Thursday, February 28, 2013

Savaşla Büyümek


Gezici Festival Koordinatörü Evrenesoğlu ve Yönetmeni Emre’yle dikkat çeken bölümlerden Savaşla Büyümek üzerine konuştuk. Evrenesoğlu ve Emre çocuk hakları ihlallerinin hala güncel bir sorun olduğunu vurguladı.
Gezici Festival’in koordinatörü Pınar Evrenesoğlu ve Festival Yönetmeni Başak Emre bianet’in sorularını cevapladı. Savaşla Büyümek bölümünün ortaya çıkışının nedenlerini ve hikayesini anlattı.
Gezici Festival’in Savaşla Büyümek bölümünde iki film var. Bu filmleri nasıl belirlediniz? Filmlerin önemi nedir?
Yıl içinde izlediğimiz filmlerde bir ortaklık farkettik. Zamanımızın çoğunu film izlemeye, ulusal ve uluslararası festivalleri takip etmeye ayırmamızın getirdiği bir avantaj da diyebiliriz bu.
Bazen bölümler kendi kendilerini ortaya çıkarıyor, dünyanın farklı yerlerinden aynı konuyla ilgili pek çok film izlemiş olabiliyoruz. Bu durum, bu yılın programında hem Savaşla Büyümek hem de Üretim Hatası bölümleri için geçerli.
Pek çok film izledikten sonra, neden savaş zamanı doğan/büyüyen çocuklarla ilgili özel bir bölüm yapmıyoruz dedik. Maalesef çocuklar, çocuk hakları çok fazla tartışma zemini bulamayan konular zaten.
Kim Nguyen’in yönetmenliğini yaptığı, Kongo’daki çocuk savaşçıları anlatan Savaş Cadısı filmini ilk izlediğimizde oldukça etkilendik; özellikle başroldeki 15 yaşındaki Rachel Mwanza’nın performansından; ki bu performans kendisine Berlin ve Tribeca’da en iyi kadın oyuncu ödüllerini getirdi.
Filmde kaçırılarak zorla savaşa sokulan Komona’yı canlandıran Mwanza’nın kendisi de ailesi tarafından terkedilmiş, biraz Kinshasa’nın sokaklarında biraz da büyükannesinin evinde yaşayan bir genç.
Kongo, Burma, Angola, Sierra Leone’de süregelen iç savaşa dikkat çekmesi açısından oldukça önemli bir film.
Diğer filmimiz Annemin Kollarında’da ise yönetmenler Mohamed ve Atia Al-Daradji kardeşler kameralarını savaş nedeniyle yetim kalan Iraklı çocuklara çeviriyor.

Bağdat’ta kendi imkanlarıyla 32 yetim çocuğun bakımını üstlenmiş Husham’ın hikayesi, savaşta en fazla zarar görenlerin hiç savaşa girmeyenler olduğunu bir kez daha hatırlatan bir yapım.
Programın bu kısmına “keşke olsaydı” dediğiniz filmler var mı? Türkiye sinemasında bu bölüme girebilecek bir film aklınıza geliyor mu?
Bu bölüme elbette başka filmler de dahil edilebilirdi ancak iki filmde kalmayı tercih ettik. Biraz da şartlar böyle gerektirdi; film sayısı olarak belli bir rakamda kalmamız gerekiyor. Hem bölüm çeşitliliği yapıp hem de içlerini makul sayıda filmle doldurmaya çalışmak pek kolay olmuyor.
Ayrıca elimizi bağlayan seans sayısı gibi etkenler de var. Bu bağlamda dünya sinemasından en yeni iki örneği bölüme dahil ettik.
Türkiye’den belki kısa film olarak Uğur Kaymaz’lar Hakkında, Vicdan Filmleri’nden örnekler ya da taş atan çocuklarla ilgili bir belgesel dahil edilebilirdi.
Ama yine de savaş bölgelerinde büyüyen çocuklarla ilgili hemen akla gelebilecek bir örnek olduğunu söylemek kolay değil Türkiye’den. Nedeni ne olabilir, söylemek güç…
Festivalde neden böyle bir bölüm başlığı seçtiniz? Bu kararınızda hangi güncel gelişmeler etkin oldu?
Festival programını yıl içinde şekillendirmeye çalışırken güncel gelişmeleri gözönüne alıp, hassas olduğumuz ve hassasiyet duyulmasını umduğumuz konulara öncelik veriyoruz.
Biz bir derdi, söyleyeceği olan filmlere programda yer vermeye çalışıyoruz. Bu bir festivalin misyonu değil elbette, ama neticede festival programı yapmak öznel bir şey ve bu da bizim Gezici Festival olarak tercihimiz.
Bunca şey olup biterken birey olarak bunlara nasıl kayıtsız kalamıyorsak, bu durum yaptığımız işe de yansıyor ister istemez.
Bu yıl esasında “adalet” teması çerçevesinde çalışmak ve bu konuda özel bir bölüm yapmak istiyorduk. Bizi etkileyen güncel gelişme esasında buydu, diyebiliriz.
Türkiye’de tüm bu olup bitenler adalet algımızı altüst ettiğinden olsa gerek bölüme yeterince hakkını veremediğimizi düşündük bir noktada. Böyle bir konu kapsamında onlarca film göstermek istedik; bu da mümkün olamayacağı için başka bir zamana erteledik.
Ve belirttiğimiz gibi, yıl içinde izlediğimiz filmler Savaşla Büyümek bölümünü oluşturdu biraz kendi kendine. Türkiye’de de güncelliğini maalesef hiç kaybetmeyen, “kaza” kurşunuyla ölen, etnik kökeni nedeniyle ayrımcılığa uğrayan, anadilinde eğitim göremeyen çocuklar varken bölümü yapmak daha da anlam kazandı tabii.

Wednesday, February 27, 2013

Orhan Aydın, Hasan Hüseyin’i yazdı: ‘Tiyatromuzu bombaladınız ulannn!’


26 Şubat 1984 tarihinde hayatını kaybeden büyük şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’i, Orhan Aydın’ın yazdığı “Yürek sızısı...” yazısıyla anıyoruz.

Şiirlerini tanıdığımda çocuktum.
Adam bağırıyordu sanki avaz avaz.
Gözlerimi kapadığımda usuma düşen resim; uçuşan, dalgalı saçları ile isyanı haykıran bir babacan adamdı gelip karşımda duran.
Söyleyecek sözlerini hemen orada, sesinin ulaşabileceği en yüksek seviyede söylemek istiyor gibiydi hep.
Resimlerini ilk gördüğüm gün yanılmadığımı anladım.
Çatık kaşlı, gergin ve her hali ile isyankâr bir asiydi sanki.
Yazdıklarının hemen hepsiyle tanış oldum. Ezberime kazıdım şiirlerini. Dünya şiiri ile kurduğu köprüden her şairin geçmesine izin vermiyordu. Yol önce Nâzım ustanındı sonra, Neruda’nın. Kendisi de oralarda bir yerlerde olsun yeterdi.
Sözcüklerle kavga etmeyi ve onları kavganın içinde ateşe atmayı, yaratmak için öğrenmeyi, acının da, sevincin de şairin bahçesindeki çiçekler olduğunu ondan öğrendim.
Yıllar sonra, elimi uzattığımda, tanıdığımı sandığım bir koca adamın, yalın, içten, bin çiçek gülüşlü, içinde fırtınalar kopan, sevda dolu, bir uzun yol yolcusu olduğunu anladım.
Sözcüklerin kavgacısı bu nakış yüzlü adam, aslında yaşamın bir şiir olduğunu haykırıyordu.
Tiyatromuz için yazdığı oyunu masanın üzerine attığında; utkularından birini daha gerçekleştirmiş yorgun bir rahatlık duruyordu yüzünde.
Tarih 1979’du.
‘77 ve ‘78’in baharında geziniyordu hayat.
“Sokakta tank paleti, sokakta düdük sesi” hiç eksik değildi.
Faşizmin ayak sesleri geliyordu uzaklardan rap, rap, rap. Bizimkiler alınlarında güneş, yüreklerinde bin sevda, kavganın şiiri gibiydiler. Ateş sarmıştı her bir yanımızı. Ölüm haberlerinin olmadığı tek gün yoktu. Ankara Maltepe’deki Derya sinemasının faşistlerce bombalandığı gün, biz içerde, yanımızda bu rüzgâr saçlı adam, onun bizler için yazdığı HIZARCI oyununu prova ediyorduk.
Oyun için yazdığı sözcükler bombacıları yanıtlıyordu sanki.
“a benim ayakaltım,
a benim kerpiç damım,
geri kalmış kuzum benim, eşkıyam”

Ben, galiba asıl o gün tanıdım onu.
Polisin yakasını toplayan kocaman iki el, avazı çıktığınca bağırdığında yani.
“Tiyatromuzu bombaladınız ulannn!”
Hepimiz onunduk.
Tüm oyuncular, dekorlar, aksesuarlar, kostümler, ışıklar, şarkılar, türküler, afişler ve sözcükler ve kitaplar.
Biz onunduk. Onun kolu, kanadı, yüreği, sevdası, kavgasıydık. Bizi nasıl bombalarlardı.
Çankaya emniyet amiri önce onu aldı. Sonra bizler, kendimizi aldırdık. Tiyatronun karşısındaki müdüriyette kan kusturdu memurlara, “bizi bombalayan faşistler sizlerden biri, kimse ortaya çıksın, yoksa zindan ederim dünyayı” diye sokaktan geçenlerin bile duyacağı bir biçimde haykırıyordu.
Haklıydı.
Emniyet ile tiyatro karşı karşıyaydık.
Öldüğü günden bu güne tam yirmi dokuz yıl geçti.
Nasıl da yaşlanıyor hayat!
Anılarımda gezindiğimde, şurada oturuyor gibi karşımda. Koltuğunun altında siyah, fermuarlı bir çanta, içinde bin bir çiçek. Hepsi Sivas dağlarından, kırlarından devşirilmiş ya da Binboğalar da kışlamış akşam türküleri gibi.
Acıyı Bal Eyledik, Oğlak, Kızılırmak, Temmuz Bildirisi, Kelepçemin Karasında Bir Ak Güvercin, Ağlasun Ay Şafağı, Koçero Vatan Şiiri, Haziran’da Ölmek Zor, Filizkıran Fırtınası, Acılara Tutunmak, Işıklarla Oynamayın, Kavel, Kızılkuğu, Kandan Kına Yakılmaz, Tohumlar Tuz İçinde. Birbirleriyle barışık binlerce dize. Üç tane mizah öykü kitabı. Made- in Turkey, Bıyıklar Konuşuyor, Öhhööö! Bitmedi, Bedrettin Cömert üstüne çalışmalar ve de çocuklar için; Eşeğin Göz Yaşları, Aşıcı Baba, Ormanın Öcü, Ressamın Bıldırcınları, Becerikli Çocuğun Düşleri. Ve de bizlerden başka kimselerin bilmediği o oynanamayan oyun HIZARCI.
Haziranda Ölmek Zor, Nâzım Usta’nın ardından yazılan bir ağıt.
İşten çıktım
Sokaktayım
Elim yüzüm üstüm başım gazete
Sokakta tank paleti
Sokakta düdük sesi
Sokakta tomson
Sokaktayım
Gece leylak
Ve tomurcuk kokuyor
Yaralı bir şahin olmuş yüreğim
Uy anam anam
Haziranda ölmek zor!
...
Çalışmışım on beş saat
tükenmişim on beş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcak bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara
Sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri
...
Yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 Haziran 63’ü
...

Onca zaman sonra bu gün, kaç şair gezinir tiyatrolarda, kaç sözcük yazılır kavga için, kaç türkü söylenir sevda için, kaç öykü yazılır emek için, kaç ırmak akar içimizden Kızılırmak gibi, hep düşünür oldum.
“Işıkları seviyorum ben. Işıkların altında ışıyan sözcüklerden ötürü, aşkı seviyorum ben, üretime olan tutkumdan ötürü, sizi seviyorum ben tiyatroya olan açlığımdan ötürü.”
Sivas dağlarının mor menekşesi, HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL, yamaçları mor menekşe kokan bir dağ olalı, tam yirmi dokuz yıl geçti. Geride öfkesi kaldı.

Sunday, February 24, 2013

Mehmet UZUN ‘Sürgünden söz etmek hep zordur; söz gırtlakta kalır çünkü…’


Siyasi sebeplerle 1977 yılından sonra İsveç’te yaşamak zorunda kalan Mehmet Uzun, Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Türkiye’de aleyhine açılan birçok dava sonrasında 1981′de vatandaşlığından çıkarıldı. 1992 yılına kadar Türkiye’ye gelemeyen yazar, uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp’te aktif olarak çalışmakla beraber çok sayıda Kürtçe roman yazdı. 2001 yılında Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Geleneksel Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülünü aldı. Aynı yıl “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” adlı romanı ve“Nar Çicekleri” adlı deneme kıtabı ile ilgili olarak yargılandı.
Hayatının son yıllarında yakalandığı mide kanseri ile mücadele ettiği dönemlerde Diyarbakır’a gelen yazar 2007 yılında özlemini çektiği topraklarda sonsuza dek uzandı.
Milliyet Gazetesinden Hasan Cemal’in yazarın Diyarbakır’da tedavi gördüğü süreçte yaptığı söyleşilerden bazı bölümleri aşağıdan okuyabilirsiniz.

DİYARBAKIR

Gayet sakin, sükûnet içinde, her noktasını, her virgülünü koyarak konuşuyor Mehmed Uzun. İç barışını sağlamış insanlara mahsus bir özgüven havası var. O kadar yumuşak bakışlı ki, yüz ifadesi, yüz çizgileri öyle ki, özü sözü bir insan diyorsun.

Zayıflamış, süzülmüş…

‘Mehmed Uzun geçen temmuz ortası Stockholm’den Diyarbakır’a geldiği vakit, ancak bir hafta on gün daha yaşar demişlerdi’ diye anlatıyor Şeyhmus Diken, ‘Donup kalmıştık. Modern Kürt edebiyatının ikinci adamı da, yirminci adamı da yoktu çünkü. Kürt dilini, modern edebiyatımızı dünyaya tanıtan tek edebiyatçımızdı, romancımızdı Mehmed Uzun… Onun için donup kaldık.’
Kanser, midesinden vurmuş.
Belki de uzun sürgün yıllarındaki kahredici çalışmaların acı sonucu… Karısı Zozan başıyla onaylıyor.
İsveç’teki sürgün yıllarından sonra ölmeye gelmemiş kendi topraklarına. ‘Yukarı Mezopotamya’nın şifa kaynağıdır’ diyerek iyileşmeye gelmiş Diyabakır’a.
Hastanenin önünde, Darkapı Meydanı’nda onun için divan kurmuş Deng Bejler. Şeyhmus’un deyişiyle ‘Sözün bitmediği yerden seslenen’ Deng Bejler… Mehmed Uzun bir an önce şifa bulsun diye Kürtçe şarkılar, türküler söylemişler ona, Kürtçe destanlar okumuşlar.
Tıpkı çocukluğundaki gibi.
‘Çocukluğumda Deng Bejler vardı evimize gelen. Onlar, Kürtçe sözlü anlatımın ustalarıydı. Kürt klasik şarkılarını, destanlarını evimizde söylerlerdi.’

Yediği o tokat!

1953 Urfa Siverek doğumlu.
‘Geniş bir aşiret eviydi’ diye anlatıyor, ‘Evde, mahallede Kürtçe konuşurduk. Anadilimdi Kürtçe, konuşma dilim. Ama bana okuma yazma öğreten olmadı. Yıllar sonra 12 Mart’ta(1971) , hapishanede öğrendim Kürtçe okuma yazmayı. 18 yaşındaydım. Musa Anter’le amca oğlum Ferit Uzun öğrettiler. Kürtçeyle ilk ciddi ilişkim böyle başladı.’

O tokadı unutamıyor!

‘Siverek’te ilkokulun birinci günü bir tokat yedim, bugün bile aklımdan çıkmaz. Okul bahçesinde sıraya girmeye çalışırken aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Bir tokat attı İstanbul’lu yedek subay öğretmen, Türkçe konuş diye. Ama Türkçe bilmiyordum ki…’
Amin Maalouf, Lübnanlı yazar, Ölümcül Kimlikler isimli kitabında bir insanın anadiliyle bağını koparmak kadar tehlikeli bir şeyin olmadığını anlatır.
Mehmed Uzun şöyle diyor:
‘Ben de bir tokatla tanıştım Türkçeyle. Benim anadilimle bağım böyle koptu. Eğitim dilinin, kültür dilinin Türkçe olması, Kürtçeyle bağımı kopardı. Dili yasaklamak insanlık suçudur. İnsanı anadilinden koparmak vahşettir. Bir insanı kendi dilinden koparmak, insanın ruhunu, kişiliğini zedeliyor, gelişimini engelliyor. Bence bu Kürtçe yasağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük yanlışlarından biriydi.’
Babasını anımsıyor:
‘Altı kardeştik. Kürtçeyle bağımız kopmasın diye babam bize Kürtçe şarkılar söylerdi evimizde. Aile bir ikilem içindeydi. Bir yandan çocuklarının okumasını istiyorlardı. Onlardan esirgenmiş bir şeydi bu. Ama öbür yandan da kendi kültürümüze, dilimize olan bağlılık nasıl devam edecek diye kara kara düşünüyorlardı.’
12 Mart darbesi, 1971.
‘Tutuklandım, Kürtçülükten. 18 yaşındaydım. Duvarlara yazılar yazılmıştı Siverek’te. 28 kişi birlikte Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne gönderildik. Kürtçeyle ilk ciddi tanışmam böyle oldu. Herkes vardı hapishanede. Tarık Ziya Ekinci, Mehmet Emin Bozaslan, Musa Anter, Ferit Uzun…
3 Mart 1972′de tutuklandım. Hem Kürt aydınları, öğrencileri vardı hapiste, hem de Kürt köylüleri ve Kürt ağaları, beyleri, yani eşraftan insanlar vardı, Barzani’ye yardım etmekten dolayı tutuklanan… Aydınlar Türkçe konuşurlardı, eşraf da Kürtçe… Deng Bejler de vardı bizimle içeri atılan… Her lehçeden, yani Kurmanci, Sorani, Zazaca, her lehçeyi konuşan Kürtler vardı. Kürtçenin zenginliğini hapiste böyle tanıdım ilk kez… Sonraki sürgün yıllarımda Kürtçe roman dilimi geliştirmeye başlayınca, Kurmanci’nin başka ağızlarıyla da temasa geldim.’
Sonra Diyarbakır’dan Ankara’ya, Mamak Askeri Cezaevi’ne gönderiliyor. O yıllardan bir acısı var Mehmed Uzun’un, hiç unutamadığı:

Kürtçeye hakaret!

‘Hapishanelerde, mahkemelerde Kürtçeye çok hakaret ediliyordu. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde askeri savcılar, ‘Kürtçe diye bir dil yok! ‘ dedikçe, çok kırılıyordum. Kürtçenin zengin bir dil olduğunu, eski bir dil olduğunu, modern metinlerin de Kürtçeyle yazılabileceğini söylemek, göstermek istiyordum.’
Rızgari dergisinde sorumlu
1976′daki davayı anımsıyor.
Rızgari davasını…
İsmail Beşikçi’nin de imzasız yazı yazdığı Rızgari dergisinde sorumlu yönetmenliği var Mehmed Uzun’un. Derginin siyasal çizgisi, muhalif ve de radikal…
9 ay hapis yatıyor 1976′da.
‘DGM’da askeri savcı, iddianamesinde Kürtçe diye bir dil yok diyordu. Nasıl olur? ‘ diye anlatıyor Mehmed Uzun, ‘Ben bu dille doğdum. Anamla babamla bu dili konuştum. Kürt yok, Kürtçe yok dediklerini duydukça, o kadar kırılıyordum ki… Mahkemede, böyle bir durumda, insan kendini çok güçsüz hissediyor, çaresiz hissediyor. Böyle hukuk olur mu diye haykırmak geliyor içinden… Böylece bir duygu tomurcuklanması yaşamaya başladım hapishanede, modern bir dil olarak Kürtçe’yi edebiyatta kullanmak için…’

Sürgüne gitmeseydim

Hapisten kararlı çıkıyor. Mahkûmiyetinin kesinleşeceğini anlayınca da sürgüne, İsveç’e gidiyor.
Şöyle diyor Mehmed Uzun:
Eğer sürgüne gitmeseydim, yaratmış olduğum Kürtçe edebiyatı yaratamazdım.’
Sürgünde öteki Kürtlerle, Suriyeli, Iraklı, İranlı, Kafkaslı Kürt yazarlarla temasa geçiyor. Ciğerhun, Osman Sabri, Hasan Hişyar, Ruşen Bedirhan, Nurettin Zaza, İbrahim Ahmet, ‘Kürt milli marşının yazarı’ olarak belirttiği İranlı bir Kürt olan Hejar…
Daha çok 1920′lerde, özellikle Şeyh Said İsyanı sonrasında Türkiye’den Suriye’ye göç etmiş, Latin harfleriyle yazan Kürt edebiyatçılarıyla tanışma, öğrenme dönemi…
Zorluğunu şöyle anlatıyor:
‘Kürtçe roman yazmak, Türkçe ya da Farsça yazmak gibi değil. Çünkü senin dilin yasaklı bir dil. Eğitimden, iletişimden, modern yaşamdan uzaklaşmış bir dil. İğdiş edilmiş bir dil yani. Bu dille zengin, modern bir edebiyat yapmak çok zordu.’
Burada ekliyor:
‘Orhan Pamuk’un böyle bir zorluğu yoktu. Çünkü kendi anadiliyle, Türkçeyle yazıyor. Zengin bir edebiyatı, gelişmiş bir dili var. Kitapları, yazarları, okulları, üniversiteleri, sözlükleri, ansiklopedileri var. Ama ben oturup Kürtçe yazmaya karar verdiğim zaman, bunların hiçbirisi yoktu ki. Hiçbirine sahip değildim. Bütün bunlardan yoksun olarak da zengin bir roman dili geliştirmek çok zordu.’
Duruyor, düşünüyor.
Yutkunarak konuşmaya başlıyor yeniden:
‘Kürtçe roman yazmaya başladığım zaman elimde Musa Anter’in 1960′larda hapiste hazırladığı incecik bir sözlük vardı. Bir de Mehmet Emin Bozarslan’ın sözlüğü, 19. yüzyıldan kalma bir sözlüğün çevirisi… Türkiye’ye gelemiyordum. Daha çok Suriye’ye gidip Kürtlerle, halktan insanlarla, amatör şair, şarkıcılarla, Deng Bejlerle birlikte oluyor, Kürt dilini keşfediyordum. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların Kürtçe isimlerini öğrenip kaydediyordum. Diaspora’da benden önce yapılmış Kürtçe edebi çalışmaları, dergileri, kitapları tarıyordum.’

İğneyle kuyu kazmak!

‘Kahredici bir çalışma, sonunda midene vurdu anlaşılan…’

‘Galiba’ diyor Mehmed Uzun. Odanın bir köşesinde bizi sessizce izleyen Zozan, (Türkçesi yayla) başıyla onaylıyor.
Mehmed Uzun, 1970′lerin 12 Mart’lı yıllarında, Ankara’nın ünlü Mamak Askeri Cezaevi’nde yatar. Türk aydınlarıyla aynı koğuşta geçirdiği o zaman dilimini önemser. Şöyle diyor:
‘Uğur Alacakaptan, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, Erdal Öz, Atilla Sarp, Ruhi Koç… Kürtlere açık düşmanlıkları olmayan insanlardı. Onlara çok kitap gelirdi. Onlardan kitap okuma terbiyesi edindim. Uğur Mumcu’ya sonraki yıllarda yardımcı olmuştum, Şeyh Said İsyanı isimli kitabını yazarken…’
Mehmed Uzun itiraf ediyor, 1970′lerde siyaseten çok keskin, radikal olduğunu. ‘O zamanki Türkiye ortamı da insanı keskinleştiriyordu’ diyor. Zaman içinde törpüleniyor. Siyasal çizgiler yumuşuyor.
Bir daha hapse düşmemek için 1970′lerin ikinci yarısında İsveç’e, sürgüne giderken de siyasetle arasına mesafe koymaya karar veriyor.

Dil, kültür, edebiyat…

Siyasetin değil, bunların ağır bastığı bir hayattan yana kullandığı tercihini şöyle gerekçeliyor:
‘Kürtçe yeni bir şeyler yapmak istiyordum, modern bir şeyler… Bunun eksikliğini içimde sürekli hissediyordum.’
Kürt edebiyatında Mehmed Uzun’a kadar geleneksel çizgiler ağır basar. Yerel, taşralı ya da şehirli olmayan bir edebiyat… ‘Kapalı toplumun ürünüydü bu edebiyat’ diyor Mehmed Uzun, ‘Modern değildi. Açık topluma, demokratik, çağdaş topluma, bugüne ait Kürtçe bir roman dili, bir edebi dil yakalamak istiyordum. Bunun için Kürtçe’nin canlandırılması, yenilenmesi ve tabii sevdirilmesi gerekiyordu.’

Birey ve kul!

Romanlarını Türkçe değil, Kürtçe yazmak için ilke kararı alıyor. Denemelerini, makalelerini ise Türkçe yazıyor. İlk Kürtçe romanının adına gelince:
Tû!
Türkçesi Sen…
Peki, neden Sen?
‘Kürtlerde birey mefhumu çok zayıftı. Hep cemaat-kul ilişkisi ağır basıyordu. Siyasal Kürt örgütlerinde de böyleydi. Totaliter çizgiler belirgindi her zaman. İllegalite de sorundu. Bu nedenle insani, entelektüel ilişkiler geri plana itilmişti. Buna karşı çıktım. Bu ilişki yapısını eleştirdim. Onun için Tû, yani Sen koydum ilk Kürtçe romanımın adını, bireyi öne çıkarmak için…’
Bu arada ekliyor:
‘PKK ile ilişkilerimde de pürüzler yaşadım bu yüzden. Bağımsız aydın duruşuna alışık değiller. Mesafe koydum. Düşmanlık içinde olmadım, ama gerektiğinde eleştirel de bakabildim.’
Bağımsız aydınlar!
Bağımsız aydın duruşu…
Bu konuyu çok önemsiyor.
Dedikleri şöyle:
‘Kendi yazarlığımı, bir siyasi propaganda aracı, bir ideolojik araç olarak görmedim. Edebiyatın kendisine özgü kaygıları, kuralları var. Bunlara uymak, bu konuda özen göstermek gerekir. Bu yüzden Kürt siyasetine, örgütlerine dönük mesafemi korumaya çalıştım. Tabii onlara çok uzak, çok tepeden bakarak değil. Tartışma ve diyalog kanallarını da kapamadım. Ben farklı bir şey yapıyordum.’
Hümanist tutum!
Neydi bu farklılık?
Bu sorunun bir yanıtı, Mehmed Uzun’un sık kullandığı bir sözcükte düğümleniyor:
Hümanizm.
‘Kendimden söz etmeyeyim ama…’ diye başlıyor, ‘Hümanist bir tutum içinde olmam lazım diye düşündüm. Kürt dilinin bütün temsilcileriyle, hiç ayrım yapmadan, sağcısıyla solcusuyla, dincisiyle laikiyle, genciyle yaşlısıyla, Iraklısıyla, Suriyeli ya da İranlısıyla, hepsiyle iletişim kurdum.’
Mehmed Uzun bir an susuyor.
Sonra bir cümle daha:
‘Ben sürgün yazarıyım! ‘
Ne demek sürgün yazarı? Dünkü yazımda belirttiğim o cümlesi aklıma takılıyor ve yine içimi acıtıyor:

‘Sürgünden söz etmek hep zordur; söz gırtlakta kalır çünkü…’

Sürgün, bir yerde çokkültürlülük demek. Birden çok dille, kültür ortamıyla içiçe yaşamak mecburiyeti demek. Kürtçeydi, Türkçeydi, İsveççeydi derken, insanın kendi kişiliğinde hissetmeye başladığı parçalanmışlık, bölünmüşlük duygusu demek…
Mehmed Uzun’un yorumu şöyle:
‘Ama unutma, bu çokkültürlülüğü bir güç haline getirmek de mümkün…’
Pamuk’a yapılanlar
Mehmed Uzun, Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü’nden dolayı Türkiye’de yapılanları kınıyor. Bunları ‘kışla kültürü’nün bir ürünü sayıyor. ‘Bir aydın, neden resmi ideolojinin doğrularıyla davransın ki? ‘ dedikten sonra şunları ekliyor:
‘Çin hariç hiçbir ülkede Orhan’a yapılanlar yapılmadı. Jose Saramago, Portekiz’de düzen karşıtı ve komünist bir edebiyatçıydı. İspanya’da yaşadı bu yüzden. Ama Nobel’i alınca Portekiz’de de yüceltildi, cumhurbaşkanına kadar herkes kutladı. Macar Yahudisi İmre Kertesz de Macaristan’da değil, Berlin’de yaşadı, ülkesindeki düzeni eleştirdi. Fakat edebiyatta Nobel’i alınca, Macaristan da kendisini bağrına bastı. Harold Pinter, Günter Grass, onlar da kendi ülkelerinin, İngiltere’nin, Almanya’nın geçmişini, düzenini sorgulayan radikallerdi. Nobel’i aldılar ama Orhan Pamuk’un karşılaştığı gayri medeni davranışları yaşamadılar kendi ülkelerinde. Orhan’a yapılanlar, bir tek Çin’de Gao Ziyang’a yapıldı. Ruhlar Dağı’nın yazarı Ziyang, biliyorsun, Mao Çini’nde, Kültür Devrimi sırasında kitapları yakılmış, Paris’e kaçmak zorunda kalmıştı. Nobel’i alınca, Çin Komünist Partisi Gao Ziyang’ı neredeyse vatan haini ilan etti.’
Şöyle devam etti:
‘Maalesef Orhan Pamuk’a uygarca davranılmadı, sürekli pompalanan milliyetçilik yüzünden…’
Ve noktayı şöyle koydu:
‘Resmi ideoloji, Türkiye’ye giydirilmiş bir deli gömleğidir. Türkiye gerçekten modern olmak istiyorsa, bu taşralılıktan kurtulması gerekir.’
Yarınki üçüncü Mehmed Uzun yazısında Kürt sorunu, ateşkes, Başbakan Erdoğan, Mehmet Ağar ve Diyarbakır izlenimleri yer alacak.


Devlet kucaklayıcı olursa dağdan inerler

Modern Kürt edebiyatının temsilcilerinden Uzun, ‘Ateşkesi önemsiyorum’ dedi ve ekledi: Bölge insanı da şiddeti istemiyor. Devlet biraz kucaklayıcı olursa çok şey değişebilir, PKK dağdan iner…
Mehmed Uzun, modern Kürt edebiyatının dünyadaki en büyük ismi, silah ve şiddetle arasına mesafe koymuş bir barış insanı…
Kanserle boğuşmak ve şifa bulmak için geçen yaz geldiği Diyarbakır’da barış güvercini olmuş. Diyarbakır onu bağrına basarken, o da barışın odak noktası olmuş bölgede. Bugüne kadar bir araya gelemeyenleri, farklı siyasetlerin ayırdığı Kürt aydınlarını buluşturmuş, barıştırmış…
“Yıllar öncesi ben de çok keskindim siyaseten” diyor Mehmed Uzun, “Türkiye’nin ortamı insanı çok keskinleştiriyordu çünkü…”
Evet öyle.
Çoğumuz için geçerli bu durum. Yıllar köşeleri törpülüyor. Yumuşatıyor insanı. Kim bilir, belki de acıların olgunlaştırıcı etkisi…
Ama bu demek değil ki demokrasiydi, barıştı, insan haklarıydı, adalet ve özgürlüktü gibi ideallerinden vazgeçiyorsun.
Hayır, vazgeçmiyorsun.
Ağzından sözcükler tane tane dökülen, yumuşacık konuşan Mehmed Uzun’u dinlerken bir yandan yine düşünüyorum:
“Acı olgunlaştırıyor!”
PKK da değişiyor!
Barışa ulaşmak, ama nasıl?
Şöyle yanıtlıyor Mehmed Uzun:
“PKK da değişmeye başladı. Eskisi gibi değil. Şiddetle Kürt sorununu çözmenin mümkün olmadığı gittikçe daha çok anlaşılıyor. Devlet de şiddet kullanarak bu sorunu ortadan kaldıramaz. Kaldırabilmiş olsa seksen yıldır kaldırırdı.”
‘Ateşkes’e sözü getiriyor:
“Türkiye bir dönüm noktasında. Ateşkesi önemsiyorum. Bölge insanı da şiddeti kesinlikle istemiyor, bıkmış durumda… Bölgeyi şiddetten arındırmak zorundayız. Bir iki adım atılsa, adına ister af deyin, ister demeyin, bir şeyler yapılsa dağdan inecekler, silah da bırakacaklar. Devlet biraz kucaklayıcı olursa çok şey değişebilir. Bunu görüyorum, hissediyorum.”

Ne yapmalı?

Mehmed Uzun’un kısa yanıtı:
“Kürt dilinin, Kürt kimliğinin önündeki engelleri kaldırmak… Kürtün kendini Kürt olarak daha rahat ifade edebilmesi… Göçün, işsizliğin acılarını sarmak… Kürtlerin sivil siyasete, demokratik siyasete daha çok katılımlarını sağlamak… Bakın, yüzde 10 barajıyla olmuyor. 2 milyon oy boşa gidiyor. Kürtler dışlandıklarını, parlamentoda temsil edilmediklerini söylüyorlar ki, bu konuda son derece haklılar. Bu dışlanmışlığa da son vermek lazım.”
Uzun lafın kısası:
Mehmed Uzun artık silah sesi duymak istemiyor!
Diyarbakır’da öyle dolaşırken, sokakta rasgele bir vatandaşa soruyorum:
“Ortalık nasıl, sükûnet mi?”
“Evet Beyim, sakin. İnşallah bozulmaz. Millet huzur istiyor.”
Millet huzur istiyor!
Burası kesin.
Mehmed Uzun’u dinlerken bir kez daha düşündüm. Çekilen sıkıntı ve acılar, bu dünyada güzeli yakalamanın faturası oluyor. İnsan hayatında da, toplum yaşamında da öyle. Anlaşılan o faturayı ödemeden barış da gelemiyor, demokrasi de, hukuk da.
Bakın Avrupa’ya.
Refahı, barışı yakalamak için geçen yüzyılda ne savaşlar, ne ihtilaller, ne ana baba günleri yaşandı Avrupa’da. Oluk gibi kan aktı. Bütün bu bedeller ödendikten, bütün bu korkunç kopuşlar yaşandıktan sonradır ki, Avrupa Birliği gibi tarihin en büyük barış projesi tarih sahnesine çıkabildi, gerçekleşme yoluna girdi.
Tarih maalesef kanla yazıldı.
Ama acılar da olgunlaştırdı!
İnsanları da, toplumları da…
Barışın, demokrasinin, refahın yolu ancak böyle açıldı. Yaşamak için ille de acı çekilmeyecek zamanlar ancak böyle yakalandı.

Büyük bedeller ödenerek!

Bunu kendi yaşamından en iyi bilenlerin başında hiç kuşkusuz Mehmed Uzun gelir. Kanser olanca acısıyla midesine vurdu ama Uzun’un sözü öylesine değer kazandı ki, bu topraklarda da barış ve kardeşliğin kıymeti böylece daha çok anlaşıldı.
İyi pazarlar sevgili kardeşim, sana da, Zozan’a da…

Saturday, February 23, 2013

Murad Sezer, Pulitzer ödülü alan ilk Türk foto muhabiri old



Murad Sezer (otoportre)
Öncelikle sormak istediğim soru Pulitzer ödülü aldığını ilk nasıl öğrendiğin ve o an yaşadığın duygu…

Gece geç bir saatte cep telefonum çaldı. New York’tan üst düzey foto editörlerinden biri arıyordu. Bir an “Eyvah, gecenin bu saatinde ne istiyorlar acaba?!” diye kaygılandım. Karşı taraftaki ses oldukça neşeli, şakacı bir tavırla: “Kendine çabuk bir iskemle bul ve otur, sana büyük bir haberim var” dedi. Neden bahsettiğini anlamam biraz zaman aldı. Konuşmanın içinde hiç “Pulitzer” sözcüğü geçmemişti. Sadece “Bu büyük bir onur” dediğini hatırlıyorum. Şaşkınlığımı attıktan sonra gidip e-postalarıma ve şirket içi haberlere baktım. İşte o zaman olayın ciddiyetini anladım. Kutlama mesajları ve e-postalar yağmaya başlamıştı bile! Çook şaşırdım ve hala da olayın şaşkınlığını üzerimden atamadım. Bu fotoğrafımın ödül alacağına inanıyordum ama “Pulitzer”e ortak olacağını hayal bile etmemiştim.

Pulitzer ödüllü fotoğrafının çekim öyküsünü bizlere paylaşır mısın?

Ödüle ortak olan fotoğrafı 8 Nisan 2004′de Felluce’de çektim. Mart ayı sonunda Felluce kentinin girişinde 4 Amerikalı araçlarından çıkarılarak öldürülmüş daha sonra da cesetleri bir köprüye asılmıştı. Bu olay bir anlamda Felluce’deki direnişin ciddiyetini ve tehlikesini vurguluyordu. Bunun üzerine bölgede görevli Amerikan Deniz Piyadeleri şehri kuşatmaya aldı ve büyük bir operasyona başladı. Ben de bu operasyonu deniz piyadelerine “iliştirilmiş” olarak izledim. Şehrin etrafında kuşatma ve içinde de çatışmalar sürüyordu. 8 Nisan günü, şehre yardım getiren Kızılay, Kizılhaç gibi yardım kuruluşlarının gelişlerini izlemek için bir kontrol noktasına ulaşmaya çalışıyordum. Bağlı olduğum birlik beni bu noktaya yakın başka bir birliğin yanına bıraktı. Geldiğim nokta, şehrin ana girişinde ve de Amerikalıların yaralıları için kurdukları geçici bir sağlık merkezi idi. İlk başta oradaki askerler tarafından hiç de iyi karşılanmadım. Çok gergindiler, orada fotoğraf çekmemin kesinlikle yasak olduğunu söylediler. Ben de biraz ilerde şehre giriş yapan yardım ekiplerini görüntülemek için oradan ayrıldım. 3-4 saat sonra o noktaya geri döndüm. Makinelerimi bir kenara bırakıp, iliştirilmiş olduğum birliğe geri dönebilmek için askeri konvoy beklemeye başladım. Bu arada, ilk yardım için birçok yaralı Amerikan askeri bulunduğum yere getiriliyordu. Bunlardan bir tanesi geldiğinde ölmüştü. Doktorlar son kontrolleri yaptılar, öldüğü kesindi. Birden diğer askerler ölen arkadaşlarının etrafında toplanıp dua etmeye başladılar. Fotoğraf çekip çekmemekte tereddüt ettim. Kenarda duran fotoğraf makinemi elime aldım, üzerinde 17-35mm zoom objektif vardi. Biraz yaklaşıp, sadece 3 kare çektim ve makinemi yine aldığım yere bıraktım. Kimse fotoğraf çektiğimi görmemişti. Daha sonra bunlardan birini kadrajlayıp servise verdim. Ertesi gün (9 Nisan 2004) Bağdat’ın Amerikan güçleri tarafından ele geçirilişinin 1nci yıl dönümüydü. Onlarca Amerikan gazetesinin birinci sayfasında fotoğraflarla 1 yıl önce – 1 yıl sonra haberleri vardı. Bir yanda Saddam Hüseyin’in heykelinin yıkılışı fotografı, diğer yanda da benim Felluce’den gönderdiğim bu fotoğraf yer alıyordu. İşgalin 1. yıldönümünde bu fotoğraf Irak’ta işlerin hiç de iyiye gitmediğinin en büyük kanıtı olmuştu.

Embedded foto muhabiri olarak oradaydın ve ölü bir Amerikan askerinin fotoğrafını çekerek yayına verdin. Bu, Pentagon’un görev öncesi size imzalattırdığı embedded muhabir sözleşmesine aykırı bir durum değil mi?

Öyle olsaydı, başım büyük derde girerdi. Çünkü o fotoğraf onlarca Amerikan gazetesinin birinci sayfasında çıktı. Hiçbir yerden olumsuz bir tepki gelmedi. Belki de bu örnekteki ince çizgi askerin yüzünün görünmemesi idi.

Ne tür kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyor embedded muhabirler? Üzerinde çok konuşulduğu gibi sadece size izin verilenlerle mi yetinmek durumundasınız? Çekip de yayınlamadığınız türden fotoğraflar oluyor mu?

Ben bu embedded (iliştirilmiş) gazetecilik olayının biraz abartıldığını biraz da isteyenin istediği şekilde yorumladığını düşünüyorum. Tabii ki bazı kısıtlamalar var. Operasyon sürerken, yazılarda ve fotoğraflarda birliğin konumu, yeri bazen de sayısının belirtilmesi istenmiyor. Yaralı ve ölü askerlerin fotoğraflarının çekilmemesi “ rica “ ediliyor. Gerekçeleri de asker ailelerinin endişelenmemesi, ilk ve doğru haberi Pentagon’dan almaları vs. Ben, kısıtlamalara karşın “iliştirilmiş” gazeteciliğin kamuoyu için çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Hiç yoktan iyidir… Askerler ya da militanlar, yanlarında gazeteci varken bile inanılamayacak ölçüde acımasız ve vahşi olabiliyorlar. Gecen yıl Felluce’de bir camii içinde olanları hatırlarsanız, askerler yerde yatan yaralı, can çekişmekte olan sivillerin üzerine ateş açmıştı. İliştirilmiş gazeteci oradaydı ama Amerikan askerleri onu bile göremeyecek kadar kendilerini kaybetmişlerdi. Bir de gazetecilerin olmadığı ortamları düşünsek… Vahşetin boyutunu hayal bile edemiyorum. Ben, kendi adıma ciddi bir kısıtlama ile karşılaşmadığımı söyleyebilirim. Sadece, bir kez Tikrit’te askeri üssün içindeki camide namaz kılan Amerikalı müslüman askerlerin fotoğrafını çekmemize izin verilmemişti. Ancak ben ayrıldıktan birkaç ay sonra internette o camide çekilmiş fotoğraflar gördüm. Belki komutan değişmiş, yeni komutan gazetecilere fotoğraf çekme izni vermiş belki de yeni gelen gazeteciler o komutanı ikna etmişti…


Sezer’in bir grup AP foto muhabiriyle birlikte Pulitzer kazandığı fotoğrafı
İliştirilmiş gazeteciliği savunmaya devam edeceğim… Söz konusu savaş olduğu için çok konuşuluyor ama kimse spor basınını, magazin basınını eleştirmiyor. Ben spor muhabiri iken Metin Aşık’ın çekirdek yerken fotoğrafını çektim diye başım derde girmişti. X spor kulübünün uçağında yolculuk eden “iliştirilmiş” spor gazetecileri her duyduklarını her gördüklerini yazabiliyorlar mi? İsim vermeyeceğim ama Pentagon’dan çok Türkiye’deki X spor kulübünün başkanı beni korkutuyor! Bazı şirketler tarafından yurtiçi yurtdışı gezilere “götürülen” gazeteciler, sahne hayatının içindeki magazin basını… Özellikle Türkiye için söylüyorum, bunların yanında Amerikan ordusuna iliştirilmiş olmak çok daha rahat görünüyor bana! Bence bütün olay gazetecinin olaylara bakisi ile ilgili. Eğer doğru ve tarafsız habercilik yapacaksa iliştirilmiş de olsa tavrını koyar ve yazacağından, çekeceğinden geri durmaz. Bir örnek daha; Amerikan askerleri ile birçok gece devriyesine ve operasyonlara katildim. Iraklı yetişkin erkeklerin gece yarısı ya da sabaha karşı yataklarından kaldırılıp, eşleri, çocuklarının gözleri önünde yere yatırılıp elleri ve gözleri bağlanarak gözaltına alınmalarına, bir körün ya da bastonla bile zor yürüyen bir Iraklı dedenin tutuklanışına tanık oldum. Ben ve benim gibi “iliştirilmiş” gazeteciler olmasa dünyanın bu insanlık dramından nasıl haberi olacaktı? Sonuç olarak, tabii ki bağımsız gazetecilikten yanayım. Ama yıllar geçtikçe savaşlar savaş olmaktan çıkıyor. Dünya öyle bir hale geldi ki özü kirli olan savaşlar daha da kirlendi! Bir yanda silahlar konuşurken diğer yanda da basın yolu ile propaganda bombardımanı yapılıyor. Gerçek ne kadar gerçek artık bunu tartışır hale geldik. O yüzden ilişik ya da serbest önemli olan gazetecinin kirli olmaması, savaşın pisliği içinde kirlenmemesi.

Bir embedded muhabirin bir gününü özetler misin bizlere? Donanımınız neler? Askerlerle ve sivil halkla diyalogunuz nasıl?

Bir asker gibi yaşıyorsunuz. Operasyon varsa, günün hangi saati olursa olsun, gidiyorsunuz. Yemek, banyo, çamaşır yıkama, bos zamanlarını değerlendirme hepsi bir asker gibi ve onlarla birlikte yapılıyor. Sadece bize nöbet yokJ Nerede ve hangi koşullarda kaldığınıza göre eşya ve donanımız da değişiyor. Sabit bir askeri kampta kalıyorsanız, ne kadar süre ile kalacaksanız ona göre kişisel eşyalarınızı, uyku tulumu, yastık vs yanınızda götürüp, bir koğuşa yerleşip, koğus arkadaşlarınıza alışmaya çalışıyorsunuz. Gezici bir birlik ile beraberseniz en az eşya ile hareket etmeniz gerekiyor. Fotoğraf çantanız, dizüstü bilgisayar, uydu telefonu ve uyku tulumu. Askerlerin bazen sizi ayakbağı ya da casus gibi gördükleri oluyor. Ne de olsanız sivilsiniz. Irak için konuşursak, sokaktaki insan için siz de bir işgalci ya da işbirlikçisi gibi görülüyorsunuz

Kosova, İsrail-Filistin ve Irak gibi savaş ve çatışma alanlarında bulundun. Çok da başarılı fotoğraflarını kamuoyu ile paylaştın. Associated Press (AP) ajansı bu tip görevlere göndereceği personelini nasıl bir ön hazırlıktan geçiriyor?

Tehlikeli görevlere gitsin-gitmesin tüm personel, bir haftalık “hayatta kalma” kursu aldı. Bunun bir faydası oluyor mu derseniz… Birebir yaşamanın yerini hiçbir kurs tutamaz diyeceğim.

Başkalarının acısını fotoğraflamak nasıl bir duygu senin için?

Zor:Acılara ve ölümlere tanık oluyorsunuz. Kolay: Çünkü, bunlar sizin ölümleriniz ve acılarınız değil!

Kendi acıların da oluyor kuşkusuz. Kosova’da çok değerli bir arkadaşını, Kerem Lawton’u yitirdin. Birçok bölgede hayati tehlike atlatmışsınızdır. Nasıl bir duygu bu koşullar altında fotoğraf çekmek

Daha önce de söylediğim gibi, acı ve ölüm sizin olmadıkça, size dokunmadıkça sorun olmuyor. Bir arkadaşınızı kaybettiğinizde, gazetecilik üniformanız, fotoğraf makineniz üzerinizden bir anda kopup gidiyor. Normal bir insan oluyor, yasa ve gözyaşlarına boğuluyorsunuz. Morglarda, cenaze evlerinde ve mezarlıklarda tanımadığım insanların ölülerine ve ölümlerine bakarken hiç duygulanmıyorum, zorlanmıyorum. Ama, Kerem’i son haliyle görmek istemedim. Çünkü gözümün önünde hep temiz tıraşlı, gülen yüzünün kalmasını istemiştim.

Senin hayli başarılı spor foto muhabirliği geçmişin de var. Spor fotoğrafçılığından ajans foto muhabirliğine geçme kararını nasıl aldın? Uyum sorunu yaşadın mı? İki tarz arasındaki belirgin fark ya da benzerlikler neler

Çalışma ortamı ve yaşam tarzı bir anlamda aynı… Seyahatler, koşuşturmacalar, acele, telaş… Aslında işin duygusal yönü farklı. Sporda her şey yapay ve geçici… Bugün kaybeden, üzülen bir sporcu ya da bir takım yarın kazanıp sevinebiliyor. Ama şu an yaptığım işte ölen ölüyor-kalan kalıyor. İşte bu maçın ne tekrarı ne de rövanşı var. Ben de tam bunu yaşamak, görmek istemiştim aslında.

Bir sohbetimizde bir daha Irak’a gitmeyi canının istemediğini söylemiştin. Pulitzer sonrası bu fikrinde bir değişiklik oldu mu ?

Irak’a ödül almak ya da para kazanmak için gitmemiştim. Fotoğraf çekmeye gitmiştim. Ancak, yabancı bir foto muhabiri olarak Irak’ta çalışmak çok zorlaştı. Ödül, fikrimi değiştirmedi, bu koşullarda bir daha gitmek istemiyorum.

Kendine bir görev verebilme hakkın olsa kendini nereye göreve gönderirdin?

Şehir ve ülke olarak soruyorsan, tabii ki Türkiye ve İstanbul diyeceğim. Çünkü bana burası dünyanın merkezi gibi geliyor

Unutamadığın bir fotoğraf anın var mı?

Ödül aldığım fotoğraf tabii ki. Hem böylesi büyük bir ödüle ortak olmamı sağladığı için hem de o günlerde yaşadığım zorlukları bana anımsattığı için. Amerikan Deniz Piyadeleri ile Felluce’de bulunduğun günler hayatımın en riskli göreviydi. Bu fotoğrafı çektikten sonra, “Bu is burada biter… Gerçek ölümü ve acıyı yaşadım, gördüm. Benden bu kadar, geri dönüyorum dedim ve döndüm.

Türkiye’deki foto muhabirliğini nasıl değerlendiriyorsun?

Bu konuda konuşmamaya karar verdim. Tabii ki övgülerim ve eleştirilerim var. Ama polemik yaratmamak için düşüncelerimi kendime ve dost sohbetlerine saklıyorum.

Türkiye’de de çeşitli gazetelerde çalışmıştın. Uluslar arası dev bir ajans olan AP’de çalışmak ile bizim medyada çalışmak arasında en belirgin farklılıklar neler

Her yönüyle çok farklı. Olaylara bakış, değerlendirme, yorumlama… Bazı istisnalar olsa da, işime, kişiliğime ve sözüme güvenildiğini, saygı duyulduğunu bilmek hoşuma gidiyor.

Murad Sezer gideceği bir göreve nasıl hazırlanır?

Hazırlanamıyor aslında  Genelde görevler “yarın şuraya gider misin?” seklinde tebliğ ediliyor. Şaka bir yana, vakit varsa tabii ki gideceğim ülkenin coğrafyası, dini ve yerel gelenekleri hakkında bilgi edinmeye çalışıyorum. Bu arada Ortadoğu kültürüne aşina olmak da büyük bir avantaj tabii ki.

Foto muhabirliğini kendisine ideal meslek olarak gören genç arkadaşlarına önerilerin neler?

Bir hatta iki yabancı dil şart oldu artık. Bunun yanında bol bol okumak, fotoğraf bakmak, fotoğraf üzerine konuşmak. Belgesel film seyretmek… En önemlisi iş ya da ödev olarak değil severek fotoğraf çekmelerini tavsiye ediyorum. Bir de kopya ve taklitten uzak durmalarını. Yabancı ustaların tarzlarını taklit eden, birbirinin arkasından gezerek çekileni kopya eden genç arkadaşlar var. Unutulmasın ki taklitler, asıllarını yaşatır!

Hakkında Murad Sezer, İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünden 1992 yılında mezun oldu. Foto muhabirliğine, üniversite öğrenciliği sırasında staj yaptığı Tercüman Gazetesi Spor Servisi’nde 1987 yılı sonlarında başladı. 1988 – 1997 yılları arasında sırası ile Tercüman, Meydan ve Milliyet gazetelerinde spor foto muhabirli yaptı. 1997 yılı Nisan ayından beri de Associated Press ajansının İstanbul bürosunda çalışmakta. Sezer, AP ajansı adına aralarında Kosova, İsrail-Filistin, Afganistan ve Irak’ın da bulunduğu çatışma ve savaş alanlarında fotoğraflar çekti, uluslararası spor organizasyonlarını fotoğrafladı. Sezer 2005 yılında Pulitzer ödülüne layık görülen AP’nin Irak ekibi içinde yer alarak önemli bir başarıya imza attı.

Thursday, February 21, 2013

'Dikkat Polis Geliyor!' kampanyası destek bekliyor



'Dikkat Polis Geliyor!' kampanyası için destek ziyaretleri

İZMİR 20.02.2013
MAZLUMDER ve Baran Tursun Vakfı, yetkisini Polis Vazife ve Selehiyat Kanunu'ndan (PVSK) alan polis şiddetinin vahim sonuçlarının önüne geçmek için başlattığı “Dikkat Polis Geliyor' adı altındaki kampanyaya destek istemek amacıyla İzmir'deki siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarını ziyaret etti.

Kampanya kapsamında 24-25 Ocak 2013 tarihinde Ankara’da, başta TBMM’de grubu bulunan siyasal partiler olmak özere bazı sivil toplum örgütleriyle görüşmeler yapılmıştı.

MAZLUMDER ve Baran Tursun Vakfı bu kez de, PVSK kaynaklı polis şiddetine karşı projeler üretmek, yol gösterici olmak ve PVSK’nin değiştirilmesi yönünde kamuoyunda duyarlılık yaratmak amacıyla İzmir’de görüşmeler yaptı.

İzmir’de ki görüşmeler; İzmir İl İnsan Hakları Kurul Başkanı ve Vali Yardımcısı Şükrü Kara, İzmir Barosu Başkanı Sema Pektaş, AKP İzmir İl Başkanı Ömer Cahit Akay, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İzmir İl Eşbaşkanı Fuat Mikailoğlu, EMEP İzmir İl Başkanı Cabbar Demirci. TİHV İzmir Temsilciliğinden Coşkun Üsterci ve İHD İzmir Şube Başkanı Av. Adnan Kaya ile yapıldı.

Bu görüşmelere MAZLUMDER GİK üyesi Av. Mehmet Arif Koçer, Baran Tursun Vakfı Başkanı Mehmet Tursun ve diğer mağdur ailelerden; öldürülen polis memuru Sinan Özkılınç’ın babası Emekli Polis Süleyman Özkılınç, İzmir Limontepe’de öldürülen Emrah Barlak’ın babası Nusrettin Barlak, amcası Mehmet Barlak, İzmir Karşıyaka’da vurularak ömür boyu sakat bırakılan Selami Atalay katıldı.

Ziyaret edilen kurumlarda, MAZLUMDER ve Baran Tursun Vakfı'nın ortaklaşa düzenlediği ’Dikkat polis geliyor!’ kampanyasının amacı ve süreci hakkında bilgiler verildi. Yapılan görüşmelerde kampanyanın esası olan PVSK 16. Maddesinde değişiklik yapılmasına dair hazırlanan yasa önerisine destek verilmesi talep edildi.

Görüşme gerçekleştirilen kurumlar kampanyayı destekleyeceklerine dair beyanda bulundu.


radikal.com

Cem'i vuran kurşuna 'kanuni kılıf'

21/02/2013
'Dur' ihtarına uymayan genci vuran polislerden birine takipsizlik verildi, diğerine 'yasal yetkisini yerine getirme' gerekçesiyle 2-2.5 yıl ceza istendi.

Haber: MESUT HASAN BENLİ
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı , Cem Aygün’ü öldürmekle suçlanan polisler hakkında sürdürdüğü soruşturmayı tamamladı. Savcılık şüpheli polislerden Olcay H. hakkında takipsizlik kararı verirken diğer şüpheli polis Fatih Yılmaz hakkında ‘ödül’ gibi bir ceza istedi. İddianamede Cem Aygün’ün, polisin dengesini yitirip düşerken ateşlenen silahından çıkan kurşunla hayatını kaybettiği ileri sürüldü. Kanuni görevini yerine getirdiği belirtilen polise 2-2.5 yıl ceza istendi.
Cem Aygün, Ankara’nın Keçiören ilçesinde 30 Ağustos günü polisin “dur” uyarısına uymadığı gerekçesiyle açılan ateş sonucu hayatını kaybetmişti. Ölüm olayıyla ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, şüpheli polisler Olcay H. ve Fatih Yılmaz hakkında soruşturma başlatmıştı. Savcılık sürdürdüğü soruşturmayı tamamladı.
Hazırlanan iddianamede, şüpheli polis memuru Olcay H. hakkında takipsizlik kararı verilirken, diğer şüpheli polis Fatih Yılmaz hakkında ‘Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerle sınırın kast olmaksızın aşılması suretiyle adam öldürme’ suçlamasıyla dava açıldı.
İddianamede şüpheli polis memurlarının, olay sabah saatlerinde olmasına rağmen, öğleden sonra saat 15.00’te gözaltına alındığı ve ertesi gün serbest bırakıldığı belirtildi. Soruşturmada şüpheli olan Olcay H. de tanık sıfatıyla iddianamede yer aldı. Polisin şüpheli iken verdiği ifade tanık ifadesi gibi iddianameye girdi.

Önce öldürücü olmayan bir yaralama
İddianamede polis memurlarının, yağma ve yaralama ihbarı üzerine Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne gittikleri belirtildi. Hastane önünde yapılan GBT kontrolü sırasında Cem Aygün’ün arandığı belirlenince gencin kaçmaya çalıştığı anlatıldı. Polislerin önce “dur” ihtarı yaptığı, ardından havaya uyarı ateşi açtıkları belirtilerek “Şüpheli, Cem Aygün’ün 5 numaralı binadan 7 numaralı binanın bahçesine 5 metrelik yükseklikten atlayarak kaçmaya devam etmesi üzerine, yakalamaya yönelik olarak, ölenin öldürücü olmayan bölgesini hedef almak suretiyle bir kez ateş ederek yaralamıştır” denildi.

Dengesini yitirdi
Cem Aygün’ün yaralanmasına rağmen kaçmaya devam ettiği belirtilen iddianamede “Şüphelinin mescidin bulunduğu 7 numaralı binaya ulaşmak için kaldırımı kullanarak, bina bahçesine inen dik, üzeri örtülü, dar koridor şeklindeki merdivenlerden elinde ateşlemeye hazır, namlusunda mermi sürülü olduğu silahı olduğu halde koştuğu sırada
merdivenin son üç basamağında dengesini kaybederek sırtüstü düştüğü anda silahın bir kez daha ateşlenerek, çıkan merminin aynı bahçe içerisinde bulunan Cem Aygün’e isabet edip ikinci kez yaraladığı, gelişen iç kanama sonucu hayatını kaybettiği anlaşılmıştır” denildi.
İddianamede, şüpheli polisin, Cem Aygün’ü etkin direnmesine karşı yakalamak için Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu uyarınca sahip olduğu zor kullanma ve silah kullanma yetkisini, ihtar, ikaz atışı yaparak kademeli olarak kullandığı belirtilerek şöyle devam edildi:

İkinci ateş öldürücü

“Cem Aygün’ün birinci atış sonrası oluşan yaralamasıyla yavaşlamasına rağmen kaçmaya devam etmesi üzerine, devam eden takibinde, şüphelinin, kapalı tünel şeklinde dar, dik inişli merdivenlerden koşarak inişi sırasında elinde ateşlemeye hazır halde bulunan tabancayı taşıması hususunda yeterli dikkat ve tedbiri göstermemesi nedeniyle dengesini kaybederek düştüğü sırada elinde bulunan tabancanın ikinci kez ateş alarak Cem Aygün’ün ikinci kez yaralanması ve sonucunda hayatını kaybetmesine sebebiyet vermiştir.”
İddianamede, polisin yasal yetkisini kullandığı da vurgulanarak, şu görüşlere yer verildi: “Şüphelinin, TCK’nın 24/1. maddesinde düzenlenen ‘kanun hükmünü yerine getirme’ye ilişkin hukuka uygunluk nedeni sınırlarını taksirle aşmak suretiyle, ‘ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerle sınırın kast olmaksızın aşılması suretiyle adam öldürme’ suçu işlendiği anlaşılmıştır.”
Savcılığın talep ettiği maddelere göre şüpheli polise 2 ile 2.5 yıla kadar hapis cezası istendi. Savcılık ayrıca olaydan sonra el konulan şüpheli polisin silahının da iade edilmesini talep etti.

Fiziken mümkünmüş
Hazırlanan bilirkişi raporunda, polisin takip sırasında düştüğü yerde ateşlenen silahının Cem Aygün’ü vurmasının ‘isabeten ve fiziken mümkün olduğu’ da belirtildi.

Monday, February 18, 2013

Redd: Sanat ya uyutmak ya da uyandırmak için yapılır



gülenay börekçi

“Sanat dediğiniz şey ne toplum ne de başka bir şey için yapılır. Aslında sanat ya uyutmak yahut uyandırmak için yapılır” diyen Redd’in internette bir blogu var. Orada 2011′i şöyle anlatmışlar: “Van depremi. Fikir özgürlüğünün devlet baskısıyla yok edilmeye çalışılması. İktidarı beslerken muhalifleri sindirmeyi hedefleyen dezenformasyon mekanizmalarının çoğalması. Açılım vaadini takiben Kürtlere uygulanan baskıların artması. Alevilerin ve Ermenilerin ötekileştirilmesi. Kadına şiddet. Eşcinsellerin aşağılanması. Öğrencilerin cezalandırılması. Umutlarımızın erozyona uğratılması.” Adını “kırmızı”dan ve “itiraz”dan alan Redd’in üyeleri, bütün bunların, biz farkında olsak da olmasak da hayatımızın içine bir biçimde sızdığını biliyor. O yüzden hepimizde bir bıkkınlık, umutsuzluk, karamsarlık hali var, hepimizin uykusu bir şekilde kaçmış durumda…
Yeni çıkan “Hayat Kaçık Bir Uykudur” tam olarak bu hissiyatla yaratılmış, politik itirazlar barındıran sert şarkılar içeren bir albüm. Redd üyeleri Doğan Duru, Berke Hatipoğlu, Güneş Duru, İlke Hatipoğlu ve Berke ‘Syantek’ Özgümüş’le albümün bu tavrını konuştuk…
“Redd’in Seyir Defteri” adlı blogunuzda, dinleyicilerinizle “içeriden” bilgileri paylaşıyorsunuz. Yeni albümün müjdesini verirken “Haydi gelin heyecanlanalım” demişsiniz…
Çünkü biz çok heyecanlıyız. Yeni albümde daha önce yapmadığımız şeyler denedik. Mesela şarkıları işlerken bilgisayar başında da vakit geçirip şarkıların neye ihtiyacı olduğunu görmeye çalıştık. Bize büyük bir özgürlük tanıdı bu, farklı bir perspektif kazandırdı. Sahnede ve canlı performanslarda sıkıntısı olan bir grup değiliz, seyirciyle etkileşim halinde olmayı seviyoruz. Fakat kayıt sürecinde seyirci filan yoktur. Stüdyoya girer duvarlara baka baka çalarsın. Beş kişiyiz ama çalarken herkes kendi enstrümanına odaklandığı için kimsenin yapılan işe bir bütün olarak bakamıyor. Bu yüzden onları yaratan, sözleri yazan, enstrümanları çalan biz değilmişiz gibi dinledik bu defa şarkılarımızı. Yani yaptığımız işe biraz dışarıdan, uzaktan baktık ve albümü böyle şekillendirdik.
“Hayat Kaçık Bir Uykudur”, güzel bir isim. Kaçık birçok anlama geliyor ama ben dinlerken, sizin bu albümü uykusuzlara yaptığınızı düşündüm ve uykunuzu kaçıran şeyleri merak ettim…
Hem müziyen olarak yaşadıklarımızdan, hem de bu ülkenin bireyleri olarak tanık olduklarımızdan bahsedebiliriz. Uykumuzu kaçıran şeylerden biri, ana akım rock müziğin arabeske çok yakın durmaya başlamasıydı. Rock müziği oluşturan temel unsurlar var ama bunların gitgide azaldığını, arabeskin bilinçli bir şekilde ve hızla rock müziğe entegre edildiğini görüyoruz. Prodüktörler ticari bakarak bir piyasa yaratmayı hedefliyor. Rock bizde hiçbir zaman çok korunaklı bir yerde durmuyordu zaten. Ama şimdi tanımı da değişiyor. Halbuki arabesk, 1970′lerde bir isyan müziği olarak ortaya çıktığında önemliydi. Çünkü sadece bir müzikal tercih değil, Anadolu ve Kürt coğrafyasında yaşayanların isyanlarını dile getirmesinin bir yoluydu. Ama şimdi yeniden popülerleştirilmesi başka bir şey. Orhan Gencebay ya da Müslüm Gürses gibi gerçek arabeskçiler bile başka türlere kayarken, rock müzik yapan beyaz Türklerin daha çok albüm satmak, daha çok konser vermek adına bunu sahiplenmesi çok acayip. Bir samimiyetsizliğe işaret ediyor.
Politik tavrınız net. Hrant Dink cinayeti sonrasında tanık olduklarımız karşısında susmadınız. Tutuklanan gazetecileri desteklemek için eylemler düzenlediniz. “Vicdani red”den bahseden şarkı yaptınız. Tehlikeli bir şey değil mi bu?
Kendimizi toplum için sanat yapan bir grup olarak konumlamayız ama Türkiye’nin demokrasiyle, insan haklarıyla ilgili siyasi meseleleri bizi ilgilendiriyor. Bunların tamamen dışındaymışız gibi davranamayız. Öte yanrdan tiyatroculara uygulanan baskılar müzisyenleri de ilgilendirir, gazetecilerin hapse atılması sinemacıların da meselesidir, çünkü hepimiz aynı topraklarda yaşıyor, üretiyoruz. Zaman zaman tepki aldığımız doğru ama umursamıyoruz. Tehlike nedir derseniz; bizde tepkiler kaçak yöntemlerle gösterilir. Mesela müzik sektörü bir gün emrederse, sponsorlar, promoterlar sizden ellerini çekebilir. Sonuçta üniversite festivalleri bile sponsorların belirlediği isimlerle yapılır, onlar da politik olarak aktif sanatçılara yakın durmaktan pek hoşlanmaz.
Albümün son şarkısı bomba sesleriyle başlayıp “telveD litaK”, yani “Katil Devlet” sloganıyla son buluyor… Doğru bildiğimiz her şeyi tersten okuyan bir devleti, alışık olmadığımız bir cüretkârlıkla tanımlıyorsunuz. Kendinizi nasıl koruyorsunuz?
Devrini çoktan tamamlamış bir tartışma bugün yeniden dirildi ve sanatçılar, Başbakan’ın “Siz sanat için sanat yapıyorsunuz” suçlamasıyla karşı karşıya kaldı. Bizse şunu savunuyoruz: Sanat uyutmak yahut uyandırmak için yapılır. dolayısıyla yaptığımız müzik, karakterlerimizden, fikirlerimizden bağımsız olamaz. Bu ülkenin bireyleri olarak itiraz ettiğimiz, karşı çıktığımız şeyler müziğimize de yansıyacaktır. Kendimizi korumak için yaptığımız tek şey, inandıklarımızı savunmaya devam etmek…

Sunday, February 17, 2013

Christian Petzold Röportajı


Christian Petzold’un son filmi Barbara, göç etmek için bir form doldurması sonucunda bir taşra hastanesine sürgün edilen Doğu Almanyalı bir kadın doktoru konu ediyor. Barbara iki arzusu arasında kalmıştır: Doğu Bloku’ndan bir daha dönmemek üzere kaçma isteği ile çocuk cerrahı Andre’ye duyduğu sevgi. Doktor olarak görev yaptığı Doğu Berlin’den uzaklaştırılarak her şeyden uzaktaki kırsal bir bölgede yer alan küçük bir hastaneye sürülmüştür, fakat hâlâ ülkeden kaçmayı planlamaktadır. Tam da bu sıralarda Andre, mesleki becerilerine duyduğu itimat, ilgili tavırları ve gülümseyişiyle kadının kafasını karıştırır. Barbara hem kendisi, hem gelecekle ilgili planları, hem de sevgisi üzerindeki kontrolünü kaybetmeye başlar...
Gespenster, Yella ve Jerichow gibi filmleriyle tanınan modern Alman sinemasının en etkili yönetmenlerinden Christian Petzold’la girişte kısaca konusunu özetlediğimiz son filmi Barbara üzerine yapılmış söyleşiyi sunuyoruz. Doğu ve Batı Almanya arasındaki farklılığı ve bu farklılığın filmde Barbara karakteri üzerinden nasıl betimlendiğini Petzold’tan dinleyelim.
Doğu ve Batı Almanya arasındaki farklılıklara yönelik kalıplaşmış yargılar ne kadar gerçek?
Petzold: Elbette Doğu Almanya’nın herhangi bir şekilde Kuzey Kore ile karşılaştırılması doğru değil ancak orası yaşanılası bir cennet de değildi. Özellikle son on yılında ülkenin ve sistemin çökeceğinin farkına varılması insanların berbat hissetmelerine neden olmuş olmalı. Aynen Yunanistan’ın şu andaki durumu gibi. Mücadele etmeye gücü kalmamış bir ülkede yaşayan insanlar ne yaparlar? Elbette hükümet, polis, halkın yönetimi gibi devam eden bazı şeyler ve yiyecek var. Ancak bir kişi artık ütopya gibi bir şey olmadığında ne yapar? Ütopya fikri kalmadığında sevgililer ne yaparlar?
Çöküşün sezilmesi derin bir ikililik hissini tetiklemiş olabilir. Bunu Nina Hoss’un yüzünde açıkça görmek mümkün. Tatlı ve şefkatli Barbara bir anda soğuk ve düşmanca bir hâle geliyor. Bu ikililik filminizin tamamında onun yüzünde somutlaşıyor.
Nina Hoss’la olan ilişkim uzun süreli, sağlam ve mutlu oldu çünkü asla kafamdakileri yerine getirmesi için onu zorlamadım. Bunun yerine karakter hakkında konuşmayı tercih ettik. Örneğin, Barbara’nın bir şekilde üzerine zırh geçirmiş gibi davranarak çizgiyi çekmesi ve olayları kendisinden dışında tutması gerekiyordu. Aynı zamanda onun yalnız olduğunu ve kendisini birilerine açma fırsatının özlemini çektiğini hissediyorsunuz. Aslında bunu tamamen Nina’ya bıraktım. Onun sahip olduğu bir çeşit durumsal zeka, içinde bulunduğu durumu fiziksel ve duygusal olarak kavramasını sağlıyor. Böylece bu tarz şeyleri ifade ederken sadece oynamıyor, içinde bir yerlerde yaşıyor. Bu yaptıklarımız, reklamlarda uygulanan şeylerin tam tersi. Reklamlarda insanlar her şeyi ifade ediyor ve bunu uç noktalara taşıyorlar. Nina’yla ise bunu başka biçimlerde yapıyoruz.


Önceki filminiz Yella’da kapitalizmi eleştiriyordunuz. Barbara’da ise karşıt politik sistem üzerinde durmuşsunuz.
Batı Almanya tarzı kapitalizm ile Doğu Almanya tarzı komünizmin son derece sert ama birbirleriyle müşfik bir ilişki içinde olduğuna inanıyorum. Bir şekilde Batı Almanya tarzı kapitalizm ile Doğu Almanya tarzı komünizm birbirinin kimliğini tanımlıyordu. Doğu Almanya’nın çöküşüyle birlikte kısa süren bir zafer duygusunun ardından hayal kırıklığı hüküm sürmeye başladı. Günümüzde ise Batı tarzı kapitalizmin işi zor çünkü baktığında rahatsız olacağı bir aynaya sahip değil.
Filmleriniz geçmişle ilgili. Ortalama bir Alman filmlerinize ne kadar ilgi gösteriyor?
Berlin’de yaşıyoruz ve burası son derece kendine özgü bir yer. Doğu ile batının buluştuğu inanılmaz bir karışım. Almanya’nın çok çeşitli yerlerinden insanlar buraya kendileriyle birlikte hikâyelerini de getiriyorlar. Burada şimdi ve daha önce yaşananlar hakkında devam eden bir tartışma var. Berlin belki en güzel olmayabilir ama yaşamak için kesinlikle en ilginç yer. Örneğin, endüstri çöktüğü için Doğu Almanya’da iş bulunamıyordu. Eski Doğu Almanya hikâyelerinde, filmlerinde ve kitaplarında üretimin yapılmakta olduğu iş yerleri insanların birbirlerine âşık olduğu yerlerdi. Batı Almanya’da ise çalışılan anlarda değil de, tatilde veya Club Mediterranee’de geçirilen zamanlarda üretim değil ama çoğalma gerçekleşiyor. Kesinlikle bir boşluk hissi var ve insanların bununla nasıl başa çıktıklarını ve yönelimlerinin ne olduğunu bilmek istiyorum. Örneğin bir partide birisiyle tanışırken karşıdaki kişiye yönelttiğimiz ilk soru: “Ne iş yapıyorsun oluyor ve böylece kişiler kendilerini tanımlıyorlar. Soru, insanların bu anlamda kendilerini tanımlamadıklarında, ne yaptıkları ve bunun anlatımı nasıl değiştirdiği.
Goodbye Lenin (Elveda Lenin) veya The Lives of Others (Başkalarının Hayatı) gibi yapımlara neden olan, nostalji olarak da adlandırılan, geçmişe ait hislerden ilham alan yapımların çekiciliğinin nereden geldiğini düşünüyorsunuz?
Bu iki film aynı zamanda uluslararası anlamda da finansal olarak karlı ve başarılı olabilmiş filmler. Ayrı bir tür olarak değerlendirilebilecek kadar çok değil bu tarz filmler. Uzun bir süre boyunca geçmiş Doğu Almanya deneyimleriyle başa çıkabilecek tanımlanmış yöntemler yoktu. Bir komedi ve deyim yerindeyse romana benzer bir film vardı. Örneğin, Thomas Heise’ninki gibi iyi belgeseller yapılmıştı ancak gerçek öyküsel filmler yoktu. Reich ve Nazilerin kaybetmesinin ardından gelen durumla ilgili bazı filmler vardı ancak bu iki filmin yapabileceği veya onlarla kıyaslanabilecek filmler olmadığını kastediyorum. Ancak, daha sonra Wolfgang Staudte ve Helmut Keutner… Almanya’daki insanların öykü yaratma olasılıklarının olmadığı izlenimine kapıldım. Eski Doğu Almanya edebiyatını, özellikle de pek çok kısa hikâyeyi okumaya başladım. Böylece, konuya uygun bir şekilde yaklaşabileceğime inandım.
 Geçmişi romantikleştirmek yanlış mı?
Daima yanlış. Bunun kırklı yaşlarına gelmiş bir adamın on altı yaşındayken okulda âşık olduğu kızı hatırlamasıyla aynı duygusallığı tetiklediğini düşünüyorum. İnternette onu aramaya başlıyor ve olabilecek en kötü şey gerçek hayatta onunla buluşmaya ve yeniden birleşmeye yönelik bir yolculuğa çıkması. Bu adamlar aslında son ânı hatırlamaya çalışmaya ve düşündüklerinde hislerinin sahibi olduklarına, her şeyi kontrol altında tuttuklarına inanıyorlar. Bu asla gerçekleşmemeli; kimse geçmişi romantik hâle getirmemeli çünkü bu aynı zamanda onu basitleştirmek oluyor. Gerçekten anmak ise tüm bu karışıkları ve ayrıntıları ait oldukları yerde bırakmak anlamına geliyor. Rüyalarımız, onları gördüğümüz sırada bize uyandığımız zamanlardakinden çok daha ilginç geliyor. Eski Doğu Almanya’da o sırada gerçekleştirilebileceğine inanılan daha iyi bir toplum hayali vardı. Her ne kadar uzun süre önce yıkılmış olsa da bazı kalıntılar varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Filmler de bu hayal kalıntıları hakkında yapılıyor.
Barbara’nın son derece açık bir evrenselliği var. Herhangi bir kişi en azından birkaç farklı yerde olayların gerçekleşebileceği hissine kapılabilir.
Söylediğinizin doğru olduğuna inanıyorum. Ben şimdiye kadar hiç Kamboçya’ya gitmemiş olsam bile izlediğim bir filmin Kamboçya veya Polonya’da yapıldığını anlayabiliyorum. Benim sevmediğim, Kamboçya’da yapılmış bir filmin ABD’de yapılmış gibi gösterilmeye çalışılması. Filmler bana yabancı olan farklı ülkelerden gelebilir ancak yine de evrensel olabilirler. Arka planlar ve kültürler gibi konularda, tüm olası koşullara uyum sağlamak için fazlasıyla zorlamaya çalışılmamalı. Aksi halde sinematik McDonalds gibi olup gittiğiniz her yerde aynı tadı almaya benziyor. Örneğin, Rosselini’nin Stromboli’si. Kendisi mimar ve âşık olduğu adam balıkçı olduğu için evlenemeyen bir kadın. Bu hikâye her yerde, örneğin Hawaii’de de geçiyor olabilirdi.
Barbara orijinal bir senaryo. Filmdeki ana karakter sizin alter egonuz, kendinizin sinematik ifadesi olarak yorumlanabilir mi?
David Lynch veya Lars von Trier’i izlediğimde ben de aynı şekilde hissediyorum. Mullholland Drive’ı eşimle birlikte izlemiştik ve film bittikten sonra bana filmin bir kadın tarafından mı yapıldığını sormuştu. Öyle olmadığını söylediğimde gerçekten şaşırmıştı. Aynı şey von Trier filmleri için de geçerli. Nina Hoss’tan ben olmasını talep etmedim. Ona bir tasarımım olmadı, ayrı bir varlık olmaya devam etti. Sadece ona materyalde yardımcı oldum ve o ‘elveda’ dedi ve geri çekildi. Kendisini bir kadın bakış açısıyla değerlendirdi ve bunu oyununa kattı. Bunu beğendim ve buna saygı duydum. Önceki filmlerde ölmesine izin vererek onu kontrol altında tutmaya çalışıyordum ancak bu defa serbest bıraktım.
Çeviri: Erdem Korkmaz