Monday, October 29, 2012

Allah’ın Kızları'nı yazdı

Çocukluğumda en büyük kahramanım Hazreti Muhammed'di.

Muhammed’i insan olarak daha çok sevdim

Lat, Uzza ve Manat. İslam’dan önce Kábe’de bulunan ve Allah’ın Kızları olarak kabul edilip tapınılan putlardı bunlar. Sonra Allah, Hazreti Muhammed’i elçi seçti ve onların hükmü kalmadı. Ama İslam’ın kabul edilişine ve yayılışına tanıklık etti onlar ve dile gelip o dönemi anlattılar. Yazar Nedim Gürsel sekiz yıldır roman yazmıyordu. Bu aradan sonra çıkan romanı Allah’ın Kızları’nda teker teker konuşturuyor onları. "Çocukluğumda en büyük kahramanım peygamberdi" diyen Gürsel ona bir insan olarak yaklaşmak ve kendi din inancıyla da bu şekilde hesaplaşmak için kaleme aldığını söylüyor romanı.

Dini, inancı sorgulayan ve özellikle peygamberin özel hayatını ele alan böyle bir roman yazmak aslında zor ve tehlikeli. Çünkü önümüzde bir Salman Rüşdi örneği var. Ama yazar onun düştüğü hataları yapmadığını, yazdıklarının inananları asla rencide edici bir yanının bulunmadığını, çünkü dini kaynaklardan aynen aldığını söylüyor. Yine de yazdıkları ve söyledikleri çok tartışılacak. Doğan Kitap tarafından yayımlanan Allah’ın Kızları, 5 Mart Çarşama günü kitapçı raflarındaki yerini alacak.

Allahın Kızları’nı nasıl bir ruh haliyle yazmaya karar verdiniz?


- Elli yaşımı geçtikten sonra bir o kadar daha yaşamayacağım duygusuna kapıldım. Metafizik kaygıların başladığı bir dönem. Varlığından kuşku duyduğum Allah’la bir diyalog arayışı belki. "Her çocuğun içinde bir Allah vardır" diye bir cümle var romanda. Çocukken Allah’la aramda müthiş bir ilişkim vardı. Bir parça, altmışına merdiven dayamış birinin Allah’la ilgili kafasında oluşmuş sorulara cevap araması da denilebilir. Çocukluğumun en büyük kahramanı da peygamber Muhammed’di. Çünkü adını taşıdığım dedem, annemin babası, hem yargıç ve iyi bir hukukçuydu hem de iyi bir Müslüman’dı. Beni cuma namazlarına götürürdü. İslam’la ilk karşılaşmam öyle oldu.

İnançsızlığa gidiş serüveniniz nasıl başladı?


-Büyüyünce Marksizme ilgi duydum, 20 yaşlarında Türkiye’de devrim yapma hayalleri kuran bir delikanlıydım. Aradan yılar geçti, dünya değişti, ben değiştim ve şu an bir agnostiğim, yani şüpheci. Tam ateist de değilim. Bu romanı yazarken aslında onu da keşfettim, acaba Tanrı var mı diye kafamda bir soru oluştu. Gençlik yıllarımda böyle bir soru hiç yoktu. Demek oraya doğru da bir eğilim olmuş ki bu romanı yazabildim.

Yazdıktan sonra ne değişti?


-Muhammed’i insan yanıyla daha fazla sevdim ama onun Allah’ın elçisi olduğuna inancım da daha fazla sarsıldı. Kendi pratik hayatında ve stratejisinde sanki Allah’ı kullandığı bir dönemini keşfettim. Dolayısıyla agnostik olmak bana daha yakın geldi. Ama tamamen reddedemiyorsunuz da, çünkü içinizde bir korku var.

Hangi ayetlerdi içinize şüphe tohumlarını düşüren?


-Öyle ayetler var ki Muhammed’in özel hayatıyla ilgili. İlahiyatçılar bunu benden daha iyi bilir. Orada işte insan Muhammed’e olan inancını yitirebilir. Bir örnek vereyim. Hatice’nin ona hediye ettiği ve azat ettiği kölesi Zeyd’in karısı Zeynep. Peygamber Zeynep’e aşık oluyor, çok insani bir durum bu. Ama bir kural var, evlatlıklarınızın eşleriyle evlenemezsiniz diye. Onun için Muhammed ayalarca bir melankolinin içinde yaşıyor ve bir ayet geliyor. Yaklaşık olarak, senin gönlündeki sıkıntıyı biz biliyorduk deniyor. Bunun üzerine Zeyd karısını boşuyor ve Muhammed alıyor. Böyle anekdotlar var. 13 nikahlı eşi var ve "Bana yalnızca Ayşe ileyken hadis geliyor" diyor. Romanımın ağırlık konusu bu değil ama Muhammed Allah’la öylesine içli dışlı ki, Allah onun özel hayatına da, kimi polemiklerine de karışabiliyor. Örneğin hepimizin bildiği Kevser Suresi. Ayet "Sana ebter diyen ebterdir" diye bitiyor. Ebter erkek çocuğu olmayan anlamına geliyor ve Muhammed erkek çocuğu olmadığı için Kureyş’in nezdinde muteber değil. Ona ebter diyorlar, bu bir küfür. Çok inciniyor, üzülüyor ve ayet iniyor bunu diyenlere cevap olarak.

HAYAL GÜCÜMÜN ÜRÜNÜ

Kur’an’ı yorumlamak, o bilgilerden hareketle fikir üretmek söz konusu olduğunda insanın ehil olup olmadığı sorulur. Arapça biliyor musunuz ki bunları yazıyorsunuz gibi suçlamalar da gelir. Bu tarz eleştirilere nasıl bir cevabınız olacak?

-Ben Arapça bilmiyorum. Gerçekten Kur’an’ın dünyasına girebilmek için o dönemin Hicaz lehçesini bilmek gerekir. Ama bunlar benim yorumlarım değil, zaten bütün kaynaklarda anlatılıyor İslam bilginleri, ilahiyatçılar tarafından. Ben burada Muhammed’in iç dünyasını anlamaya çalıştım. Bu bölümler tamamen benim hayal gücümün ürünü. Yani ona tamamen bir roman kahramanı olarak yaklaştım.

İnançlı bir yazar, roman kahramanı olarak anlatabilir mi Hz. Muhammed’i?

-Hayır. Böyle bir roman yazabilmek için olaylara biraz inanç dışından bakmanız lazım. Bunun için en azından kuşkucu olmak gerekir diye düşünüyorum.

TÜRBANDAN ÇOK TÜRKİYE’NİN MUHAFAZAKARLAŞMASI BENİ ENDİŞELENDİRİYOR

Ben Paris Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim. Her yıl bir iki türbanlı kız öğrenci olur sınıfımda. Orada türban yasağı yok. O kızların varlığı ne beni ne de diğer öğrencileri rahatsız ediyor. Biz de laikliği büyük ölçüde Fransa’dan aldık. Laikliğe sahip çıkmalıyız ve bu çok önemli bir kazanım. Ben türbanı bir bireysel özgürlük olarak görüyorum. Ama laikliği tehdit eden bir duruma dönerse elbette benim tavrım olumsuz olur. Ama burada şunu söylemek istiyorum. Özgürlükler bir bütündür. Hükümetin diğer özgürlükleri de ele alması lazım. Türkiye’de bir savaş oluyor. Vicdani ret diye bir temel özgürlük var ve siz bunu isteyemiyorsunuz ama. Bülent Ersoy hakkında soruşturma açıldığını düşünsenize söylediği bir söz yüzünden. Ben türban meselesinden falan çok Türk toplumunun muhafazakarlaşmasını endişeyle karşılıyorum.

SALMAN RÜŞDİ GİBİ PROVOKATİF OLMADIM

Çok hassas bir konu bu, hiç çekinceleriniz oldu mu?


- İtiraf edeyim oldu. Ben başında bu romanı vahiy ve Muhammed’in libidosu üzerine kurmayı tasarlamıştım. O anlamda bu dişi putların da önemli bir yeri olacaktı. Hem peygamberin özel hayatına girmekten hem de inanç sahibi insanları incitir diye çekindim. Hiç değinmemek de olmayacaktı. Çok az Muhammed’in özel hayatına girdim ama Muhammed’le ilgili bölümleri, inanç, şiddet ve onu etkileyen coğrafya ekseninde anlattım. Çok ilginç bir tarihi kişilik Muhammed. İnsani yanları ağır basıyor. Örneğin kadınlarla ilgili konularda çok hoşgörülü. Asıl kısıtlamaları Ömer getiriyor. O kadın düşmanı. Muhammed kadınları seviyor ve onlarla meseleleri var. Evde 13 kadını idare etmek kolay değil. Bütün bunlar İslam kaynaklarında var. Ama Salman Rüşdi gibi provokasyona girip çok incitici, aşağılayıcı, onunla alay eden şeyler yazmadım. Zaten dediğim gibi Muhammed benim gözümde çocukluğumdan gelen bir kahraman.

SAATLİ BOMBA GİBİ PATLASIN DİYE YAZMADIM ROMANI

Günümüzün politik ortamına uygun bir roman yazdı, eleştirilerine hazır mısınız?

- İslam sadece Türkiye’nin değil dünyanın gündeminde; dolayısıyla beni de ilgilendiriyor. Ama bu gündemde bir olay olsun, bir saatli bomba gibi patlasın diyerek bu romanı yazmadım. Dediğim gibi romanın çıkış noktalarından biri çocukluğum. Ama öteyandan şiddet olayını sorgularken, ister istemez bugünkü radikal İslam’ın konumunu da gözönünde tuttum. Bir de türban tartışılmaya başlandı ama türban tartışılmaya başlandığında ben bu romanı bitirmiştim. (

Saturday, October 27, 2012

Akan kan nasıl durur 1-2

Kan dökülüyor, anaların babaların gözyaşları dinmiyor. Cumhuriyet'ten Türey Köse, siyasetçilerden aydınlara, şehit babalarından yazarlara, emekli askerlerden sinema sanatçılarına dek çeşitli kesimlerle konuştu. Barışın sağlanması, akan kanın durması için 'Ne yapmalı' sorusuna yanıt aradı.


Cumhuriyet Ankara Büro -
SUNUŞ
Kan dökülüyor, anaların babaların gözyaşları dinmiyor. Resmi açıklamalarda “Terörün son çırpınışları” deniyor, “Analar ağlamasın” temennisi dile getiriliyor. Ne “son çırpınışlar” bitiyor ne de gözyaşları. Son dönemde “1990’lara mı dönüyoruz” kaygıları yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. “Habur, Oslo, 2. Oslo...” derken sert tartışmalar yaşanıyor, “akil adam” formülleri gündeme getiriliyor. “Akil adam” denilince ilk akla gelen isimlerden olan Yaşar Kemal, 2009’da Cem Erciyes’in sorularını yanıtlarken “Bu ‘akil adamlar’ konusu çok tartışılır oldu. Ben de düşündüm elbette ne yapabilirim, elimden ne gelir, diye. Ama demem gerek ki çözümün özü bu kadar açık seçikken akil adam, arabulucu filan gerekmiyor. Gereken tek şey kararlı bir siyasi irade. Korku ve şiddet üzerine kurulu her politikanın çözümsüzlük üreteceğini gören cesur bir siyasi irade” demişti. Yaşar Kemal, bu yıl mart ayında yayımlanan “Bu Bir Çağrıdır” kitabında da “Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların sarılması bizim elimizde. Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim” çağrısı yapıyordu. Kendisine “Kanı durdurmak için ne yapmalı” diye bir kez daha sorduk. Yaşar Kemal, güncel tartışmalara, formül arayışlarına girmedi. “Kimi zaman bir sözcük, binlerce sözcüğün yerini alabilir… Benim kitaplarım zaten barışa çağrı. Bütün kitaplarımda barışa çağrı yaptım” dedi.

Siyasetçilerden aydınlara, şehit babalarından yazarlara, emekli askerlerden sinema sanatçılarına dek çeşitli kesimlerle konuştuk. Barışın sağlanması, akan kanın durması için “Ne yapmalı” sorusuna yanıt aradık.

DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, Özal’ın formülünü örnek veriyor, güven ve samimiyet gerektiğini söylüyor. Türk ‘Öcalan çözüm için bir şans’ diyor

‘Af değil helalleşme’

• Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı, Mardin bağımsız milletvekili Ahmet Türk, parlamentodaki en deneyimli siyasetçilerden biri. Türk’ün görüşleri şöyle:

PKK-Öcalan muhatap Çözüme odaklanmış bir devlet, hükümet görüntüsünü görmek istiyoruz. Bugün bundan uzağız. İkilemler, bir projenin olmadığını, bir hazırlığın olmadığını gösterdi. PKK’nin elinde silah var, bu sürecin doğru gitmesi için PKK’nin önce ikna edilmesi gerekiyor. İnandırıcı, güven verici bir sürecin başlatılması gerekiyor. Silah bırak, demekle bırakılmıyor. PKK’nin elinde silah varsa, bunların susması gerekiyorsa elbette PKK’yi aktör olarak görmek zorundasın. Cezaevinde Sayın Öcalan bir aktörse Kürtler üzerinde -ki öyledir- o zaman bunu da göreceğiz. Halkın iradesiyle seçilmiş bir grup varsa elbette o da katkı sunacak.

Oslo devam etmeli Oslo sürecindeki tıkanıklığın nedeni sızdırma değil, kimin sızdırdığını bilmiyorum, iki taraf da ben sızdırmadım, diyor. Ama oradaki atılması gereken adımlar Sayın Başbakan’ın önüne geldiği zaman “Bu talepleri asla kabul etmeyiz” dediğini ve bu süreci bitirdiğini biliyoruz. Bir projeniz olmalı. Bir görüşmeye başlarken, 93’te Beyrut’a gittiğimizde, Özal’ın söylediği şuydu; şunu düşünüyorum, bunu söyleyin, eğer görüşürseniz, dedi. Tabii ki Oslo süreci devam etmeli, bunu olgunlaştırmalı. Bir yol haritası koymadığı için herkes şaşkın. (Leyla Zana’nın “Erdoğan bu işi çözer” sözlerine karşı çıktığı anımsatıldığında) Şu anda devletin başında bir pojenin olmadığını, devletin bir hazırlığının olmadığını görüyorum. Keşke olsa da katkı sunabilecek bir rol oynayabilsek.

Dokunulmazlıklar ipleri koparır Dokunulmazlıkların kaldırılması, diyaloğun, iplerin tamamen kopması anlamına gelir. Başbakan zannediyor ki BDP’yi işlevsizleştirirse, parlamentodan atarsa birileri muhatap olarak çıkar. Öyle bir şey asla olmaz. Bu tamamen Kürtleri dışlayan, Kürtlerin artık hiçbir hakkını tartışmayan bir süreç olarak değerlendirilir. Bu kolay olmayacak, halkın iradesiyle seçilmişiz, burada seçilmiş insanları parlamentodan atmak o kadar kolay değil.

Öcalan bir şans Türk halkının da hassasiyetlerini biliyoruz, Kürt halkının da. Çözüme en fazla katkı sürecek bu kuşak da giderse çözüm çok daha zor olacak, demiştim. Mevcut aktörler geçmişi, Türk-Kürt ilişkisini, uzun bir birlikteliğin ne olduğunu biliyoruz. Bugünkü gençlik daha radikal bir sürecin aktörleri olacak. Biz nasıl bir şanssak, 30 yıldır bu savaşın içinde birçok şey görmüş olan Öcalan da bir şanstır.

Sınırlar heyecanlandırmıyor Bizi heyecanlandıran sınırlar değil, bizi heyecanlandıran federasyon değil, bizi heyecanlandıran adil, eşit yönetime eksiksiz katılımı sağlayacak bir sistemdir. Bu da Kürtlerin bir statüye sahip olması ve yönetime katılma arzusudur. İnkâr edilmiş bir halk var. İnkâr edilmeseydi belki statüye bile gerek olmazdı. Bir halkın dili, kimliği tehlike altında, yok olmayla karşı karşıya. Bu insani bir arayıştır, asla ve asla milliyetçi bir bakış değil.

Helalleşme lazım (Genel af istekleriyle ilgili) Tabii ki sonuçta bir helalleşme döneminin başlaması lazım. Kimse kimseyi affetmiyor. Helalleşme dönemi olacak. Bir helalleşmedir, yeni bir dönemdir, yeni bir Türkiye’dir, demokrasiyi esas alan, herkesi kucaklayan. Herkes için bir şans, bir fırsat dönemi olarak getireceksiniz.

Özal’ın formülü

Rahmetli Özal bir gün bizi çağırdı, “Ben şöyle düşünüyorum” dedi. “Herkes gelecek bir zarf verecek, beş yıl bu zarflar açılmayacak, beş yıla kadar suç işlemeyen herkes için de bu zarflar ortadan kaldırılacak, meseleyi bitireceğiz” dedi. Hak ve özgürlükler konusunda da gereken yapılacak...(Zarfta ne olacak, sorusu üzerine) Yani PKK, itirafçı değil, bir zarf verecek, bu zarf devletin kasasında duracak, o insanlar eylem yapmadığı takdirde o zarflar yok edilecek. Kimse rencide olmasın, gel itirafçı ol, gibi... (Aynı yöntem bugün de önerilebilir mi, sorusu üzerine) Bu tartışılır. Güven ve samimiyet olduğunda bütün formüller tartışılır. Kürtler federasyon da isteyebilir, şu anda Türkiye hazır değil, denebilir. Geleceğin doğru oluşturulması için herkesin bu diyalog sürecine katkı verecek bir anlayış içinde olması gerekir.

‘Öcalan çıkınca çözülecekse çıksın’

Müjde Ar, “dobralığıyla” ünlü bir sanatçı. Siyasetle de yakından ilgileniyor. “Kanın durması için ne yapmalı” diye sorduğumuzda öncelikle siyasetçilere isyan ediyor:

“Kızıyorum, hepsini de bu meselede samimiyetsizlikle suçluyorum. Bir ileri, on geri gidiyorlar. 30 yıldır herkes papağan gibi aynı lafları tekrarlıyor. 30 yıldır bu meseleden çıkılamıyorsa, konuşulan lafların hiçbirinde bir samimiyet görmüyorum. Laf, laf, laf... Siyasetteki oy endişeleri, aman belediye seçimleri var, genel seçim var, geri adım atalım, aman Cumhurbaşkanlığı seçimi. ‘Dur bakalım, Oslo falan başladı ama kendimi orada göreyim, ondan sonra bakayım.’ ... Erteleye erteleye sorun bu hale geldi. Çoktan çözülebilecekti. Öcalan’ı mutahatap aldıysan devam et. Kürtlerin bütün demokratik talepleri yerine getirilmeli. İnsanların çocuklarına Kürtçe isim koyamadıkları dönemler oldu. Benim bir arkadaşım gidiyor çocuğuna ‘Botan’ adını koyuyor, ‘Vatan’ diye yazıp eline nüfus kâğıdı veriyorlar. Bu konularda samimi davranılmadıkça bu sorunun da çözüleceğine inanmıyorum. Vay Öcalan’la görüşülmüş... Kimle görüşülecek, Ugandalı biriyle mi? Öcalan çıkınca bu mesele çözülecekse, çıksın. CHP de net olamıyor. Benim oy oranım belli, iktidar olamayacaksam, bari elimi masaya vururum, net bir şey ortaya koyarım. O zaman ‘yeni CHP’ diye oy verenler, ‘neresi yeni’ diye sormaktan vazgeçer.”


‘Türkiye Birleşik Devletleri’
Mustafa Sarıgül liderliğindeki Türkiye Değişim Hareketi Genel Sekreteri Hasan Aydın’ın “Türkiye Birleşik Devletleri” önerisi tartışma yarattı. Aydın, “hareketi lağvetmediklerini, yerel seçimlerden sonra durumu değerlendireceklerini” söyledi. “Kişisel” düşüncelerini ifade ettiğini vurgulayan Hasan Aydın’ın önerisi şöyle: “30 yılı geçkindir aynı politika izlenmektedir. Silah, silah, silah... Şiddet, şiddet, şiddet... Kör olsa görür, sağır olsa duyardı. Kısaca özü hiç değişmeyen, zaman zaman biçimi değişen bu siyasetle olmaz... Ey dağdakiler... Sevgili devletim, onu yönetenler, ölenler, öldürülenler, hiç kimse bu çizgiyle istediğini elde edemeyecek. 30 yıl yetmediyse, bir 30 yıl daha buyurun devam edin. Kan dökün. Kin kusun. Ne yaparsanız yapın olmaz. Olmayacak. Çözüm Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde, bunu rahmetli Özal denedi. Ama ömrü vefa etmedi. Amerika’nın Birleşik Devletleri oluyorsa (ABD) Türkiye Birleşik Devletleri de olur. Avrupa Birliği (AB) devleti oluyorsa, Türkiye Birliği devleti de olur. Bal gibi olur. Federal Almanya oluyorsa, Federal Türkiye de olur.”

Cumhuriyet'ten Türey Köse, siyasetçilerden aydınlara, şehit babalarından yazarlara, emekli askerlerden sinema sanatçılarına dek çeşitli kesimlerle konuştu. Barışın sağlanması, akan kanın durması için 'Ne yapmalı' sorusuna yanıt aradı.


Cumhuriyet Ankara Büro- Oslo süreci ve sonrasındaki gelişmeler CHP içinde sert tartışmalara-saflaşmalara yol açtı. Öyle ki, son parti meclisi toplantısında Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün “ulusalcı kafatasçı” suçlamasına tepki gösteren bazı milletvekilleri üzerine yürüdü. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir yandan “Silah bıraktırılacaksa PKK ile görüşülür. Önemli olan görüşmenin içeriğidir” diyor, öte yandan “Eğer bir Başbakan çıkıp kamuoyu önüne ‘Öcalan’la görüşülmeli’ diye bir beyan deklare ediyorsa kendisinin muhatabı artık Öcalan’dır. Ben bunu içime sindiremiyorum” açıklaması yapıyor. Parti Sözcüsü Haluk Koç, Oslo belgelerini açıklıyor; öte yandan eski milletvekili Şükrü Elekdağ rapor hazırlıyor, genel başkan yardımcıları Sezgin Tanrıkulu ve Gülseren Onanç çeşitli girişimlerde bulunuyor. CHP yönetiminin kafası karışık, milletvekili grubu “kavgalı” ve bir türlü “2012 Kürt raporu” çıkmıyor.

CHP, Kürt sorununun çözümü için TBMM’de tüm partilerin katılacağı 8 kişilik “Toplumsal Mutabakat Komisyonu” ve TBMM dışında da siyasi partilerin eşit sayıda önerecekleri toplam 12 üyeden oluşacak Akil İnsanlar Grubu kurulmasını önermişti, ancak bu öneri hayata geçirilemedi. Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, sorularımızı yanıtlarken çözüm için önerilerini sıraladı:

-Önce siyasetçinin dili değişmeli. Suçlayıcı, polemikçi, yarışmacı dilden uzaklaşmak gerekiyor.

-Toplumsal Mutabakat Komisyonu önerisi, 4 parti uzlaşmayınca olmuyordu. Araştırma komisyonu Meclis’in kararıyla kuruluyor, istemeyen parti üye vermez. Komisyonun adı Toplumsal Barışı Bozan -tehdit eden- Olayları Araştırma ve Çözüm Yolları Önerme Komisyonu olabilir. Darbe komisyonu gibi çalışır. Anayasa Uzlaşma Komisyonu gibi olmalı, AKP sayısal çoğunluğundan vazgeçmeli. Komisyonu kuralım, her parti kendi siyasal yükünü bir tarafa bırakıp önyargısız gelsin, bir çalışma sürecini başlatalım. Bu sürecin Meclis’te başlatılması lazım, AKP genel merkezinde ya da Başbakanlık’ta değil.

-Araştırma komisyonunda, kanaat önderlerini de uzman diye çalıştıralım. Milletvekillerinin, partilerin yapamayacağı işler var. Benim bir CHP’li kimliğimle gidemeyeceğim kesimler var; BDP’nin, AKP’nin gidemeyeceği kesimler var. Toplumun vicdanı olmuş, hem sorunu bilen hem önyargısız insanlar var; din adamı, yazar, akademisyen, gazeteci olabilir. Bunların bir arada çalıştığını düşünün, bir umut başlangıcı olabilir.

-Örgüte de görev düşüyor, irade beyanı ortaya çıkarsa, bunun çalışacağı ortama zemin hazırlamaları gerekir. Eylem yapmayacaklar, dillerini değiştirecekler, çok üstten konuşmayacaklar, direnç gösteren kesimlerin reflekslerini dikkate alan tutum gösterecekler, dinleyecekler. Konuşma ortamını ortadan kaldırmayacaklar.

Tanrıkulu, iktidara da “Önümüzde seçim var. Türkiye’de bir arada yaşamayı bu seçime kurban etmeyelim. Korkum odur ki; Başbakan yine bir arada yaşama arzusunu AKP’nin seçim başarısı odaklı bir politikaya heba edecek” uyarısında bulundu.

Habur ve Oslo süreci tartışmalarıyla ilgili olarak Tanrıkulu, “Habur’da sorun gelenlerde değildi, sorun orayı yönetemeyenlerdi. Muhalefetle, toplumla irtibat kurmadan bu projeyi hayata geçirdikleri için bu iş heba edildi. Öncesinden muhalefetle, bu işin diğer dinamikleriyle bir görüşme olsaydı silah bırakma süreci daha hızlı olabilirdi. Büyük bir fiyasko yaşandı, toplum hazır değildi. Oslo süreci de gerçekten örgütün silahsız hale getirilmesine odaklı yapılmamış. Oslo tutanaklarının 4 yerinde 12 Haziran seçimlerine, seçimlerin güvenli yapılmasına vurgu var” görüşünü dile getirdi. Tanrıkulu, “2. Oslo süreci” tartışmalarıyla ilgili sorumuza “Meclis’te bir mutabakat arayışını topluma göstermeden, bu dili düzeltmeden birlikte çalışma iradesini ortaya koyma iradesi konusunda azami çaba göstermeden yapılanlar sonuç vermiyor” yanıtını verdi.

Tanrıkulu, özellikle Hüseyin Aygün ile kendisini hedef alarak söylenen “Partiyi BDP’lileştiriyorlar” suçlamalarına da “Bunu söyleyen arkadaşlarımı sadece kınıyorum. En ucuz eleştiri bu” karşılığını verdi.

Terörle müzakere olmaz

• Terörle mücadele için 2006’da özel koordinatör olarak atanan, sonra görevden alınan emekli Orgeneral Edip Başer’in Oslo süreci ve sonrasındaki gelişmelerle ilgili görüşleri şöyle:

Devlet silah bırakmaz: Terörle mücadele askerin, polisin yaptığı mücadele değil. Çok farklı ayakları var. Sosyoekonomik koşulların iyileştirilmesinden tutun, terör örgütünün finans kaynaklarının kesilmesi, psikolojik desteğin kesilmesini sağlamak, diplomatik girişimler, psikolojik harekât denen halkın doğru bilgilendirilmesi, halkın bir kısmının PKK’ye sempatizan haline gelmesini önleyici propaganda faaliyeti. Bütün bunlar yapılmamıştır. Devletin tüm kurumlarını koordine edecek uzman kişileri yetiştireceklerdir. Terör örgütü elinde silah tutuğu sürece silahlı mücadele olur. Devlet silah bırakmaz. Kanın hâlâ akıyor olmasının temel nedeni, terör örgütünün can damarları olan finans akışı ve lojistik desteğin kurutulamamış olmasıdır.

Habur, Oslo: Habur deneyimi, talihsiz bir olay olmuştur. Buna neden olan siyasi kurum şapkasını önüne koyup düşünmeliydi. Maalelef öyle olmadı. Özel bazı yöntemlerle, özel bazı yollarla o kişilerle görüşürsünüz. Ama devlet olarak oturup da müzakere yapıyorsanız, hele 3. bir devletin gözetiminde oturuyorsanız müzakere masasına, bu çok yanlış. Terörle müzakere olmaz.

BDP meşru değil: Keşke BDP muhatap alınsaydı. Ancak BDP meşruluğunu kaybetti. Görünüşte meşru ama bana göre teröre tam olarak bulaşmıştır. Teröre bulaşmış olan herhangi birisiyle hele Öcalan gibi terörü ülkenin başına bela etmiş biriyle müzakere etmek akla ziyan bir iştir. Gerçekten samimi olarak terörü dışlayan siyasileri bulup çıkarıp onları muhatap almak gerekir.

PKK ile de görüşülür şeytanla da


• Oya Baydar: (Yazar) Çözüm için köklü adımlar atılırken “Bak ne çok taviz (!) verildi, neler yapıldı, teröristler hâlâ saldırıyor” korosu için söylüyorum. Mesela İrlanda’da, Güney Afrika’da taraflar arasında diyalog sürerken, hatta olumlu sona birkaç adım kalmışken bile kanlı provokatif eylemler oldu, görüşmeler yine de kesilmedi. Her şeyden önce, sorunun savaşla çözülemeyeceğinin artık anlaşılması lazım. Bu yolda atılacak somut adımlara gelince: Cesaretle, önkoşulsuz diyalog başlamalıdır. Muhatap sorunu bahaneden ibarettir. Öcalan, “muhatap benim” diyor. Kürt halkının manevi lideri, beğenin beğenmeyin Öcalan’dır. Abdullah Öcalan’ın devreye girebilmesi için koşulları gözden geçirilmeli, kendisine olanak sağlanmalıdır. Çözüm isteniyorsa PKK ile de görüşülür (ki silahlı güç PKK olduğuna göre bu zorunludur), şeytanla da görüşülür. AKP iktidarı, oy hesaplarıyla, kitleleri kaybederim korkusuyla CHP ve özellikle MHP muhalefetine teslim oldukça, gücü olduğu halde çözümü sağlayamaz. Tabii, AKP’nin kendi milliyetçi damarı da bir engel. AKP’nin eli bağlı: En önemli bağ kendi Sünni milliyetçiliği. İkincisi Erdoğan’ın kişilik özellikleri; o ve yakın çevresi, Kürt meselesinin bazı hakların gıdım gıdım verilmesiyle din kardeşliği temelinde çözülemeyeceğini anlayabilecek siyasal öngörüye sahip değil. Öte yandan, AKP iktidarı Gülen Cemaati’ne dayanıyor ve iktidarın bu gayri resmi kanadı Kürt sorununun çözümünde güvenlikçi politikalardan taviz verilmesini istemiyor. Buna bir de muhalefetin tavrını eklerseniz AKP’nin zikzaklarını, “mış gibi” yapmasını ve samimiyet derecesini anlayabilirsiniz. Aslında, AKP’yi barışçı çözüme zorlayabilecek gerçek güç bizleriz.

Meşru aktörlerle şeffaf müzakere

• CHP Genel Başkan Yardımcısı, Parti Sözcüsü Haluk Koç, “terör ile Kürt sorununun” birbirinden ayrılması gereği üzerinde duruyor. Koç, “Kanı durdurmak için terör örgütünü çok iyi tanımlamamız gerek. Nihai hedefleri ortada, saf olmamak gerekiyor. Silahla masaya oturarak siyasi müzakere yapma yanlışı Türkiye’nin başına çok daha fazla sorun getirir. Oslo bir utanç belgesidir. Erdoğan’ın bir kolunda Barzani, bir kolunda İmralı” dedi. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “Silah bıraktırılacaksa PKK ile görüşülür” açıklamalarını anımsattığımızda da Koç, şu değerlendirmeleri yaptı: “Ben kendi görüşlerimi söylüyorum. Silah bırakmadıktan sonra terör örgütü muhatap alınamaz. Kayıtsız şartsız silah bıraktıktan sonra da ondan sonraki süreç siyasi boyutta temsilcilerle, milletin önünde, meşru zeminlerde tartışılabilir. Terör örgütünün siyasi konularda muhatap alınmasının, toplumu bu yönde oluşturmanın yanlışlığını söylüyorum. Terör örgütü paralel devlet yapılanmasını kurumları ve kurallarıyla tarif etme aşamasına geldi. Kaçırdığı insanları için, gözaltında, tutuklandı, yargılanacak, gibi paralel bir hukuk devletin deyimleriyle konuşur hale geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir hukuk devleti olarak ulusal ve uluslararası hukukun kendisine verdiği tüm yetkileri kullanarak terörle mücadele etmek zorunda. Ancak diğer taraftan da Kürt sorununun çözümü için de meşru siyaset kurumunun, meşru siyasi aktörlerin, meşru zemin olan TBMM’de süreci milletin önünde şeffaf, açık şekilde tartışmaları gerektiği görüşündeyim. Bütün meşru aktörler, sadece BDP değil, MHP de var. ” Koç, “ulusalcı, şahin” eleştirilerine de “Ben yurtseverim, bir yabancı kendi ülkesinin çıkarlarını ne kadar savunuyorsa, ben de Türkiye’nin çıkarlarını o kadar savunmakla görevliyim. Şahin değil, akılcıyım” karşılığını verdi.
24 Ekim 2012

Wednesday, October 24, 2012

Yaşama Uğraşı

Cesaré PaveseYaşama Uğraşı

Çevirmen  Cevat Çapan


İlkgençlik yıllarının geçtiği köy ve çiftlik ortamı,Cesare Pavese'nin ilk şiirlerine olduğu kadar Ay ve Şenlik Ateşleri adlı ilk romanına da esin kaynağı oldu.Çocukluğu yoksulluk içinde geçti. Lisedeyken iki yakın arkadaşının intiharları,Pavese'yi çok etkiledi. Üniversitede edebiyat okudu. Amerikan edebiyatının dev yapıtlarını İtalyanca'ya çevirdi. Özgürlük ve demokrasi ağırlıklı çevirileri ve yazıları yüzünden Faşist yönetimce tutuklandı, bir yıl kadar hapis yattı. 'Kısık sesli bir kız'a aşık oldu. Bu aşk, Cesare Pavese'yi, içedönüklükden ve aşağılık duygusundan kurtarmıştı. Ancak 'kısık sesli kız'ın alaycı sözleri, yazarı yine 'intahar' düşüncesiyle yüz yüze getirdi.Kadınlardan nefret eden, karamsar bir insan oldu. İlerleyen yıllarda iki kez evlenmeye kalktıysa da, olmadı. Hayal kırıklıklarıyla dolu bir yaşamı 1950 yılına kadar sürdürebildi. "Yalnız Kadınlar Arasında" adlı romanına, İtalya'nın en büyük edebiyat ödülü olan Strega Ödülü verilmişti. Ödülünü almak üzere, Roma'ya bir uyurgezer gibi gitti. Ödülü aldıkdan sonra, 1935 yılından beri tuttuğu bu günlük dışında ki bütün yazılarını, notlarını yok etti ve 26 Ağustos 1950'de, küçük bir otel odasında, uyku haplarıyla intihar etti. Bu günlükte gündelik olaylardan çok, bu büyük yazarın sanatıyla ilgili düşüncelerini bulacaksınız. Ölümünden iki yıl sonra Yaşama Uğraşı adıyla yayınlanan bu çok değerli kitabı ilk kez tam metin olarak yayınlıyoruz.

Yaşama Uğraşı

M. Salih Polat
Yeryüzünde bir sürgün gibi yaşadığını yazılarında dile getiren Cesare Pavase’nin günlükleri yeniden yayımlandı.

Pavese’yi hiç mi hiç anlamadılar diye kadınları suçlayacak halimiz yok elbette ama keşke anlasalardı da içimize evlat acısı gibi işleyen bu günlüklerden mahrum kalsaydık
Edebiyat dediğimiz tuhaf nesnenin, sanat dediğimiz yorucu çabanın, yeryüzünün içli çocuklarının acılarından mürekkep olduğunu ve bizim o acıların kıyısına geçip şenlikler derlemeye çalıştığımızı daha erken farkedebilsek, hayatlarımız belki de farklı bir seyir takip ederdi. Evlerimizi, odalarımızı dolduran kütüphanenin karşısına geçip, başbaşa kalacağımız acılı bir insan seçiyoruz kendimize ilkin, arkasından da o acılı insanın kılavuzluğunda, yeni acılara doğru kanat çırpıyoruz ve düşünme zahmetine bile katlanmıyoruz: Değer mi hiç? Pavese’nin cevabını merak ediyor musunuz gerçekten de...
      
       UMUTSUZ DİRENİŞİN KIRILMA NOKTASI

       “Bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi.”

       Bu hüzünlü başlayıp acıklı bir hale dönüşen satırların yazarı, hemen her duyarlı erkek gibi ömrünü kadınları anlamaya, onlar tarafından sevilmeye adamış bir bildik bir isim: Cesare Pavese. Kadınlarını anlama çabaları başarısız kaldıkça; bu başarısızlık da sevgisizlik yani yeryüzü yoksunluğu yani evren sürgünlüğü anlamına geldikçe “Yaşama Uğraşı”ndan adını düşüren Cesar Pavese...

       Aslında nereden bakılırsa bakılsın, Pavese’nin kısa süren ilginç yaşamı, yeryüzünde henüz pek fazla değişmemiş bulunan kadın kültürüne verilmiş keskin bir cevaptır. Hayır, keskinliği, Pavese’nin “herşeyden tiksindiğini” belirterek Torino’da bir otel odasında intihar etmesiyle ilgili bir husus değil. Keskinlik, Pavese’nin ömür boyu sürdürdüğü çabadan kaynaklanıyor. “Günlükler” titiz bir gözle okunduğunda, öfkelerinde, kırgınlıklarında, kızgınlıklarında bile, Pavese’nin yüzünü kadınlara dönme çabasından vazgeçmediği görülebilir rahatlıkla. Çünkü sevgi ihtiyacı içindedir ve sevilmeyen ya da yeterince (Buradaki “yeterlilik,” sadece ve sadece sanatçının karar verebileceği bir dengeye tekabül eder ve ne yazık ki, yeryüzünün kayıt kabul koşulları dolayısıyla kesinlikle gerçek niteliğine kavuşamaz. Belki de asıl trajedi budur.) sevilmeyen her insan gibi yalnızdır. Muayenehanelerinde, modern insanın sıkıntılarına çare aradıklarını savunan psikiyatr ve psikologlar, sanatçının evrendeki yalnızlığının yansıma biçimlerine dair dişe dokunur ve adam içinde okunur bir araştırma yapmadıkları için, yalnızlığın bu boyutu üzerinde pek fazla durulmaz genellikle. Durulmazsa ne olur? Ne olacak, birkaç Pavese daha çekilir aramızdan, kendilerine yaşatılan laneti kusarak üzerimize...
      
“YALNIZ KADINLAR ARASINDA”
      
       “Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak, şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde, ‘önceden yapılmış bu’ demek geliyor içimden. Ezilmelerimi, saplantılarımı, yorgunluklarımı ve dinlenmelerimi iyice gözden geçirince, açıkçası hayata yeni buluşlar getirecek bir alan olarak bakmıyorum artık, şiir daha az ilgilendiriyor beni bu açıdan; sadece düşünülecek ve çözümlenecek olan sıkıcı bir malzeme gözüyle bakıyorum her ikisine de.”

       1936 yılında yani intiharından 14 yıl önce yazıyor bunları Pavese ve insan ister istemez, “Hayatını adadığı edebiyata olan ilgisini de yitirdikten sonra nasıl tahammül etti bu kadar yıl?” sorusunu soruyor kendine. Aslında “beklenti ya da umut” gibisinden sefilin sefili bir cevabı vardır bütün bu tahammül serüveninin ve ne yazık ki, Pavese için de geçerlidir bu. Çünkü, iki kırılganlık arasındaki gidiş gelişlerden, hayatı sürdürmek konusunda çok fazla destekleyici ayrıntı elde etmek mümkün değildir. Olsa olsa, bir kıyıdan karşı kıyıya geçiş imkânlarını araştırırken, kişinin karşısına çıkan kanat müsveddelerinin şakırtısına denk düşen bir aldanıştan ibarettir hepsi de.

       Pavese de bunu dile getirir zaten:

       “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”
      
BAŞTAN KAYBEDENLER
      
       Yine çırpınışların kıyısında Pavese, yine hızla sürüklendiği sahile karşı direnmeye çalışıyor. Ama beyhûde bir çabadır bu, yeryüzünün en içli çocuklarından biri olan bu insan, yanına sürmelenmiş acılar almak istedikçe reddedilir. Üstelik, hayatın önemli bir bölümü, hatta neredeyse tamamı, sürekli “Yalnız Kadınlar Arasında” geçmiştir. Temel hareket noktasında, “yalnız kadınlar”ın ihtiyaç duydukları şeylerle, “yalnız erkekler”in ihtiyaç duydukları şeyler arasında belirgin bir fark yoktur. Fark belki de, yalnızlıklarını bir din gibi benimseyen yeryüzü sürgünlerinin, birbirlerine doğru emekleme konusundaki hareket kabiliyetlerini daha doğuştan yitirmiş olmalarıdır. Ki bu da bir başka acıklı durumdur...

       “Bir erkekle bir kadın arasında aşktan daha önemli ne olabilir? Bu, insanın bir başkasını kendisiyle bir tutabileceği anlamına gelir: onun her davranışını ve hareketini kendi davranışı ve hareketi gibi görmek, hayatın tadını çıkarmasından hayatın tadını kendimiz çıkarıyormuşuz gibi sevinmek, bizim başkalarıyla yaptığımız şeyleri o başkalarıyla yapıyor diye kendimizi bir şeyden yoksun kalmış hissetmemek, başka bir deyişle, öbür insanları da kendimizi sevdiğimiz kadar sevmek. Bu sevgiye iyilik deniyor. Ama ya o insan kaybolursa? Kendimizin kaybolan bir parçasını sevebilir miyiz? Bunun için kimsenin hiçbir zaman kaybolmadığına, ölüm diye bir şey olmadığına inanmamız gerekir (...) Peki. ama sen ölümü kendin için kabul ediyorsan, bir başkasının da kendisi için kabul etmesine nasıl karşı çıkabilirsin? Bu da iyiliktir. Hiçliğe varabilirsin, ama pişmanlığa ve nefrete değil. Şunu her zaman hatırla: Sana hiç kimse bir şey borçlu değil. Kendinde neye hak görüyorsun? Doğduğunda hayat üzerinde herhangi bir iddian var mıydı?”
      

Yaşama Uğraşı - Cesare Pavese
Alıntılar


Başkalarıyla – hatta karşına çıkan tek insanla – sanki her şey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın. (Yaşama Uğraşı 322)

Kendini öldürmeye karar vermiş bir adamın damarlarından boğazına yönelen bu gizli ve köklü sevinç neden? Ölümle yüz yüze gelindi mi, hâlâ diri oluşumuzun kafaya dank başka bir şey kalmaz geriye (Yaşama Uğraşı 98)

Kimbilir kaç kez o güvenli ve yerinde karara vardık: Ondan 'uzak duracak', ona sanki her şey şimdi başlıyormuş gibi davranacak, bu arada da onun her tutumunu biliyor olmanın getirdiği büyük avantaja sahip olacaktık. Ve kimbilir kaç kez bunu başaramadık? Niçinine bir bakalım. Yalnızlıkla bütünleşip onun karşısında kurban rolünü oynadık. Onun karşısında sakin ve hazır olmalısın; yalnızlığına dalmalısın. Artık kaya ol, dalga değil. '33'nte sandaldaki sağlamlığına yeniden kavuş. Boşalan içsel enerjini tazele. Rıza göster, talep etme. Bekle. Her dürtünün seni nerelere götüreceğini gör. O bildik alçaltıcı durumlara götüren bütün dürtülere egemen ol. Bunu yapamazsan, hiçbir şey yapamazsın. (Yaşama Uğraşı 100)

Gerçeğin mutlak mantığına inanan düşünürler bu konuyu bir kadınla ciddi olarak tartışmamışlardır. (Yaşama Uğraşı 101) Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoşmuş gibi davranırlar ona: “Hadi, kalk bakalım; yeter bu kadar; hadi işine; öyle değil; ha şöyle...” (Yaşama Uğraşı 103)

Eskiden beri bilinen bir şey, ama yeniden bulduğum için kendi adıma seviniyorum. Ancak bir özveriyi gerektiren sevgiye inan; bunun dışında herşey, çoğu zaman, boş sözlerden başka bir şey değildir. (114)
Acı çekmek (mutsuzluk, yas), düşünceleri belli bölgelerden uzak tutmak, böylece orada egemen olan acılardan kurtulmak için zihinde tel örgü yaratmak gibidir. Bu bakımdan, manevi yetenekleri sınırlar acı çekmek (116)

Fırtınalı bir iç hayatları olup da konuşarak ya da yazarak içlerini dökmek istemeyenler, aslında, fırtınalı iç hayatları olmayan insanlardır.
Yalnız bir insanla arkadaşlık et, herkesten çok konuştuğunu göreceksin. (125)

Elbette acı çekerek insan birçok şey öğrenebilir. Ne yazık ki acı çekmek öğrendiklerimizden yararlanacak gücü bırakmaz bizde; bir şeyi sadece bilmekse, hiçten de az bir şeydir. (130)

İnsan nasıl ölümü düşünmeyebiliyorsa, kadınları da düşünmeden edebilir. (135)

Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum...(142)

Bekârlar evlilerden daha çok ciddiye alırlar evliliği (163)
Kıskançlığa karşı geçici bir çaredir cinsel ahlak. Bir başka erkeğin cinsel gücüyle herhangi bir karşılaştırmayı önleme çabasıdır. Kışkançlık ise böyle bir karşılaştırma yapma zorunda kalma korkusudur. (166)

Bir çeşit insan vardır ki, hayattan bir şey beklememeye alışmıştır; ne yaptığı bir iş, ne de çektiği acı için bir karşılık umar. Ne olursa olsun, hiç kimseden, hatta yardım ettiklerinden bile bir şey beklemez. Dolayısıyla, ancak dilediği zaman başkalarına yardım eder. Tıpkı benim gibi.(179)

Bir başka insanın çocukluğunu öğrenmek, onu yeniden yaşamak istemek, belli bir sevgi belirtisidir. (206)

Aşk iki sevgiliyi birbirlerine değil, kendi kendilerine çırılçıplak gösterme gücüne sahiptir. (212)

Hayatın alaycı yasalarıdan biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse sevmez, çünkü seven, verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur.
Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir kimsemizin olması gerekir (234)

Bir kadın evlendiği zaman bir başka erkeğe ait olur; bir başka erkeğe ait olduğu zaman da artık ona söyleyeceğin hiçbir şey yoktur. (239)

Beklemek de bir uğraş. Hiçbir şey beklememek korkunç.(322)

Birtakım şeylerden düzenli ve inançlı olarak vazgeçen insan, hayatını işte bu vazgeçtiği şeyler üstüne kurmuştur. Gözü yalnız bunları görür. (373)

Zaferin tadını çıkarabilmemiz için ölülerin dirilmesi, yaşlıların gençleşmesi, uzaktaki dostlarımızın dönmesi gerekir. Biz bunun düşünü dar bir çevrede, bizim için bütün dünya sayılan bildik yüzler arasında kurmuştuk; şimdi büyüdüğümüze göre, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin gene bu yüzlerde yansımasını isteriz. Oysa onlar yaşlanmış, ölmüş, kayıplara karışmışlardır. Bir daha dönmemecesine. Bu durumda umutsuzca çevremize bakar, bizi yalnız bırakan, ama bizi seven, yaptıklarımıza hayranlık duyacak olan bu küçük dünyayı yeniden yaratmaya çalışırız. Ama böyle bir dünya yoktur artık. (378)

Bir kadının aşkından değil; aşk – herhangi bir aşk – bizi olanca çıplaklığımız, mutsuzluğumuz, incinebilirliğimiz, hiçliğimiz içinde gösterdiği için de öldürür kendini insan. (409)

Çivi çiviyi söker. Ama bir çarmıh yapılır dört çividen. (415)
Ama daha korkunç olanı şudur: yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük bir zevk duyduğumuzu belli etmemekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı, bırakıp giderler bizi. (Yaşama Uğraşı )

Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremiyen değil – bunu kim başarmıştır ki- bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişkiyi sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı budur.

Tuesday, October 23, 2012

Paulo Coelho: “Beni en çok kamçılayan mağlubiyetim, asla yazar olamayacağımı düşünmemdi”

Eserleri 160’ı aşkın ülkede yayınlandı, 73 dile çevrildi, 100’den fazla uluslararası edebiyat ödülü kazandı, dünya genelinde 140 milyondan fazla sattı ve Twitter ile Facebook’ta 13,5 milyon takipçisi var.

Paulo Coelho’nun başarıları bu kadarla da kalmıyor. Brezilya’nın en çok satan yazarı ve Brezilya Edebiyat Akademisi’nin 21 numaralı üyesinin 22. kitabı Akra’da Bulunan Elyazması’nı ölümle burun burunayken yazdı ve yayımladı.
Hayati tehlike atlatarak damar tıkanıklığı ameliyatı olan yazarın bu ameliyattan sonraki ilk kitabı Akra’da Bulunan ElyazmasıCan Yayınları, 65 yaşına tamamen sağlığına kavuşan Coelho’yla e-kitaptan farklı dinlerin böldüğü insanlara, eleştirmenlerden milenyum gençliğinin işe yaramazlık sendromuna kadar pek çok şeyi konuştu.
“Ölürsem mutlu öleceğim”
Kitaplarınızda gerçeği ve kurguyu iç içe geçirmek konusunda ustasınız. Akra’da Bulunan Elyazması’nın ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu?
Gerçeği yorumlamanın bin türlü yolu var. Gerçek ve kurguyu ayırt etmek sadece yazar için değil, herkes için zor. Gerçek olduğuna inandığımız, ama çoğu kez kurgu olabilecek bir bilgi bombardımanı altında yaşıyoruz. Akra’da Bulunan Elyazması’nın temelinde değerler var ve değerler asla kurgu değildir. Değerler zamanın ötesindedir. Kitabımın amacı değerleri açıklamak veya betimlemek değil, bin yıl önceki soruların hâlâ geçerli olduğunu, hem bin yıl önce hem de günümüzde nasıl açıklandıklarını göstermek.
“İstenmeyen” –yani ölüm– bu kitapta birçok kez karşımıza çıkıyor. Bunun geçtiğimiz sene yaşadığınız sağlık probleminin sizde yarattığı korkuyla alakası var mı?
Doktorum 30 Kasım 2011’de bana öleceğimi, İstenmeyen’in beni almaya geleceğini söylediğinde düşünmeye fazla vaktim olmadı. Ya hemen ameliyat olacaktım ya da ölecektim. İki gün sonra bir operasyon geçirdim. Operasyondan bir gece önce yattığım yerde şöyle düşündüm:“Ne yapalım, ölürsem mutlu öleceğim! İstenmeyen geldi ve Manuel Bandeira’nın şiirindeki gibi evi tertemiz, masayı derli toplu, her şeyi yerli yerinde buldu. Yaşamam gereken her şeyi yaşadım. Daima sınırlarımı zorladım. Harika bir gençlik yaşadım, çünkü hippie zamanlarına denk geldi, oysa bugün her şey çok farklı ve insanlar çok daha temkinli. Ben son derece temkinsizdim ve bunun faydalı bir özellik olduğunu düşünüyorum. Geceleri sevdiğim ve daima seveceğim kadının yanında uyuyorum. Ve hayalini kurduğum işte, yani yazarlıkta nihayet başarıya ulaştım. Öyleyse, İstenmeyen yarın kapımı çalarsa buyursun gelsin.”
Akra’da Bulunan Elyazması yaşamlarımızı etkileyen değerleri sorguluyor… Kıpti sizin ikinci benliğiniz mi? Kıpti’nin sözleri sizin mirasınız mı?
Benim mirasım Kıpti’nin sözleri değil, eserlerimin tamamıdır. Ama Kıpti’nin ikinci benliğim olduğu doğru, gerçi o benden daha bilge, ben o kadar da bilge değilim. Yazar yazdığı sırada transa girer, Simyacı’da “dünyanın ruhu” adını verdiğim şeyle bağlantı kurar. Bu kitap Halil Cibran’a ve günümüzde ne yazık ki unutulan Ermiş adlı kitabına bir saygı duruşu niteliğindedir.
Akra’da Bulunan Elyazması’nda Manuel Banderia’dan, Shakespeare’den ve İncil’den alıntılar mevcut. Bu kitapları sıklıkla okuyor musunuz? Başucunuzdan eksik olmayan kitaplar hangileri?
Başucumdan asla eksik olmayan tek şey Kindle’ım. İçinde habire tekrar okuduğum Jorge Luis Borges ve İncil gibi kitaplar var. William Blake’i de çok seviyorum. Bence okunan kitaplar insanın kafasında “seyahat eder”. Okunmaktan yıpranmış bir kitabımı gördüğümde müthiş sevinç duyarım, çünkü kitabın birçok kişi tarafından okunduğu anlamına gelir. Tekrar tekrar okuduğum fazla kitap yok, ama çok kitap okurum. Bana göre okumak dünyadaki en büyük zevklerden biridir.
“Dünya dinsel fanatizme doğru kayıyor”
Günümüz dünyası da tıpkı kitaptaki Kudüs gibi maddi ve ahlaki bir kriz yaşıyor. Kitabınızda da sorduğunuz, “Her şey mahvolduktan sonra geriye hangi değerler kalır?” sorusunu nasıl cevaplıyorsunuz?
Gereken tek değer cesarettir. Cesaret olmadığı takdirde kitabımda değindiğim diğer değerlere başvurulur. Akra’da Bulunan Elyazması’nı yazmaya karar verdiğimde günümüzde kimsenin cesaret ve cüret göstermediğini, herkesin oturduğu yerde keyif çattığını düşündüm. Maddi krizlere ve ahlaki değerlere pek “itibar göstermem”. Bence bazı insanları diğerlerinden daha muhafazakar ve katı yapan da tam bu cüretkârlık korkusu; Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman olmaları fark etmez. Temelde dünya dinsel fanatizme doğru kayıyor. Musevilerin bir kanunu, “Komşunun sana yapmasını istemediğini sen de komşuna yapma,” diye buyurur. Saygı duyulması gereken en önemli ahlaki değer, altın kural işte budur. Kitabımda mekân olarak Kudüs’ü kullanmaktaki amacım, insanın kendi değerlerini dayatmadan komşusuyla huzur içinde yaşamasının gayet mümkün olduğunu göstermekti.
Kıpti kitapta, “Kaybettiğimiz şey bir mücadele de olsa, sahip olduğumuzu sandığımız şeyler de olsa hüzne kapılırız. Fakat çok geçmeden hepimizin içinde bulunan o esrarengiz gücü keşfederiz,” diyor. Sizin hayatınızda en büyük dönüşümü tetikleyen mağlubiyet hangisiydi?
Beni en çok kamçılayan mağlubiyetim, asla yazar olamayacağımı, hayalimi asla gerçekleştiremeyeceğimi düşünmemdi. 39 yaşındaydım ve kendimi mağlup görüyor, hayalimin imkânsız olduğunu zannediyordum. İlk mağlubiyet anım buydu. Kısa bir süre sonra Santiago Yolu’nu yürüdüm ve derin bir değişim geçirdim. Santiago de Compostela’ya vardığımda aklımda iki şey vardı: birincisi, yol burada bitmiyor, başlıyordu; ikincisi, her şeyi bir kenara bırakıp kendimi yazmaya adayacaktım. Başarılı olup olmayacağımı bilmiyordum, ama yolun başlangıcında olduğum gibi mağlup halde yaşamaya devam edemezdim. Ve Tanrıya şükür (Tanrıya ve cesurların Tanrısına) bulunduğum yere gelmeyi başardım. Yine de daha gidecek çok yol var, henüz yolumun sonuna gelmedim. Bence bir yazar için yolun sonu ancak öldüğünde gelir. Daima yazacak yeni bir kitabı vardır.
Kıpti başarıyı, “her gece başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzurla uyuyabilmektir,” şeklinde tanımlıyor. Size göre başarı nedir?
Başarı her gece başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzurla uyumaktır. ‘İstenmeyen’ karşımıza dikildiğinde ona şöyle diyebilmektir: “Alnımın teriyle mücadele ettim ve inanmaktan asla vazgeçmedim, yapmak istediklerimi yaptım ve her şeyi gerektiği gibi yerine getirdim. Çok hatam oldu, çok doğrum oldu, ama İstenmeyen kapımı çaldığında ruhum huzur içindeydi.”
E-kitabın büyük destekçilerindensiniz. Eserlerinin tümünü Kindle için uyumlu hale getiren ilk Brezilyalı yazar sizsiniz ve e-kitapları ücretsiz indirme taraftarı olduğunuz için edebiyat camiasında büyük bir tartışma yarattınız. Bu duruşunuzdan dolayı hiç eleştiri aldınız mı?
Bence yazarlar olan biteni pek anlamıyorlar ve Van Gogh sendromundan mustaripler: “Öleceğim ve insanlar sanatımı keşfedecekler,” diye düşünüyorlar ve çok yanılıyorlar. Gerçek dünyaya adapte olmadıkça hayatta kalmaları mümkün değil. Kısa bir süre önce (İngiliz gazetesi) The Guardian’da okuduğum bir röportajda benim yalnızca zengin olduğum için böyle davranabildiğim söyleniyordu, ki bu pek doğru sayılmaz. Yazmaya başladığımda en çok arzuladığım şey yazdıklarımın okunmasıydı. O dönemde de e-kitap var olsaydı elbette desteklerdim.
Günümüzde dijital dünyayla ve bu dünyanın yarattığı imkânlarla en fazla iç içe olan yazarlardan birisiniz. Kitabınız da sonradan papirüslere geçirilerek ölümsüzleşen sözlü geleneğe dayanıyor. Sizce iletişim söz konusu olduğunda eskiyle yeninin bir arada yaşaması mümkün müdür? Kitabın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Kitabın geleceği başka platformlarda yatıyor. Yani hem elektronik desteğe sahip olacağız, hem de sosyal ağların desteğine, birçok yazma yöntemimiz olacak. Ama kitabın varlığı asla sona ermeyecek. Günümüzde yazarın önünde çok daha büyük bir olasılıklar yelpazesi var, bu olasılıkların değerlendirilmesi gerekiyor, ama hiç değerlendirilmiyor. Daha doğrusu, nerd’ler tarafından değerlendiriliyor, entelektüellerse edebiyat öldü diye yakınıp duruyor – ki bu hiç de yeni bir haber sayılmaz, sürekli bundan yakınırlar. İnsanın merak duyması, yeniliklere William Blake’in dediği gibi masum bir gözle bakması lazım. Keşfettiğimde muazzam bir keyif aldığım sosyal ağ çok geçmeden benim için son derece kullanışlı bir araca dönüştü. Demek ki eskiyle yeni birlikte yaşayabilmekle kalmaz, ayrılmaz bile sayılabilirler. Yeni teknolojiler ve sözlü gelenek birlikte yaşayabilir ve yaşamalıdır da. Bloglarımda ve gönderilerimde çocukluğumdan bugüne öğrendiğim öykülere yer vermeye özen gösteriyorum, düşünceleri aktarmanın en iyi yolu budur. Edebiyat derin bir biçimsel dönüşümden geçiyor. Kutsanmış entelektüeller diyebileceğimiz kitlenin büyük kısmı bunu göremiyor. Bir süre önce Umberto Eco’nun bir röportajında başta iPad’e karşı olduğunu, ama satın alınca bayıldığını söylediğini okuyup çok şaşırdım. Bence bunun bilinmeyenden korkmakla, sadece teknolojiden değil başka şeylerden de korkmakla alakası var. Böyle masumane davranışlara, böyle akıl kamaşmalarına, ya da Manuel Bandeira’nın deyimiyle akıl aydınlanmalarına açık olmalıyız.
Sizi bu kitabı yazmaya iten neydi?
Okurlarımın yorumlarında değerler eksikliği diyebileceğim büyük bir boşluk dikkatimi çekmekteydi. Okurlarımın çoğu genç, bense 65 yaşında olduğumdan gençlere nasıl davranmaları gerektiğini öğretme hakkını kendimde bulmuyorum, bu yüzden kurgunun gücüne başvurdum. Böylece geçen sene Wilkinson’un oğlunun bana gönderdiği elyazmasının bir kopyasından faydalanmaya karar verdim ve elyazmasını bir öyküye harmanlamaya çalıştım. Bahsettiğim elyazmasından yalnızca kısa parçalar okumuş olsam da gençliğin bir kısmını etkisi altına almışa benzeyen bu işe yaramazlık hissiyle mücadele etmeye yarayacak bir şey yazmak için gerekli ilhamı aldım.
Bu kitap zaten hazır olan başka bir kitabın yerine mi geçti?
Evet, uzun süredir bilgisayarımda hazır duran başka bir öyküm vardı. Böyle olması iyiye işaret değildir, çünkü yaratma sürecim çok hızlı işler. İlham alıp ne tür bir eser yayınlayacağıma karar vererek öncekinin bir kısmını sildim ve yenisini 15 günde yazdım. Kolay bir süreç gibi görünebilir, ama hiç de öyle olmadı – her gün yazmaya başlamadan önce gücüm tükenmesin diye dua ettim.
Okuyucularınızla internet üzerinden doğrudan iletişim kurarken bu işe yaramazlık hissinin geçeceğine dair umut verici bir tepki hiç dikkatinizi çekti mi?
Henüz pek açık bir tepki almadım. Ama büyük bir coşku var. Mesela Facebook’ta kitap için bir sayfa açtım ve sadece Brezilya’da şimdiden 10 binden fazla yorum yazıldı. Geçenlerde aklıma esti, bir sohbet odası açtım ve 10 binden fazla kişi katıldı. Beni en çok şaşırtansa İngilizce çevirmenimin tepkisi oldu: Normalde çevirdikleri hakkında hiç yorum yapmaz, ama bu kez kitabın müthiş olduğunu söyledi. Hem de yayıncımın (Sextante) yaptığı stratejik bir hataya rağmen böyle oldu; kitabımı Brezilya’da Grinin Elli Tonu ile aynı anda piyasaya sürdüler.
“BEN ELEŞTİRMENLERE KULAK ASMAM!”
Yazarak geçen bunca yılın ardından yeni bir kitabınız çıkmadan önce hâlâ heyecan duyuyor musunuz?
Elbette! Hâlâ içimde bir şeyler kıpırdanıyor ve bunu samimiyetle söylüyorum. Eğer böyle hissetmezsem yazmayı bırakırım, çünkü heyecanımı kaybettiğim anlamına gelir.
Bu sene Flip’e (Festa Literária Internacional de Paraty – Uluslararası Paraty Edebiyat Şenliği) katılan Amerikalı yazar Jennifer Egan eleştirmenlerin size itibar göstermediklerini duyunca çok şaşırmıştı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence herhangi bir itibar kaybım yok, bunu söyleyenler ufacık bir azınlık, hem ben eleştirmenlere hiç kulak asmam. Geçen sene Flip’e davet edildim, ama katılmamayı tercih ettim. Halbuki Campus Party’ye de davet edildim (Brezilya’nın en önemli teknoloji etkinliği) ve anında kabul ettim. Benim dünyam bu. Campus Party benim tarzımda insanlara uygun. Diğer etkinliklerden üstün veya aşağı değil, ama asıl keyif verenler bu tür etkinlikler.
Sosyal ağlarda yaklaşık 14 milyon takipçiniz var ve her gün onlarla Twitter ya da Facebook üzerinden iletişim kuruyorsunuz. Günün kaç saatini internette geçiriyorsunuz?
Kindle, iPad ve iPhone’um var, ama bütün gün internette kalmaktan kaçınıyorum. Örneğin, e-mailimi telefondan kontrol etmiyorum, ama acil bir durum olduğunda bunu yapabileceğimi bilmek beni mutlu ediyor. Sonuçta merak benim bu dünyaya bağlı kalmamı sağlayan en önemli şey. İkinci en önemli şeyse okuyucularımla konuşabilme imkânına sahip olmam. İmza günlerinde böyle bir şey pek mümkün olmuyor. Oysa günümüzde Twitcam kullanıyorum, okuyucularımı akşam yemeğine davet ediyorum ve bu beni çok mutlu ediyor.
23 Ekim 2012

Monday, October 22, 2012

‘Kaybolmuş insanların sesi’


Sevda, kavga, özeleştiri: Kayıp Ruhlar

A. Kadir Konuk ve Derya Cebecioğlu’nun birlikte kaleme aldığı ‘’Kayıp Ruhlar“ adlı romanı, 12 Eylül öncesinde meydanı dolduran Türkiyeli onbinlerin nerede olduğunu sorguluyor.

 

‘Kaybolmuş insanların sesi’

‘’Kayıp Ruhlar’ın iki yazarından biri olan ve okurlarımızın yakından tanıdığı A. Kadir Konuk’a birlikte romana ilişkin sorularımızı yönelttik.

İki yazar birlikte yazma fikri kimden ve nasıl oluştu?

Başka insanlarla birlikte bir şeyler yaratmayı seviyorum. Bir kaç yıl önce ‘Beybun’ isimli internet sitesinde yazarken ‘Neden olmasın’ diyerek öneriyi götürdüm sevgili Derya Cebecioğlu’na, kabul etti, giriştik yazmaya.
Türkiye’de daha önce iki, üç yazarlı belgesel ya da araştırma kitapları yayınlandı, ama iki yazarlı bir roman var mı bilmiyorum. Olmadığını düşünüyorum. Biz yaptık oldu. Sadece Derya Cebecioğlu ile değil, benimle birlikte bir şeyler yapmayı isteyen herkesle üretmeye hazırım. Bundan zevk alıyorum. Yaşamın yarıdan fazlası ise yapılan işlerden alınan ‘zevk’tir!

12 Eylül öncesinde birbirinizi tanıyor muydunuz?

Hayır! Sevgili Derya Cebecioğlu ile hiç yüz yüze gelmedik. Fotoğraflarını gördüm sadece. O da beni kitaplardan, gazete haberlerinden, internet sitesinden tanıyor zaten. Bazen telefonla, bazen e-maillerle tartıştık konuyu. Ben düşüncede oluşan roman taslağını anlattım, Derya genç bir insan olmasına karşın dönemi iyi bilen biriydi. Yazmak zor olmadı.
‘’Her yaşam bir romandır’’ diye bir deyim var, sizin kitapta ise ‘iki yaşam’ bir roman olmuş. Yazarken, kurguda ve belirlemelerde sorunlar çıkmadı mı?
Gerçekte ‘Sevda ve Resul’ kişiliğinde, hiç de yabancısı olmadığımız binlerce insanın yaşamını şekillendirmeye çalıştık. Kurguda güçlük çekmedik. Bazen Sevda’nın mektupları Resul’a yol gösterdi, bazen Resul’un iç kavgası Sevda’ya yeni mektuplar yazdırdı. Romanın yazımında tek bir dil kullanabilmek için tümünü bir kaç yazımdan sonra ben düzenledim.

İstanbul’un Kadıköy-Kuyubaşı semtini ana mekan seçmeniz, bir tesadüf mü?

Hayır, bu bir tesadüf değil. Şimdi adı Marmara Üniversitesi olan yerde eskiden Atatürk Eğitim Enstitüsü vardı ve ben o okulun pedagoji bölümünde üç yıl okudum. Okulu bitirmeme iki ay kala kaçağa düştüm ve okulu terkettim. Okul döneminde devrimci mücadelede önemli bir yer almış, birçok örgüte militanlar yetişmişti. Fikirtepe’de gecekondu mahallesi olarak mücadelenin değişik evrelerine tanık olmuştu.
Kadıköy ise romanda Resul’un mesleği olan ‘turşuculuk’ nedeniyle öne çıktı. Öğrencilik yıllarımda o turşuculardan turşu almak, turşu suyu içmek, o manzarayı uzun uzun seyretmek severek yaptığım işlerden biriydi.

Kitap yayınlandıktan sonra, ‘Kayıp ruhlar’dan sizlere tepkiler geldi mi? En çarpıcısı ne idi?
Kitap yayınlandıktan sonra öyle çok sayıda yazılı eleştiri, değerlendirme almadık diyebilirim. Neredeyse tam bir sessizlikle karşılaştı kitap. Oysa yoğun bir eleştiri, hatta küfür bekliyorduk. Kitabı okuyanlardan bazıları orada kendilerini, kendi yaşamlarını bulduklarını, çok etkilendiklerini yazdılar kısaca.
Biz Derya ile asla övgü beklemedik, yaşanmışlara dikkat çekmek, yaşayan ama kaybolmuş insanların yüreklerinin sesi olabilmek için zorlu bir konuya el attık. Gönül isterdi ki devrimci çevrelerde kitap tartışılsın, gerekirse yerden yere vurulsun, ama olmadı. Çünkü ‘görmemek’ en azından konuyu tartışmamak demekti. Tartışmak ise günümüzde de ne yazık ki tehlikeli sayılıyor hala.
Kulaktan kulağa gelen bir kaç sözcük ise ‘Bizlerin zaten dönek olduğumuzu, devrime sövdüğümüzü, bu nedenle yazılanın devletin işine yarayacağını’ belirtiyordu. Bir ürünün elbette seveni de söveni de olur. Biz buna hazırlıklı olarak giriştik bu işe. Yarattık, gerisi okurun bileceği bir şey.

Sunday, October 21, 2012

Farklı gerillalarla farklı zamanlarda


Juan Jose DALTON / Çeviren: Erdal Eren
Güncellenme : 20.10.2012
Eski gerilla komutanı Roberto Canas, Kolombiya hükümeti ile FARC arasındaki müzakereleri değerlendirdi: “Anlar farklı, tarihsel deneyimler özgündür ve tekrarlanamaz. Her ülke ve her silahlı çatışmanın kendine has özellikleri ve hikayesi vardır. Bu sorun sadece FARC ile müzakere etmekle çözülmeyecektir.”

Farklı gelillalarla farklı zamanlardayız

Eski gerilla komutanı Roberto Canas, El Salvador sürecinde, müzakerecilerden ve barış imzacılarından biriydi. Onun gibi çok azları müzakere sürecinin başlangıcından sonuna kadarki saklı tarafları biliyor. Onun yetkin sesi, Kolombiya’da daha önce başarısız olan müzakere süreçlerinden daha güçlü gibi gözüken son süreç hakkındaki düşüncelerini sunmamıza olanak sağlıyor.

El Salvador’da ihtilaflı, tartışmalı ve hâlâ tamamlanmamış olan barış, Latin Amerika’nın en uzun çatışmalı süreci olan FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ve hükümet arasındaki silahlı çatışma sürecinin yaşandığı Kolombiya’da bugün gelişen süreçten çok daha farklı koşulların meyvesiydi.

Salvador barışındaki süreçlerle şu anda Kolombiya’da geliştirilmek istenen sürecin farklılıkları nelerdir?

 - Anlar farklı ve tarihsel deneyimler özgündür ve tekrarlanamaz. Her ülke ve her silahlı çatışmanın kendine has özellikleri ve hikayesi vardır. El Salvador’daki müzakere askeri bir başabaş/pat olma sürecinin sonucuydu. Ne ordu gerillayı yenebildi ne de gerilla ABD tarafından desteklenen orduyu. Bu durumdan önce yanlış fikirler vardı: Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile birlikte, Farabunda Marti Ulusal Özgürlük Cephesi’nin (FMLN) silahları bırakacağına ve bir karşılık ve değişim beklemeden demokratik sürece gireceğine inanılıyordu.

Kolombiya’da neler oluyor?

 - Orada Latin Amerika’nın en eski gerillasına sahibiz; çok büyük bir ülke ve sadece Cagu·n (FARC’ın hakimiyetinde) bile El Salvador’un iki katı büyüklükte. Ancak, farklı gelillalarla farklı zamanlardayız.

FMLN’nin barış müzakereleri ile FARC’ın şu andaki barış müzakeresi arasında ne fark var?

 - Kolombiya’da müzakereler için onaylanan gündemi incelediğiniz zaman, El Salvador’un müzakerelerde önüne koyduğu taslaktan daha az derin olan bir taslağın olduğunu görüyorsunuz. Örneğin, bizler silahlı güçler, seçim, yargı, ekonomik, sosyal ve insan hakları konularını müzakere ettik. Fakat, Kolombiya’daki örnekte, gündem çok kısa, tarım meselesi odaklı. Kapsamlı bir tarımsal kalkınma politikası ilk noktayı oluşturuyor. Diğer nokta savaş sonrasında hareketlerin siyasi katılımının nasıl olacağı; çatışmanın sonlandırılması, yani silahlı güçlerin ayrılması ve FARC’ın çatışma sonrasında siyasi hayata nasıl katılacağı konusu.

Uyuşturucu ticareti dahil mi?

 - Evet, bu merkezi bir farklılık, çünkü Kolombiya müzakeresinin dördüncü başlığı yasadışı uyuşturuculardan bahsediyor. Sadece FARC ile müzakere ederek uyuşturucu ticareti meselesi çözülebilir mi? Mesele tabii ki çok daha karmaşıktır. İnanıyorum ki uyuşturucu ticareti meselesinin azaltılmasına katkıda bulunacak şeyler vardır, tarımda alternatif ürün programları, toplulukların, cemaatlerin kalkınması için kalkınma planları, tüketimin engellenmesine yönelik programlar vb... Fakat bu sorun sadece FARC ile müzakere etmekle çözülmeyecektir.

Peki insan hakları?

 - Mağdurlar ile ilgili durum ortada. FMLN ile hükümet arasındaki görüşmelerde bu konu çok önemliydi ve Hakikat Komisyonu bu konuyu önerilerinde dile getirdi. Ancak tesadüfen de olsa, af kanununa dayanan cezasızlık hüküm sürdüğü için bu öneri yerine getirilmedi. Mağdurlar konusunda maddi veya manevi anlamda bir iyileştirme yapılmadı. Kolombiya’daki durumda bu özel bir gündem konusudur.

Arabulucular konusunda farklılıklar var mı? El Salvador’da Birleşmiş Milletler arabulucu oldu, Kolombiya’daki müzakereler doğrudan mı yapılacak?

 - Kesinlikle bu konuda bir farklılık var. Onlar doğrudan müzakereleri sürdürüyorlar, fakat müzakerlerde ağır topların mevcudiyeti söz konusu, önceki süreçlerin işlemesi için sessiz diplomasiyi yapan Norveç gibi. Sürece dahil olan ülkelerin güzel bürolardan daha fazla rollerinin olduğuna ikna olmuş durumdayım. El Salvador’da, BM ve dost ülkeler (Meksika, İspanya, Venezüella ve Kolombiya) süreci kapsamlı bir müzakereye dönüştürdüler. Sorunun karmaşıklığından dolayı Küba ve Norveç’in temel rol oynayacağından kuşku duymuyorum, yanı sıra Şili ve Venezüella da Kolombiya’daki sürece eşlik edecekler ve aktif bir rol üstlenecekler. Bu Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin dost ülkelerinin El Salvador müzakerelerindeki durumuna benziyor. Ayrıca biliyorum ki Kolombiya iki tarafın hakkında uzlaştıkları uzmanlara danışmak istiyor.

Son olarak, El Salvador’daki barış arayışında üç temel noktayı bize söyleyebilir misin?

 - El Salvador’da, savaşın devam etmesindense barış arayışının daha iyi olduğuna dair genel bir uzlaşı vardı, ayrıca Kolombiya ile arasındaki büyük fark  güvenlik güçlerinin lağvedilmesi (Ulusal Muhafız, Hazine Polisi ve Ulusal polis) gibi dönüşümlerin taslakları var, yani silahlı kuvvet doktrininin değişimi -bugün azaltılmasına rağmen- Kamu güvenliği ve Silahlı Kuvvetler ayrımı gündeme alındı. Bu konulara Kolombiya’da değinilmiyor bile. El Salvador’da, belki de binlerce insanın uğruna yaşamını feda etti ve hayal ettiğimiz gibi olmadı ama müzakerelerin ülkenin değişimi için derin etkileri oldu. Temel şeylerin değiştiği inkar edilemez. El Salvador sürecindeki üçüncü önemli nokta şu ki sivil toplum COPAZ (partiler ve politik-sendika hareketlerinden oluşan ulusal komisyon) gibi komisyonlar aracılığıyla müzakereler öncesinde, sırasında ve sonrasında önerilerini hep sundu ve süreci kontrol etti.

Saturday, October 20, 2012

YUH BE!

Evet babacığım aradan tam 20 sene geçti. Sana ne yazayım ki! Senin verdiğin mücadele daha değişik şekillerde devam ediyor. Birgün bana bu işler silahla çözülmez masaya oturmak lazım demiştin. Ama halen silahtan umut bekleyenler olduğu için zaman kolay geçmiyor. Hani derdin ya bu kadarda olur mu anlamında “YUH BE!”  İşte bu sözün bu süreçle örtüşüyor. Gençlerin ölümüne çok üzüldüğünü bildiğim için onlardan sana bahsetmeyeceğim. Mem û Zîn filminde Kürt ve Türk gençlerine hitaben söylediğin sözlerin halen kulağımda çınlar. “İşte biz oralardan buralara geldik” diye ama halen tam olarak gelemedik. Bırakmıyorlar namussuzlar insan gibi yaşamayı bize. Düşünebiliyor musun halen bazı yetkili ağızlar Kürtlerin dilinin olmadığını dahi söylüyorlar. Gene “YUH BE !” demek geliyor içimden.
Babacığım, gazetede yazdığın yazıları kitap haline getirdik ve ara sıra onları okuyorum ve halen bazı yazılarının günümüzde de geçerli olduğunu görüyorum. Hüseyin öldürüldüğünde çok üzülmüş ve ben senin yerine de yazarım demiştin. Şimdi gazetede çalışan çocukların her türlü olumsuzluğa rağmen sizlerin de yerine yazmaya çalışıyor. Halen gazeten baskı altında ve çocukların cezaevlerinde bulunuyor. Kürtçe hükümet tarafından kullanılırken biz Kürtler kendi dilimizi halen kullanamıyoruz. Torunun Asiwa’da içinde “w” olduğu için kimlik sahibi olamadı. İnsan olmanın iki önemli şartı olan kimlik ve dil sorunu hala devam ediyor. Gene senin yerine “YUH BE !” demek geliyor içimden.
Bizlere o kadar güzel şeyler yaşattın ki ne kadar zorlu da olsa yaşama bağlı kalmamızı sağladın. Güçlü, iradeli ve haklı davana sahip çıkma yolundaki sabırlı mücadelen benimde yaşama olan saygımı kazandırdı ve onunla beraber gelen sevgi denizi. Sevginin en güzel anlarını seninle olan kısa beraberliğimizde doya doya tattırdın. Bir babadan ziyade arkadaşça yaklaşımın bir yerde de insanların birbirini sevmelerini gerektirdiğini hissettirdin.  Bu duyguyu bana verdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem azdır…
Bir gün Bostancı pazarından bir genç hamal ile beraber gelmiştin, sebzeleri itina ile yerlerine koyarken bir yandan da yemek hazırlıyor o genç çocukla Kürtçe konuşuyordun. Onunla konuşurken çok heyecanlı ve sevgi doluydun. Genç çok utangaç biriydi. Ona sofra kurdun. Yemek yedikten sonra giden gencin arkasından çok hüzünlendin ve gözlerin dolu dolu oldu bu anı seninle hayatımda iki defa yaşadım bir babaannemin ölümünde ve bir de Faik amcamın katledilişinde. Sonra bana dedin ki oğlum bu çocuk Serhat şehirlerinden buralara gelmiş ailesine katkı sunmak için çalışıyor. Bugünlerde de aynı şeyleri yaşıyoruz babacığım fazla değişen bir şey yok. Şimdi selpakçı, boyacı, sucu ve tartıcı çocuklar var. Gençlerimize bunu reva görenlere de “YUH BE !”
Kulaklarımda o güzel gülmelerinin sesini duyuyorum. Yalnız gülmelerini mi? O güzel mizahi anlatımların, bir ders niteliğindeki fıkraların. Acılı yaşamında bize acıyı göstermemek için çok fedakârlık yaptın. Zorlu yaşamı bizleri güldürerek kolaylaştırdın. Nevala Kasaba şiirinde söylediğin gibi zalimlerin lügatlarında ki temizlik üzülerek söyleyeyim ki devam ediyor. Kazan vadisi ve Roboski ve diğerleri acımızı daha da derinleştiriyor. Kürdistan’daki toplu mezarlardan kemikler çıktıkça bu nasıl insanlık diye sorguluyorum ama bir sonuç çıkartamıyorum. Demek ki insan gibi insan olmamıza daha çok var. Çok üzüleceğini bildiğim için yazmak istemiyorum ama, ki sen çocukları çok seversin onlarda bu insanlık dışı savaştan nasiplerini alıyorlar. Birçok çocuk katledildi. Ceylan, Uğur ve Enes gibi….. Allaha olan isyanını şimdi daha iyi anlıyorum. Hayatta olsaydın Allah adına hayatı bize zehir edenlere birkaç çift sözün olurdu muhakkak. Nasıl ki Demirel döneminde “kominizim gelecekse onu da biz getiririz” kavramı gündeme damgasını vurmuştu, şimdi de başbakan Kürtlerin masada olmadığı bir “Kürt çözümünden” bahsediyor. Anlayacağın sorun çözümden çok uzak. Kürt sorunu apaçık ortadayken çözemeyenlere çözmek istemeyenlere de “ YUH BE!”
Babacığım, son yirmi sene içinde yalnız olumsuzluklar yaşamadık, güzel şeylerde oldu bu ülkede. Ama o güzel diye yapılanların alt yapısı olmadığı için her şey sözde kaldı. Çok umutlandığımız günler oldu her şey düzelecek dedik fakat bu topraklar üzerinde büyük oyunlar olduğunu fark ettik. Bugünlerdeki belirsizlik yaşam şartlarımızı zorluyor ve eskiye dönüş durumunu yaşıyoruz. Diyordun ya bu işler silahla çözülmez, halen bu savaş tacirlerinin çıkarları yüzünden kan akmaya devam ediyor. Önemli olan masa başına oturma iradesine sahip devlet adamlığı. Kürtler siyaseten çok önemli kazanımlar yarattılar. Güney Kürdistan kendini yönetmeye başladı ve Kürtler artık kardeş kavgasına son verdiler. Kuzey Kürdistan’da bir tek korucular kaldı “keklik” olarak. Para için kimliklerini satanlara da “YUH BE!”
Sen daha hayattayken Anter’in Türkiye’ye giriş yasağı vardı, Çok üzerinde durduk gelmesi için, bir türlü gelemedi. Nihayet bu sene özel bir izinle giriş yaptı ve ilk defa mezarını ziyaret etti. Ve biz üç kardeş gene bir ilk olarak yani senin katledilmenden yirmi sene sonra mezarının başında olacağız. Yirmi sene evvel o acı haberi İsveç’te aldığımızda annem de yanımızdaydı. Hayatımızın dönüm noktasıydı o an. Bize onurlu bir yaşamın büyük ağırlığını bıraktın. Her ne kadar sana layık olmaya çalıştıysak da eksikliklerimiz de oldu. Bu eksikliliklerin temeline baktığımda karşımıza çıkan en büyük sorunun “Kürt kimliğimiz” oldu. Kürdistan’dan uzak büyümemiz ve dilimizi sonradan öğrenmememiz bizleri zor durumda bıraktı. Ayrıca bir aile olarak parçalanmamız da buna eklenince işimiz daha da zorlaştı. Annem büyük fedakârlıklar içinde hepimize sahip çıktı, zaten onun bu fedakârlığını bildiğin için bir kitabını da ona atfettin. İnsanca yaşama hakkımız olan Kürt gibi yaşama hakkımızı elimizden alanlara da “YUH BE !”
Babacığım o kadar çok şey var ki yazacak ama güzel iyi haberler ne kadar da az. Birgün “DAĞLARINA BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİNİN” diye yazmak umuduyla şimdilik hoşcakal. O güzel ellerinden doya doya öperim.
Oğlun
DİCO
20.09. 2012 BATMAN

Friday, October 19, 2012

Latin Amerika’nın hafızası

1940’ta Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğan Eduardo Galeano, genç yaşlarından itibaren fabrika işçiliğinden banka memurluğuna kadar çok çeşitli işlerde çalıştı. On dört yaşındayken El Sol dergisi için politik bant karikatürler çiziyordu. Çocukluğundan beri en büyük aşkı futboldu ama spordaki başarısızlığı onun sahaları uzaktan izlemesine yol açtı. (Belki de bu güzel kitapları onun futbolcu olamamasına borçluyuz.) 60’ların başlarında başladığı gazetecilik kariyeri Galeano’nun yazarlık yaşamının da dönüm noktası oldu. Kitaplarındaki akıcı üslubunu, tarih denizinde yüzerken az kelimeyle çok şey anlatabilme becerisini de gazetecilik mesleğine borçlu olduğunu söyler. Neredeyse her ülkenin makus talihi olan askeri darbe 1973’te Uruguay’ı sarstığında, bir süre Arjantin ve İspanya gibi farklı ülkelerde yaşamak zorunda kaldı. Latin Amerika’nın Kesik Damarları yazarın dünya çapında en çok satan ve bilinen kitabı olmakla birlikte, Kucaklaşmanın Kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol, Zamanın Ağızları, Ateş Anıları (3 cilt), Tepetaklak, Yürüyen Kelimeler, Söz Mezbahası ve Biz Hayır Diyoruz kitapları da Türkçede yayımlandı.

‘Bu kitap çok deli bir projeydi’
Aynalar  için ‘Neredeyse Evrensel Bir Tarih’ derken neyi kastediyorsunuz?
Bilmiyorum, ‘evrensel bir tarih’ ya da bunun gibi bir şey demek bana fazla vakur ve ciddi geldi. Ben tarihçi değilim. Bu kitap çok deli bir projeydi. Zaman ve harita sınırlarının ötesine geçmeye çalışmak çılgınca bir maceraydı. Görünmeyenler üzerinden insanlık tarihini yeniden keşfetmeye, yeniden inşa etmeye çalışan, ırkçılık ve maçoluk, militarizm, elitizm ve başka bir çok ‘izm’lerin oluşturduğu, yeryüzündeki gökkuşağını yeniden keşfetmeye çalışmak için 600 kısa öyküden toparlandı. Kitabın amacı nihayetinde, hiç kimse olamamışların ağzından hiç kimse olamayanları anlatmaktı.

Son yıllarda neden kısa öyküler ve denemeler tarzına yöneldiniz? Büyük hikâyeleri anlatmak için neden bu biçim?
Enflasyona karşı savaşıyorum; parasal enflasyona değil de sözcüklerin yarattığına. Hiçbir şey anlatmayan bir dolu sözcük... Daha az sözcükle daha çok şey anlatmaya çalışıyorum. Bu bir meydan okuma. Bu yüzden, orada bulunmayı gerçekten hak eden, sessizliğe tercih edeceğim sözcükleri bulana dek, anlattığım hikâyeleri belki on-on beş kez yeni baştan yazıyorum.

Venezüella başkanı Chavez, ABD başkanı Obama’ya Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı hediye ettiğinde ne düşündünüz?
O an bilmiyordum. Kısa süre önce ölen köpeğim Morgan’la rutin yürüyüşümüze çıkmıştık; o olaydan sonra öldü, bu da bizim son yürüyüşlerimizden biriydi. Komşum, “Tebrikler Eduardo. Çok satarsın artık. Çok satan bir yazar olacaksın Eduardo” deyince çok şaşırdım. Dehşete düşmüştüm. Çok satmak mı? Satmak istemiyordum. Neydi bu şimdi? Korkunç bir şey olmuştu herhalde. “Tebrikler, çok başarılı oldun” da ne demekti? Başarılı olmak istemiyordum. “Ne? Piyasada mı başarılı oldum yani?”
“Evet, dünyanın en çok satan adamı sensin şimdi. Dünya seninle gurur duyacak.”
Ama bu benim için kötü bir haberdi. Piyasanın en iyisi olmak istemiyordum. Sadece yazarak insanlarla iletişim kurmak istiyordum.

Eh, Chavez de yeni Oprah oldu sayılır. Bildiğiniz gibi bunu Noam Chomsky için yaptığında, o da çok satanlar listesine girdi. Şimdi de size aynı şeyi yaptı...
Aslında, çok cömert bir davranış. Gerçekten de kitap sembolik bir anlam kazandı.
Ama o kitaptan bu yana üslubum çok değişti. Artık çok farklı bir şekilde yazıyorum, tekrara düşmeyi sevmem, ‘no estoy arrepentido’, hiç sevmem, tek bir virgülde dahi.
Aslında, zenginlikle yoksulluğun, özgürlükle köleliğin birbirine nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermesi açısından önemli bir kitaptır. Yani, herhangi türden bir yoksulluk karşısında masum sayılabilecek hiçbir zenginlik yok; aynı şekilde, kölelikle ilgisi olmayan hiçbir özgürlük yok.
Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nın amacı buydu, daha önce ayrı ayrı anlatılan tarihler ve tarihçilerin, ekonomistlerin ve sosyologların kullandıkları kodlanmış anlatımlar arasında bağlantılar kurmaya çalışmaktı. Bu nedenle, herkesin okuyup keyif alabileceği bir türde yazmaya çalıştım. Casa de las Americas Ödülü’nü de bu yüzden alamadı zaten, jüri kitabın ciddi olmadığına hükmetti. O zamanlar solcu entelektüeller bir şeyin ciddi sayılması için sıkıcı olması gerektiğine inanıyorlardı. Bu yüzden, sıkıcı değilse ciddi de değildi. Daha sonra, talihime bakın ki, askeri diktatörlük kitabı çok ciddi bulup yaktı. Benim en iyi reklamım ve pazarlamam da bu oldu.

 Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabından Obama’nın ne öğrenmesini istersiniz?
Kimseye bir şey öğretmek istemiyorum. Asla. Aslında, Obama ve ABD hükümeti, ya da halkı, ‘liderlik’ sözcüğünü ‘dostluk’ sözcüğüyle değiştirirlerse çok memnun olacağım. Çünkü liderlik, birinin başkaları üstündeki tahakkümünü ifade ediyor. Gerçek insan ilişkileri yataydır, dikey değil; yardımseverlik yerine dayanışma vardır ve başkalarının dayattığı hiçbir sınır ya da sınıf yoktur. Dünyanın kuzeyi, Tanrı onları güneyin öğretmenleri olsun diye yaratmışlar gibi davranıyor ve sürekli sınava çekme halindeler. Mesela, Venezüella demokratik bir ülke mi? Biz karar vereceğiz, çünkü demokrasi öğretmenleri biziz. Bu demokrasi öğretmenleri de askeri diktatörlüğün fabrikaları aslında. Yani ABD, -aslında sadece ABD de değil, bazı Avrupa ülkeleri de- askeri diktatörlük yönetimini tüm dünyaya yayıyorlar. Demokrasi öğretmeye muktedir olduklarını sanıyorlar. Bu yüzden kimseye hiçbir şey öğretmek istemiyorum. Tek istediğim, anlatılma- yı hak eden hikâyeleri anlatmak. Hepsi bu.

www.democraynow.org sitesinden derlenmiştir.

Sunday, October 14, 2012

Zizek: Kapitalizmle Demokrasi Arasındaki Evlilik İlişkisi Boşanmaya Doğru Gidiyor


Slavoj Zizek, Slovenya’daki evinde 11 yaşındaki oğluyla birlikte oturmuş, gelecek planlarını anlatıyor. Buradaki hayatını ‘çileci’ bir hayat olarak tanımlamaktan hoşlansa da, on yılı aşkın bir süredir Avrupa’nın en heyecan verici filozofu olarak sahip olduğu ünün getirdiği popülerliğin tadını çıkarmayı sürdürüyor. Şu sıralar dikkatini yeni dönemde vereceği derslerden, 14 Ekim’de New York’ta Fransız filozof Alain Badiou ve sol düşüncenin başka önemli isimleriyle birlikte katılacağı “Komünizm: Yeni Bir Başlangıç mı?” konferansından ve nisan ayında yayımlanacak “büyük Hegel kitabı”ndan çok dünyanın yaklaşmakta olduğu yeni “kritik durum”a yöneltmiş durumda.
 
Yeni kitabınızın ismi “Ahir Zamanlarda Yaşamak” insana felaketleri ve yeni bir peygamberin gelişini düşündürüyor, niye böyle dini çağrışımları olan bir isim?  Dünyada ekolojiden biyogenetiğe pek çok konuda bir tür “kritik nokta”ya ulaştığımızı anlatmaya çalışıyorum. Ekolojiye bakarsanız, çevresel durumumuzun bu haliyle sonsuza kadar devam edemeyeceği çok açık. Biyogenetiğe bakarsanız, bir şeylerin değişmekte olduğunu görürsünüz. Yakında psikolojik özelliklerimizi değiştirebilecek hale geleceğiz. Yeni siyasi yönelimlere baktığınızdaysa, yavaş yavaş bir apartheid toplumuna doğru evrildiğimizi görürsünüz.


Apartheid’ı hangi anlamda kullanıyorsunuz?
Bazı insanları kapsayan, bazılarını dışlayan bir sistemden bahsediyorum. Aslında çok mütevazı bir önermede bulunuyorum. 1990’larda Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” hayalini hep birlikte yaşadık. Bir biçimde liberal demokrasinin tarihin nihai formu olduğuna inandık. Belki onu biraz daha iyileştirebilir, daha hoşgörülü hale getirebilirdik ama sonuçta elimizdeki sistem liberal demokrasiydi. Ancak şimdi şu çok açık: Bugünün ütopyacı düşüncesi, şeylerin şimdi oldukları şekliyle yaşayacaklarını söylemektir! Tarihin nihai biçiminin bu olamayacağını gördük. Eğer bu hayati önemdeki sorunlarla yüzleşmezsek, durum gitgide daha kötü bir hal alacak.

Tarif ettiğiniz bu gidişatı değiştirecek bir devrim imkânı var mı?
Devrim denildiği zaman hemen şu soruyu sorarım, devrim ne demektir? Bir şeylerin değişmesi anlamında, evet, bir devrim olacak. Ancak sürekli olarak vurguladığım gibi, ben 20. yy’daki haliyle Komünist Parti’nin geri dönüp bizi kurtaracağı yanılsamasını paylaşmıyorum. 20. yy sona erdi. Solun 20. yy’da aldığı biçimler, Stalinci komünizm ve hatta Batı’daki sosyal demokrasiler ve yine hatta, Porto Alegre, Seattle rüyaları da sona erdi. Seattle’da, Porto Alegre’de cemaatlerin doğrudan demokrasi yoluyla kendilerini yönettiği bir sistem fikrine inanmıştık oysa. Aradığımız cevaplar bunlar değil. Devrim mi? Evet, devrim! Ama bazı temel, basit koordinatları değiştirmek anlamında bir devrim... Bunlar nasıl olacak? Bilmiyorum. Ama kesin olarak bildiğim bir şey var, 20. yy bitti ve ben ona karşı içimde hiçbir nostalji duygusu taşımıyorum. Solcuların sahip olduğu, eski kavgaların sürdüğü yönündeki inancı da paylaşmıyorum, hayır diyorum, bunların hepsi bitti.  20. yüzyıl bitmiş olsa da, 1902’de daha çok kazanç elde etmeyi isteyen yapımcılarının da katkısıyla ulaşım güvenliğini hiçe sayan Titanic gemisinin batışı, 1930 ekonomik buhranı gibi vakalar, günümüzden bahsederken kullanılan referanslar olmayı sürdürüyor. Şu anda yaşanan krizlere bakıp bir ders çıkarmamız gerekiyorsa o ders şudur: Neo-liberalizm sona erdi. Ve ben, neo-liberalizmin zaten hiçbir zaman bir gerçeklik olmamış olduğu görüşündeyim. Eğer büyük kapitalist devletlere bakarsanız, Birleşik Devletler’e bakarsanız, devletin iktisadi hayatta gittikçe daha fazla yer tutmaya başladığını görürsünüz. Asıl ilginç olan durum da budur. Asya’da, Singapur’da, Çin’deki kapitalizmde devlet çok güçlü bir rol oynuyor. Bu, neo-liberal rüyanın sona ermesi benim için büyük bir meydan okuma anlamına geliyor. Kapitalizmin bir şekilde kendisiyle birlikte demokrasi getirdiğine inanılıyordu, şimdiyse kapitalizm ile demokrasi arasındaki evlilik ilişkisi yavaş yavaş bir boşanmaya doğru gidiyor.

Kitabınızda kapitalist toplumlardaki hoşgörünün aslında hoşgörüsüzlüğün ardında gizlendiği bir maske olduğunu söylüyorsunuz.
Ben hoşgörü kavramına çok eleştirel yaklaşıyorum. Bakın, Türkiye’de yaşayan sizler Batı’nın hoşgörü kavramının ne kadar sahtekârca olduğunu çok iyi biliyor olmalısınız! Hoşgörü, belli davranış koordinatlarını tanımlamak ve bu koordinatlara göre davranmayan insanlara hoşgörü göstermemek anlamına gelir, öyle değil mi? Örneğin Batı’nın Türkiye’yi yeterince demokratik, sivil, hoşgörülü ve benzeri şeyler olmamakla nasıl eleştirdiğini, köşeye sıkıştırdığını hatırlayalım. Peki buradaki korkunç şey neydi? Ben Türkiye’yi idealize ediyor değilim. Bütün devletler gibi Türkiye devletinin de kirli sırları olduğunu gayet iyi biliyorum. Ancak birkaç ay önce İstanbul’da eşcinseller büyük bir yürüyüş düzenlemişti. Binlerce insan geldi ve bir sorun çıkmadı. Şimdi, bu insanları alın ve bir Doğu Avrupa ülkesinde eşcinsel yürüyüşü yapmaya çalışın. Mesela Hırvatistan’a, Macaristan’a gidin. Karşınızda eşcinsellere saldıran binlerce insan bulacaksınız. Türkiye, Doğu Avrupa’daki ülkelerden çok daha hoşgörülü. Ben Türkiye’yi eleştirenlere diyorum ki: “Peki tamam, güzel ama şu eleştirilerinize Hırvatistan’la, Polonya’yla başlasanız daha iyi olmaz mı?”

Türkiye’nin eleştirilmesinin nedenlerinden biri askerlerin rolüyse bir diğeri de İslam’a yönelik korkular ve önyargılardı, bunlarda bir değişim yaşanıyor mu?
İslam her zaman hoşgörülü bir din oldu; 18 ve 19. yy’da İstanbul’a gelen Avrupalı gezginler, buradaki dini hoşgörüden şaşkına dönmüşlerdi. İslam’ın ve özellikle de Osmanlı’nın özgün anlamıyla hoşgörüye sahip olmak anlamında çok gerilere giden bir tarihi var. Eğer çokkültürlülük konusunda bir şey öğrenmek istiyorsak, bu yüzden sizin tarihinize bakmamız gerektiğinin çok açık olduğunu söylüyorum. Şimdi ikinci meseleye geliyorum: Türkiye nasıl böyle hoşgörüsüz bir toplum haline geldi? 20. yüzyılın başında Avrupa’ya baktınız! Mustafa Kemal Atatürk ve Jön Türkler Batı’yı taklit edip modern bir ulus devlet olmayı istediklerinde, Türkiye hoşgörüsüzlükle tanıştı. Burada Ermenilere yapılanlardan da bahsediyorum... Batı toplumlarının daha hoşgörülü olduğu görüşü benim için büyük bir yalandan ibaret.

Kitabınızda Deepwater Horizon petrol sızıntısı felaketinden bahsediyordunuz; BP’nin eski CEO’su herhangi bir ceza almadan Türkiye’de çalışmalarını sürdürüyor ve çoğu kişi ekolojik felaketlere neden olan kurumlardan yakınıyor.
British Petrolium’un kısmen suçlu olduğunu ve Louisiana’da yaptıkları şeyin korkunç olduğunu ben de düşünüyorum. Ancak bütün suçun şirketlere atılmasından yana değilim. Petrol şirketlerinin çoğunun suçlu olduğu doğrudur ama biz zaten hep suçu şirketlere veya bireylere atmaya eğilimliyizdir. Oysa daha zor olanı yapısal sorular sorabilmektir. British Petrolium’u suçlamak yerine nasıl petrol çıkardığımız üzerine düşünmek ve bunu sorunsallaştırmak gerekir. BP ortadan kalkarsa bütün sorunların çözüleceğini düşünmemeliyiz. İkinci sorun ise ekolojik felaketlerin eşiğinde oluşumuzdur. Petrol konusunda devlet kontrolüne ihtiyacımız var, bu işi serbest pazara bırakamayacağımızı gördük. Louisiana’da olanların daha kötü gittiğini düşünelim, oradaki bütün doğal habitat değişiyor ve bunun serbest pazar güçlerine bırakılması delilikten başka bir şey değil. Daha güçlü bir devlet kontrol mekanizması kurmamız şart.

Kitabınızda Avusturya’daki Josef Fritzl davası üzerinden aile kurumunun gizli şiddetinden bahsediyorsunuz; Fritzl’ın kızına uyguladığı şiddetin ailenin kökeninde zaten var olduğunu söylemeniz insanları kızdırdı mı?
Josef Fritzl’ın ‘Neşeli Günler’ filmindeki baba fantezisini yaşadığını yazdığım bölümde insanların neyi tartışmalı bulduğunu anlayabilmiş değilim. Benim söylediğim, Fritzl’ın yaptığı şeyin, onun uyguladığı şiddetin bütün ‘paternal’ (babaya ait) otorite konumlarında mevcut olduğudur. Fritzl yalnızca patolojik bir vaka, bir deli değildir. Avrupa’nın her ülkesinde bu tür olaylar yaşanmış, şimdi ortaya çıkıyor. İnsanlara daha tartışmalı gelebilecek görüşüm, Fritzl’ın 1968 kuşağının cinsel felsefesini gerçekleştirdiğidir. 68 kuşağı ne diyordu? Fantezilerini gerçekleştir! Sonuna kadar seks! Fritzl olayını ele alırken, dini otorite kurumlarında da gizli olan şiddet öğesiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Polonya’da, İrlanda’da, Slovenya’da, Birleşik Devletler’de pedofiliyle ilişkili binlerce, on binlerce rahip yakalanıyor. Bunların bireysel patolojiler olmadığı çok açık. Kilisenin bir kurum olarak içinde olduğu bir pratikten bahsediyoruz. Kilisenin pedofiliye verdiği tepkinin de korkunç olduğu görüşündeyim. Özellikle Doğu Avrupa’da eşcinsel evlilikleri hakkında pek çok tartışma yapılıyor. Kilise eşcinselliğe “doğal olmadığını” söyleyerek karşı çıkıyor. Peki kendileri ne yapıyor? Eşcinselliğin kriminal biçimi olarak adlandırabileceğim pedofiliyi uyguluyorlar. Kiliseye göre eşcinsellik suç ama pedofil eşcinsellik suç değil. Bence bu ahlaki krizin boyutundan, bundan dehşete düşmemiz gerekir.

Ne yapılmalı?
Ben kilisenin bir kurum olarak yargılanması gerektiği kanaatindeyim. Şu deli İngilizlerin (Richard Dawkins, Christopher Hitchens ve insan hakları avukatı Geoffrey Robertson’ı kastediyor) kurbanlar adına harekete geçip Papa’nın Lahey’deki Savaş Suçları Mahkemesi’ne getirilmesini önerdiğini okumuş olmalısınız. Ben de o deli İngilizlere katılıyorum.

ABD’de yaşayacağıma İstanbul’da yaşarım
Amerika ’da akademisyenlik yapmayı hiç düşündünüz mü?
ABD’nin entelektüellerini küçümsememek gerekiyor. Avrupa’daki sözde “Bologna eğitim reformu”, sosyal bilimler alanındaki devlet fonlarını kısıtladıkça Amerika entelektüel açıdan çekici bir yer haline geliyor. Ancak ben kültürel açıdan Amerika’da yaşamayı hayal bile edemiyorum. Chicago veya San Francisco’da yaşayabilirim belki. Ama Avrupai şehirleri daha çok seviyorum. İstanbul’u da çok sevmiştim, fazlasıyla canlı bir şehir, küçük solcu yayıncılarınız var, hayat çok hareketli. Geçen gelişimde şehir merkezine giderken şaşkına döndüm. Eski binalar, bir yandan bir sürü inşaat... ABD’de yaşayacağıma İstanbul’da yaşamayı tercih ederim
Avrupa'nın geleceği Osmanlı gibi olmalı 
İsrail’le Türkiyearasındaki son krizden haberdar mısınız?
Gazze ve gemiler meselesinde Türkiye’nin konumuna büyük bir sempatiyle yaklaşıyorum ancak İsrail’i şeytanlaştırma taraftarı olmadığımı da söylemeliyim. Çok daha masum görünüşlü olaylara odaklanmak taraftarıyım. Gazze’de Hamas var, İsraillilere atılan füzeler var, diyelim ki bunları kabul ettik, fakat Batı Şeria’da yıllar boyunca hiç terörist saldırı olmadı ve bakalım İsrailliler burada ne yapıyor? Kendi gazetelerinde okudum, Batı Şeria’da ne zaman zeytin hasadı olsa buradaki yerleşimciler Filistinlilerin tarlalarını yakıyor, sularına zehir katıyor, camileri ateşe veriyorlar. Yaşananlar o kadar açık ki kabul etmemek ikiyüzlülük olur. Bu korkunç bir sömürgeleştirmedir.
 
İsrail’deki siyaseti eleştirdiğiniz için Yahudi karşıtlığıyla suçlandınız. Günümüzde tuhaf bir figür ortaya çıkmakta, bunun en iyi örneği Norveç’teki Anders Behring Breivik adlı o delidir. Breivik bir yandan Siyonist’ti, kesinlikle İsrail devletini savunuyordu. Ama bir yandan da Yahudi karşıtıydı. Breivik vakası, Yahudi karşıtı bir Siyonistin paradoksudur. Müslümanlara karşı güçlü bir İsrail devletini savunmak... Bu Amerikalı neo-muhafazakârların yaptığı şey değil mi? Fox News’ten kovulan Glenn Beck de Siyonist ve Yahudi karşıtıydı. Buradaki gerçek, İsrail devletinin siyasetini meşru göstermek için geleneksel olarak Yahudi karşıtı olanlarla işbirliğine gittiğidir. Buradaki fikir şu: Evet, sizi anlıyoruz! Siz Yahudilerin tehlikeli olduğunu, devletlerin homojen olmaları gerektiğini düşünüyorsunuz! İzin verin biz de böyle düşünelim ve aynı düşünceyi buradaki Filistinliler üzerinde uygulayalım! Bu bence Yahudiler için ruhani bir trajedidir, Yahudiler bu çılgın ulus devlet oyunlarını oynamadıkları takdirde büyük bir ulustur. Yahudi karşıtlarıyla yaptıkları bu tarihi uzlaşma, büyük bir trajedidir. İnsanlar bana “İslamcılar Avrupa için tehlikedir” dediklerinde işte bu yüzden öfkeleniyorum. Eğer Avrupa mirasında olumlu şeyler varsa, bugün bunların en büyük düşmanı İslamcılar değil, Avrupa’yı savunduğunu söyleyenlerdir.



Christopher Hitchens geçenlerde solun ikiye bölündüğünü, bir bölümünün anti-emperyalist diğerinin anti-totaliter olduğunu yazdı. Siz de kitabınıza 1989’un 20. yılıyla başlamışsınız, solu bu şekilde tanımlamayı doğru buluyor musunuz?
Hayır kesinlikle. Fransa’da Bernard-Henri Levy’nin öne sürdüğü bir ayrım bu. Anti-emperyalizmin bugün totaliterlik, Yahudi karşıtlığı ve benzeri şeylerin maskelenmiş hali olduğunu söylüyorlar. Hatta Bernard-Henri Levy günümüzde anti-kapitalizmin Yahudi karşıtlığının maske takmış hali olduğunu söylüyor. Yani kapitalizmi eleştiriyorsanız eğer, Yahudi karşıtısınız. Hayır, aman Tanrım, bu fikirle nasıl uzlaşabilirim, ekonomik emperyalizm ve neo-kolonyalizm hâlâ hayatta ve işliyor, değişen tek şey bugün daha çoklu merkezli bir dünyaya girmemiz... Ayrıca yalnızca Amerikan ve Batı Avrupalı değil, aynı zamanda öteki ülkelerin neo-kolonyalizmini ve emperyalizmini de sorgulamalıyız. Örneğin Çin’in Burma’da, Zimbabve’de, Hindistan’ın Kaşmir’de yaptıkları. Bunların emperyalist birer neo-kolonyalizm girişimi olduğu çok açık. Sevgili dostum Udi Aloni, Yahudi ama anti-Siyonist bir sinemacı, geçenlerde Kaşmir’e gitti, burada isyancılarla konuştu. Hindistan’ın Kaşmir’deki işgaline karşı olan isyancıların silahlarını bıraktığını biliyor muydunuz? Artık silahlı değil, barışçı bir mücadele yapacaklar. Ama ne oluyor? Hindistan hâlâ onları yargılıyor, peşlerine düşüyor, onları terörist olarak görüyor.


Benzer bir tartışma Kürtlerle ilgili olarak burada da yapılıyor.
Buradaki mesele, kültürel ve siyasi otonomiyi hangi ölçüde sağlayabileceğinizle ilgili. Bence Osmanlı 19. yüzyılda ve öncesinde yerel özerkliklere izin vererek doğru şeyi yaptı; ben bugünün perspektifinden bakıldığında 19. yüzyılın çokuluslu imparatorluklarından ikisine, Avusturya Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarına sempati besliyorum. Çünkü demokratik ve çok kültürlü olmak anlamında başarılıydılar. Yıkılmaları için içsel bir gereklilik yoktu. Yıkıldılar çünkü daha büyük ülkeler harekete geçti. Rusya, Doğu Avrupa’daki çıkarları için Avusturya İmparatorluğu’yla, Akdeniz için de Osmanlı’yla karşı karşıya geldi. Bu iki imparatorluğu otomatik bir biçimde yozlaşmış olarak görmememiz gerekir. İmparatorluklar ilk dünya savaşıyla çöktü ve Türkiye ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun çökmesinin bedeli de İkinci Dünya Savaşı oldu. Avusturya Macaristan İmparatorluğu yıkılmasa İkinci Dünya Savaşı da olmazdı. Türkiye’de eleştirilecek şeyler var, ama hatırlıyorum da çocukken, eski Yugoslavya’da ilkokula giderken bize Sırpların Türk işgalcilere karşı direnen kahraman bir ulus olduğu öğretildi. Ben de konuyla ilgili okumaya başladım, Türk işgalinin okulda öğrendiğimiz gibi korkunç olmadığını öğrendim. Çok daha açık ve hoşgörülü bir yönetim vardı. Bugün çok kültürlü formüllere sahip bu tür ülkeler haline gelmeye doğru gidiyoruz. Paradoksal biçimde Avrupa’nın modelleri bunlar, belki de Avrupa’nın tamamı bugün bir Osmanlı veya Avusturya imparatorluğu şeklini almalı!


Bu görüşleriniz yüzünden Sırp milliyetçileri size kızmıyor mu?
Sırbistan’da Kosova’yı desteklediğim için nefret ediyorlardı. Şimdi de Kosova’da yapılanları biraz eleştirmeye başladım; bağımsızlığı desteklemiştim ancak devletin yöntemi, Birleşmiş Milletler ve Avrupa işgali altında oluşu çılgınca ve bence sorunlar çözülmedi. Kosova’nın yeniden Arnavutluk’a katılması doğal olmaz mıydı? Tam olarak aynı ulusa sahip iki ülkeden bahsediyoruz. Peki neden iki ayrı devlet var? Bunların hepsi jeopolitik oyunlar ve hesaplar yüzünden. Yunanistan da Makedonya’yı tanımayarak, baskı altında tutarak kendi siyasi oyunlarını oynuyor. Makedonya fakir, iflas etmiş, kimsenin ilgisini çekmeyen bir ülke. Yunanlıların Makedonya’nın kendilerine yönelik bir tehdit olduğunu söylemeleri akıldışı. Makedonya’nın Eski Makedonya Yugoslav Cumhuriyeti olarak adlandırılması bekleniyor. Yunanlı arkadaşlarımı kızdırmak için onlara şöyle diyorum: O zaman neden Yunanistan’ı da Eski Türk Yunanistan Vilayeti olarak adlandır mıyoruz? Aynı durum. Çünkü kimseye karşı bir tehdit oluşturmuyorlar ama çevreleri kendilerine tehdit oluşturan ülkelerle dolu. Bulgaristan, Makedonya’yı kendi ülkesinin bir parçası olarak görüyor. Kosovalılar batı kısmını istiyor, Sırbistan Makedonya’daki Ortodoks kilisesini tanımıyor, bir biçimde Makedonya’yı kendileri kapsamak istiyor. Yunanistan da onlara Makedonya ismini kullanmayı yasaklıyor.


Ekimde Alain Badiou ile Amerika’da bir sosyalizm konferansı düzenleyeceksiniz. Savunduğunuz komünizm fikirlerinin Amerika’da nasıl karşılandığını merak ediyorum.
Popüleriz ama akademi içinde popüleriz. Bizimki gerçek bir politik hareket değil, entelektüel bir hareket. İnsanları düşünmek için harekete geçirmek amacımız. Liberal demokratik devlet ve kapitalizme güvenmelerine son vermeyi istiyoruz; tek savaşmamız gereken şey kadınlar için biraz daha fazla hak elde etmektir mantığını yok etmek istiyoruz. Küresel sistemin halihazırdaki haline karşı eleştirel olmamız, onun sınırlarını görmemiz gerekiyor. Yapmaya çalıştığımız şey, belli bir anlamda komünizm kavramını yeniden meşrulaştırmaya çalışmak.
Şu anda hem demokrasi üzerine düşünen hem bunu pratiğe döken siyasetçiler var mı?
Pratik siyasetten bahsedeceksek İngiltere ve Yunanistan’daki göstericilerin akıbetine bakalım. Mısır’da yaşananları gayet rahat anlıyoruz, Mübarek demokrasiye izin vermemişti diyoruz. Peki Yunanistan? Bir arkadaşım Yunanistan’daki göstericilerin partileşmeyeceklerini, bir baskı grubu olarak partiler dışı bir konumda kalacaklarını söyledi. Bu bana çok trajik geliyor, küresel bir vizyonları olmadığını gösteriyor. Protesto ettikleri toplumu nasıl yeniden düzenleyebileceklerini bilmiyorlar. Demokrasinin krizi derken kastettiğim şey tam da bu. Avrupa’da bir protesto ruhu var ancak bu enerji, seçimler yoluyla tutarlı bir siyasi programa dönüşemiyor.

Peki Mısır ve Arap Baharı?
Genelde tarihsel olaylara karamsar bir perspektifle bakarım ama Mısır’da olanlar beni büyüledi. Yalnız arkadaşlarımın söylediklerine göre, Mısır’daki en olası çözüm, orduyla Müslüman Kardeşler arasındaki bir tür gizli anlaşma gibi görünüyor. İkisinin de ortak düşmanı Arap Baharı’nın gerçek aktörleri, tüm o sivil toplum örgütleri, sendikalar, feministler... Arkadaşlarım gizli bir sözleşmeden bahsettiler: Ordu, Müslüman Kardeşler’in ideolojik açıdan güçlenmesine izin verecek, karşılığında da maddi ayrıcalıklarını korumaya devam edecek. Bu çok üzücü bir sonuç olacaktır. Libya’da daha da büyük bir trajedi bizi bekliyor. Kaddafi’ye karşı en ufak bir sempati beslemiyorum. Ancak Kaddafi’ye yönelik tepkiler, Mısır’daki gösterilerdeki gerçek özgürleştirici potansiyele sahip değildi. Libya muhalifleri arasındaki en başta gelen askeri figür, eski bir El Kaide cihatçısı. Yani çok muğlak bir durum var ortada. Mısır’da göstericilerin ne istediği açıktı, siyasi bir programları vardı, Libya ise çok farklı ve muğlak. NATO’nun Libya’ya müdahalesi Batı’nın gelecekte bedelini ağır ödeyeceği bir hata olur.


Chavez’in Libyave Suriye yönetimlerini desteklemesine ne diyorsunuz?
Chavez’in tuhaflıklarından biri daha. Ahmedinecad’a verdiği destek gibi... İran’da Hüseyin Musavi’yi çok desteklediğim için İran’daki iki çevirmenimin tutuklandığını öğrendim. Musavi’nin İran’daki yeşil devrimi, Mısır’da yaşananlarla kıyaslanabilir. Musavi hareketi Ahmedinecad ve devletin üst kademesindeki yozlaşmaya karşı çıkıyordu ama bunu basit bir Batı liberalizmiyle yapmıyordu. Özgün bir üçüncü yol, yeni bir İran için umuttu. Batı taraftarı sıradan bir liberal veya İslamcı bir köktenci değildi. Chavez Venezuela’da başlarda başarılıydı, favelalarda yaşayan herkesi sisteme, siyasi süreçlere dahil etti. Şimdi gittikçe Latin Amerikan popülizmine kapılıyor, bu da Venezuela’nın petrole sahip olduğu için hayatta kalabilen ülkelerden biri olmak demek. Avrupalı solcular için uzaktaki bir devrimi desteklemek çok havalı ve moda ama ben bu uzak devrimleri idealize etmekten yana olmadım. Lula, Brezilya’da ekonomik açıdan daha az radikal olsa da daha ilginç bir model. Gelecekte devrimlerin Güney Amerika’da olacağını düşünmüyorum. Popülizm felaket getiren bir ideoloji. Arjantin’de olanları hatırlayalım; ben Peron’a çok eleştirel yaklaşıyorum, popülizm işlemeyen bir model. Yeni devrimler Latin Amerika’da olmayacak.


Bugünü anlamak için Marx’tan çok Hegel okumalıyız
Günümüzde Hegel’i Marx’a göre daha önemli mi buluyorsunuz? 
Kesinlikle. Kitabımın tezi de bu zaten. Hegel bugünkü durumumuzu anlayabilmemiz için çok daha uygun. Potansiyel bir dönüşümü sağlayacak toplumsal kesimin klasik proleterya olduğu yönündeki kurama artık geri dönemeyiz. Teleoloji, tarihsel gereklilik ve benzeri konularıyla uğraşan kitabımın alt başlığı “Marx’tan Hegel’e geri dönmek” olabilirdi. Genç Marx’ın Hegel yorumunun hatalı olduğu görüşündeyim. Marx Hegel’i ancak daha sonra, Grundrisse’yi ve Kapital’i hazırlarken anlamaya başladı. Sermayenin hareketi ve metalardan bahsederken Hegel’in ne olduğunu anladı. Genç Marx’ın fikirleri ve mesela Alman İdeolojisi kitabı çok büyük bir hataydı; bunları artık bırakmamız gerekiyor.


O zaman biz de genç Zizek’in bir Marksist olduğunu, olgun Zizek’in ise bir Hegelci olduğunu mu düşünmeliyiz?
Belki de! Ama genç Zizek Marksist derken, aslında liberal demek daha doğru olur; İdeolojinin Yüce Nesnesi gibi kitaplarımda hâlâ sevmediğim şey budur, Marx’a standart bir demokrasi anlayışıyla bakmışım ve demokrasiye yeterince eleştirel yaklaşmamışım. Onu totaliteryanizmin bir biçimi olarak gördüm. Ben elbette demokrasi taraftarıyım ama soru şu: Batı’daki parlamenter, çok partili demokrasi yegâne demokrasi formu mudur? Bu tür bir demokrasinin daha az verimli olduğunu görüyoruz. Örneğin alınan temel ekonomik kararlar bütünüyle demokratik denetimin dışında tutuluyor günümüzde

Söyleşi: Kaya Genç