Saturday, May 31, 2014

Harvard’da Gül’ü protesto eden araştırmacı konuştu: ‘Kral çıplak’

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün oğlunun mezuniyeti için ABD’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Harvard’da katıldığı bir sempozyumda kendisine “Böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz?” diye soran Dr. Emrah Altındiş’le T24’ün yaptığı röportajı yayımlıyoruz
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Harvard’da “Böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz?” diye soran Dr. Emrah Altındiş, “Türkiye’de böyle bir soruyu sormak mümkün olmazdı eminim. Ailelere başsağlığı dilemek yeterli değil ki? Bizler merhamet değil, adalet istiyoruz, kendi makamı da başsağlığı dileme makamı değil” dedi. Altındiş sorusunu yöneltirken Gül’ün korumalarının kendisine “Sen insan mısın? İnsan değilsin sen. Seninle görüşeceğiz” diyerek taciz ettiklerini söyledi
2011’den beri Harvard Üniversitesi, Tıp Fakültesi’nde doktora sonrası çalışmalarını sürdüren, Mikrobiyoloji ve İmmunobiyoloji bölümünde araştırmacı olarak bulunan Dr. Emrah Altındiş, geçen yıl dördü Nobel ödüllü, yirmi dört diğer bilim insanı meslektaşı ile birlikte Science’da Gezi sürecinde halkın maruz kaldığı devlet şiddetine dair bir protesto mektubu yayınlamışlardı.
Sorusuna bu makaleleri referans vererek başlayan Altındiş, aldığı yanıtın pek çok açından sorunlu olduğunu belirterek şunları söyledi:
“Türkiye’de süren adaletsizlik ve devlet şiddetine dair bir soru sordum. Gül, ‘Her yerde böyle sorular soramazsın’ diye yanıt verdi. Burada hem gözdağı var, hem Türkiye’de olsak böyle olmaz mesajı, hem de kafasındaki anti demokratik kültür…
Gül, bunları söylediği esnada korumaları sürekli bana laf atarak, ‘Sen insan mısın, insan değilsin sen, seninle görüşeceğiz’ diyerek beni taciz etmeye çalıştılar. Türkiye’de böyle bir soruyu sormak mümkün olmazdı eminim. Ailelere başsağlığı dilemek yeterli değil ki. Bizler merhamet değil, adalet istiyoruz, kendi makamı da başsağlığı dileme makamı değil…”
‘Türkiye halkı yalnız değil’
“Benim sorumdan dolayı bütün dikkatler bana yönelse de aslında ben içeride soru sorarken, dışarıda Boston’da yaşayan Türkiyeli birçok kişi Abdullah Gül’ü işçi baretleri ile afişlerle, sloganları ile protesto ediyorlardı. Bu insanların çoğu işi gücü olan, avukat, bilim insanı, finans çalışanı, bilişimci insanlar. Boston’da işi gücü bırakıp geldiklerine göre ortada büyük bir rahatsızlık var. Protestoyu yurtdışında çeşitli Gezi forumları çatısı altında toplanan ‘GEZİNİYORUZ’ uluslararası ağının parçası ‘Bostonbul’ (Boston Gezi forumu) düzenledi. Gezi yurtdışında da hala forumları ile devam ediyor.
‘Salondaki ortam pek çok sahtelikten oluşuyordu’
“Harvardlı profesör giriş konuşmasında Abdullah Gül’ü öve öve bitiremedi ve Türkiye’nin ne kadar gelişmiş bir demokrasisi olduğuna her ikisi de vurgu yaptı, sanki daha iki hafta evvel 301 işçi ölmemiş gibi kahkahalar, tebessümler havada uçuşuyordu. Ben de burada bir bilim insanı sorumluluğu almam gerektiğini düşündüm ve bu sahteliğe gerçekle cevap verdim, sorum aynı zamanda bir cevaptı.”
‘Kral çıplak’
“Türkiye, Gezi sürecinde, öncesinde ve sonrasında korkunç bir devlet şiddeti ile karşı karşıya kaldı, kalıyor. Sözünü söylemek isteyen her insan ya çıplak polis şiddeti ile ya bu tehdidi hissederek ya da hukuki araçlarla terörize ediliyor. Benimki,  bir nevi, ‘kral çıplak’ demek, zira bu bilim insanının sorumluluğu aynı zamanda,  bizim işimiz gerçekleri ortaya çıkarmak, gözlemlemek ve bunu toplumla paylaşmak, bu diyalogun üniversite çatısında olması ayrıca manidardı benim açımdan.”
‘Türkiye’de bir korku imparatorluğu kuruldu’
“Söylediklerim herkesin bildiği, herkesin yaşadığı gerçeklik, bunu dile getirmek için cesur olmanın gerekmesi gerçekten içler acısı halimizi gösteriyor. Ve fakat Gezi’de gördük, Kürt illerinde görüyoruz, cesaret bulaşıcı… Bu da yönetenlerin korkulu bulaşıcı hastalığı olmalı.
Bugünün, mesleki hayatıma zarar verip vermeyeceğini sordunuz, naiflikle “vermez” demek isterdim, ancak bizim ülkemizde kurumların nasıl çalıştığını biliyoruz, kadrolaşma, eleştirel bir bakış açısı taşıyanları dışlama malum. Fakat şunu söyleyeyim, mutlaka Türkiye’ye dönmek ve Türkiye’de bilim yapmak istiyorum, zaten iki yıldır da buna çabalıyorum.”
‘İnsanlarımız hiç hak etmedikleri şekilde yaşıyorlar’
“Türkiye insanı çok daha güzelini hak ediyor, barış, özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygılı bir devlet için büyük bir mücadele veriliyor, bedeller ödüyor insanlarımız. Umuyorum eşit, özgür bir Türkiye’yi kuracağız. Gezi’nin yıldönümünde halkımızın yüzünde bir tebessüm oluşturabildiysem ne mutlu bana.”
‘Gül’ün her konuda birinci derece sorumluluğu var’
“Abdullah Gül’ün, Başbakan olmadığı için Türkiye’de yaşanan otoriterleşme ve antidemokratik iklimden sorumlu olmadığına dair bir yanılsama ile karşı karşıyayız. Öncelikle Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan’ın yakın bir çalışma arkadaşı, en son Danıştay açılışında da gördük ilişkilerini, öte yandan Türkiye’de tüm yasalar kendisi tarafından onaylandı; MİT yasası, internet yasası dahil. Ayrıca cumhur devlet şiddeti altında inim inim inlerken bir Cumhurbaşkanı’nın suskunluğu kabul edilemez, dolayısı ile kendisinin de en az Başbakan Tayyip Erdoğan kadar sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Başbakanlık da yapmış bir isim kendileri ve Türkiye’nin imzalamadığı, maden işçilerini koruyan International Labor Organization yasası dahil, her konuda birinci derece sorumluluğu var.”
Dr. Altındiş, son olarak, Amerika’yı da eleştirip eleştirmediğine dair sorular aldığını söyledi: “Uzun yıllardır BirGün, Radikal 2, Birikim, Gelecek, Bianet gibi yayınlarda yazılarım çıktı. Dünya sistemine ya da Amerika’ya dair görüşlerim orada bulunabilir. Amerika’da yaşamak Amerika’nın dünyaya ve kendi toplumuna empoze ettiği sistemle barışık olmak anlamına gelmiyor. Burada da eşitlikçi bir toplum için emek verenlerle birlikteyim. Öte yandan, Amerika’da bizler, yabancı bilim insanları, önlüklü işçileriz ve bilimi gerçekten çok zor çalışma koşullarında üretiyoruz. Buna ek olarak Amerika’da bin tane başka sorunun varlığından bahsedebiliriz.”
Kaynak: T24

Friday, May 23, 2014

Nergiz Savran Ovacık: Bir kadın gezgin

Nergiz Savran Ovacık için pek çok tanımlama cümlesi var; ODTÜ’lü, 68’li, feminist, savaş karşıtı, çevreci... Ve gezgin... Endüstri mühendisi olarak uzun ve aktif bir iş yaşamının ardından emekli olunca kendini tamamen yollara vurdu Savran Ovacık. Bugüne dek 45 ülkeye gitti. Son olarak da üç ay Bolivya, Peru, Şili, Arjantin’i tek başına gezdi. Hostellerde hiç tanımadığı insanlarla kaldı; zaman zaman Koreli, Meksikalı, Hollandalı, Arajantinli, Avusturalyalı yol arkadaşları oldu. Çölleri, kumulları, okyanusları, yüzen adaları, kanyonları, İnka tapınaklarını gezdi; sokaklarda dans etti, Buenos Aires’te beyaz başörtülü annelerle beraber slogan attı, geçtiğimiz yıl Nobel edebiyat ödülü alan Mario Vargas Llosa’nın konuşmasını dinledi. Gezi boyunca bir blog oluşturarak ( http://nergizovacik.blogspot.com) dostları için “canlı yayın” da yaptı.

- Yollara düşmenin temel nedeni ne?

Benim için seyahat etmek farklı kültürleri tanımak ve anlamak demek. Bu arada tabi ki oralarda özel turistik yerleri de geziyorum. Bence hayaller çok önemli. Benim de sırt çantamı alıp altı ay Latin Amerika’yı gezmek yıllardır hayalim olmuştu. Bir gün fark ettim ki bu hayalimi gereksiz bir şekilde erteliyorum. Bu fark edişte son zamanlarda kaybettiğim sevdiklerimin etkisi oldu. İspanyolca derslerimi tamamlamadan yola çıktım.


YOLDA OLMANIN BÜYÜSÜ...

- Ne zaman “turist” olmaktan “gezgin” olmaya geçtin?

1999’da fotoğraf evinin düzenlediği Özcan Yurdalan’nın rehberliğinde Sarı otobüsle beş haftalık İstanbul Nepal gezimden sonra... Ondan sonra küçük gruplarla kendi gezi programımızı yaparak gezmeye gayret ettim. Tek başıma yaptığım en uzun gezi bu son Latin Amerika gezimdi.

- “68’li, feminist, savaş karşıtı, çevreci” sıfatlarına bir de “gezgin”i ekledin. Bu sıfatları taşıyan bir kadın dünyayı gezerken -diğer turistlerden, gezginlerden farklı olarak- özellikle neleri algılıyor, nerelere takılıyor?

Sanırım gezdiğim yerlerde klasik müzeler ve binalardan çok orada bana anlamlı gelen insanlarla ilgilenmek ve zaman geçirmek daha önemli oluyor. Örneğin Buenos Aires’te vaktim sınırlı olmasına rağmen bizim Cumartesi Anneleri’nin ilham kaynağı olan beyaz başörtülü annelerin yani Plaza da Mayo annelerinin gösterisine gitmek ya da piknik davetine katılmak için kalma süreni uzatmak, Neruda’nın evini ziyaret etmek için yolunu değiştirmek, o bölgedeki kadınlara, sosyalistlere dair bilgileri edinmek... Tarih yazan Plaza de Mayo annelerini -artık onlara anneanne demek gerekiyor- görmek için programımı bir hafta uzattım. Annelerin “Dikkat dikkat kaybolanların idealleri hâlâ yaşıyor” diye sloganlarının meydana gelen diğer kişilerce “Meydanın anneleri halk sizi kucaklıyor” diye yanıtlanmasını dinlemek etkileyiciydi. Bazıları torunlarının kollarında yürüyorlar. Annelerle meydanın etrafında dönüp slogan atarken, bir sulu gözlü olarak bol bol ağladım.

- Bu seyahatte sana en çarpıcı, etkileyici gelen ne oldu?

Beni en fazla etkileyenlerden biri bu ülkelerdeki diktatörlerin hemen hepsinin cezalandırılıp yaşlarına bakılmadan hapise atılmış olmaları. İkincisi de İspanyollar 16. yüzyıldan itibaren Latin Amerika’yı işgal ettiklerinde, yerli halkı zorla hristiyan yapıp, şehir meydanlarına kocaman Kiliseler inşa ediyor, siyah İsa ve ana altara İnka ve Maya’ların pachamama dedikleri toprak anayı anımsatan Meryem heykelleri koysalarda aradan geçen yıllara rağmen halkın eski gelenek ve ritüellerini unutmayıp sürdürmesi. Yeni bir ofis açarken şahit olduğum seramoni, karnaval şenlikleri gibi La Paz’daki büyücüler çarşısı da bunun en güzel örneği.

- Yalnız bir kadın olarak seyahat etmek zor değil mi? Güney Amerika gezisinde seni ürküten, tedirgin eden şeyler oldu mu?

Bu kadar uzun bir geziyi ilk defa tek başıma yaptım. Benden önce iki kadın arkadaşımın –benden çok genç olsa da- benzer geziyi yapmış olmaları beni cesaretlendirdi. Açıkçası yolda tanıştığım arkadaşlarımın yaş ortalaması 25’i geçmedi ama çok iyi dostlar edindim. Pek çok hırsızlık olayı dinlediğimden geceleri çok tek başıma sokaklarda dolaşmamaya dikkat ettim. Bilgisayarımı ve fotoğraf makinemi korumaya çalıştım. Kaldığım hostellerde bavulumu devamlı kilitli tuttum. Yine de hırsızlıklar oldu. Peru’da belediye tarafında işletilen kaplıcaların kasasına eşyalarımı koydum, ama çantamdan 100 TL kadar çalındı. Yaygara yaptım tabii. Muhteşem İspanyolcamla belediyedeki yetkililere, polise durumu anlattım, bütün günüm yandı, ama sonuç sıfır. Ancak bu yolculukta epey bir şey kaybettiğimden artık böyle şeyler için canımı sıkmamayı öğrendim.

- Kentlerin turistlere gösterilen dışındaki yüzünü ne ölçüde görebiliyorsun, nüfuz edebiliyorsun?

Gezinin en eğlenceli, anlamlı yani bu zaten. Mesela pek çok İsrailli gençle tanışıp tartıştım. Gezginlerin kurduğu benim bildiğim iki gönüllü grup var. Couchserving ve hospitalityclup. Bu gruplara üye olursanız geziniz sırasında sizi misafir edecek kişiler bulabiliyorsunuz. Böylece o kültürü daha yakından tanıma imkânınız oluyor. Siz de imkânınız varsa evinizde gezginleri misafir ediyor, dayanışmaya katılıyorsunuz. Gezide zaman zaman bu sitelerden tanıştığım insanların evlerinde kaldım. Bu da çok keyifliydi. Kitaplarda olmayan lokal yerleri ziyaret etme, o insanların hayatlarını paylaşma, ülkenin durumu hakkında tartışma gibi olanaklarım oldu.

Gördüğün, gezdiğin “en” ilginç, etkileyici kentler nereler senin için? Buralarda etkileyici olan neydi?

“Kentler” demeyelim de “ülkeler” diyelim istersen. Yemen, Moğolistan ve Myanmar. Yemen kara çarşaflı kadınları, cembiyeli ve Kalaşnikoflu erkekleri, ortaçağdan kalma binaları ile Myanmar inanılmaz tapınakları ve değişik yaşam tarzlı halkıyla, Moğolistan ise uçsuz bucaksız bozkırları ve bu bozkırda yaz kış çadırlarda yaşayan halkıyla gerçekten çok ilginç ve bana göre görülmesi gereken yerler.

- Gezgin olmak için çok para gerekiyor mu?

Eğer fazla lüks merakın yoksa Türkiye’de harcayacağın miktarın biraz üzerinde bir para ile çok rahat gezebilirsin. Hele Bolivya, Vietnam gibi ülkelerde çok daha ucuza gezebilirsin.

- Nobelli Llosa’nın balkon konuşmasına da tanık olmuşsun.

Llosa Perulu bir yazar ve Peruluların övünç kaynağı. Ona Bizim Orhan Pamuk’a davrandığımız gibi davranmıyorlar. Llosa Arequipa’ya geldi diye bütün okullar tatil ediliyor. Bandoları ve flamalarıyla onu karşılayıp selamlıyorlar. Bütün yöneticiler ve halk onu sevinçle karşılıyor. Lima’da oturduğu sokağa adını veriyorlar.

- Sıradaki hayalin ne? Nerelere yol görünüyor?

Evet, bir hayalim daha var. Bir yelkenli alıp keyfini çıkarmak. Bunun için de amatör denizcilik sertifikamı aldım. Geriye bir atla üç nal kaldı yani...
---------------
26.06.2011 tarihinde Cumhuriyet Pazar dergide yayımlandı

Wednesday, May 21, 2014

Alain (Emile-Auguste Chartier) 1868 - 1951


Fransız yazarı ve filozofu. İnce uslubu ve fikirlerini açıklamak için başvurdugu degişik bir yazı türüyle dikkati çekmiş bir düşünürdür. Gerçekten de Alain, düşüncelerini bir kaç sayfayı aşmayan ve konuşma dilini yansıtan "söyleyişiler" türünde kaleme almıştır. Önemsiz gibi görünen konulara el atar ve ilk bakışta pek sınırlı gelen ve bu temelden hareket ederek genel ve derin fikirlere ulaşır. Klasik felsefe anlayışına sahip olanların kullandıgı eleştiri ve kanıtlara yazılarında fazlaca yer vermeyen Alain, şairleri ve romancıları, somut hayatla daha yakından ilgilendikleri için filozoflara tercih etmektedir.

Alain, toplum ve siyaset hayatına ilişkin fikirlerinde bireyin özgürlüklerinin savunucusu olarak ortaya çıkmış, modern dünyanın ve siyasal örgütlerin bireyi ezmelerini ve özgürlüklerinden yoksun kılmalarını şiddetle eleştirmiştir. Savaşların,insanoglundaki ahlaki sorumluluk duygusunu ve vicdanı zedeledigini ileri süren düşünür, bütün hayatı boyunca barışçı idealleri savunmuştur.



INSAN

"Korkunç bir düşmanım var, dedi bana. Bak, nerede olsa benim kadar kuvvetli, benim kadar dikkatli, benim kadar canlı, kendini gösteriyor. Durmadan beni gözetliyor; şöyle bir toparlanayım desem hemen karşıma dikiliyor. Gözüme uyku girmez oldu; ama onunda uyudugu yok. Benim kadar sakin,benim kadar azimli.Hücum etmesini bekliyorum ama benimde artık tehammülüm kalmadı: ona bu üstünlügü bırakmayacagım; kolumu kaldırıyorum;bak tam zamanıymış, o da kolunu kaldırdı.öyle zannediyorum ki, ben ne düşünsem, o da aynı zamanda aynı şeyi düşünüyor. Benden korkuyor, bunu açıkça görüyorum; korkunun ne oldugunu bildigim için de, benden nefret ettigini anlıyorum. Kendimi müdafa etmek için tasarladıgım herşeyi o da tasarlıyor; yayılmak ,açılmak istedim mi, bu da kendimi korumam için bir çaredir. O da aynı şeyi yapmak istiyor. Bir benzerim oldugunu biliyordum zaten; ama kavgalı oldugumuzdan beri bunu daha iyi hissediyorum. İnsanoglu benzerlerini sevebilir mi? Ondan korkmak, çekinmek daha akıllı uslu bir hareket olmaz mı? Beni çeken herşey onuda çekmez mi? Vaktiyle bana aynı şeyleri düşünenler arasında anlaşma oldugunu söylemişlerdi. Ama düşüncelerimiz eger isteklerimizse, daha dogrusu ihtiyaçlarımızsa,aynı şeyleri düşündügümüz takdirde ortaya bir kavga mevzuu çıkmaz mı? Ey düşman kardeşim,bana acı hakikatler ögrettin. Şu anda bile onları teyit ediyorsun. Takındıgın tavırdan, duruşundan, bıkkınlık gösteren hareketlerinden, evet, hem bıkkınlık gösteren hem tehdit eden hareketlerinden,bunu böyle oldugunu anlıyorum. Elvada kardeşlik." İnsanoglu yine insanoglunu gösterek bana bunları söyledi." Ama, dedim ona, bu senin gölgen."

Mayıs 1927

Tuesday, May 6, 2014

Ortak yaşam KONFERANSI


Kenan AYDIN
Güncellenme : 06.05.2014 04:40

Yazar İhsan Eliaçık, 10-11 Mayıs tarihlerinde Amed’de yapılacak Demokratik İslam Konferansı’nı gazetemize değerlendirdi. Eliaçık, konferansın; kan gölüne dönen Ortadoğu’ya barışı, adaleti ve ortak yaşamı hakim kılma arayışı olduğunu belirtti
 
BİRLİKTE YAŞAMA ARAYIŞI    
Bölgemizde Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler Şiiler, Süryaniler, Êzidîler, Ermeniler, Rumlar, Araplar, Farslarla nasıl bir ortaklık kurabiliriz? Bu ortaklıkla barış içerisinde yaşayabiliriz. İşte Demokratik İslam Konferansı, bu ortaklığın bir arayışıdır.
 
FORMÜL MEDİNE SÖZLEŞMESİ   
Ortadoğu, halklar, mezhepler, inançlar ve kimlikler coğrafyasıdır. Şimdi bunlar savaş ve sömürü olmadan nasıl bir arada yaşayacak? İşte bunun formülüdür Medine Sözleşmesi. Öcalan’ın toplum projesi de bunun özünü yansıtıyor.
 
 
Konferans bir arada yaşamanın arayışı olacak
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından önerilen ve 10-11 Mayıs tarihleri arasında birçok din aliminin, yazarın, ilahiyatçının, melenin katılımı ile yapılacak Demokratik İslam Konferansı’nı İhsan Eliaçık’la konuştuk. Çağrıcılar arasında da yer alan Eliaçık, konferansın sivil bir oluşum tarafından yapılıyor olmasının önemli olduğunu belirterek, “Biz bölgemizde Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler, Şiiler, Süryaniler, Êzidîler, Ermeniler, Rumlar Araplar, Farslarla nasıl bir ortaklık kurabiliriz? Demokratik İslam Konferansı, bu ortaklığın bir arayışıdır” diyor.  

İlk olarak Demokratik İslam Konferansı ile başlamak istiyorum. Bu konferansı Ortadoğu, Türkiye ve İslam dünyası için önemli kılan nedir, hangi ihtiyaçtan doğdu?
Bu konferansın en önemli özelliği, devlet dışında bir sivil oluşum tarafından yapılıyor olmasıdır. Bugüne kadar yapılan diğer konferanslardan farklı olarak bölgenin sahici sorunlarından kaynaklanıyor olması. Ortadoğu’da her yer kan gölü, insan hakları, demokrasi, hak-hukuk, adalet yerlerde sürünüyor. Özellikle Suriye’de ortaya çıkan İslami hareketler, bir takım Selefi gruplar Alevilerin, Kürtlerin kanı, malı, ırzı, namusu helaldir diye fetvalar veriyor. Demokrasi, insan hakları, özgürlük söylemi kafirlik olarak görülüyor. Beş yüz sene öncesinin, yedi yüz sene öncesinin fıkıh kitaplarıyla idare eden, imparatorluklar döneminde kalma siyasetnameleri siyasi felsefede kullanmaya kalkan böylesi bir ortamda Demokratik İslam Konferansı yapılacak.

Sayın Öcalan bu kongreyi önerirken Medine Sözleşmesi’ne atıfta bulunmuştu. Nedir bu Medine Sözleşmesi? Kimler arasında yapılmış, nasıl bir toplumsal mutabakat sağlamıştır, bu güne uyarlanma şansı var mı?
Medine Sözleşmesi peygamberimizin Kur’an’ın temel değerlerinden hareketle Medine’de gerçekleştirmeye çalıştığı bir arada yaşama formülüdür. Yani bir toplum projesidir.  Medine Sözleşmesi bir müddet sonra yürürlükten kalktı, anlaşma bozuldu. Ama bu girişimin kendisi önemli. Peygamber Medine Sözleşmesi’nde ortak paydada farklı inançları buluşturmaya çalıştı. Ama bu kadar önemli bir sözleşme uzun yıllar boyunca Müslümanların gündemine hiç girmedi, hiç dönüp bakmadılar. Medine Sözleşmesi’nden ilham alarak farklı inançların bir arada olduğu çoğulcu bir yapı gelişmedi. Türkiye’de doksanlı yıllarda bir dönem tartışıldı. Ben yazdığım Adalet Devleti kitabında bir bölüm açtım. 90’lı yıllarda Ali Bulaç da gündeme getirmişti. Ali Bulaç sanırım Diyarbakır’daki konferansta da Medine Sözleşmesi ile ilgili bir sunumda bulunacak. Bunu biz tekrar gündeme getirmek istiyoruz. Öcalan’ın yönlendirmeleriyle Kürtlerin de gündemine girdi. Öcalan’ın buna gönderme yapması çok önemli bir gelişme.

Yani Medine Sözleşmesi referans alınarak faklı kültürlerin, inançların bir arada yaşaması sağlanabilir...
Evet. Fakat Medine Sözleşmesi’nde daha çok farlı inançlar vardı. Biz ona farklı kimlikleri, mezhepleri de ekliyoruz, ne kadar farklılık varsa hepsini ekliyoruz. Diyoruz ki, peygamberimizin Medine’de yaptığı gibi hak-hukuk temelinde, eşitlik temelinde buluşalım. Evrensel değerlerde buluşup barış içeresinde bir arada yaşamanın formülünü geliştirelim. Araya sınır koymadan, sınıf yaratmadan, birbirimizi sömürmeden, birbirbirine saldırmadan ve savaş çıkartmadan barış içerisinde yaşayalım. İşte bunun formülüdür Medine Sözleşmesi.

Farklı inançların bir arada yaşamasının hukuku ve ilkeleri Medine Sözleşmesi’nin ilkeleri olabilir diyorsunuz?
Tabi. Ama bunun dışında da belli başlı kavramların esas alınması gerekir. Mesela, rıza. Bunun rızaya dayalı olması gerekiyor. Çoğulcu olması gerekiyor. Tek tipçi olmaması gerekiyor. Kur’an’ın Rum Suresi, ‘sizin dilleriniz ve renkleriniz Allah’ın ayetlerindendir’ diyor. Dil zaten bildiğimiz anadillerdir, renklerde kimliklerdir, inançlardır, ritüellerdir, gelenek-göreneklerdir. Medine Sözleşmesi işte bunun örneği. Bu noktada kapitalist moderniteye karşı Öcalan’ın Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabında söyledikleri ile Medine Sözleşmesi’nde anlatılmaya çalışılanlar örtüşüyor. Öcalan’ın zihninde geliştirmeye çalıştığı toplum projesi ile bizim Medine Sözleşmesi’nden ilham alarak yıllardan beri söylediğimiz şeyler bu noktada örtüşüyor.

Peki barış dini olan İslam, nasıl şiddetle anılan, kanla bir araya gelen bir dine dönüştü? Bunun nedenleri nelerdir?
Batılıların İslam dünyasındaki sömürgeci işgal faaliyetleri neden oldu. Bu işgal faaliyetlerine karşı birçok İslamcının tepki göstermesi, bu tepkiyi gösterirken de işi çığırından çıkarmaları... Yani adam önce işgalcilere karşı savaşacağım diye onların askerlerini öldürüyor. Sonra onlara destek verenleri öldürüyor, sonra sivilleri öldürüyor. Sonra kendisine muhalif düşünen herkesi işgalcilerle işbirliği yaptı diye düşünüyor. Böyle bir şiddet sarmalının içerisinde kaybolup gidiyor. Halbuki İslam’da savaşın ve barışın hükümleri vardır. Yani öldürdüğün düşmanın cesedini bile saygıyla kaldırmak zorundasın. Eğer savaşmak zorundaysan savaşın bir ahlakı vardı. Bunlar dümdüz edilmiş, hiçbiri tanınmıyor, her şey yakıp yıkan, serseri hareket dönüşüyor. Sonra da buna cihad deniliyor.

Bu sorum, bir önceki cevabınızla bağlantılı olacak. İslam dünyasında İslam ve demokrasi bir araya gelemez, birbirine çok uzak şeyler düşüncesi hakim gibi. Bu algının nedeni, yapılan bu işgal hareketleri mi? Yani demokrasi ve İslam ilişkisi nasıl olmalıdır?
 
 
Medine Sözleşmesi bence adına demokratik İslam anlayışı dediğimiz anlayışın ilham kaynağıdır. Kur’an’daki Meşveret ayetleri ve rıza ayetleri, İslam’ın demokratik yorumunun da aynı zamanda ilham kaynağı olabilir. İslam dünyasında şöyle bir anlayış gelişmiş: Mesela saltanata küfür demezler ama demokrasiye küfür derler. Halbuki küfür olacaksa saltanat küfürdür. Çünkü bir kişi tanrı yerine geçiyor. Ama yüzyıllar boyunca saltanat devam ettiği için 1300 yıl boyunca İslam tarihinde saltanattan başka bir şey görmediğimiz için saltanat dediğin zaman kimsenin tüyleri diken diken olmuyor. Ama demokrasi dediğin zaman tüyleri diken diken oluyor. Çünkü İslam dünyasındaki bütün işgal hareketleri demokrasi adına yapıldı. Dolayısıyla demokrasi bizi işgal eden Batılıların sembolüne dönüştü. Halbuki saltanatta Bizans’tan geliyor. Muaviye tarafından Bizans’tan örnek alınarak oğlu Yezid’le beraber çifte biat alınarak İslam dünyasına sokulmuştur. İslam’ın demokratik yorumu Bizans’tan saltanat, harem hayatı, saray hayatı ithal edilerek boğuldu. Saltanat, İslam’ın siyasi reformlarının gelişmesine engel oldu ve onu boğdu.
Peki İslam bir siyasal yapılanmayı nasıl tarif ediyor?
Kur’an yönetimin nasıl olması gerektiğini birçok kavramla açıklıyor. Bir; adalet, yönetimin amacı adalet olmalıdır. İkincisi; emane, yani yönetim dediğin şey halkın bir emanetidir, Allah’ın bir lütfu değildir. Üç, ehliyet: Yönetime ehil olanlar gelmelidir. Kim bu işi anlıyorsa o gelmelidir. Dördüncüsü; meşveret, yani danışılarak işler yürütülmelidir. İşte demokrasi de burada İslam’la örtüşüyor. Meşveret kelimesi Türkçe’de ancak üç kelime ile tercüme ediliyor: Açıklık, seffaflık ve katılımcılık. Çağımızda buna demokrasi deniliyor.

Yani İslam için en uygun yöntem demokrasi...
Evet. Meşveret anlayışı tamamen bunu öngörüyor. Demokrasi Yunanistan’da doğmuştu. Demos mu, Genos mu tartışması vardı. Genos, yani genetik soyla gelen aileler mi yönetecek, yoksa halk mı yönetecek. Bu tartışmanın bizdeki karşılığı, saltanat mı olacak yoksa meşveret mi olacak. Dolayısıyla burada demokrasiden rahatsız olmanın bir anlamı yok. Şöyle bir şey de var: Cumhuriyetle demokrasi arasında fark var. Mesela bir devlet cumhuriyetle yönetilebilir, o devletin yöneticileri seçimle işbaşına gelir ve seçimle gider. Ama bir devlet vardır, devlet özü itibariyle bir tahakküm, sömürü kurumudur. Demokrasi burada toplumu biraz daha önceleyen bir şey. Yani sadece cumhuriyet yetmiyor. Cumhuriyet devletçi olabilir. Ama demokratik cumhuriyet dediğin zaman bu halkın daha da yönetime katıldığı, kararlara halkın direk iştirak ettiği, kendi sorunlarını çözdüğü, dışardan böyle bir şeyin dikte edilmediği, merkeziyetin yok olduğu daha fazla yerinden yönetimin olduğu bir durum.

Bir nevi demokratik özerklik yani...
Evet. Aslında demokratik özerklik dediğimizde bu. Benim anlayışıma göre, Türkiye’de 81 il var 81’i de demokratik özerk olmalıdır. Bir tane Ankara’da değil 81 başbakan olmalıdır. Yetkiler dağıtılmalıdır. Kur’an diyor ki: “ihtiyaçtan fazlasını infak edin.” Yani ihtiyaçtan fazla paran varsa onu aktaracaksın, biriktirmeyeceksin. İktidar da böyledir. İhtiyaçtan fazla yetki, iktidar, güç merkezden yerele doğru kaydırılmalıdır. Bu bütün dünyanın her yerinde böyle olmalıdır. Medine Sözleşmesi’ni çağımıza aktardığımızda olan budur. Medine’de merkezi yönetim yoktur. Yahudiler vardır, kabileler vardır, halklar vardır. Medine Sözleşmesi’nde ortaya çıkan felsefe egemenlik değil ortaklıktır.

Konferansın temeli de bir ortaklık yaratmak üzerinden olacak o zaman...
Evet. Biz bölgemizde Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler Şiiler, Süryaniler, Êzidîler, Ermeniler, Rumlar Araplar, Farslarla nasıl bir ortaklık kurabiliriz? Bu ortaklıkla barış içerisinde, binlerce yıl yaşayabiliriz. Demokratik İslam Konferansı, bu ortaklığın bir arayışıdır.

 
Bir sonraki Avrupa’da
Konferans kurumsal bir yapıya kavuşturulacak mı?
Bunları konuşacağız. Kurumsal bir yapıya kavuşması isteniyor. Hatta bunun devamı olacak, 24-25 Mayıs’ta Avrupa’da da Demokratik İslam Konferansı yapılacak. Sonra bakacağız, oradaki duruma göre. Başka ülkelerde de olabilir, gidip bunlar anlatılabilir. Buradan yolla çıkarak Ortadoğu’nun barış içerisinde bir arada yaşama formülünün arayışları devam eder. Bu sadece burada kalmayacak.  
Son olarak, konferanstan kısa ya da uzun vadede ne tür sonuçlar bekliyorsunuz?
Kısa vadede birçok kişinin bu işin içine katılarak, tartışmaya müdahil olması söz konusu olabilir. Bu da bölgede çözüme dair, barışa dair, umutların artmasına vesile olabilir. İnsanlar şöyle düşünebilir, deme ki kendimiz, kendi tarihimizden ve değerlerimizden yola çıkarak bir formül geliştirebiliyoruz, bunu becerebiliriz. Bu sadece bir girişim, insanların gündemine girecek ve konuşa konuşa bölgenin Müslüman halklarına Medine Sözleşmesi üzerinde örnek göstereceğiz. Kur’an’ın söylediği de bu, peygamberin yaptığı da bu diyerek bölgeye bu fikriyatı yaymaya çalışacağız.

 
Konferansta 6 başlık tartışılacak
Nedir bu konferansta konuşulacak konular, başlıklar?
Konferansta altı başlık konuşulacak. Birinci başlık, İslam’ın Temel Esasları. Nedir bu İslam, İslam’ın temel esasları neden ibarettir? İkinci başlık, Medine Sözleşmesi. Bu başlıkta Medine Sözleşmesi’ni bütün yönleriyle masaya yatıracağız. Üçüncü başlık, İslam’da Şiddet, Barış ve Savaşın Hükümleri konusu. Şiddete ne zaman başvurulur, barış hali nasıl konulur, savaş hükümleri nelerdir, kim öldürülür, kim öldürülmez. Dördüncü başlık, İslam ve Kapitalizm. Sosyal adalet meselesi, bölgedeki zengin yoksul uçurumu, bunların giderilmesine yönelik nelerin yapılabileceği, kapitalist moderniteye karşı dayanışmacı, toplumcu modellerin esaslarının neler olabileceği konuşulacak. Beşinci başlık olarak da, İslam’da Kadın ve Hakları konusu konuşulacak. Altıncı ve son başlık olarak da, İslam’da Kavim, Millet ve Ulus Meselesi bütün yönleriyle konuşulacak.
 

Sunday, May 4, 2014

Ümit Akçay & Ali Rıza Güngen: ‘Kriz gelsin, hükümet düşsün’ formülü doğru değil

“Tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki, kriz ile önemli sosyal değişimler arasındaki nedensellik ilişkisi dolaysız değildir, siyasi aktörlük olmadan herhangi bir alternatifin gelişmesini beklemek “kendiliğindenci” bir kaderciliği beraberinde getirir”
akcay-gungen
Mart sonunda Notabene yayınlarından çıkan “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” kitabının yazarları Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen, Marksist kriz teorilerine ve kriz tartışmalarına ilişkin soruları yanıtladı. Akçay ve Güngen, kapitalizmin 1970’ten bu yana kesintisiz bir krizde olduğuna ilişkin kabulün kaba yorumunun 2008 krizinin tam olarak anlaşılamamasına yol açtığını belirtiyor. 2008’i kapitalizmin nihai krizi olarak değerlendiren yaklaşımların, kriz ile sosyal değişim arasındaki ilişkinin dolaysız olmadığı ve siyasi aktörlük olmadan herhangi bir alternatifin gelişmesinin beklenemeyeceği gerçeğini ihmal ettiğini belirten yazarlar “kriz gelsin, hükümet düşsün” gibi bir formülün hem politik olarak hem de ampirik olarak doğru olmadığını vurguluyor
***
Kitabınızda son dönem Marksist kriz teorilerine ve tartışmalara yer vermişsiniz. Bu tartışmalardaki pozisyonunuzu biraz açabilir misiniz?
Ümit Akçay & Ali Rıza Güngen: Söze başlarken öncelikle şunu belirtmek gerekir; 2008 krizi ve sonrasındaki tartışmalar iktisat disiplini açısından neoklasik teorinin ne kadar hayattan kopuk olduğunu bir kez daha gösterdi. Dolayısıyla kitapta, kriz konusunu konuşmaya başlayan herhangi birinin, gerçekliğe biraz daha yaklaşmak istiyorsa istese de istemese de Marksist kriz teorileriyle hemhal olmak zorunda olduğunu ileri sürdük. Bu alandaki son tartışmalara eğilmemizin temel nedeni şuydu: Her ne kadar Marksist analizler, neoklasik analizlere göre çok daha doyurucu bir çerçeve önerseler de, genellikle önerdikleri çerçevenin içini doldurmada önemli eksikliklerinin olduğunu gözlemledik. Burada üç temel pozisyonu eleştirmeye çalıştık. Bu eleştirileri yaparken amacımız, tartışmalara bir “son nokta koyma” iddiasından çok, eleştirel siyasal iktisat geleneğinin birikimlerine sahip çıkmak ve bunu ilerletmek idi.
Eleştirmeye çalıştığımız yaklaşımların ilki, kapitalizmin 1970’li yıllardan itibaren kesintisiz bir şekilde krizde olduğu yönündeki analize dayanıyor. Bu analizin benimsediğimiz yönü, kapitalizmde uzun dönemli yapısal bir eğilim olarak kar oranlarının düşmesi yönünde sistematik mekanizmaların varlığıdır. Benimsemediğimiz yönü ise, bunun bir eğilim olduğu ve karşı eğilimler tarafından dengelenebileceğinden hareketle, 1970’lerden itibaren kar oranlarının düşmekte olduğu dolayısıyla da kriz içinde olduğumuza dair vurgudur. Çünkü ABD’deki kar oranlarına baktığımızda, 1980’li yıllarda sermayenin karşı saldırısı sonrasında yükselmeye başladığını görüyoruz. Meselenin bir diğer yönü, 1970’lerden itibaren sürekli krizin içinde olduğumuz argümanı, güncel krizin önemini, öncekilere benzeyen ve onlardan farklılaşan yanlarını çok da ciddiye almadan, incelikli olmayan analizlerin yapılmasına yol açabiliyor. Bu ise öncelikle kriz sürecinde emekçi sınıfların stratejilerinin derinlikli bir analiz olmadan geliştirilmesi tehlikesine yol açabilir. Sonuç olarak söyleyebileceğimiz, 2008 krizini doğuran birincil nedenin kar oranlarının düşmesi olmadığıdır.
İkincisi eleştirimiz ise Marksist analizin kendisinden çok, bu analizi yapanlarda olan yaygın bir eğilim idi. O da her yaşanan krizi, “bu kapitalizmin krizidir” şeklinde tanımlayan, bunu yaparken bolca Marks’a referans veren, ancak içinden geçmekte olduğumuz sürecin özelliklerini yeterince incelemeye değer bulmayan bir yaklaşım. Gerçekten de güncel krizi açıklama iddiasında olan makaleler ve kitaplarda, 2000’li yıllarda gelişen yeni finansal mimari gibi meselenin kurumsal yanına dikkat çeken, borcun ve riskin metalaşması gibi yeni dinamikleri analiz eden ya da işçi sınıfının bu yeni finansal mimari tarafından içerildiğine işaret eden çalışmaların bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda olması bizi bu çalışmaya yöneltti. Kitapta, bu yaklaşım sonucunda, herhangi bir ciddi kriz analizinin krizin nedenleri kadar krizin nasıl ortaya çıktığına dair de tutarlı bir analizinin olmasını, yani krizin mekaniğini de açıklaması gerektiğini savunduk.
finansallasma_KAPAK
Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş Mart ayında Notabene Yayınları’ndan çıktı
Üçüncü eleştirimiz de krizin muhtemel sonuçlarına ilişkin, 2008 krizinin “kapitalizmin nihai krizi” olduğu yönündeki analizlere ilişkindi. Bu analizlerin temel sorunu kriz ile sosyal değişim arasında neredeyse otomatik bir ilişkinin olduğunu varsaymaları. Oysa tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki, kriz ile önemli sosyal değişimler arasındaki nedensellik ilişkisi dolaysız değildir, siyasi aktörlük olmadan herhangi bir alternatifin gelişmesini beklemek “kendiliğindenci” bir kaderciliği beraberinde getirir. Bunların ötesinde kitapta, önümüzdeki dönemde kriz sonrasında ortaya çıkan toplumsal enerjinin kurucu bir iradeye dönüşememesi durumunda yaşanacak olanın “daha fazla neoliberalizm” olabileceğini ileri sürdük.
Finansallaşma tespitini, sadece Marksistler değil, diğer yaklaşımlar da yapıyor. Ancak genellikle üretimden kopma olarak algılanıyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Finansallaşmayı, sermayenin karlı mahreçlere erişimi için harekete geçirilmesi sürecinde giderek finansal piyasaların ve aktörlerin önem kazanması olarak tanımlamak daha uygun. Dönüşümü üretimden kopma olarak algılamak üretim alanıyla finansal alan arasında olduğu varsayılan mesafeyi abartmak anlamına geliyor. Çalışmamızda ABD’de krizin oluşumunu daha önce finansal hizmetlere erişimi olmayanların bu piyasaya dahil edilme sürecinde oluşan mimariyi göz önünde bulundurarak açıkladık. Burada vurguladığımız nokta faiz getiren finansal işlemlerin emek-sermaye ilişkisinin tarifinde giderek önem kazanmasının yeni bir yapılanmayı ifade ettiği. Bu mimari son derece karlı finansal işlemlerin gelecekte elde edilecek artı değerin bir kısmına el konulması düşüncesi ile kurgulandığını gösteriyor. Burada bir dolayım söz konusu ancak bu üretimden kopma değil, üretimde süregiden sorunlara ve kar oranlarının düşme eğilimine karşı bir “kayıtsızlık görüntüsü” yaratılması.
Kitabınızda uzun uzun ABD krizini ele almışsınız. Şu anda 2008 krizi bitmiştir diyebilir miyiz? Tekrarlama ihtimali var mıdır?
ABD’de 2008 krizinin etkileri halen sürüyor. Krizden sonra hızla artan işsizlik oranları aradan geçen 5 yıl sonra düşmeye başladı ancak hala kriz öncesindeki seviyenin yukarısında. Diğer yandan emek piyasalarında yapısal bir dönüşüm yaşandı. Zaten Avrupa ile karşılaştırıldığında çok daha güvencesiz bir çalışma hayatının hüküm sürdüğü ABD’de krizden sonra yaratılan yeni istihdam genellikle düşük ücretli işlerde oldu. Buna ek olarak istihdamın içinde de tam zamanlı işlerden yarı zamanlı işlere doğru önemli bir kayma gerçekleşti. Yani kriz sonucunda ABD emek piyasaları daha esnek hale getirildi, reel ücretler düşürüldü. Bu iki gelişme, aynı zamanda ABD sermayesi için krizden çıkış koşullarını da yarattı. Şimdilerde itidalli bir ekonomik büyümenin tutturulduğu görülüyor. Ancak burada kritik olan şu: ABD’de kriz öncesinde krizin patlak vermesine neden olan finansal mimaride herhangi bir değişim olmadı. Örneğin ABD’nin en büyük 5 bankasının finansal sistemdeki payı kriz öncesine göre daha da yükselmiş durumda. Dolayısıyla, ABD krizden emekçilerin yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi pahasına bir ölçüde çıkmış sayılsa da, 2008 çöküşünü yaratan nedenler olduğu gibi durduğu sürece, ortada krizin tekrarlamaması için herhangi bir neden yok diyebiliriz.
Avrupa krizinin ABD’deki kriz ile benzeşen ve farklılaşan yanları neler?
Avrupa krizinin ABD ile benzeşen tarafları sınırlıdır. Örneğin İspanya ya da İrlanda’daki kredi genişlemesi ile oluşan balonun patlamasına bakılarak bazı paralellikler kurulabilir ancak Avro Bölgesi krizi olarak tariflediğimiz, büyük oranda rekabet gücü daha az olan çevre ülkelerin girdiği krizin bir bütün olarak parasal ve ekonomik birlik düşüncesine vurduğu darbe olarak anlaşılmalıdır. ABD’de başlayan kriz, banka kurtarmalar ve kredi piyasasındaki çöküş arka planında çevre ülkelerin tahvillerinin daha az rağbet görmesi ile birlikte bir kamu borç krizi ortaya çıkarmış ve Avrupa’da krizin ikinci aşaması olarak ele aldığımız dönemde bu ülkelerin borçlarını ödeyemeyeceği düşüncesi bütün Avrupa ekonomisinde daralma ve yeniden yapılanma tartışmasını tetiklemiştir. Krizin Avro Bölgesi’ndeki ağır seyrinin arkasında finansal alandaki devasa genişleme ile birlikte kurumsal düzlemde mali bir birlik olmadan parasal birlik yaratma düşüncesinin yarattığı çelişkiler yatıyor.
Kitabınızda tartıştığınız temel konulardan biri, neden krize neden olan neoliberal politikaların krizden sonra revize edilmeden uygulanmaya devam ettiği üzerine. Neoliberal politikalar neden gücünü koruyor?
Bunun temel nedeni neoliberalizmden ve bu politika demetinin yarattığı krizlerden zarar gören toplumsal kesimlerin henüz somut bir alternatif yönelimi politik olarak inşa edememiş olması. Krizler sermaye için silkinme anlamına gelir ve yeniden yapılanma adı altında fırsatlar yaratabilir. Bunun koşulu emek gücünü satmaktan başka çaresi olmayanların ya yeterince örgütlenmemiş olması ya da sermaye projelerine karşı farklı bir ekonomik-politik sistemin temel ayaklarını somutlaştıramayışıdır. ABD’de sınırlı finansal düzenlemeler ve Avro Bölgesi’nde gözden geçirilen mali kurallar ve rekabetçi ekonomi adına hedeflenenler, bu koşulların sağlandığı durumlarda krizden çıkışın ancak finansal piyasaların yeniden işlerliğinin sağlanmasıyla mümkün olacağı inancının yaygınlığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak ekonomik kriz ve çöküşler yöneten sınıfların ahlaki ve entelektüel önderliğini otomatik olarak zayıflatmayabilir. Son altı yıldır gördüğümüz biraz da budur.
2008 krizi sonrasında dünya genelinde bir isyanlar dalgasının başladığına tanıklık ediyoruz. Bu bir tesadüf mü yoksa krizle bağlantılandırabilir miyiz?
Occupy hareketi, Akdeniz havzasındaki isyan dalgası ve ayaklanmalara karşın, neoliberal politikaları geriletmekte henüz bir başarı sağlanmamıştır. Kriz kapitalizmin beslendiği kokuşmuşluğu ortaya çıkardıkça sisteme yönelik radikal eleştiriler daha görünür ve duyulur olmuştur ancak ekonomik krizlerle toplumsal hareketlenmeler arasında birebir ilişki varmış gibi davranmamak gerekli. Daha görünür eşitsizlik ve içinde debelendiğimiz yoksulluğun bizi başkaldırıya götürmesi ancak bu başkaldırıyı olanaklı kılacak bir örgütsel ağ varlığı ve ilişki demetinin parçası olmakla mümkün. Kriz bizleri isyana sevk eden bir eğik düzlem yaratsa da sonucun isyan olup olmayacağı geçmiş mücadelelere, kazanımlara, politik-örgütsel birikimlere ve alternatif örgütlenme kanallarının yaratılmasına bağlı.
Avrupa’da inanılmaz boyutlara çıkan işsizliğin ve Güney Avrupa’daki mücadele birikiminin bu ortamı yarattığını görüyoruz. ABD’de etkisi sönümlenen Occupy hareketi, İngiltere’deki kent ayaklanmaları ya da Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da toplumsal patlamaların hepsini birden ekonomik krizin uzantısı olarak görmek kolaya kaçmak olur. Ancak ekonomik krizin etkisi olduğu da muhakkaktır. Kitabımızda sistem içi dönüşüm ve reformun imkansızlığını vurguluyoruz. Reform kanallarının tıkanmışlığı ve ağır kriz koşullarında politika tepkilerinin neoliberalizm doğrultusunda biçimlendirilmesi toplumları yeni ayaklanmalara da gebe kılıyor.
Kriz süresince Avrupa’da çok önemli direnişler oldu, hatta Yunanistan’da sol, ciddi bir alternatif olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda Yunanistan’daki gelişmeleri biraz daha açabilir misiniz?
Yunanistan’da sol-sosyalist ve komünist yapılanmaların iktidar olasılığının doğduğu bir ön devrimci durum gözlemledik. Syriza benzeri deneyimler birlikte mücadele ile ciddi oy oranlarına ulaşılabildiğini gösterdi ancak başta Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası finansal kuruluşların müdahalesi ile bu “tehlike” şimdilik bertaraf edildi. Yunanistan hem borç yapılandırması açısından hem de toplumsal mücadele deneyimleri bakımından bir laboratuar özelliği arz ediyor.
Yunan emekçiler krize karşı alınan önlem adı altında ağır hak kayıplarına uğradılar. Üstelik ülkenin boynuna geçirilen ilmeğin ileriki yıllarda gevşetilmeyeceği oldukça açık. 2012’de modern kapitalizmin gördüğü en büyük borç yapılandırması bireysel yatırımcıların büyük indirimleri kabul etmesiyle Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nde tutulmasını hedefledi. Ancak ekonomik daralmanın üstesinden gelinemediği koşullarda artık ilk takastan muaf tutulan Merkez Bankaları ya da Avrupa Merkez Bankası gibi kuruluşların büyük kayıplara uğrayabileceği kurumsal ya da resmi yatırımcıların dahil olduğu bir borç yapılandırması gündeme gelebilir. Syriza’nın 2013’te söylemini daha da yumuşatması ve Avrupa ile borcun çevrimini yeniden tartışmayı önermesi manidardır. Devrimci yapılanmalar büyük kopuşları ve alt üst oluşları önlerine koyabilecek bir güce erişmelerine karşın geleceğe ilişkin kaygılar ve yaşanan trajedinin daha ağırlaşması ihtimali tavizlere yol açabilmektedir. Yunan devrimcileri büyük bir atılım sergilemelerine karşın yeniden yapılandırmayı henüz engelleyemediler. Önlerinde iki seçenek var: Syriza’nın yaptığı üzere Yunanistan’ın Avro Bölgesi içinde toparlanması sürecini daha emek yanlısı politika önlemleri içine yerleştirmek için uğraşmak ya da bütün “gerçekçi davranmama” damgasına karşın Avro’dan çıkış, borcu ödemeyi reddediş ve sistemden radikal kopuş olanaklarını hayata geçirmeye çalışmak.
Kitapta son olarak 2014 başına kadar Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri değerlendiriyorsunuz. Şubat ayından bu yana güncellemenizi gerektiren bir gelişme oldu mu?
Türkiye ekonomisinin temel dinamikleri açısından güncellemeyi gerektirecek bir durum yok. İhracatın ve yerli üretimin ithalata bağımlı yapısı ve bununla paralel gelişen para ve döviz kuru politikaları varlığını sürdürüyor, işsizlik artmaya devam ediyor, ekonomik büyüme temposundaki azalma ve enflasyondaki artış trendi sürüyor. Kitapta FED’in miktarsal genişlemeyi aşamaları olarak azaltmasının sonucunda krizin yeni mekanının Küresel Güney olabileceğini ve Türkiye’nin de bu süreçten etkilenebileceğini öngörmüştük. Belki işaret etmemiz gereken nokta, Avro Bölgesi’ndeki deflasyon riskinin daha da belirginleşmesinin nispeten yeni bir gelişme olduğudur. Daha doğrusu yeni olan deflasyon riski değil, Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın, bu riske karşı her türlü önlemi alacaklarını ve bu önlemler arasında FED tarzı bir miktarsal genişlemenin de olabileceği idi. Dolayısıyla eğer böyle bir gelişme olursa, hükümetin bir kez daha borçlanmanın kolaylaştığı bir konjonktürün yaratacağı kısmi rahatlamadan yararlanabileceğini eklemek gerekebilir. Ancak bu yaşansa bile, 2015’te ABD’deki faizlerin artmaya başlamasına kadar, ana doğrultuyu etkileyecek nitelikte bir gelişme olmayacaktır diyebiliriz. Dolayısıyla, teorik bölümde işaret ettiğimiz vurguyu burada da yenileyebiliriz. “Kriz gelsin, hükümet düşsün” gibi bir formül hem politik olarak hem de ampirik olarak doğru değildir. Geniş toplum kesimlerinin çıkarını gözeten bir yönetim değişikliği için maalesef kestirme bir yol görünmüyor.