Tuesday, October 14, 2014

Bir devrin kamera arkası!

Cumhuriyet Kitap’ta Mevsimler üzerine söyleşi
Cumhuriyet Kitap‘ın 9 Ekim 2014 tarihli 1286. sayısından alınmıştır. 

Gün Zileli ile “Mevsimler” adlı yeni romanını ve otobiyografik beşlemesini konuştuk.

 Bir devrin kamera arkası!
  
Gün Zileli, Mevsimler adlı yeni romanında, üst ve orta sınıftan, isyankâr, maceracı, bireyci, idealleri olan, çağın hâkim duygularıyla sarmalanan, 1930 ve 1940′lı sol kuşakların ve sınıfsal yapıdaki değişimlerin öyküsünü, fraksiyonlara bölünen sol’un iç mücadeleleri çerçevesinde dört mevsimde edebiyata taşıyor. Söyleşide otobiyografik beşlisi Ev (1946-1954), Yarılma (1954-1972), Havariler (1972-1983), Sapak (1983-1992), Sığınmacılar (1990-2000, Londra)’ı da konu ettiğimiz Zileli, beşlisinde yaşamının ilk yıllarından başlayarak sol mücadele içindeki gelişimini paylaşıyor okurlarla. Gün Zileli ile Mevsimler adlı romanını ve otobiyografik beşlemesini konuştuk.


Gamze AKDEMİR


- Çekilen, itilen veya gönüllü katılan bireyin dönüşüme hazırlanması, birey üzerinde bir siyasal inşa, adım adım, içselleştire içselleştire. Bunun da ifadesidir diyebilir miyiz Mevsimler için.

- Bir akım var o yıllarda. Bir heyecan var. O akıma, heyecana öncelikle üst ve orta sınıf çocukları kapılıyor. Özellikle 1960′larda liderlik yapanlar üst ve orta sınıftan gelenler. Gediz memur çocuğu, Suat büyükelçi çocuğu, Rü Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinden birinin kızı.

1960’lı yıllardan 1970’li yıllara geçildiğinde sınıfsal yapıda bir değişim meydana geliyor. Bu durumda Suat gibi karakterler hızla o değişime adapte oluyorlar. Mesela Suat, klasik müzikle yetişmesine rağmen halk müziğine yöneliyor. Bunlar hep dönem ruhuyla ilgili.

’1930 DOĞUMLULARIN ROLÜ UNUTULDU! ONU DA GÖSTERMEK İSTEDİM’

- Memur çocuğu olmayı neden vurguladınız?

- Memur çocukları yetişme tarzları nedeniyle çekingen bir karaktere sahiptirler genellikle. Gediz’in kafasından geçen düşüncelerde olduğu gibi, bir limon bile satmayı beceremezler. Dolayısıyla yıkımları da daha trajik olur. Nitekim öyle olmuştur. Atok bunun en tipik örneğidir. Bir de 1930’lu yıllarda doğanlar ön planda romanda…

-Neden 1930’lular?

-Füruzan’ın romanında 1947’liler, yani genellikle 1940’lılar vurgulandı. 1960’larda yirmili yaşlarını yaşayan 1940’lılar doğal olarak bu mücadelenin sahibi gibi gözüktü. 1930’larda doğanların mücadeledeki rolleri görünmez oldu. Oysa onların rolü çok önemlidir. 1940’lılar kadar gürültü patırtı yapmamışlardır ama aslında isyancı bir kuşaktır. Atok bunu temsil ediyor romanda. Ama 1940’lılar gibi ideallere sıkı sıkıya bağlı, hatta dogmatik bir isyancılık değildir Atok’unki. Daha bireycidir ama aynı zamanda daha özgürlükçüdür. Örneğin bu kuşak, bana soracak olursanız, 1940’lılardan daha esprilidir. Bunun en iyi kanıtı, Türkiye edebiyatının en ironik romanlarını yazan Oğuz Atay’ın 1930’lular kuşağından olmasıdır. Şimdi, yine Atok’u ele alacak olursak, Atok o delişmen maceracılığıyla gidip lejyoner oluyor. Fazlasıyla anti-emperyalist 1940’lı kuşak sömürge ordularında paralı asker olmayı aklının köşesinden bile geçirmezdi. İşte böyle farklılıklar var. Ama her şeye rağmen ben 1930’luları daha sevimli buluyorum. 1940’lılar gibi çatık kaşlı değiller en azından.


‘SOL’UN GELENEĞİ ZİNCİRLEME FRAKSİYONLAR DOĞURDU’

- Gediz, Sol’un hızına yetişmekte de zorlanıyor, bir yandan da fraksiyonlar arasında mekik dokuyor… Çelişkili bir durum değil mi?

- Teorik yetersizliği bu mekik dokumaya yol açmış olabilir. Tabii bu fraksiyon bolluğunun sol’un geleneğiyle de yakın bağı var. Katı merkeziyetçilik ve fraksiyon yasağı, ironik bir şekilde solda fraksiyon bolluğuna neden olmuştur. Bu iş Lenin’le başladı ve giderek bir gelenek halini aldı. Bir şeyi ne kadar yasaklarsanız o kadar teşvik etmiş olursunuz. Türkiye İşçi Partisi (TİP) görece bu geleneğin dışında bir partiydi başlangıçta. Çünkü Komintern geleneğiyle bağı zayıftı, tüm sol’u kucaklayan bir havuz gibiydi. Ama bu olumlu durum fazla sürmedi. 1960’ların ikinci yarısından itibaren Komintern geleneği sol’a hâkim oldu. Gediz’in daha işin başında bu fraksiyon trafiğinin içine düşmesi ne kadar acıklı ve ne kadar ironik. Çocuğun zaten bilgisi kısıtlı, bir de bu tür entrikalarla başa çıkmak zorunda kalması… Yine de fena sayılmaz.

‘FRAKSİYONLAR BİRBİRLERİNE DÜŞMAN KESİLDİ’

- TİP’ten çıkan fraksiyonların da izini sürüyoruz roman boyu.

- Evet. Bu belki işin başında, bu fraksiyonların gelişme çizgisini bilmeyen okuyucuyu biraz şaşırtabilir ama aslında romanın akışı içinde şu ya da bu fraksiyondan olmanın pek de önemli olmadığı anlaşılacaktır. Bunun en iyi örneği Gediz’in yaşadıkları. Hayat devam ediyor, insanlar yaşamaya devam ediyor, aşklar devam ediyor. İnsanların hayatını domine eder gibi görünen fraksiyonlar ise cansız nesneler olarak dökülüp gidiyorlar. Kısacası, bunların bilinmesi o kadar şart da değil. Roman bir yandan da aslında gerçek hayatta fraksiyon farklarının hiçbir önemi olmadığını gösteriyor bence.

- 12 Mart darbesinde bir bunalıma giriyor Gediz. 12 Eylül’de de farklı değil. İçine kapanıyor. Toplumda birçok kişiye, kimliğe karşılık geliyor hissettikleri.

- O çok tipiktir, örgütün çok ön planlarında olmayanlar, o hareketli ortam dağılınca -mesela romandaki o SBF (Siyasal Bilgiler Fakültesi) kantinini düşünün- boşluğa düşerler. Suat ile Rü bunu pek yaşamıyor gibi ama Gediz yaşıyor. Çünkü örgütler, ne kadar “kitle”, “halk”, “taban” lafları ederlerse etsinler aslında sadece merkezdeki ayrıcalıklıları korumayı hedeflerler. 12 Mart’tan sonra koca Dev-Genç örgütünü yirmi şehir gerillasının cephe gerisi haline getirdiler, aslında fiilen pasifleştirdiler. 12 Eylül’den sonra da örgütler bütün taraftarlarıyla birlikte direnmek yerine, taraftarlarını ortada bırakıp sadece kendi ‘kadro’larını gizlemekle ilgilendiler. Kısacası, örgüt dediğimiz yaratık, aynı bencil insanlar gibi kendisinden başkasını düşünmez.


‘MUHALİFİN SONU BELLİ: TECRİT!’

- 1970’lerde de aynı şey geliyor Gediz’in başına. Ama bu sefer biraz daha bilinçli görünüyor. En azından, örgütteki eksen kaymasını saptayabiliyor.
.
- Doğru. Ama bu onu örgütle karşı karşıya getirebilirdi. Örgütle yeniden bağ kurabilseydi bu kesinlikle olacaktı. Nitekim Suat’ın yaşadıkları ortada.

- Zaman zaman nükseden bir bellek kaybı var. O bellek kaybı nasıl bir anıştırma?

- Toplumsal bellek kaybına ya da travmalarla baş edememeye işaret ediyor denilebilir.

‘ÖRGÜTLER 12 EYLÜL’DE DİRENMEDİLER. CUNTACILAR BİLE ŞAŞIRDI’

- Çatışmalar yoğunlaştıkça toplumun politize olma sürecinin tersine dönmesini de okuyoruz. Kimi zaman sahile inip insanları, sıradan hayatı gözlemleyen Gediz’e göre de, örgütlerin lokomotifi ile halkın lokomotifi ters yönlerde seyrediyor. O halkla kopuşu da imliyor roman.

- O kopuş çok kesin. Örgütler mahallelerde o kadar hummalı bir faaliyet içindeydiler ki gözleri dünyayı görmedi. Her biri sadece güç toplama peşindeydi, topluyorlardı da. Oysa halk başka bir süreç içine girmişti. 1974′te sol’a akan kitleler, 1979-80′e gelindiğinde sol’dan, daha doğrusu siyasi çatışmalardan kaçmaya başlamıştı. Örgütler bunu göremedi. Onlar sadece kendilerine gelen on kişiyi gördüler, kaçan yüz kişiyi göremediler. Darbeden sonra da yine örgüt bencilliği ile içlerine kapandılar ve direnmediler. Buna cuntacılar bile şaşırdı. Hani bir yumruk atarsın, yarısı boşa gider ya öyle oldu.

- Sayısız insan işkencedeydi, herkesi dağıttılar da öte yandan.

- Elbette ama sol’un güçleriyle bağlantılı bakarsan yine de bir direniş olabilirdi.

- Sol ona, yüze bölünmüştü.

- Bölünmenin çok etkisi var, fakat en azından o anda bunu geri planda tutabilirlerdi. Bir araya gelmek için bile bir çabaları olmadı.


‘SUAT, HER ÜÇ DÖNEMİN DE DEVRİMCİ PROTOTİPİDİR’

- Bu noktada Suat nasıl bir simge? Avrupa’da okumuş, babası Büyükelçi. Burjuvaziye karşı, bu nedenle ailesini bile reddediyor. Babası öldüğünde miras kalan evi satarak harekete bağışlayacak denli davaya adanmış.

- O dönem açısından böyle daire falan bağışlamak çok önemli bir özveri olarak görülmezdi, hatta doğal, olması gereken şeylerdi bunlar. Yüksek bir ruh hali sarmıştı insanları. Kimsenin gözünde mülkiyet, para falan yoktu.

Suat, her üç dönemin de, ‘60, ‘70 ve ‘80′lerin devrimci prototipidir. 1960′larda büyük idealler peşindedir ve müthiş bir atılım içindedir. Militanlaşan entelektüeli temsil eder. 70′lerde büyük bir dönüşüm geçirdiğini zanneder, militan, parti önderi, illegal çalışmalar içinde popülist bir parti önderi haline gelir, entelektüellik değerden düşmüş, işçicilik ve popülizm her yanı kaplamıştır. 1980′lerde ise hayal kırıklıkları içindeki bir entelektüele dönüşür yeniden. Tabii bir de 1980’lerde artık örgütlerin tekeli kırılmaya başlamıştır, kapalı devre okumalar sona ermiştir. Suat, olumlu ve olumsuz yönleriyle bu değişimleri temsil eder.

- O sorgulamalar ve örselenmeler kişilerin salt benliğinde değil sağlıklarında da beliriyor, başta sağlığı bozulan Suat mesela. Bir devrin ve kuşağın durumuna da işaret ediyor adeta.

- Çok doğru. Yaşamayı unuttuğunu düşünüyor. Asla teslim olmuyor ama devrimi sorguluyor. Proletarya diktatörlüğünü sorguluyor, ‘Pek çok şeyi körü körüne yaptık. İlkelliği sosyalizm sandık’ diyor mesela. Hep tek kaynaktan beslendiklerini, kapalı devre okumalarla beyinlerinin yıkandığını düşünüyor. Orada bir çözülme yaşıyor. Tabii bir insandan her zaman çok ideal davranışlar da beklememek lazım. Mevsimler’deki hiçbir karakter ideal değildir. Yani gerçek hayattaki gibi.

‘BENCE ÖRGÜTLER İLE İDARE ARASINDA ZIMNİ BİR ANLAŞMA VARDI’

- Örgüt tecriti de devlet tecritinden farksız.

- Hatta ben örgütler ile idare arasında zımni bir anlaşma olduğunu bile düşünüyorum. Mesela romandaki olayda ışıkların sönmesi. Niye o anda söndü, kim söndürdü? Örgütler şu teoriyle hareket ediyorlardı: ‘bizden kopan karşı tarafa gider’. Yani idarenin adamı olur. Cezaevlerinde örgütlerden kopan bağımsızlar vardı, onları hiç istemiyorlardı. Çünkü bağımsızlar örgütlerin o teorisini zayıflatıyorlardı. Örgütten kopmuşlardı ama idarenin de adamı olmamışlardı, itirafçı olmamışlardı. O nedenle örgütler, bağımsızlar idareye gitmek zorunda kalsınlar diye büyük baskı yapıyorlardı. Yani örgütler itiyor, idare de çekiyordu, işte aralarındaki zımni anlaşma buydu. Aytekin Yılmaz kitaplarında bunları çok net anlatır. Sol, sağ’a karşı mücadelesine harcadığı enerjinin daha fazlasını kendi içindeki mücadelelere harcadı. Sağ’da, sol’daki kadar örgüt içinde infaz olduğunu sanmıyorum. Bu Stalin’in paranoyasıyla kökleşen o katı gelenekten geliyor yine. Hep söylerim; Stalin, Hitler’den bile daha fazla komünist öldürmüştür. Şunu da ekleyeyim: Stalin’in öldürdüğü Stalinistlerin sayısı Troçkistlerin sayısından bir hayli kabarıktır.

‘BU KESİNLİKLE SİYASAL BİR ROMAN DEĞİLDİR’

- Siyasal bir roman olarak nitelemiyorsunuz Mevsimler’i.

- Siyasal olaylar içindeki insanlar etrafında gelişse de kesinlikle siyasal bir roman değildir. Çünkü siyasal romandan bir nevi siyasi bildirimler veya mesajlar falan anlaşılıyor. Siyasi romanda bireylere, hayatlarına yeterince önem verilmez. Mevsimler ise bireyi merkeze alıyor. Bütünüyle bir devrin kamera arkasıdır. Kamera arkasında görünen, örgütlerin yıkımının altında kalan bireylerin trajedisidir. Diğer roman kahramanlarından farklı olarak yoksul bir aileden gelen Sibel karakterinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sibel, bence örgütsel baskıyı en ağır tarafından yaşamış bir karakter. Kendini nasıl savundu, nasıl bir yaşam sürdü? Bence romanın esas önemli yanları bunlardır, cansız ve renksiz fraksiyonların örttüğü ölü toprağının içinden ışıldayan gerçek insan karakterleridir. Sırları dökülen fraksiyon ve örgütler aynasından artık sahte yansımaları değil, sırları dökülüp cama dönüşmüş aynanın ardında, bugüne kadar saklanmak istenmiş hayattan insanları görüveririz.

- Halis’e gelirsek, o, dönemin ruhundan neyi temsil ediyor?

- O dönemde işçinin nasıl idealleştirildiğini, gerçek hayatta olmayan işçi kahramanlar yaratıldığını anlatıyor Halis karakteri. Daha doğrusu, entelektüeller ve örgütler, diğer insanlardan insani zaaflar ve özellikler bakımından pek bir farkı olmayan Halis’ten “işçi önderi” bir Halis yaratırlar. İşin esasında bu bir ideolojik mistifikasyondur. Her örgüt bir ideolojiye, her ideoloji bir sınıfsal idole ihtiyaç duyar. Oysa gerçek hayattaki işçiler, diğer sınıflardan insanlar gibi birçok insanî zaaf ve özelliklere sahiptir. Elbette sömürülen bir sınıfa mensup olmaktan gelen birçok olumlu özellik (dayanışma ruhu, mücadelecilik, paylaşımcılık vb.) barındırabilecekleri gibi, yine sömürülen bir insan olmanın getirdiği birçok olumsuz özelliğe de sahip olabilirler (patron yalakalığı, sınıf atlama özlemi, baskı karşısında çabucak boyun eğme, kültürden yoksunluk gibi).  Geçmişte solun en büyük hatalarından biri de işçi ya da işçi sınıfı mistifikasyonuna doludizgin koşmasıdır. Bunun yarattığı hayal kırıklıkları da az değildir. Sanırım Halis, bu hayal kırıklığının tecessüm etmiş hali.

‘EV’, ‘YARILMA’, ‘HAVARİLER’, ‘SAPAK’, ‘SIGINMACILAR’…

- Beş kitaptan oluşan otobiyografik kitaplarınızı da konuşmak isterim. Ev’le başlıyor.

- Ev’de doğumumla İstanbul’a taşındığımız tarih olan 1954 arası dönemi, ailemi, yakınlarımı, çocukluk mahallelerini anlattım. Yarılma (1954-1972) İstanbul’a gelişimizle başlar. Çocukluğumun Arnavutköy’deki geri kalanını anlattıktan sonra 1960’ların fırtınalı yıllarına yelken açar. “Yarılma” adı, fraksiyon bölünmesinin adeta canlı bir organizmanın bir balta ya da satır darbesiyle ortadan derin ve keskin bir biçimde yarılmasına işaret etmektedir. Bunun sol mücadeleye verdiği zarara ve sol mücadele içindeki gelişimine odaklanır ve Denizler’in idamıyla biter.
Havariler (1972-1983)’de de hizipler meselesi vardır. 1974′te tüm fraksiyonların temsilcileri dışarı çıktılar ve sol’a müthiş bir yöneliş olduğunu gördüler. Her fraksiyon toplum denizine attığı ağla karaya çok sayıda taraftar çekti. Bunu yaparken, elbette öldürülmüş “peygamber” ya da “aziz”lerin izinden giden havariler olduklarını kanıtlamak zorundaydılar. Gerçekte öyle olmasa da.

Sapak (1983-1992) 12 Eylül sonrası, Aydınlık hareketi içindeki bölünmeleri ve benim anarşizme varışımı anlatır. 1992′nin sonlarında tüm bu fraksiyon meseleleri, genel olarak sosyalizm sorunları üzerine derinlemesine düşündüm. 1980′li yıllarda yirmi yıllık bilgilerimin çoğunu yeniden gözden geçirdim, sorguladım. Yine de hep Marksizm içinde bir yenilenme olur umudundaydım. Sonunda, I. Enternasyonal’de Marx’la Bakunin arasında devlet konusunda cereyan eden tartışmada Bakunin’in haklı olduğuna karar verdim ve anarşist oldum. Bu benim “sapak”ımdı.

Sığınmacılar (1990-2000) ise Londra’daki göçmen hayatımın on yılını anlatmaktadır. Londra’ya gidişimle başlar ve Milenyumla biter.

‘GEZİ, SOL’DA ÖNEMLİ BİR KIRILMA NOKTASI’

- Günümüzdeki sol’u nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Gezi isyanı sol’da önemli bir kırılma noktası oldu. İnsanlar özgür toplumun küçük bir modelini Gezi Parkı’nda gösterdiler. Sol fraksiyonlar gördüler ki, “öncü” partinin önderliği olmadan da insanlar pekâlâ alanlara çıkabiliyor, çok güzel dayanışmalar kurabiliyorlar. Sol da artık bunu değerlendiriyor bence.

Sol’da şu da bir gerçek ki; “eski” ile “yeni” hem iç içe ve hem mücadele halinde. Bu bir süre devam edecektir. Bir de 1980′lerde de olmuştu şimdi de oluyor; sol genel olarak özgürlüklerin değerini 12 Eylül darbesiyle kavradı. Ondan önce sınıf meselesinden hareketle ‘sömürüyü kaldıracağız’ inancını öne çıkarır, özgürlükleri ise geçiştirirdi. Ne zamanki 12 Eylül’le birlikte her türlü özgürlük kaybedildi ve ağır baskıya uğrandı, o zaman özgürlük solun gözünde değer kazandı. Stalin’in sorgulanması da bu temelde başlamıştır. 12 Eylül’den sonra, önceleri solun asla yüz vermediği feminizm, LBGT gibi akımlar solda kendilerine ifade olanağı bulabildiler. Türkiye’de hiçbir zaman kendine alan bulamamış olan anarşizm, bundan sonra parladı.

Bugün de AKP iktidarı, aynı 12 Eylül’den sonra olduğu gibi, diktatörce yönelimleriyle sol’da özgürlükçü değerlerin yükselmesine katkıda bulunmaktadır. Her şerde bir hayır vardır.


Mevsimler/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/355 s.
Ev (1946-1954)/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/136 s.
Yarılma (1954-1972)/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/613 s.
Havariler (1972-1983)/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/574 s.
Sapak (1983-1992)/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/290 s.
Sığınmacılar (1990-2000, Londra)/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/380 s.

Thursday, June 26, 2014

Nilüfer Koç: “Kürtler artık başkaları tarafından yönetilmek istemiyor”

Kürt Ulusal Kongresi (KNK) Eş Başkanı Nilüfer Koç’la üç bölümlük söyleşimizin bu son bölümünde, Rojava devriminin dört parçadaki Kürtler açısından politik anlamını, Rojava’nın sunduğu toplumsal modeli, yeni gelişen bu sürecin sosyalizm ve sol ile ilişkisini konuştuk
Murat Bay: Şu anda Ortadoğu denkleminde kabul edilemez bulunan şey Kürtlerin ne istediğini bilen ve uygulayan bir güç haline gelmesidir diyebilir miyiz?
Nilüfer Koç: Bunu söylemek pek abartılı olmayacak, Kürtler belirliyor Ortadoğu’nun denklemini. Şimdi dikkat ederseniz Rojava devrimi ile şöyle bir gerçeklikte açığa çıktı. Son on yıldır veya son on beş yıldır Ortadoğu’nun hali bir kaos sürecidir ve Lenin’in bu kaos sürecine bir tanımlaması vardır. Yani kaos aralığını şöyle tarif ediyor: Yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin de artık yönetilmek istemediği bir süreç.
Kürtler başkaları tarafından yönetilmek istemiyor artık. Bu kaos aralığına en örgütlü olarak girmiş ve ne Türk devletinin ne İran ne Irak ne de Suriye’nin denetimini istemiyor. Ortak yaşama evet, fakat onların üst egemenliğini, iktidarını artık kabul etmiyor. Mesela son 10 yıldır Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında sürekli bir anti Kürt koalisyonu vardı. Şimdi bu koalisyon da bozuldu.
Birincisi neoliberal sistem bu devletlerden rahatsız, ikinci olarak da halkların kendileri işleyen bu sistemden rahatsız. Halklar gerçek özgürlük istiyor ve biraz önce de belirttiğim gibi bu halkların içinde bunu en örgütlü talep eden Kürtlerdir. Buna ek olarak mücadele konusunda da en tecrübeli olan ve bu devletleri mikro düzeyine kadar tanıyan da Kürtlerdir. Sistemi emekçiler de tanıyor elbette ama emekçiler bazen etnik kimlik üzerinden devletle uzlaşma riskini de taşıyor.
Kürtler hem ekonomi olarak hem de etnik kimliği sömürüldü yani inkar edildi. Bu bakımdan uzlaşmalar çok daha az. Bu noktada Kürtler kendilerine bir öncü güç olarak bakıyorlar.
KÜRTLER ÜZERİNDEKİ ARAP TAHAKKÜMÜ SON BULDU
Diğer yandan özellikle de 2000’den sonra daha da hızlanan değişim sürecinden sonra Güney Kürdistan bir statü kazandı. Yani Kürtler açısından Federal Irak içerisinde Kürdistan özerkliği çıktı. Ve orada ilk defa, Kürdistan’ı tahakkümü ve denetimi altında tutan bir Arap iktidarı gitti. Yani Saddam rejimi ile birlikte kurulan Arap tahakkümü, Irak Kürdistan’ı üzerindeki tahakkümü yitirdi. Rojava devrimi ile birlikte, Araplar Suriye Kürdistan’ı üzerindeki tahakkümü de yitirdiler. Yani Kürtler şimdiye kadar Arap Türk ve Fars tahakkümü altındaydı. Bu üst kimlikler ulus devletin karakterini belirledi. Bunlardan Arap tahakkümü, Irak ve Rojava Kürdistan’ında sonlandırıldı. Bu statünün Türkiye ve İran’a yansımaması için, bu iki güç Suriye savaşına çok ciddi katıldılar. Bu iki devlet, Arap tahakkümü altından çıkan Kürt coğrafyasını kendi aralarında paylaşım mücadelesi veriyorlar. Türkiye bu nedenle El Kaide’yi destekleyip Rojava’daki savaşa yönlendiriyor. Kürtlerin Irak’tan sonra yeni bir özerklik kazanmasını istemiyor.
İkincisi, burada otorite boşluğu var ve bunu kendisine göre doldurmak istiyor ve bunu da savaş yöntemiyle yapıyor. Uluslararası denklemde, Sünni cephesini destekleyen devletler dışında el Kaide örgütlenmelerini tehlike olarak görüyor. Denetim dışı, yani kontrol dışına çıkabilecek potansiyel taşıdığı için ve herkesin kullanımına açık olduğu için tehlikeli görülüyor. NATO’nun müttefiki olan Türkiye resmiyette desteklemiyor ama fiili ve lojistik olarak, askeri anlamda ve bürokratik anlamda el Kaide’yi Rojava’daki savaşta destekliyor.
HALKLAR REJİM DEĞİŞİKLİĞİ DEĞİL SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİ İSTİYOR
Diğer yandan İran da Suriye’deki rejim üzerinden bunu yapıyor. Bir tarafta el Kaide’nin Sünni cephesi, öte yandan Şii İran’ın desteklediği Suriye rejimi. Burada Rojava üzerinde bir savaş var iki güç arasında. Bölgedeki bu güçlerin Rojava üzerindeki bu çabalarının başarılı olacağını da düşünmüyoruz çünkü Rojava’da Kürtlerle birlikte diğer halklar gerçekten de özgürlüğün tadına vardılar. Yani Suriye rejiminin karakterini bilmeyen, bugün Rojava’da inşa edileni de anlayamaz. Diktatoryal bir sistemden demokratik bir sisteme geçişin süreci, Rojava’da kısa bir sürede büyük bir ilerleme kaydetti. Diktatoryal Baas rejimi en başta ifade özgürlüğünü yasaklamıştı. Yasaklara karşı ayaklanan kim varsa -en başta da Kürtler olmak üzere- bütün muhalifler, cezaevlerinde yargısız infazlarla katledildi, binlerce insanın akıbeti bilinmiyor. Yargı sistemi zaten yoktu, totaliter bir rejim. Hukuk sistemi olmayan totaliter bir rejim. Böyle bir gerçeklikten total demokrasiye geçiş var Rojava’da.
Suriye’de rejimin karakteri, diğer Ortadoğu devletlerinkinden çok farklı değil. Belki yöntemde farklılıklar var, onlar da çok az. Halklar bu rejimleri gerçekten istemiyor ama bu rejimlerin yerine gelecek başka rejimler de istemiyorlar. Başka işgalleri de istemiyorlar. Mesela bunu Irak örneğinde gördüler. Saddam rejimi gitti yerine başka bir şey inşa edildi fakat bu durum halkları hala tatmin edemiyor. Dışarıya bağımlı hale getirilen egemen güçlerin çıkarlarıyla uyum içerisinde inşa edilen bu rejim tutmuyor. Her gün Bağdat’ta, Kerkük’te, Musul’da insanlar ölüyor. Mısır’da da rejim değişikliği yaptılar ama tutmadı. Libya’da da tutmadı. Halklar rejim değişikliği değil, sistem değişikliği istiyor. Yani rejimleri getirip götürmek kolay ama sistemi değiştirmek gerekiyor. Onu da çok birilerinden beklemeye gerek yok. Rojava biraz da bunu da ifade etti.
KÜRDİSTAN’A ANKARA’NIN GÖZÜ İLE BAKILMAMALI
Mısır örneğinde bir önceki diktatörün yerine bir başkası geldi şimdi o da gitti, yenileri geliyor.  Rejim istediği kadar değişsin sistem değişmediği sürece hiçbir şey değişmiyor.
Yani oligarşik, teokratik, otokratik rejimler Ortadoğu’da miadını doldurdu. Ortadoğu kendisine biçilen paltoyu yırttı artık. Burada tabi herkesin farklı farlı çıkarları var.
Burada solun, sosyalist güçlerin çok daha gerçekçi bir bakış açısına ihtiyacı var. Özellikle Kürt hareketi ile Kürtlerle yeniden bir temasa geçmeye ihtiyaçları var. Ulus devletlerin kendisine bıraktıkları izlem, etki üzerinden bakmamaları gerekir. Hal böyle olunca dostluğun köprülerini inşa etmek sorun oluyor. Yani Kürdistan’a Ankara’nın gözü ile bakılmamalıdır. Zaten Kürtler kendilerinin ne istediğini ifade ediyor, bunu anlamak önemli. Hani yok mu Kürtlerin başka seçenekleri, var! Şu anda tüm Ortadoğu coğrafyasında en avantajlı konuma sahip olan Kürtlerdir. Çünkü dengeler, ittifak arayışı içerisinde. Herkes kendisine müttefik aramaya çalışıyor. Kürtler  müttefik olarak devletleri değil, halkları tercih etti. Devletlerle de gelişen diyalog savaşı öteleyip diplomatik yolla çözüm üretmek temelindedir. Kürtler kendi gücünün ve Kürdistan’ın jeostratejik  bilincine varan bir halktır artık. Burada Kürt öncü siyaseti de bu bilinçle siyaset üretiyor. Burada  tercihleri oldukça yalın ve açık: halklarla bir çözüm üretmek. Kürtler barış tanımını somutlaştırmıştır. Buna da kalıcı barış diyorlar. Kalıcı barış Kürtler açısından, birlikte yaşanılan toplumlarla barışmak anlamına geliyor. Yoksa sınırları çizmek, duvarları inşa etmekle sorun çözülmüyor. Nitekim doksan yıl önce çizilen sınırlar yapılan duvarların hepsi yıkıldı. Bugün sınırların gerekliliği de artık tartışma konusu. Barışı sadece siyasal bir müzakere süreci olarak algılamamak gerekiyor. Böylesi ancak geçici bir barıştır. Yani savaşsızlık hali değildir barış.
Tabii savaşın da çok farklı versiyonları var, silahlı boyutu değil. Burada Kürtler siyaseti iyi okuyorlar artık. Yani burada Kürtleri salt etnik bir grup gibi gözlemlemekten ziyade, Kürtlere sınıfsal olarak da bakarsanız Kürtler demokratik bir vizyonla Ortadoğu’dalar.
KÜRTLER ROJAVA’YI KENDİ GÜCÜYLE YARATTI
Bölgenin demokratikleşmesi gerekiyor, demokrasi gelmeden yeni bir sistem inşa edilmesi mümkün değil. Şimdi burada, diğer halklarla bir ortaklık var fakat Kürtler kendi içlerinde radikal bir demokrasi geliştirdiler. O da kadının özgürlüğü boyutunda gelişti. Bu da nasıl oldu? Hani tarihsel analizin sonucu olarak şu noktaya vurgu yapıldı; bütün kavgaların, ayrışmaların, ötekileşmelerin hepsi kadın ve erkek sorunu ile başladı. Yani ana çelişki binlerce yıl önce ortaya çıkan kadın ve erkek çelişkisidir. İlk eşitsizlik ve kavga buradadır ve ilk toplumsal barışma yani Kürt  toplumunun kendisi ile barışması için kadın ve erkeğin birbiri ile barışması gerekiyor. Bu daha da radikal bir barıştır.
Rojava Devrimi çok da öyle başka güçlerin destek sunduğu bir devrim değildi. Kürtler bu devrimi kendi gücüyle yarattı. Bu gücü açığa çıkaran; kadın ve erkek barışıdır. Ortak mücadele ile devrimin temel yapısı sağlam oldu. Kendi içinde barışı sağlayamayan, dışarıda barışı nasıl sağlayabilir? Kürtler kendi içlerinde inşa ettikleri otuz yıllık devrim sürecini, şimdi de başka halklarla ortaklaştırıp ve devletlerle de diyalog yöntemiyle sorunu çözmek istiyor. Bu bakımdan Ortadoğu’da çıkması olası bir 3. Dünya Savaşı’nın, 2. ve 1. Dünya Savaşı kadar yıkımlara sonuçlara yol açmaması için bu önemli bir devrim deneyimidir, yenidir.
KADINLA EMPATİ KURAMAYAN HİÇ KİMSE SOSYALİST OLAMAZ
Bu noktadan hareketle mi kadın devrimi deniliyor özellikle Rojava devrimine?
Kuzey Kürdistan’ın devrimi de öyleydi. Toplumsal demokrasinin inşa edildiği alan, kadın ve erkek alanıdır. Kuzey devriminin Türkiye devletinin bu kadar vahşetine dayanabilmesinin yegane bir nedeni de kadın ve erkeğin barışmasıyla buluşmasıyla oldu. Yani eşitliğin orada yakalanması. Bugün Kuzey Kürdistan’daki eş başkanlık sistemini tek bir politik model olarak görmemek gerekir. Bu bir devrimin zirvesini ifade eder, nerden başladı nereye kadar getirildi. Mesela şu anda bile bakıyoruz birçok devrimci örgüt erkek egemen. Hani fiziki olarak da çoğu erkek ve düşünsel olarak zaten çok egemenlikli. Ben, Kuzey ve Rojava’nın devrim sürecine bakarken şu sonucu çıkardım; kadınla empati kuramayan hiç kimse sosyalist olamaz. Burada kadın en altın en altıdır. Bu işçi hareketi içerisinde de öyledir, yaşanan devrimlerde de öyledir. Bu ulusal kurtuluş devriminde yaşananlarda da öyle oldu. Kürt devrimi bundan sonuç çıkardı ve proletarya tanımını kadın olarak ifade etti. Yani tarihin ilk ezilen cinsini tanımladı. Haliyle ilk proletaryası da kadın oluyor. E şimdi devrim istiyorsunuz ama çok erilsiniz, mesela ben hep kadın gözüyle artık bakıyorum 3. göz dediğim olay. Benimle empati kurabiliyor mu bu cins? Benimle empati kurduğu andan itibaren evet diyorum bu açıktır devrime, demokrasiye. Bu açıdan radikal demokrasi kavramını tanımlarsak; kadın öncülüğünde gelişen, kadının kendi gücüyle özgürleştirilmesidir. Bu Kürdistan’da çok sağlam bir toplumsal dinamik oluşturdu. Kadın, erkekle uğraşmıyor artık ve ortak düşmana karşı birlikte mücadele ediyor. Kadın sömürgeciliğe karşı mücadele ediyor ve bu süreçte erkeği de sömürgeci konumundan önemli oranda arındırdı.
Hani sorunlarımız yok mu? Var! Özgürlük geliştikçe, toplumun binlerce yıldır saklı kalan birçok şeyi de açığa çıkıyor. Artan kadın cinayetleri ve kadına karşı şiddet, gelişen özgürlük algısıyla bastırma çabası. Onun için bu pencereden de baktığımızda sağlam demokrasi ve barış, Kürdistan coğrafyası üzerinden Ortadoğu’ya yayılacaktır. Rojava bunun en somutlaşmış hali oluyor. Bu nedenle kadın, savunma alanından siyasal alana ve toplumun her yerinde vardır.
İLGİNİN BİR NEDENİ DE ROJAVA’NIN ENERJİ YATAKLARI
Kürdistan’daki ekonomi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin organizasyonu nasıl olacak?
Rojava’ya, Türkiye’nin ve uluslaraarası güçlerin ilgi duymasının bir nedeni de Rojava petrol yatakları ve gaz rezervleridir. Bilindiği üzere Nabucco gibi kapsamlı projeler yıllardır gündemde. Üçüncü nokta vuruşları üzerinden gerçekleşen 3. Dünya Savaşı olarak eğer tanımlayacaksak bu savaşın bir nedeni de enerji akışıdır. Bir yandan batının ihtiyaç duyduğu  petrol ve gaz gibi enerji kaynaklarına ihtiyacı var. Dev gibi büyüyen Çin ve Hindistan sanayii de enerjiye ihtiyaç duyuyor. Rusya da mesela enerji kaynaklarına sahip ama büyük bir devlet olduğu için ondan gaz almak vermek biraz sorunlu. Burada, Rojava veya güney Kürdistan bu konuda işgal edilmesi gereken bir enerji piyasası olarak görülüyor. Ekonomik işgal üzerinden burada Türkiye’nin de etkin olma isteği var. Yani amaç, güneyin ve Rojava’nın petrol ve gazlarını Türkiye coğrafyası üzerinden dünyaya pazarlamak.
Rojava’daki petrol, gaz rezervlerinin durumu nedir?
Daha öncesinde burası için İngiltere ve Hollanda’nın ortak şirketi olan Shell’in 60’lı yıllarda yaptığı araştırmalar var. Suriye petrolünün %70’i Rojava’dan çıkarılıyor. Hammadde orada çıkarılıyor ama rafineriler hepsi Arap bölgeleri olan Humus, Rakka, Şam ve Halep’te. Yani kaynak Rojava’da ama işleme Arap bölgesinde. Mesela kömür Şırnak’ta çıkarılıp başka yerlerde temizleniyor, petrol Batman’da çıkarılıp İzmir’de rafine ediliyor. Yani sömürge dediğimiz olay burada açığa çıkıyor. Kuzey Kürdistan’da sular üzerinde barajlar yapılıyor ama bu bölge elektrik hizmetinden fazla yararlanamıyor. Rojava’da da mesela Dicle nehri Cizre’den geçiyor, Fırat nehri Kobani’den geçiyor. Suriye rejiminin 2003’ten sonra uyguladığı Arap kemeri politikası çerçevesinde, Kürtler o sulardan faydalanamasın diye nehirlerin akışı bile yönlendirilip daha çok Arap köylerine aktarıldı. Amaç, Kürtleri tarımdan mahrum bırakıp göçe zorlamaktı. Yani ekstra kanallarla derelerin yatağı değiştirildi.
ROJAVA’DA TARIM ÖNEMLİ BİR ROL OYNUYOR
Rojava suyu olan bir coğrafya olduğundan tarımın gelişkin olduğu yerdir. Mesela Afrin birçok zeytin mamulünün üretildiği bir alandır. Kobani ve Cizre’de arpa, buğday, nohut, mercimek, gibi  Suriye’nin gıda sektörünü besleyen aynı zamanda ihracatına katkı sunan bölgelerdir. Diğer Arap bölgeleri su sorunu nedeniyle tarıma çokta elverişli değiller. Suriye rejimi tabii petrolün çoğunu sanırım Rusya’ya, 2. sırada Almanya’ya satıyordu. Şu an için hali hazırda olan ama işlemeyen 1325 petrol ve 25 gaz kuyusundan bahsediliyor. Ama açılmayan birçok yerde daha çok petrol ve gaz rezervleri olsa da şu anda hepsi atıl durumda, işletilemiyor. İnsanlar bu nedenle son iki yıldır ağırlığını tarıma verdiler. Bir de savaş dolayısıyla daha çok tarım ve hayvancılık yaparak kendi kendisine yetebilme hali var. Çünkü Rojava bölgesinde ticaret sorunu var. Yani sınır kapılarının  kapalı olmasından kaynaklı 2 yıldır bir ambargo uygulanıyor. Dolayısıyla dışarıdan getirilerek satılan şeyler 3-4 katı kadar pahalı oluyor. Halkın alım gücünde düşüş olsa da özgürlüğünden vazgeçmemek adına kendi çözümünü tarım ve hayvancılıkla yani kendi kendine yeterlilik üzerinden kuruyor. Şimdi burada da çok önemli bir husus var. Savaş süreci içinde geçici bir çözümden öte, bu durumdan fırsat yaratıp alternatif tarım öne çıkarılıyor. Tarım ve hayvancılıkta  ekolojik ve çevresel faktörlere çok dikkat ediliyor. Kantonların tarım heyetleri, tarımı çiftçilerle birlikte tartışılıyor ve zararlı olan şeylere dikkat ediliyor.
Güney Kürdistan’da petrolden gelen gelirin kullanımı Arap sistemi gibi işliyor. Toplumun ciddi bir bölümü devlet memuru. Dolayısıyla da insanların üretim ilişkisi azalıyor. Rojava’da petrol gelirinden zenginleşen bir halkın üretimle bağının kopması gibi bir tehlike görüyor musunuz? Bu kaynaklar daha sonrası için nasıl kullanılacak?
Güney Kürdistan’daki de facto devlet deneyimi Rojava açısından çok önemli. Oradaki siyaset ve ticaret sisteminin üzerinde çok yoğun tartışmalar ve araştırmalar var. Rojava’da yaşayan halk bu sistemi istemediği konusunda hemfikir. 3 hafta orada kaldım ve gördüm ki halklar kendi devrimiyle gurur duyuyorlar. “Yarattığımız bizimdir” diyorlar ve devrime dair aidiyet duygusu çok güçlü. Demokratik özerklik mantığını iyi anladıklarını düşünüyorum, ruhunu iyi anladılar. Bu nedenle Güney Kürdistan deneyimini istemediler. Evet Arap iktidarından, Beşar Esad rejiminden yarattığı sınıfsal üst rejimin sömürüsünden kurtuldular ama aynı zamanda ama bir Kürt sömürü sistemini de istemiyorlar. Bunu oradaki Kürtler söylüyor. Dolayısıyla tarım ve hayvancılıkta zaten deneyler var ve bu böyle Sovyetlerdeki gibi katı bir kolhoz sistemi de olmayacak. Ziraat ve tarım heyeti nerede neyin ekileceğini oradaki insanlarla tartışarak karar veriyor. Yani oradaki toplulukların kendi kantonal yönetimlerine, heyete sundukları önerileri var.
ROJAVA’DA PETROL GELİRİ EĞİTİM VE SAĞLIĞA HARCANACAK
Diyelim ki Afrin’de zeytin ve meyve üretiliyor, Kobani’de de arpa, buğday üretiliyor. Hayvancılık ise daha çok Cizre alanında yapılıyor. Bu değerlerin bölgeler arası adil akışı sağlanıyor ve ihtiyaçlar bu temelde gideriliyor. Bir kazanç var ortada fakat bunun sınırları da var. Sömürüye o noktada dikkat ediliyor, emek sömürüsüne. Zengin fakir dengesizliğine aşırı bir hassasiyet var. Petrol konusunda ise satışa başlandığında -ki olacak- tekelci bir yapıdan ziyade kolektif bir denetim olacaktır. Bunun organizasyonunu ilgili heyet yapacak. Bu noktada petrol gelirleri eğitim, sağlık sitemine yatırılacak. Sağlık sistemi ücretsiz olacak, şu an zaten kimi yerde bu hayata geçirilmiş durumda. İlaç dağıtımı imkanlar el verdikçe bedava yapılıyor. Eğitim alanı için de ortak bir vizyon var. Ne güneyin eğitim sistemi ne de geçmişteki Şam rejiminin sistemi kabul ediliyor. Kültür sanata kadar yaşamın her alanına dönük bir vizyon var. Geçmiş deneyimlere bir alternatif aranıyor. Güney Kürdistan’a karşı bir antipati var bu anlamda ve o yüzden halk hayır demiyor bu modele. Üst yeni bir sınıf yaratıp yeni bir sömürü sistemi istenmiyor. Dolayısıyla petrol geliri ortaktır ve ortak amaçlar için kullanılacaktır.
Kamışlı’da bir üniversite var değil mi ?
Hayır, üniversitelerin çoğu hep Arap bölgelerinde yapılmış. Yani burada, Kürdistan’daki aydın gençliği, Arap coğrafyasına çekip Araplaştırmak amaçlanıyordu.
ROJAVA KENDİNİ SURİYE’NİN BİR PARÇASI OLARAK GÖRÜYOR
Rojava sistemi iktidarı esas almayan bir sistemdir. Burada bir partinin, bir parçanın bir kentin iktidarı söz konusu değildir. İktidar arayışının olduğu yerlerde, petrol araç olarak ele geçirilip bir üst tabaka yeni bir sömürü rejimi veya dış sömürgeci güçleri getiren olgulara yer açıyor. Burada iktidarı arayanlar yok, gerçekten de bulunduğu yerde yaşamak, özgürce yaşamak isteyenler var. Rojava kendisini Suriye’nin bir parçası olarak görüyor. Petrol Kürdistan’da çıkıyor olsa da  Şam’ın, Halep’in de bir şekilde bundan faydalanması gerekiyor. Bu ortak bir yaşamın gereğidir. Evet Rojava kendisini özerk ilan etti ama şöyle bir vizyon var; demokratik bir Suriye var. Burada Lozan’ın tersi bir süreç işletiliyor. Kürtlere biçilen misyonun aksine, Kürtler bulundukları ülkeyi denetlemek, Şam’ı da değiştirmek istiyor.
Yani Türkiye’deki demokratik Türkiye özerk Kürdistan söyleminin bir benzeri, demokratik Suriye özerk Rojava mı?
Evet, şimdi diyelim Suriye eğer ortak vatansa, Şam’ın Halep’in Humus’un Rakka’nın da gelişimi Kürtleri ilgilendirir. O yüzden tüm Suriye’nin kendi kendine yeterliliği üzerinden bir ekonomik bakış açısı var. İşte o zaman Halep’teki sanayiden, Rojava’nın da faydalanması gerekiyor. Ortak bir vatan fikrinin böyle bir vizyonu var.
Rojava Devrimi son 2 yıldır gündeme geliyor fakat burasının bir tarihi var. Rojava’ya çok sayıda Kürt hareketi girdi. 1957’de ilk oraya giren KDP’dir. YNK 1975’te Şam’da kuruldu ve en son olarak 1979’da PKK Rojava’ya geldi. Diğer Kürt örgütleri Rızgari, DDKD de Rojava’dan geçmiştir aslında. Yani denilebilir ki Rojava, Kürdistan’ın diğer 3 parçasının devrimlerine de katkı sunmuştur. Hem ev sahipliği yapmış hem de gençlerini o alanlara devrimci olarak göndermiştir. Mesela kuzey devriminde çok sayıda Rojavalı şehit var. Güney devriminde de, doğunun devriminde de öyle. Doğulu hareketler de -kuzey ile güney kadar olmasa da- bir süreliğine Rojava’da kalmıştır.
Rojava’da, 20. yüzyılın dengelerine göre şekillenen Kürt partilerinin aksine, yani toplumsal devrimi esas almayan, toplumsal özgürlüğü toplumun değişimi ile birlikte algılayamayan, toplumdan asker üreten, Peşmerge veya savaşçı çıkaran rejimleri karşısına alan bir mantık hakimdir. Rojava öncesinde toplumsal değişim esas alınmadı, yine Kürt kimliğini sahiplenmek ise daha çok siyasal faktör olmak üzerinden gerçekleşti. Yani Kürtlük bir sayısal olgu. Kürtlerin kendi içerisinde de sosyal olarak baktığınızda toplumsal hiyerarşi, aşiretler, şeyhler üzerinden yönetim anlayışı ve hep Kürtlerin elit tabakasından oluşan bir siyasal örgütleme. Bu noktada PKK ile de seyir biraz değişti. Alttan başlayan, toplumsal karakteri olan, asıl olarak halk devrimi olduğunu vurgulayan bir değişim.
ÖCALAN ROJAVA’DA BİNLERCE İNSAN EĞİTTİ
Sayın Öcalan, 20 yıl boyunca sanırım binlerce insan eğitti orada. Yani Rojava’da gitmediği kent neredeyse yok. Bizzat insanları kendisi eğitmiş, güçlendirmiş. O dönemden 2 yıl öncesine kadar geçen süreçte toplum tüm alanlara dönük zaten örgütlüydü. Diyelim ki aydınların komiteleri var, kadın komiteleri, gazetecilerin komiteleri vardı ve toplumsal sorunlar için halk komiteleri vardı. Kendi sorunlarını çözme noktasında bir eğitim almıştı bu halk. 20 yıl boyunca birinci elden eğitimini aldı. Mesela halkların kardeşliği yani Rojava devriminin esas perspektifi o dönemde de sayın Öcalan’la belirlendi. Ermenilerle, Asuri-Süryanilerle, Araplarla sürekli bir diyalog içindeydi. Onlarında kendilerini örgütlemesine dönük hep teşvik eden bir rolü oldu. Mesela birçok Asuri genci, Ermeni ve Araplar, sayın Öcalan’ı ziyaret etmiş, konuşmuş, ortak örgütlenmelerin gelişimi üzerine  tartışma yürütmüş. Dolayısıyla Rojava devrimi böylesi bir geleneğin zirveye ulaşmış hali oluyor. Yani o bakımdan sıfırdan başlayan bir zemin değil. Yoktan var olmadı. Burada Öcalan’ın yirmi yıllık emeği, çabası, PKK’nin yirmi yıl boyunca hizmette bulunması Rojava’nın faydasına oldu. Bugün artık Rojava halkı kendi kendisini sevk ve idare etme kabiliyetine ulaşmış durumda. Rojava devrimi, ağır baskılar ambargo siyasetleri çerçevesinde gelişiyor. Belirttiğim gibi başlıca tehdit arz eden, bu el Kaide çete grupları DAİŞ’tir. Yani Türkçe ifadesiyle IŞİD. Esasında bunun arkasında da bir yandan Türkiye diğer yandan başka Arap güçleri var. Rejimin kendisi de halen bir tehdit unsuru olarak ortada duruyor. Türkiye, Rojava’da istediği gibi bir savaş yürütemiyor. Kuzey’de astı kesti dünya sessiz kaldı. Fakat Rojava konusunda bütün dünyanın şimdi Suriye ve Rojava’yı izliyor. Onun için Türkiye istediği gibi bir savaşı orda yürütemiyor. Bunu el Kaide üzerinden yürütüyor ve bunu yaparken de Kürtler içerisinden de kendisine müttefik arıyor. İşte kendi partisinin çıkarını esas alan, yani Kürdistan’ı kendi partisinin çıkarlarına heba edecek bakış açısına sahip olan partilerle diyalog kurma arayışında Rojava’ya karşı…
AKP KÜRDÜ KÜRDE KIRDIRMAYA ÇALIŞIYOR
Kendi partisi derken Kürt partileri değil mi?
Kürt partileri. Mesela Kürdü Kürde kırdırma. Bunu da Güney Kürdistan zemini üzerinden yapıyor. Çünkü son 10-11 yıldır Güney Kürdistan iktidarıyla çok yoğun bir ticari ilişki geliştirdi. Bu durumu da petrol satışı üzerinden zirveye ulaştırdılar. Kendisine göre güney Kürdistan, onun ekonomik sömürgesidir. Güney Kürdistan’la bunu yaparken aynı zamanda da Rojava devrimini durdurmaya yönelik bir baskı uyguluyor. Neoliberal bir yaklaşımla Kürdü Kürde kırdırma. Güney Kürdistan’da tabii ki ayakta tutması gereken de facto bir devlet var. Çağın değiştiğini görememe, kendi eski Kürt zihniyetini aşamama, 20. yüzyılın dengelerine göre şekillenmeyi aşamama, iktidarı gereği diplomasi yaparken fazla taviz verme üzerinden gerçekleşme durumu var. Halbuki Kürtlerin taviz vermeye ihtiyacı yok. Kürtler bugün Türkiye’den daha fazla taviz koparma imkanına, İran’dan daha fazla taviz koparma diplomatik imkanlarına sahip.
Ama 20. yüzyılın denklemine göre şekillenmişseniz bunu yapamazsınız. Türkiye bir yandan Kürdü Kürde kırdırmak isterken diğer yandan Güney Kürdistan’ın büyümesini engelliyor. Çünkü toplumsal bir değişim orada da var ve güney Kürdistan halkı da bugünkü iktidarın politikalarından rahatsız. Mesela Güney Kürdistan’da artık üretim durmuş noktada. Toplum üretken bir toplumdur, çünkü kırsal bir toplumdur. Her ne kadar kentleşme son 20 yılda artsa da kırsal geleneği taşıyan bir toplumdur, üretimle yaşayan bir toplumdur. Şimdi birden bir kültürel şok yaşıyor. Atıl kalan bir toplum, sadece orta sınıfı aktifleştiren bir gerçeklik var. Toplumun çoğu bundan rahatsız.
İkincisi Türkiye’nin ekonomik fethinden rahatsız. Çünkü şunu görüyor; Türkiye bir yandan Kürdü Kürde kırdırmak istiyor. Diyelim ki sayın Barzani baskı altında bunu yapıyor. Sêmalka sınır kapısını kapatarak Rojava’yla Güney Kürdistan arasına hendeklerin kazılması, Kuzey’le ve Rojava arasına yapılanın bir benzeri, Güney’le Rojava arasında yapıldı. E yine burada Kürt coğrafyasını denetimi altında tutmak için onu zayıflatmak istedi. Bunun üzerine Maliki’yle Hewlêr’in, Bağdat’la Hewlêr’in arasını bozdu. Yani kışkırtıyor, o konuda şimdi böyle bir politika izliyor Türkiye. İkili güneyle ittifak yaparken onu zayıf dengede tutmaya da çalışıyor. Aynı zamanda Kürtlerle çatıştırarak da onu zayıf dengede tutmaya çalışıyor. Bu durumdan Kürt halkı çok rahatsız. Dolayısıyla Güney Kürdistan hükümeti de bu siyaseti çok ilerletemez. Çünkü artık Kürt toplumunda yaşanan aydınlanma, kendi tarihinden ders çıkarma nedeniyle bir parti her istediğini yapamaz artık. Toplumsal baskı var şimdi. İki parti arasında gerginlikler çıktığında panikleniyor.
İki parti derken?
Yani mesela şu anda Rojava konusunda KDP ve PYD’nin sorunu var. Halen Rojava’daki demokratik özerkliği tanımamaya çalışıyor. PYD, Rojava’da olan partilerden sadece bir tanesi. Elbette devrimin öncü partisiydi ama demokratik özerkliğin inşasıyla yani kantonal sisteme geçişle birlikte PYD salt bir siyasi partidir artık. Her şeyin karar mercisi değil ama devrim için Suriye rejimine karşı 2004’ten beri savaşan partidir. O yüzden PYD ismi Kürtlerde oturdu. Rojava’da diğerleri korkarak rejimle uzlaşırken, PYD savaştı. Bu nedenle o kadar yer edindi ve halen sanki Rojava bütünüyle PYD’dir. Oysa PYD devretti artık. Çünkü bir yönetim oluştu. Kolektif bir yönetim, ortak bir yönetim. PYD de onun içerinde artık siyasi bir partidir. Fakat halen birileri halkın kendisi için ifade ettiği demokratik özerkliği tanımamak için sanki Rojava’da sadece PYD hakimdir gözüyle bakıyor.
ROJAVA BÜTÜN KÜRTLERDE UMUT YARATTI
Rojava demokratik özerkliği, Güney Kürdistan halkında heyecan yarattı. Kuzey ve Doğu Kürdistan’da da büyük bir umut yarattı. Doğu Kürdistan’da halk, kendi siyasal örgütlenmeleri üzerine baskı kuruyor. Özellikle halk PJAK üzerine, Kuzey yerel yönetim ve siyasi parti kazanımlarını vurgulayıp baskı kuruyor. Kuzey halkının kendisini artık ifade edebildiğini, kendisini yarattığını söylüyor. “Kuzey ve Rojava’nın bir statüsü var, Güney’in bir statüsü var, biz de özgürlük istiyoruz” diyor. Tabii Rojava devrimi öyle küçük bir devrim değil. Kürdistan’ı canlandıran, özgürlüğün daha fazla mümkün olabileceğini ortaya koyan bir gerçeklik olduğu için Kürdistan’ı çok zindî (canlı) tutuyor şu anda.
Nüfusu az ama nüfusun etkisi fazla?
Yani evet gerçekten Kürdistan’ın en küçük bölgesi, parçası ama en büyük etkisi… Şu anda olanlar ve diğer üç parçanın kaderini tayin edecek bir öneme sahip ve bu üç parçanın halkı bunun karşısına kendisini sorumlu görüyor. Onun için bir partinin onu riske attığını görünce tepki gösteriyor. Bu durum da diğer siyasi partilere yansıyor tabi ki. Kürtler elbette Türkiye ile İran’la diplomasi yapmak durumunda. Fakat bunların kendi ulusal çıkarı önceliklidir. O bakımdan Türkiye de çok Kürt dostu bir devlet de değil. Sayın Öcalan ve PKK bir yılı aşkın bir süredir, barış için gerçekten yapılması gerekenin fazlasını yaptılar fakat AKP hükümeti –şu an da devletleşen AKP hükümeti- buna karşılık vermedi. Bu durumda Kuzey Kürdistan’da Türk devletinin Kürtlerin özgürlüğünün karşıtı olduğu algısını yaratıyor.
ROJAVA DEMOKRATİK BİR SURİYE’NİN GELECEĞİDİR
Rojava’ya uluslararası destek konusuna gelince; barışı ve demokrasiyi isteyenler, bölgenin kanamasını durdurmak isteyenler… O güçler kimse, kim kendisini öyle görüyorsa Rojava’yı sahiplenmelidir. Rojava, uluslararası siyaset alanında güçler dengesine baktığınızda yoğun bir ilgi alanıdır. Uluslararası arenada şöyle bir tartışma var artık, “Biz bu Kürtleri görmek zorundayız” deniliyor. Şimdi bir çözüm var, Rojava’da yaratılan bu çözümün kabulü, teyit ettirme mücadelesi gerekiyor. Bu sorumluluk Kürtlerin işi değil, hani Kürtler yapacak elbette ama bu küçük parçanın (Rojava) deneyimi, bölgenin denklemini etkileyecek demokratik bir Suriye’nin geleceğidir… Ortadoğu’da düşünün; Mısır, Irak, Türkiye, İran açısından da bir örnek olacak. Onun için dış güçlerden ziyade, biz bölge halkları, bölgenin aydın insanları, bölgenin demokratik güçleri bu sorunu üstlenmeliyiz. Çünkü bölge halkları dış müdahale istemiyor, hiçbir zaman da istemedi. Ortadoğu, dış müdahalelerle fethedilebilecek bir yer değil. İngiltere doksan yıl boyunca bu coğrafyaya hükmetti ama bu hakimiyet de yıkıldı.
Medeniyetin beşiğidir Ortadoğu, çok derin tarihsel kökeni olan bir yerdir. Bu coğrafyanın halkları, sömürüye açık değildir. Bugün bunların hepsi açığa çıkıyor. Direniş kültürünün farklı deneyimlerine sahip olan bir coğrafyadır. Bu tarihi bilmek çok önemli hepimiz açısından. Yani inşa sorunları var. Bu bakımdan herkes fiili olarak da oraya katkı sunmalı. Bölge insanı özgürlüğü biliyor artık fakat bunu inşa ederken; mühendislere, mimarlara, doktorlara, hukukçulara, ekolojik uzmanlarına, alternatif enerji uzmanlarına ihtiyaç var.
CENNETİ İNŞA ETMEK İSTEYENLERE DAVETİYEDİR ROJAVA
Diyelim ki hukuk sistemini oluştururken toplumun en zorlanan kesimini kapsayan, mimari sistemi ve kent projelerini geliştirirken bütün toplumsal bileşenlerin ihtiyaçlarını karşılayacak bir şehir planlamasından bahsediyoruz. O konuda ben şunu görüyorum; cenneti inşa etmek isteyenlere davetiyedir Rojava. Yani oraya katkı sunanlar Ortadoğu’yu yeniden yaratacaktır ve rojava da kapısı açık bir yerdir. İyi niyetli, barış ve demokrasiden yana olanlara kapısı açık bir yerdir.
Rojava güneş alan bir yer, kendi elektriğini güneşten üreten bir sistem olabilir mi? Ya da tarım ürünleri ihraç edilebilir mi? Rojava’da böyle bir vizyon var mı?
Evet var. Alternatif enerji konusunda bilgi ve materyal anlamında altyapı sorunu var. Çünkü abluka altında bir yer ve şu anki ticaret, sadece insanların gıda ihtiyaçlarını karşılıyor, bunun ötesine geçemiyor. Sınır kapılarının hepsi kapalı ve malzemelerin sevkiyatında sorunlar var. Bilgi ve teknolojinin buraya ulaşması için kapılar açık olmalı.
Suriye rejiminin sağlık politikasında Hindistan’dan getirilen ucuz ilaçlar da var. Ama bir de sağlık alanında en gelişmiş ülkelerden biri olan Küba var. Yani sistem düzeldikçe bence sağlık sorunları da azalacak.
Geçenlerde gözleri görmeye bir genç kadınla tanıştım. Kadın “Rojava için ne yapabilirim?” diye sordu. Şu anda bir anayasa niteliğinde bir sözleşme hazırlanıyor ve Rojava’da engelli insanlar var. Burada kentlerin mimari yapısında toplumun en dezavantajlı bireyinden hareketle dizayn edilmelidir. Yani Ortadoğu’ya model olabilecek duyarlı kentler. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, en dezavantajlılara sundukları olanaklarla ölçülebilir. Paylaşmak; ortadan yarıya bölmek değildir. Toplumun en zayıf bireyinin yükü diğer bireylere pay edilebilir. Rojava’da şu an bu var. Bir yandan çetelerin kuşatmasına var fakat buna rağmen böyle mükemmel bir Rojava tartışması devam ediyor. Yani bir yandan hep şehit cenazeleri geliyor ama insanlar Rojava gerçekliğine tanık olunca yüzlerce kadın ve erkek sürece katılıyor. Bir de herkes, kendi eliyle yarattığı bu dönüşümle büyük gurur duyuyor ve sahipleniyor. Bu savaşçıları motive ediyor ve bu büyük bir direniş, büyük destanlar yazılarak, bu küçücük alan korunup kuruluyor.
SOSYALİZM İÇİN OKYANUS GEÇMEYE GEREK YOK
Sosyalizmden bahsedildiğinde herkesin aklına Latin Amerika ya da Sovyet Rusya geliyor. Ama sosyalizm için okyanus geçmeye gerek yok, yanı başınızda var. Kürtlere karşı solun klasik bakış açısını da değiştirmesi gerekiyor. Sol Kürtler konusunda çok kompleksli, hep Kürtlere akıl verme ihtiyacı hissediyor. Bu egemen bakış açısıyla alakalı. Bir de Kürtler için eskiden “Adam olamaz” derlerdi, “Sosyalizmle ne alakası var, gelişkin olan egemen olandır. Sosyalizmi ancak o inşa eder.” Solun görünüm içerisinde Kürtlere Ankara’nın gözüyle bakma durumu var. Halbuki en başta bizi anlaması gerekenler soldur.
Bu bakış açısı Kürtler hakkındaki ortalama algıydı ama sanki son dönemde bu anlamda da bir değişme var. Siz bu anlamda bir gözlem yaptınız mı ?
Şimdi ben bir şey söyleyeceğim, diyeceksiniz ki “Çok Kürtçüdür.” Kürtler zaten solun öyle kalmasına da izin vermiyorlar. Solsan eğer gereğini yap, böyle bir durum da var. Kürtlerin bunu dayatmasının nedeni birlikte bir geleceği inşa etmenin gereği. Bizi dıştalamak, aşağılamak devletin işidir, sizin değil.
Soma örneğini yaşamadık mı. O insanlar daha önce Manisa bölgesinde tütün işçileriydi. Büyük tekeller alana el koyunca hepsi işsiz kaldı mecburen gelip maden işçisi oldular, katledildiler. Bu da Kürtler gibi eziliyor, emek gücünü satarak. Ama artık emeğini satamayacak konuma gelmiş. Çünkü bu ülkeyi başkalarına peşkeş çeken bir devlet var.
SOL İŞÇİ ALANINA YÖNELİRSE KÜRTLER AÇISINDAN BÜYÜK KATKI OLACAK
İşçiler eziliyor. Milyonlarca işsiz var. Sol bu alana kayarsa, bu insanları devletin, AKP’nin etki alanından çıkarırsa, bu Kürtler açısından büyük bir katkı olacak. Çünkü Kürtler diyor ki rejim bana böyle yansıyor sana da Soma’daki, Gezi’deki biçimiyle yansıyor. Şimdi Kürtler bağırdığı için hep Kürt sorunu Türkiye’nin en temel demokratik sorunu olarak gündeme girdi ama Türkiye’nin başka sorunları da var.
Şimdi biz diyoruz ki biz hazırız, sizinle birlikte. Çünkü biz zaten bu devlete inanmıyoruz güvenmiyoruz. Sen niye inanıp güveniyorsun, sana ne veriyor ki! Gururlu bir Türksün, başka? Açlıktan ölüyorsun sen Soma’da, faili meçhule gidiyorsun. O bakımdan kaderimiz ortaktır bizim.
Kalıcı barış için Türkiye solu görevini yerine getirmeli. Hani hiçbir zaman kimse onlardan Kürdistan’a gelip savaşmalarını istemedi. Ama bu devlet belasını, o yükü kaldırıp toplumun üzerinden, denildi ki lütfen siz de görev başına, kendi alanınıza. Bu da olursa mesela Türkiye Ortadoğu’da daha kapsamlı örnek ülke olabillir.
Halkları birbirine kırdıran, insanlara çalışma fırsatı tanımayan bir rejimden kurtulmamız gerekiyor. Bu da ortak sorumluluğumuzdur. Ama Türkiye solunun bir özeleştiriye ihtiyacı var. Ben dışardan bakan birisi olarak bunu söylüyorum. Bu konuda bence Kürt hareketinin deneyimi önemli bir katkı sunabilir; ulusal kurtuluş mücadelelerinin öz eleştirisini kendinde nasıl gerçekleştirdi. O noktada da bence bir ortaklık yakalanabilir. Yeni Somaların çıkmaması için sonuç itibariyle beriki Kürt olduğu için öteki de yoksul olduğu için katlediliyor. Kaderimiz bu olmamalı, ölümle sonuçlanmamalı. Gücümüzü birleştirirsek özgürlüğü garanti altına alabiliriz.
Sendika.Org (Murat Bay)

A love stronger than a disease

© Fausto Podavini - Mirella
Fausto Podavini was born in Rome, and has worked with photography ever since he was 18. He mostly does social reportages, preferably medium and long-term ones. In this interview, Podavini talks about his latest project Mirella, the compelling story of a woman lovingly and devotedly assisting her husband of over 40 years Luigi, affected by the Alzheimer’s syndrome. With Mirella, he won the 1st Prize in the Daily Category for the World Press Photo Awards.

Hello Fausto, thank you for this interview and congratulations on the many awards and prizes you won for Mirella. You’re currently raising funds to make a photobook of this work – with the name MiRelLa – through the crowd-funding platform KissKissBankBank. What was the response so far? Why should people contribute?

Hello and thank you for your compliments. Yes, I’m currently running a KissKissBankBank crowdfunding campaign to make the photobook MiRelLa. It’s doing very well. At 12 days in and 25 more days until its end, the project has been already funded by 48%. So far, 134 people contributed. (This interview has been given on September 10th, 2013). Many are responding and showing love to this project, and I think it’s because they understood why it’s worth to chip in.
People should contribute to make MiRelLa their own book. Each and every backer is essential, since there wouldn’t be any book in the first place without their help. All the names of those who contributed would be mentioned. Or, more simply, they should help to have the chance to get the book (there are several versions from which to choose). It is also possible to have a signed or numbered copy. Last but definitely not least, the most important reason to back this project is to spread knowledge about the Alzheimer’s disease.
© Fausto Podavini - Mirella

How did you meet Mirella and Luigi? How did you convince them to let themselves be photographed by you?

I’ve known Mirella and Luigi since forever. I convinced them explaining them the project I had in mind, which initially was to document the effects of the Alzheimer’s syndrome.

For how long did you photograph them?

I’ve worked on MiRelLa for four years, between 2009 and 2012, including research and editing.

As the title suggests, the protagonist of your reportage is Mirella. You focused your attention on her caring love for her husband rather than on Luigi’s illness, making MiRelLa a compelling celebration of love rather than documentation of a disease. Why did you choose this approach?

As I mentioned, my initial idea was to describe the effects of Alzheimer’s. However, during the first stage of the project, I was doing nothing but coldly documenting Luigi’s disease. I meant to do something more than that, I wanted to show how Alzheimer’s can be devastating not only to those directly affected but also those that are dear to them, and assist them. So I turned my attention to Mirella, and eventually she became the center of my work.
© Fausto Podavini - Mirella

Your images capture moments of Mirella and Luigi’s daily life so ordinary but so intimate and delicate it’s almost hard to believe there was someone there with a camera. How did you get them to trust you so much, especially considering Luigi’s progressively deteriorating disease?

I began working on this project when Luigi’s health conditions weren’t too bad. He perceived my camera  as a normal presence, something that was part of his daily life. Funnily enough, I had the hardest time when not much was happening. That’s when it would suddenly feel clear that I was around. On the other hand, it was easier to become invisible and shoot at the right moment when Mirella’s attention was all focused on her husband.
© Fausto Podavini - Mirella

Luigi died on May 2011. Are you still in touch with Mirella?

Yes, absolutely! I’m actually still taking pictures of her. I’m not sure what to do with them yet, but certainly the last picture in MiRelLa‘s sequence (a picture where she holds up her baby nephew) ends a chapter and starts a new one at the same time.

You began photographing when you were 18, and have made a great number of social reportages around the world, including Peru, Kenya and Ethiopia. How was it different to work on a story taking place between the four walls of a house in Rome, the city you were born in?

Every reportage, every work has its quirks. Each time you are emotionally involved at different levels. Locations sometimes help, sometimes don’t. Making a whole project, and a long-term one at that, inside an apartment was very complicated. I had quite some trouble with framing and getting the best out of the available light. As to Rome, I really enjoy working there because I’m so familiar with it that I have to make an effort to take a distance and look at it neutrally.
[related-posts]

What did you find out about Alzheimer that more people should know?

A lot of things! Initially I knew nothing about it, I had to do some research before starting taking pictures. First and foremost, as I tried to show with my work, the syndrome affects equally both the diseased and those who assist them. Taking care of someone suffering from Alzheimer’s requires incredible patience. It changes your life drastically.
Alzheimer’s doesn’t strike at any particular age. Frequent memory lapses shouldn’t be underrated, as they might be a symptom. The syndrome may be bad from the very beginning, and its progressive degeneration causes enduring and excruciating difficulties that effect the diseased’s life under every regard. At date, there is no definitive cure yet. Therapies differ from patient to patient, from hospital to hospital. There is no way to predict how a particular patient will respond to a particular cure, therefore the adopted therapy might be interrupted or completely turned on its head.
© Fausto Podavini - Mirella

In your experience, what’s the secret to a good reportage?

Sensitivity, respect, keen eye. Curiosity, strength, and empathizing with what you are shooting. Getting involved while never forgetting you are a photographer. I prefer medium to long-term projects, they give you the chance to go deeper into a story and get those pictures that for some strange reason have a certain quality to them.

What do you think of the debate on the effects of new media on photojournalism? Is an iPhone photo as good as any photo?

It takes time to understand if the changes introduced by new media will be for the better or the worse. The global economic crisis has hit virtually any industry, and we all have to adjust and reinvent ourselves, but in my opinion it’s still too early to say what the new way to photojournalism will be.
With that said, to me a camera is a camera, and a mobile phone is a mobile phone. Phone manufacturers might be improving their integrated “cameras” more and more, but they’re still making phones. Experimentations and works made with phones only are welcome, but my impression is the debate is more a matter of publicity than it is of quality.

Pick one of the photos from MiRelLa and share with us something we can’t see in the picture.

© Fausto Podavini - Mirella
I took this photograph a short while after taking another one of Luigi’s birthday cake. It hadn’t been an easy dinner, but when the time for the cake came, everything changed for a few seconds. It seemed like, for a moment, that no syndrome had ever been there. I took a picture as soon as I saw Luigi’s smile, trying to capture that ever-so fleeting moment of apparent normality.
Thank you Fausto for this interview! See more images from MiRelLa on Fausto Podavini’s website, and remember to contribute to the project through this crowdfunding campaign.