Sunday, March 16, 2014

İhsan Oktay Anar: “Bunlar roman, belgesel değil.”

ihsanoktayicsayfa
Sondan başlayalım: Bugünlerde yeni bir İhsan Oktay Anar romanı okuyacak mıyız? Uzun İhsan Efendi’nin yolculuğu bir yere vardı mı?
Üzerinde çalıştığım bir kitap var ama ne zaman tamamlanır, bilmiyorum.
Daha önce bizim edebiyatımızda benzerlerini görmediğimiz romanlar yazıyorsunuz. Bu roman biçimi nasıl düşünüldü, nasıl tasarlandı, bize anlatabilir misiniz?
Bir yolu, yöntemi olduğunu söyleyemem. Metodik değilim.
İlk kitabınız Puslu Kıtalar Atlası belki hâlâ en çok okunup en çok sevilen kitabınız. Bunun, başlangıçta edinilmiş birikimin ilk kitaba aktarılması gibi nedenleri olabilir mi?
Galiba. Gördüğüm ya da düşündüğüm şeyleri roman-dışı yollarla ifade etseydim bu tuhaf olacaktı.
Yazdıklarınız tarih içinden çıkıyor, ama anlatılan tarih değil, yazdıklarınız tarihsel romanlar hiç değil, diyorum ben. Siz de katılır mısınız buna?
Katılıyorum. Bir romancının kendi romanı için 21. yüzyılı yahut 17. yüzyılı seçmesi arasında ilke olarak bir fark göremiyorum.
İhsan Oktay Anar için postmodern deniyor. Pekâlâ başka anlayışlar içine de sokulabilir. Siz bu yargıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Postmodern edebiyata girmek gibi bir kaygım olmadı.
Sonunda, romanlarınızda anlattığınız olağandışı hikâyelerin gerçekliği olup olmadığı da sorgulanabilir. Tarihte aranabilir mi karşılıkları, yoksa bütün bütüne bir hayal dünyası mıdır anlatılanlar?
Elbette hayali. Mesela Amat diye bir kalyon yok. Suskunlar’daki seri cinayetler vb. gerçek dışı. Çünkü bunlar birer roman. Belgesel değil.
Şu da var sanırım: Okurlar sizin yazdıklarınızı tarihsel, modern, postmodern, gerçeküstü, büyülü, fantastik metinler olarak okuyabilir, hangi okur nasıl okumak istiyorsa. Önemli olan, yazdıklarınızın yazınsal metinler olması, hangi türe girdikleri artık önemli değil sanırım…
Evet. Ben de bunu söylemek istemiştim.
Bence sizin romanlarınızın ve öyküleriniz en güzel yanlarından biri, bittikleri yerden sonra okurun zihninde çok canlı biçimde çoğalarak sürmeleri, anlattığınız hayal dünyalarının yeni hayallerin yollarını açması…
Okuyucudan fazla geribildirim alamıyorum. Dediğiniz gibiyse buna çok sevinirim.
Türkçeyi büyük bir zenginlikle kullanıyorsunuz. Kimileri dilinizin Osmanlıca olduğunu sanıyor. Bence kesinlikle bir kalıba sokulamaz. Eski sözcüklerle örülü bu dil, yalnızca özel bir dil. İhsan Oktay Anar’ın özel bir dil yarattığını, dolayısıyla bir dil kalıbına dökülemeyeceğini düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
“Özel dil” kesinlikle geçerli bir deyiş, dilerim ki benim için de doğrudur. Sokaktaki insan (ama her sokaktaki değil, varoşlarda ve ara sokaklarda) dili daha etkili kullanıyordu. Artık pek kalmadılar. Bunlar klasik argonun mucitleriydi. Kelimelerin anlamları yanında etkileri de olduğunu, kime “eşek”, kime “merkep” denileceğini biliyorlardı. Disipline verilen öğrencisinden hapse atılan kabadayısına kadar baskı altındaydılar ve hepsi ayaklarını yere sağlam basmak zorundaydı. Ağızlarından çıkacak bir tek söz bile onların kaderi olurdu. Bu yüzden yakın tarih dersinde kopya çekmek veya bıçak kullanmakta olduğu kadar, dilde de usta oldular. Hepsi dili “öttüren” adamlardı. Bir ölçüde onlar içinde yetiştim. Anlattığı dini hikayeler dinleyenleri ağlatınca keyiflenen babam, dayım Kocamustafapaşalı Arap İhsan’dan (İhsan Kömeç), İzmir-Basmane doğumlu eniştem Caner Savtur’dan, Huzur Satranç Kahvesi müdavimlerinden, Sivas Temeltepe Er Eğitim Tugayı Bando Takımı’nın sabık er trompetçisi, kolordu marşını üflemekle övünen, boş arsalarda futbol oynarken âni hareketlerinden dolayı Âni lakabıyla mulakkab Kurtuluş Özlü’den öğrendiğim şeyler az değildir.
Peki İhsan Oktay Anar hep bu ilk beş kitapta bildiğimiz dünyaları, aynı dille mi yazmayı sürdürecek? Yoksa bambaşka hayatları, yepyeni bir dille bekleyebilir miyiz?
Dünya değiştikçe dil de değişir.
Yarattığınız özel dille hayali dünyaları anlatıyorsunuz. Edebiyat ile gerçek arasındaki ilişki, dolayısıyla roman, bu arada geçen yüzyıldan bu yana değişti mi?
Bu konuda görkemli bir cevap vermek isterdim. Ama sözünü ettiğiniz hususta yıllardır çalışan, kafa yoran, araştıran değerli insanlar var. Zannediyorum ki bu sorunun muhatabı onlar.
Puslu Kıtalar Atlası’nda 17. yüzyıl İstanbulu var. Sonra Kitab-ül Hiyel, Suskunlar, biraz da Amat’ta da İstanbul orta yerde. Aynı zamanda nasıl bir araştırmanın ürünüdür bu romanlar. Yazarın çalışma biçimine ışık da tutması için biraz anlatabilir misiniz?
Hiçbir konunun bir başka konudan daha az önemli olmadığına inanırım. Müzik, denizcilik yahut mekanik. Okudum, düşündüm ve bu kitaplar çıktı.
Gene de yazdıklarınızın kolay anlaşılabildiği söylenemez. Çok okunuyor artık, ama yeterince anlaşılıyor mu? Okurunuzun yazdıklarınızı okumadan önce nasıl bir hazırlık yapması gerekir?
Okurun yapması gereken bir tek şey var: Her kitaba yaptığı gibi, kitapçıda romanın bir nüshasını alsın. Biraz sayfaları karıştırsın. Beğeniyorsa alabilir. Beğenmediyse alması için bir sebep yok. (Ama öncelikle benim kitaplarımı değil, Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i, Sait Faik’i ve klasikleri okumasını tavsiye ederim.)
Gerçeğin bu kadar ötesinde dolaştığınıza göre, yaratıcı yazıyla ilişkiniz bir tür oyun olarak da görülebilir mi?
Bana zevk verdiği açık ama oyun mu, değil mi bilmiyorum.
Yaratıcı yazar, hem eski metinlerden yararlanabilir hem de kendinden önce yazılanlardan. Metinler arasındaki ilişkide, etkilenme ve öykünü nerede başlar, nerede biter, ne dersiniz?
Zencileri ve romanları birbirine benzeterek düşünmekten tasarruf etmek bana kalırsa tembel işi.
Müzik tutkunuzdan ya da müzikle ilişkinizden de söz eder misiniz. Müziğin, yazar ya da sıradan bir insan olarak İhsan Oktay Anar’ın hayatındaki yeri nedir?
Şimdiki aklım ve imkânlarım otuz yıl önce olsaydı, hayatımı müziğe verirdim.
Peki hangi yazarları, kitapları sevdiğinizi, okunmasını önerdiğinizi de sorabilir miyim? Okurlarımız merak eder…
Kitaplığım deli kızın çeyizi gibi. Ama okuyucuya Türk ve dünya klasiklerini okumasını tavsiye ederim.
2011
SEMİH GÜMÜŞ

Friday, March 14, 2014

Aleksis ile Berkin konuştu!

Yunanistan özür dilemişti

Yunanistan özür dilemişti
14/03/2014 02:00
Haber: Yorgo Kırbaki /
Yunanistan’da 2008’de Berkin Elvan gibi henüz 15 yaşındayken polis saldırısında ölen Aleksis Grigoropulos’ın ailesi, Hürriyet’a yaptığı açıklamada “Devlet bizden özür dilemişti” dedi. Aleksis’in annesi Tzina Aksarliyan, eşi Andreas Konstantinu aracılığıyla bir açıklama yaparak “Berkin’in ailesinin acısını paylaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Papulyas, bize gönderdiği mektupla ‘Aleksis’in ölümü hukuk devleti için bir yaradır’ demişti. Türkiye ’de devlet, Berkin’in ailesinden özür dilemeliydi” ifadesini kullandı. Açıklamada, “Yüzünde çocuk tebessümü olan çok genç bir insan nedensiz, ani ve haksız bir şekilde hayatını kaybetti. Aileye sabır ve kuvvet diliyoruz. Adaletin yerine gelmesi için suçluların örnek teşkil edecek şekilde cezalandırılmalarını bekliyoruz. Bir çocuk, ekmek almak için evinden çıkıyor ve bir daha dönmüyor” denildi.

Kardeşimsin Alexis Kardeşimsin Berkin


Türkiye’nin Aleksis’i

Yunanistan’ın başkenti Atina’da, polis ile sol ve anarşist gruplar arasında sık sık çatışmaların yaşandığı Eksarheia Mahallesi’nde 6 Aralık 2008’te 15 yaşındaki lise öğrencisi Aleksis, polis kurşunuyla vurularak hayatını kaybetmişti. Aleksis’in ölümünün ardından ülke çapında günlerce süren protesto eylemleri yapılmış, öğrenciler dersleri boykot etmişti. On binlerce göstericinin sloganlarından biri de Nazım Hikmet’in “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” mısraları idi. Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas ve dönemin Başbakanı Kostas Karamanlis, adı öldürüldüğü sokağa verilen Aleksis’in ölümü nedeniyle ailesinden özür dilemişti.
Aleksis’i vuran polis memuru Epaminondas Korkoneas da 2010’da “hiçbir hafifletici neden dikkate alınmadan” müebbet hapse mâhkum edilmişti.

Atina’da Berkin eylemi

Selanik’teki Türk Konsolosluğu önünde önceki gün Bervin Elvan için eylem yapıldı. Yunan basını da Berkin Elvan’ın cenazesine birinci sayfadan geniş yer verdi. Etnos Gazetesi, “Türkiye’nin Aleksis’i için öfke dalgası” başlığı attı, Kathimerini gazetesinde “Başbakan Tayyip Erdoğan ’ın 15 yaşındaki çocuğun ailesine başsağlığı dilemediği” belirtildi. Ta Nea da “15 yaşındaki Berkin, Erdoğan için kâbus oldu” başlığını kullandı.

Aleksis ile Berkin konuştu!
Yunanistan’da Sholiastes Horis Sinora, Mpalothies, Myblocs isimli bloglarda Aleksis ile Berkin arasında geçen hayali bir konuşma yayınlandı. İnternette ilgi gören konuşma şöyle:

- Selam, ben Aleksis
- Selam, ben Berkin.
- Berkin? Ne garip isim? Kaç yaşındasın?
- 15, sen?
- 15… 15’tim yani. 21 olacaktım hâlâ orada olsaydım.
- Nasıl?
- Biliyor musun, Berkin, bir gün ikimiz beraber basket oynamaya gidebilirdik. Neden olmasın?
- İkimizin ortak bir noktası var.
- Evet Berkin. Öldürdüler bizi. Üniformalılar… Ve şimdi…
- Ve şimdi?
- Ümit edelim ki, ölümümüz vasıtasıyla, oradakiler mücadeleye devam etsinler. Bizim gibi çocuklar bu konuşmayı yapabilsin diye.

Monday, March 10, 2014

Opera da başka halkların yerel motiflerini taşıyor

2010'dan bu yana İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde çalışmakta olan Haluk Tolga İlhan bir opera sanatçısı. İlk olarak sanatçıyı biz, Abdal’ın ilk albümü 'Ervah-ı Ezelde' türküsünü söylemesiyle tanıdık


Opera da başka halkların yerel motiflerini taşıyor


2010'dan bu yana İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde çalışmakta olan Haluk Tolga İlhan bir opera sanatçısı. İlk olarak sanatçıyı biz, Abdal’ın ilk albümü 'Ervah-ı Ezelde' türküsünü söylemesiyle tanıdık. Bir süre Amerika'da da opera çalısmalarını sürdüren İlhan, Grup Abdal'la ayrıldıktan sonra yeni albümü Çerag-ı Aşk'ı çıkarttı. Sanatçının yeni albümünde Mahzun-i Şerif, Muzaffer Sarısözen, Ali Ekber Çiçek ve daha birçok değerli ismin oldugu  Anadolun’nun her yöresinden türküler yer alıyor. Bir araya geldiğimiz sanatçıyla  müzikten ve daha bir çok şeyden konuştuk. »Sizi Abdal'la tanıdık. Biraz o süreçten konuşalım... Ankara'dan İstanbul’a geldiğimde bir etkinlikte Ervah-ı Ezelde türküsünü seslendirmiştim, aynı gecede Abdal’ın kurucusu Ali  Ekber Kayış  da sahne almıştı. Kayış'ın bu türkü dikkatini çekmiş, sonra stüdyosunda birlikte çalıştık ve Ervah-ı Ezelde’yi kayıt altına alıp, internette paylaştık. Sosyal medyada ilgi görünce repertuvar belirleyip çalışmayı genişlettik. ve Abdal’ın ilk albümünü yayınlamış olduk. Sonrasında Ali Ekber Kayış yollarımızı ayırmaya karar verdik.
»Abdal, geniş bir dinleyici kitlesine sahip. Bunda etkili olan neydi? Geleneksel ezgilerde yeni bir tınının yakalanması ve söyleyiş biçiminin dinleyiciye farklı gelmesi sanırım. Kalabalık enstrümanların yerine çok daha sade, ana renk enstrüman olarak santurun kullanıldığı,  özünün bozulmadan düzenlendiği müzik anlayışı Abdal’ın zeminini oluşturdu. Çerâğ-ı Aşk’ta da bu anlayışa sadık kaldık; perküsyonlar biraz daha fazla hissedildi, bununla birlikte ilk albümde olmayan düdük ve ney Ertan Tekin’in çalımıyla yer aldı. Derya Türkan kemençeyle, Kutsal Evcimen bağlamasıyla eşlik etti türkülerimize. Kısacası Abdal’ın ilk albümdeki anlayışına sadık kalarak, ufak değişiklikler yaptık.
»Geleneksel türküler genç nüfusun dikkatini çekmiyordu. Abdal  ise bu algıyı değiştirdi ve gençleri türkülerle yeniden buluşturdu... Sosyalist diyebileceğimiz kitle her zaman türkülere, halk ezgilerine değer vermiştir. Özellikle genç nüfus arasında Abdal’a ve şahsıma olan sempati bu kesim tarafından hızla yaygınlaştı. Ancak, bu Abdal’ın üstlendiği misyon için de dar bir bakış açısı diye düşünüyorum. Tümü çok kalabalık ve coşkuluydu; ancak konser sonrası görüyoruz ki, sadece sol değil çok daha geniş bir profilde dinleyici kitlemiz var.
»Pek çok yerde sizin için “Çağdaş Ruhi Su” deniliyor. Bu benzetme sizi nasıl etkiliyor ? Bu benzetme, toplumdaki siyasi duruşumuz ve iki opera sanatçısının türküleri söyleyip yine bu iki kişinin sistem tarafından ötekileştirilmesi açısından yapılıyor olabilir. Böyle bir yakıştırmadan çok onur verici. Ancak bunu taşıyamamaktan korkarım. »Opera ve halk müziği her zaman iki uç nokta olarak değerlendirilir, bu doğru mudur? En başta sınıfsal bir ayrım var. Opera, yüksek zümrenin, dayatmacı zihniyetin; halk müziği ise halkın kendi değeri olarak görülüyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki uygulamalar açısından değerlendirirsek çok da yanlış sayılmaz. Fakat, ben başka bir noktadan yaklaşıyorum. Birincisi opera da başka halkların yerel motiflerini taşıyor, Avrupa’da en küçük kasabalar da dahi operaları görebilirsiniz. Ağırlıklı İtalyanca ve diğer dillerde seslendirilen bu eserlerin folklorik ve tarihi zeminleri var. Ben halkların kardeşliğini savunuyorum. Abdal’ın konserlerinde de Lazca, Ermenice, Zazaca, Kürtçe türküler seslendiriyoruz, operada ise İtalyanca, Fransızca farklı dillerde söylüyoruz.
»Birçok farklı kimlik Gezi Direnişi'nde bir araya geldi. Bunun sanata yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Halk ozanları ve sanatçılar yaşadıkları toplumsal olaylardan elbette ki etkilenir. Tarihte Celali İsyanları’ndan, Şeyh Bedrettin İsyanı’ndan ve daha pek çok ayaklanma döneminden sonra sanatçılar, eserlerine bu ortamların hissiyatını yansıtmıştır. Buradan bakarsak, Gezi Direnişi'nde de yeni besteler, uyarlamalar, fotoğraf sergileri, daha bir çok sanat dalında üretim yapılmıştır. Ancak direnişin, köklü  yansımalarını ileride daha net göreceğiz. Bu şiddetin, zulmün, kayıpların, gaz kapsüllerinin, tomaların, genizlerimizi, içimizi kavuran gazın kokusunun bilinçaltlarımızda büyük yerler edindiği bir gerçek. Bunun sanatsal görünüşü, olgunlaşan fikirlerde ve duygularda dışa vurulacaktır.
 

Abdal - Yalancısın İnanamam - Haluk Tolga İlhan - YENİ ALBÜM

 

Tuesday, March 4, 2014

Kadınlar ve 1 milyar dolar? – Başak Eylül Şan

1 milyar dolar, akıl almaz gözüküyor değil mi? İki kadın oturmuş sohbet ederken, ne kadar eder acaba, karşılığı nedir diye merak ettik… Matematiksel bir hesap yapmaya kalkıştık önce; 1.000.000.000 dolar, neye karşılık geliyordu? Bugünün kuruyla 2.400.000.000 TL. Yine anlayamadık. Çözmeye, anlamlandırmaya çalıştık.
Biz kendimize dönelim, dedik, en iyisi. Asgari ücret üzerinden bir hesap yapalım, bu 1 milyar dolar kaç asgari ücret eder, kaç işçinin, kaç memurun, kaç kadının, kaç insanın yaşamı var orada? Kaç kadının yaşamı demişken aklımıza Zülfü geldi. B.Ç geldi… Sığınma evi yapılmadığı için şiddete ve öldürülmeye mahkum edilen kadınlar, yollar aydınlatılmadığı için tacize- tecavüze uğrayan kadınlar geldi aklımıza ilk olarak…
Demek evlerinde sadece 1 milyar doları değil, kadın katillerini, tacizcilerini ve tecavüzcülerini, kadın düşmanlığını da saklıyorlardı. 1 milyar dolardaki her sıfır bizim yaşamımızdan çalınıyordu. Çalınan şey sadece para değil, yaşamdı.

Yaşam demişken hesaplama çabamıza geri dönelim. 1 milyar dolar kaç asgari ücret eder demiştik? Biz para hesabından onlar kadar iyi anlamıyoruz ama yaptığımız hesap sonucunda “Nasıl olur yani?” dediğimiz bir sonuçla karşılaştık. Asgari ücret alan biri 2.666.666 ay yani; 222.222 yıl çalışarak kazanabiliyor bu parayı, tabi ömrü yeterse… Kaç yılda biriktirebiliyor diye de merak ettik ama hesaplamadık, onun hesabını yapamazdık çünkü.
Biriktirmek demişken, aklımıza asgari ücretle çalışmayan, yaşamını gündelik kazançlarla geçindirmeye çalışan işçiler, Mersin’deki hal işçisi kadınlar geldi… Kadınlar çok zor koşullar altında günde 10 saat çalışarak 50 TL alan ve Ekim 2013’te maaşlarına sadece 10 TL’lik zam için direnen kadınlar… 3 yıldır zam alamıyorlardı ve bunun için direniyorlardı, 5 TL zam alabildiler. Sonra; 10 TL zam için direnen kadınların, evlerinde 1 milyar doları eritemeyenleri görünce alamadıkları zamların nerede biriktiğini görmeleri acı verici olmuştur diye düşündük. Direniş günlerinde hal işçisi kadınlar şöyle demişti “Bir kadın başkanımız olsaydı böyle olmazdı, bizi anlardı en azından.” Sonra telefon çaldı, yaşamını ev işçisi olarak geçindirmeye çalışan muhtar adayımız Sultan Abla arıyordu;
Sultan Abla’yla da 1 milyar doları bizim için anlamı üzerine konuştuktan sonra Türkiye’ de kaç ev işçisi kadın var bakalım, dedik. TUİK’in verilerine göre 150.600 ev işçisi kadın var. Eve gündelikçi olarak giden kadınların neredeyse tamamının sigortasız çalıştığı biliniyor. Hele bir bakalım bu para yoksa onların sigorta parası mıdır, dedik. Asgari ücret için 315,95 TL üzerinden bir hesap yaptık. Tüm ev işçisi kadınların primlerini devlet 1 yıl için yatırsa 570.984.840 TL ediyor. Yok, yine yetişemedi 1 milyar dolara. Anlaşılan biz de eritemeyeceğiz bu milyar doları dedik.
Sığınma evi açsak dedik mesela Ankara’ da ya da Adana’ da herhangi bir yerde… Biraz emlak fiyatlarına baktık. Düşündük taşındık. Bir sığınma evi açmanın bedeli ortalama 10.000.000 etse; sonra dedik ki bizim bu kadar paramız olmayacak. Çalanların da yönetenlerin de erkek olduğu bu düzenden, bildiğimiz yere geri dönelim dedik; her şeyin daha yaşanabilir-insanca olduğu bir düzene.
Biz kendimiz yönetsek dedik, hakkımız olanı alsak, onların bizim yaşamımızdan çalmaya çalıştıklarını ancak bu şekilde yaşamlarımıza ekleriz dedik.

Yalnız; paraları eritmeyi hesap edemeyenler şunu çok iyi hesap etsinler ki; öldürülen, tacize-tecavüze, emek sömürüsüne maruz bırakılan kadınlar evlerinde milyar dolarları saklayanları asla unutmayacaklar ve hayatlarından çalınan her bir sıfırın hesabını soracaklar. Yüzlerindeki o korkunun sadece paraları eritememenin verdiği korku olmadığını biz kadınlar çok iyi biliyoruz. Halkın hakkını aramasından duydukları korkudur bu. Korksunlar, en çok da biz kadınlardan…
Bir de unutmadan; paralarınız ayakkabı kutusunda veya banka hesaplarında olsun veya her şey montaj olsun… Gerçek olan bizim yaşamlarımız ve sizin yaşamlarımızdan çaldıklarınız.
İşte bu yüzden korkun…

Sunday, March 2, 2014

Kedi Gülüşü’nü yazan yazar Deniz Kavukçuoğlu ile kitabını konuştuk. Söyleşi: Nuray Salman

 
539975_307477879378758_1125185858_nvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvv
"Kedisine cambazlık yaptırdığını sanan 'sahip' aslında kedisine cambazlık yapıyordur."
Kedi Gülüşü'nü yazan yazar Deniz Kavukçuoğlu ile kitabı hakkında konuştuk.
Kedi Gülüşünde ne anlatmak istediniz?
Kedi gülüşü kedili yaşamları, insanların kedilerle olan ilişkilerini, insanlarla kedilerin birbirlerine karşı duydukları sevgileri anlatıyor. Kitabın bir bölümünde de insanların tarih boyunca kedilere bakışı yer alıyor.
Bu kitabı yazmaya niye ihtiyaç  duydunuz?
Sanırım, kitabın ilk sayfalarına da yansıdığı gibi kendi kendime sorduğum, “Kediler de güler mi?”sorusuna yanıt ararken ortaya çıktı bu ihtiyaç. Gözlemlerimi okurlarla, özellikle de başka kediseverler ile paylaşmak istedim. İnsanın duygularını kâğıda dökme, kitaplaştırma ihtiyacı edebiyatın da kaynağıdır. Fakat kâğıda dökülen duygular her ne kadar kitaplaşmış da olsalar belli ölçütleri yerine getiremediklerinde “edebiyat” olamıyorlar.

Kendi kedilerinizle yaşadıklarınız mı bu kitabı yazmaya yönlendirdi sizi?
Amacım ilkin içinde kedilerimin de yer aldığı uzunca bir öykü kaleme almaktı. Ne var ki “öykü” diye başladığım yazı giderek kedilerimle olan anılarımın ağır bastığı bir anlatıya dönüştü. Yazarken bir yandan da kedileri konu alan çeşitli kitaplar okuyordum. Popüler-bilimsel çalışmalar, öyküler, romanlar, şiirler… Bunlardan da alıntılar yaptım. İnternette “kedigen” gibi birçok kedi sitesi var. Edebiyat dünyamızda oldukça geniş bir çevrem var. Öbür kitaplarım gibi Kedi Gülüşü’nü de yazarken kedisever arkadaşlarıma, dostlarıma bu çalışmamdan söz ettim. Bana önerilerde, katkılarda bulundular, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış yazılarını, şiirlerini verdiler. Bu özgün yazılar ve yerli-yabancı yazarlardan yaptığım alıntılarla Kedi Gülüşü bu yanıyla kolektif bir yapıt olarak ortaya çıktı. Bu sitelerin özellikle kedilere ilişkin sözcük dağarcığımı genişletmemde büyük yararı oldu.
Boncuk ve Yumak sizin hayatınıza nasıl girdi, anlatır mısınız ?
Boncuk’u eve Yumak getirdi. O, dünyaya gözlerini Feneryolu’ndaki Sabit Pazar’da açmış, iyi yürekli balıkçıların tabla artığı hamsilerle, istavritlerle beslenmiş, bol tüylü, minik bir tekircikti. Yağmurlu bir kış günü mekân tuttuğu Sabit Pazar’da dükkânların kapanma saatinden sonra karşılaşmıştık. Gördüğümde yağan yağmurdan sırılsıklam olmuştu tüyleri. Ayak seslerimi duyunca saklandığı yerden çıkmış, önüme dikilmişti. Açık kalmış tek dükkân olan pasta fırınından bir çörek almış, bir kâğıt içinde ufalayıp saçak altına koymuştum. O ise hiç oralı olmamış, peşim sıra gelmeye davranmıştı. On metre ilerisi Bağdat Caddesi idi ve ben caddeyi geçerek karşı sokaktaki bir lokantaya gidecektim. Karşı kaldırıma geçmeyi denemesi minik kedicik için ölümcül bir serüvenle eşanlamlıydı. Bir yanıltma manevrasıyla onu orada bırakıp kaçmayı başardım. Fakat iki saat sonra aynı yoldan geri dönerken yine karşıma çıktı. Başını okşamak için eğilince önce paltomun koluna, oradan da omzuma sıçradı. Bir anlaşma yaptık. Eğer evin kapısına kadar olduğun yerde kalırsan benim evim senin de evin olur dedim. Anlamışçasına tırnaklarını paltoma geçirdi. Feneryolu İstasyonu’na kadar yürüdük, alt geçidin merdivenlerinden indik, çıktık. Yürüdük. Apartmanın kapısına geldik. Oradan asansöre, asansörle daire kapısına… İçeri girince omzumdan indirdim onu, “Burası artık senin de evin,” dedim. Patik’le tanışıp bir iki tıslamadan sonra alıştılar birbirlerine. Sonra Silivri’ye, bahçeli bir eve taşındık. Patik bir süre sonra yeni serüvenler aramak için uzun bir yolculuğa çıktı. Yumak tek başına kaldı. Ama baktı ki olmuyor, küçük bahçemize arkadaşlar getirmeye başladı. Boncuk da onlardan biriydi. Beyaz tüylü, boncuk gözlü, iki-üç haftalık kimsesiz bir yavrucuk. “Dış kediliği” benimseyen öbürlerinin tersine ne yapıp edip eve girmeyi, Yumak gibi “iç kedi” olmayı başardı.
Hayatınıza birden fazla  kedi girmiş, sizi en çok hangisinin öyküsü etkiliyor?
En çok Frak ile ağırbaşlı bir köpek olan Beyaz’ın ölümle son bulan öyküleri etkiliyor. Frak, patileri dışında her yanı kapkara olan dünya güzeli bir kedicikti. Kışın ıssızlaşan sitemizde bahçemizi mekân tutan çok sayıda kedinin arasında direnci ve kararlılığıyla hemen fark edilen bir yavruydu. Tüm girişimlerine karşın o günlerin koşullarında onu eve almaya cesaret edemedik. Bar seyahat dönüşünde bir daha göremedik onu, ama yalnızca onu değil varlığıyla bize de, dış kedilere de güven veren Beyaz’ı da, öbür kedileri de göremedik. Belediyenin toplu hayvan cinayetlerinden birine hep birlikte kurban gitmişlerdi.
Dikkatimi çeken siz  hep  sokak kedilerini sahiplenmişsiniz , sokak ta yaşayan hayvanların  durumu içler acısı, kısırlaştırmaları  konusunda ne diyeceksiniz?
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar çok sokak hayvanı yaşamıyor. Bir yabancı gözüyle sokak hayvanlarının çokluğu her ne kadar Türklerin büyük çoğunluğunun hayvansever olduğu şeklinde algılanmaya yol açsa da bu, gerçeği yansıtmıyor. Sokak hayvanlarının çokluğu aslında insanlarımızın onlara yaklaşımlarındaki bilinç yetersizliğinin, hatta çoğunluğun sevgisizliğinin bir göstergesi. Özellikle büyük kentlerimizdeki sokak hayvanlarının durumu hiçbir yoruma gerek bırakmayacak kadar içler acısı. Sokaklarda, duvar diplerinde açlıktan hastalıktan can veren, işlek caddelerde, otoyollarda ezilerek ölen hayvanlar… Ve bu hayvanların sayısı her gün biraz daha artıyor.Kısırlaştırma doğal ki başvurulması gereken önemli bir yöntem. Fakat her şeyi belediyelerden, kamu kuruluşlarından beklememek gerekiyor. İnsanların dillerindeki “sevgi” eylemlerine de dönüşmeli, diyorum. Hayvan sevgisini dillerinden düşürmeyen insanlarımızın onda biri çevrelerindeki bir kediyi yada köpeği alıp bir veterinere, bir hayvan sağlık ocağına götürse, sokaklardaki bu ölümcül başıboş üreme bir parça yavaşlasa, alınacak kamusal önlemler de daha etkili olur, diye düşünüyorum.
Şu anda evinizde kaç tane kedi var?
Ponpon, tintin, besi, pisi
Size, evdeki dostlarınızla güzel yaşam dilerim…