyleyeceği bir şey yoktur. Akil insanlar devlete, “Kürdlerin haklarını tanı” demelidirler. Devlet, hükümet, bunu kabul eder veya etmez. Ama bu ortamda, akil insanların devlete, hükümete söyleyeceği bu olmalıdır. Sorun açık bir şekilde ortada durmaktadır. Sorun, Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin hakları ve özgürlükleriyle ilgilidir. PKK’nin ortaya çıkışının temel nedeni bu gasptır. O zaman akil insanlar devlete, hükümete böyle söylemelidirler.
Akil insanların, koruculuğun kaldırılması konusunda da devlete önerilerde bulunması gerekir. Devletin, bugün, Özgür Suriye Ordusu’nu el altından silahlandırdığı biliniyor. Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye, bu silahlandırmayı gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Özgür Suriye Ordusu, sadece,  Baas Partisi’nden ayrılanlar tarafından oluşturulmuş değil. Müslüman kardeşler, El-Kaide, Hizbullah da Özgür Suriye Ordusu içindeler. Özgür Suriye Ordusu’nun silahlandırılması demek, El-Kaide’nin, Müslüman Kardeşler’in, Hizbullah’ın silahlandırılması demektir. Öte yandan, Ortadoğu’da herkes silahlıdır. Durum buyken, Kürdlerin, PKK’nin silahsızlandırılması gayreti dikkatlerden uzak değildir.
Katar’ın durumunda da ayrıca işaret etmek gerekir. 300 bin nüfuslu Katar, Ortadoğu’da 40 milyonun üzerinde nüfusu olan Kürdlerin geleceğini belirlemeye çalışmaktadır. Bu da dikkatlerden uzak değildir.
Bir ay kadar önce, 300 civarında Türk aydını Türklük bildirisi yayımlamıştı. İçlerinde, profesörler, emekli generaller, emekli savcılar, yargıçlar, siyasetçiler, gazeteciler, iş adamları vs. vardı. Türk sözünün anayasadan çıkarılmamasını istiyorlardı.
Türkler, Türklükleriyle istedikleri gibi övünebilirler. Ama Türk’ü Kürd’e teşmil etmeleri, Türklüğü Kürd’e dayatmaları,  “Türk herkesi kapsayan bir üst kimliktir” demeleri bir kandırmaca, bir avutmacadır. Bu bir riyakarlıktır! İster profesörler olsun, ister generaller, savcılar, gazeteciler, iş adamları vs. olsun durum budur. Kürd kimliğini açıkça tanımayan, Kürdçe mecburi eğitime, Kürdlerin kendi kendilerini yönetmesine, Kürdlerin kendi geleceklerini belirlemesine yol vermeyen bir anayasa, Kürdler için yeni bir anayasa değildir.
Türk’ün üst kimlik olarak kabul edilmesi, Kürdleri ille de biz Türkler yönetecek demektir. Halbuki Kürdler kendi kendilerini yönetebilmelidir. Demokrasi budur. Türkler, Türk kimlikleriyle istedikleri kadar övünebilirler. Ama, Kürdleri ille de ben yöneteceğim demek, ırkçılıktır, faşizmdir.