Saturday, October 31, 2015

Kopya Fanzin

kopya-fanzin-ust

Meydan: Kopya Fanzin’in ismi nereden geliyor?
Aslında çok rahat tahmin edilenecek bir isim fanzin okurları veya fanzinciler tarafından. Herkesin ürettikleri, okudukları bir yığını oluşturur. Bizim ürettiklerimizde bu yığının içinde. Bu yığın, ne kadar büyür, devam eder bilinmez. Zaten bizde bir belirsizlikle çıktık yola. Aynılaşmaya verdiğimiz tepki de diyebiliriz kısaca Kopya için. İlk sayfayı çevirdiğinizde görürsünüz sorularımızı, Frankfurt Okulu’nda olduğu gibi bu aynılaşmanın karşısında yeni bir şey üretebilmek için, etrafımıza sora sora yürümeyi tercih ediyoruz, aynılaşmadan, kopyalanmadan.
Meydan: Kopya Fanzin’in ekibi nasıl oluştu?
2013 sonbaharıydı, bir edebiyat kulübünde tanıştık birbirimizle. Daha sonraki bir senelik süreçte hepimiz kendi yolumuza devam ettik. Grubun bir kısmı başka bir fanzin çalışmasında bir araya gelmişti zaten. Diğer arkadaşlarımızın da geçmişte yaptığı fanzin çalışmaları vardı. Hızlıca bir araya gelip kopya için konuşmaya başladık bile. Hem maddi hem manevi, fikirlerle, pratiklerle beraber bir uyum yarattık.Hiç sorun yaşamadık. Yazı istemek üzerinden başlayan ilişki, kolektif bir ilişki biçimine dönüştü, “patron”un olmadığı bir ekiptik biz ve 6 kişinin kurduğu bu ilişki, fanzin için hepimizi çok heyecanlandırdı.
Meydan: Sizce “fanzin dediğin” nasıl olmalıdır,kopya nasıl bir fanzin?
Ekonomik kaygılar gütmeyen, endüstriyel basıma karşı; içinde öne çıkan ya da çıkmaya çalışan birinin olmadığı bir ekip diyebiliriz kendimize. Öyle ki herkes aynı anda hem editör, hem yazı işleri müdürü, hem tasarımcı hem de çaycı olabiliyor.
Meydan: Koridor adında bir yazı çarpıyor gözümüze.Babaların her gün biraz daha otoriterleştiği ailelerdeki, bir çocuğun gözünden yazılmış bir yazı Koridor. Kopya Fanzin bu yazıya neden yer verdi?
Evet, fanzinlerde gözümüzün alıştığı yazıların dışında ama yaşamın çok içinde bir yazı. İlerleyen sayfalarda “Camerata Serisi” adlı yazıda, hikayenin bir nevi devamıyla karşılaşıyoruz. Yazıyı yazdık, yazıyı koyduk çünkü hikaye çok tanıdık, bizim hikayemiz. Belki okuyucularda bu ortaklığı kurar, “bizim hikayemiz” der, diye yer aldı bu yazı Kopya Fanzin’de.
Meydan: Kopya Fanzin neler okur?
Sırayla söyleyecek olursak; Çehov – Köpeğiyle Dolaşan Kadın, İtalo Calvino – Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Meral Özbek – Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski, Stendhal – Kırmızı ve Siyah, İlhan Berk – Kanatlı At,  Edward Said – Paralellikler ve Paradokslar, Kötülüğün Şeffaflığı – Jean Baudrillard
Meydan: Son olarak Kopya fanzin’e yazmak veya edinmek isteyenler nereden ulaşabilirler?
Sosyal Sahaf, Yolda Sahaf, Kadıköy 26A, Mary Jane, Siyah Kafe, İkinci Yeni. İzmir’de Yakın Kitabevi, Ankara’da Dost Kitabevi, Eskişehir’de Aşiyan Sahaf ve başka bir çok yerden ulaşabilirler. Yazı ve yorum paylaşımı için, biz buradayız: kopyafanzin@gmail.com
Gizem Şahin
gizem@meydangazetesi.org
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

Thursday, October 29, 2015

Errico Malatesta’nın Gazetesi: Umanita Nova

Meydan Gazetesi- Malatesta'nın gazetes, Umanita Nova

Umanita Nova’nın 1920’den bu yana ezilen halkların sesi olmaya devam ettiğini biliyoruz. Bize Umanita Nova’nın nasıl kurulduğundan bahseder misiniz?
Anarşist hareket içerisinde günlük bir anarşist gazete fikri 1908-1909 yıllarında ortaya çıkmıştır. Milano’da yayımlanan anarşist “La Protesta Umana” (Protestocu İnsan) dergisinin redaktörleri Ettore Molinari ve Nella Giacomelli dergilerini günlük bir gazeteye dönüştürmeyi önermeleri ile Hareket bu fikri gerçekleştirmeye iyice yaklaşmıştır.
UCAI (İtalyan Komünist-Anarşist Sendikası) Nisan 1919’da Firenze Kongresinde kurulmuştu. Bu Kongrede oluşan yeni örgütte 94 yerel grup ve federasyonun temsilcilerinin yanı sıra, üye olmadan işbirliği yapmak isteyen farklı akımlardan pek çok anarşist yer alıyordu. Ettore Molinari ve Nella Giacomelli kongrede ulusal düzeyde yayımlanacak günlük bir anarşist gazete çıkarmayı önerdiler. Kongre Molinari, Giacomelli ve Spinaci’ye projenin gerçekleştirilebilirliği üzerine çalışma ve finansmanı için abonelikleri başlatma görevini verdi. Projenin gerçekleştirilebilirliği hakkında şüpheler ve günlük bir anarşist gazetenin anarşist dergilerin çeşitliliğine zarar verebileceğine ilişkin endişeler vardı. Nihayet Ekim 1919’da editör komitesinin yayımladığı bir bildiri ile çalışmalar başladı ve büyük başarı ile sonuçlanan finansman çalışmalarına başlandı.
Gazetenin adı “Umanità Nova” (Yeni İnsanlık)’ın Nella Giacomelli tarafından önerildiği düşünülmektedir. Nella, toplumsal devrimlerin artık bir düş olmadığı ve liberteryan komünizmin erişilebilir bir hedef olduğu bir dönemde bu ismin “en yüksek emellerimizi ve herhangi bir sapma olmaksızın bunlara nasıl ulaşacağımızı” temsil etmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Errico Malatesta Temmuz 1919’dan bu yana günlük bir anarşist gazete fikrini desteklemekteydi. Firenze Kongresi sırasında Londra’da sürgündeydi, Ekim 1919’da İtalya’ya döndü ve bu yeni anarşist günlük gazetenin baş editörlüğüne getirildi.
26 Şubat 1920 tarihinde “Umanità Nova”’nın 1. sayısı yayımlandı, bu sayı Sosyalist Parti’nin yayını olan “Avanti” tarafından selamlanmıştır. Gazete bir ay sonra günlük 60.000 tiraja ulaşmıştır.
Umanita Nova’ya yazan, Malatesta gibi anarşist mücadeleyle sembolleşmiş diğer yoldaşlar kimlerdi?
Umanità Nova’nın sayfalarından İtalyan ve Avrupa anarşizminin tarihi de geçmiştir. Editör komitesinde Malatesta ile birlikte Ettore Molinari, Giovanni Forbicini, Carlo Molaschi, Pasquale Binazzi, Luigi Damiani, Luigi Fabbri ve diğerleri yer almışlardır.
Gazetenin çalışanları arasında genç Camillo Berneri; o yıllarda devrimci mücadele ile Bolşevik baskı arasında ve halen Rusya’da yaşamakta olan Rus anarşist Volin; 1920’de 300 000 üyesi olan anarko sendikalist USI (İtalyan Sendikalist Birliği)’den Armando Borghi vardı.
Gazetenin anarşist hareket üzerindeki tarihi ve güncel etkilerinden bahsedebilir misiniz?
Umanità Nova , devam etmekte olan devrim sürecinde zafere ulaşmayı sağlayacak bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Devrimci güçler ve anarşist hareketin sendikalaşma ihtiyacı arasındaki ortak cepheyi oluşturmuş ve bireyselci ve örgütlenme karşıtı dahil, tüm eğilimlere platform sağlayacak ortak bir propaganda aracı yaratma girişiminden doğmuştur. UAI (İtalya Anarşist Sendikası), bir yıl önce kurulan UCAI’nin yerine geçecek bir yapı olarak Temmuz 1920’de Bologna Kongresi’nde kurulmuştur . Kongre’de 700 yerel grup ve federasyon temsil edilmiştir. UAI’nin yapısı UCAI’ye nispeten daha esnekti ancak, teorik prensiplerden ve stratejilerden oluşan “Programma” aynı idi. UAI yine de hemen hemen tüm eğilimleri bir araya toplamıştır. Bu süreçte Umanita Nova çok önemli bir rol oynamıştır. Kuruluşundan bu yana gazete anarşist hareketin başvuru noktası ve İtalya’da anarşist basının ana sesi olmuştur. Bugün Umanita Nova FAI’nin (İtalya Anarşist Federasyonu) eylemlerinde merkezi bir rol oynamaktadır. FAI Umanita Nova’nın yayımlanmasını, dağıtımını ve idaresini üstlenmiştir. Bunların yanı sıra gazetenin editörlerini ve baş editörünü de UAI atar (baş editörlük basın özgürlüğü yasaları nedeni ile zorunludur). Bugün Umanita Nova yalnızca FAI’yi değil genel anlamda sosyal anarşizmi de temsil etmektedir,
Çıktığından bu yana Umanita Nova ne tür zorluklarla karşılaştı? (Operasyonlar, saldırılar, polis baskısı vb.)
Devlet Umanita Nova’nın başlangıcından bu yana yayımlanmasını engellemeye çalışmıştır. Bunu, parası önceden ödenmiş olmasına rağmen devlet işletmeleri olan kağıt fabrikalarından teslimatı geciktirerek yapmıştır. Bunun üzerine kağıt fabrikalarına enerji sağlayan Valdarno linyit madencileri toplu grev tehdidinde bulunarak gazeteye kağıt teslimini kısa sürede sağlamışlardır.
Mart 1921’de faşist bir ekip Umanita Nova’nın Milano ofisini ateşe vermiş, bunun üzerine gazete Roma’dan yayınına yeniden devam etmiştir.
1922’de Mussolini’nin iktidara gelmesi ile gazete faşist rejim tarafından zorla kapatılmıştır. Bu kapatma hakaret suçlamaları ve ihbarları; idari konularda düzensizlik iddiaları ile yüksek para cezaları; basım araçlarının faşistler tarafından sabote edilmesi; daha önceki editörlere, idari görevdeki konsey üyelerine karşı fikir suçlarına ilişkin ihbar ve suçlamalar; Umanita Nova’nın belge ve mali kaynaklarına el koyulması gibi pek çok baskıcı adımdan sonra gelmiştir.
Faşist dönem sırasında gazete İtalyan anarşistlerin sürgünde olduğu ülkelerde tek sayı halinde ara sıra çıkmaya devam etmiş, 1943 ve 1945 yılları arasında Firenze, Cenova ve Roma’da basılan binlerce kopya ile yayınına yasa dışı olarak devam etmiştir. Umanita Nova silahlı antifaşist ve Birleşik Krallık, ABD, Fransa gibi ülkelerden oluşan Müttefik Ülkelerin askeri diktatörlüğüne karşı gelişen başkaldırının bayrağı ve sesi olmuştur. Gazete Mayıs 1945’e kadar Frenze’de 14 sayı basılmış ve 8000 tiraja ulaşmıştır. Bu baskı için Müttefik Mahkemeleri dizgici Lato Latini’yi hapis cezasına çarptırmıştır.
İzleyen dönemlerde editör komitesi üyelerine karşı fikir suçlarına yönelik suçlamalar ve ihbarlar olmuştur; son yıllarda sadece faşistlerden ve polisten karalamaya yönelik bir kaç suçlama ile karşılaştık.
Gazeteyi hangi sıklıkla yayınlıyorsunuz? Gazetenin hedef kitlesini kimler oluşturuyor?
Her hafta yeni bir sayı çıkarıyoruz. Hem baskı hem de İnternet yayınımıza binlerce abonemiz var. FAI grupları ve bireyler her hafta kendi çevrelerinde ve bölgelerinde, yürüyüşlerde ve sokaklarda dağıtım yapıyorlar. Ayrıca FAI üyesi olmayan pek çok anarşist grup ve birey de Umanito Nova’yı dağıtmaktadırlar. Bunların yanı sıra çok sayıda sosyal merkez, kitapçı, büfe ve kütüphane de Umanito Nova’yı bulundurmaktadır.
Gazete sadece anarşist okurlara yönelik bir yayın değildir; tam tersine hedef kitlesi çalışanlar, sömürülen ve ezilen gruplar ve var olma mücadelesi verenlerdir. Aslında Umanita Nova sayfalarında teorik tartışmalara yer versek de, temel olarak bir propaganda ve alternatif bilgi aracıdır. Bu nedenle anarşistlerin bulunduğu ve ezilen halkla birlikte mücadele ettiği her yerde bulunabilir.
Meydan Gazetesi- Umanita Nova
Kobane Direnişi ve Rojava Devrimi hakkındaki makaleleriniz burada oldukça etki yarattı. Ummanita Nova’da farklı coğrafyalardaki mücadelelere de yer veriyorsunuz. Bunu yapmaktaki amacınız nedir?
Tüm sömürülen ve ezilen halkların mücadelesi ile uluslararası dayanışmayı, farkındalık yaratmak ve bu mücadeleleri destekleyerek yoldaşlarımızı teşvik etmek açısından önemli buluyoruz.
Bu bilgilendirme eylemi FAI’nin IFA ile ilişkileri sayesinde gerçekleşmiştir. Size Kobane Direnişi ve Rojava Devrimi hakkında bolca konuşma imkanı sağladığınız için teşekkür ederiz. Bunu iyi yapabildiysek sizin yazdıklarınız ve FAI olarak da sizlerle kurduğu aramızdaki ilişki sayesinde de olabilmiştir.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Evet, Umanita Nova’yı farklı kılan öz yönetim karakterini vurgulamak istiyoruz. Haftalık gazetemizin editörlüğü ve idaresi dışında, hali hazırda belirttiğimiz üzere, FAI yoldaşları olarak siyasi rollerimiz de öz yönetimle yürütülmektedir. Gazetenin baskı ve dizgisi de anarşist yoldaşlarımız tarafından işbirliği ile yapılmaktadır.
1974 yılına kadar Umanità Nova Roma’da eski İtalyan Komünist Parti’nin günlük gazetesi “L’Unità” ile aynı basımevinde basılıyordu. 1974’te anarşist hareket kendi basımevini kurmaya ve tam bir otonomiye sahip olmaya karar verdi. Böylece Carrara’da basıma yönelik bir kooperatif kuruldu. Bu kooperatif halen her hafta Carrera’da Umanita Nova’yı basmaktadır.
Gazetenizde deneyimize yer vermek istediğiniz için size teşekkür ederiz.
Katkılarınız sayesinde Rojava Devrimi hakkında konuşmaya devam etmeyi umuyoruz.
Anadolu ve Mezopotamya’da toplumsal mücadelenizin başarısının devamlı olmasını dileriz.
Çeviri: Sevinç Karaca
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

Monday, October 19, 2015

1 Kasım’da fotoğraf değişmiyor

Selin Ongun
[Haber görseli]
Ufukta 7 Haziran’ın tekrarı var
KONDA GENEL MÜDÜRÜ BEKİR AĞIRDIR: ANCAK SEÇİME KATILIM DÜŞERSE HESAP DEĞİŞİR
Kamuoyundan gelen ortak ses: “Seçim değil, yas havası var...” Böylesi bir ortamda, 1 Kasım’da hangi partinin seçmeni partisine daha sadık kalacak?
Toplumda biriken endişeli, umutsuz duygu hali sadece yas kaynaklı değil. Rakamlarla ifade edersek, toplumun beşte dördü tüm yaşananları siyasi kriz olarak değerlendiriyor. Toplumun dörtte üçü kısa vadede ekonomik kriz bekliyor. Ülkenin sadece yüzde 15’i rahat geçindiğini, yüzde 85’i ise rahat geçinemediğini söylüyor. Kutuplaşma ve kimliklere sıkışmanın yanı sıra bu sebeplerden kaynaklanan yüksek bir gerilim de mevcut. Şu benzetme mevcut durumu anlatmaya uygun. Dışarıdan bakıldığında bina aynı bina; kapılar, pencereler, her şey yerli yerinde ama içerisi gaz dolu. Çakmağı çaktığınız anda patlama olabilir. Durum bu, aynı düdüklü tencerede biriken basınç gibi. Ancak 7 Haziran’dan önce de söyledik; siyaset, kimliklere ve kutuplaşmaya sıkıştığı için seçmen davranışlarında radikal değişiklikler yaşanmıyor. Bu bile kendi başına gerçeküstü bir durum.
- 1 Kasım için partilerin oy dağılımına dair öngörüleriniz; ufukta ne var?
Kutuplaşma nedeniyle zaten 38 milyon seçmenin tercihi belli. Toplumda biriken gerilime karşın oy dağılımında 7 Haziran sonuçlarına göre Ankara katliamı öncesi itibarıyla, henüz çok büyük, radikal bir değişim gözlenmiyor. 1 Kasım’da kabaca 7 Haziran ile aynı fotoğrafı görebiliriz demek mümkün. Ancak 7 Haziran’dan farklı olarak 1 Kasım seçimindeki tabloyu toplumun güvenlik arayışı belirleyecek.
Ekonomik veya siyasi krizden kaçınmak ya da iç çatışma, terör veya savaştan kaçınmak gibi bir dizi toplumun beka duygusunu harekete geçiren sorun var. Hanenin dirliği düzenliğine dair algı, esas itibarıyla hükümet politikalarıyla ilişkilendirilen ve seçmenin iktidara karşı notunu belirleyen diğer alan. Bu noktadan bakılınca iktidarın 7 Haziran oylarına anlamlı bir ekleme yapamadığı, toplumun genelinin de huzursuz ve endişeli olduğu görülüyor. Ayrıca kutuplaşmanın içinden bakan seçmenlerde bile huzursuzluk, endişe ve güvenlik arayışı ağırlıklı olduğu için ve 7 Haziran’dan bu yana da siyaset çözümsüzlüğün içine sıkıştığından seçime katılım genel olarak düşük kalabilir. Kutuplaşmanın arttığı, siyasetin çözüm üretmekte tıkandığı yıllarda seçime katılımın yüzde 80’in altına düştüğünü biliyoruz. Bu noktada 1 Kasım seçimlerine katılım oranı 7 Haziran’a kıyasla düşük olabilir. Burada 1 Kasım akşamı hepimizin dikkat kesileceği iki mesele var. 1) 7 Haziran’daki geçerli 46 milyon oy, bu kez kaç olacak? 2) AK Parti çekirdek oy sayısı 18 milyonun ne kadar altında ya da üstünde olacak?
1 Kasım’ın kaderi katılım
“7 Haziran’dan bu tarafa ne oldu” sorusunu yönelttiğimiz çalışmalar, bize her partinin seçmeninin yüzde 75’inin partisinden ve liderinden memnun olduğunu söylüyor. Çünkü yine kutuplaşmayla hareket ediyor seçmen. Ancak 1 Kasım sabahı seçmen, kendi gündelik hayatındaki güvenlik arayışı ve krizlerden kurtulma duygusundan hareketle seçimi protesto ederse ya da tercihini değiştirirse tablo değişebilir.
Genellikle partilerin oy oranları üzerinden bakıldığı ve yüzdelerde de anlamlı bir değişiklik henüz olmadığına göre, 1 Kasım akşamı siyasi tablo oy yüzdelerinden daha çok milletvekili sayılarından biçimlenecek. Anlamlı büyüklükte yüzdelerde değişim olmasa da özellikle 15 ilin son sıra milletvekilliklerinde yüzde 1’in altında, 12 ilin son sıra milletvekilliklerinde yüzde 1-2 aralığında oy değişimi ile milletvekilliği yer değiştirebilir görünüyor. Propaganda gücü, bürokrasinin ve tüm devlet aygıtının müdahalesi, örgüt kapasitesi gücü gibi nedenlerle iktidar anlamlı büyüklükte oy artışı sağlayamasa da bu türden milletvekilliği kaymaları nedeniyle 7-11 milletvekilliği artırabilir de. Ama bunun için öncelikle AK Parti’nin 18 milyon seçmeninin sandığa gitmesi lazım.
- 22 Temmuz sonrası başlayan çatışma süreci, sokağa çıkma yasakları, şehit haberleri seçmen davranışlarını nasıl etkiledi?
Tüm bunlar seçmenin güvenlik arayışını körüklüyor. Zaten 1 Kasım’ın sonucunu tayin edecek meselelerden biri de şu:
Seçmen güvenlik arayışına nasıl bir cevap verecek? Seçmen, “istikrar olursa bu krizler biter” mi diyecek, “koalisyon olursa toplumdaki bu kutuplaşma geriler” duygusundan mı bakacak? Bu sorulara verilen yanıtlarda, şu anda her partinin seçmeni kendi bakış pozisyonunu koruyor. Muhalefet partilerinin seçmenlerinin dörtte üçüne göre tüm olanların sebebi AK Parti’nin zorlamaları ve hataları. AK Parti seçmeninin dörtte üçüne göre de yaşananların sebebi muhalefetin koalisyona yanaşmaması, Kürtlerin ve PKK’nin çatışmaya yönelmesi.
- Ankara katliamı seçmenlerin tercihlerini etkiledi mi?
Ankara katliamı ve etrafındaki gündem eşliğinde gördük ki, Konya’daki milli maç esnasında yaşananlardan katliam yerindeki karanfilleri tekmeleyen profile, medyadaki kalemşorların karşılıklı yazılarına, Türkiye acıyı bile ortak yaşayamadı, katliamın nedenlerini soğukkanlı konuşamadı. Bu yaşananlar oy dağılımlarında anlamlı bir artış ve düşüş yarattı mı; henüz elimizde buna dair bir çalışma yok. Fakat bu katliam oy kayışlarına neden olabilir mi, sorusu için şunu söyleyebiliriz. Bu kez, dört parti arasındaki oy kayışlarında 7 Haziran’dan farklı bir durum mümkün. 7 Haziran’da AK Parti’den MHP’ye ve HDP’ye ya da CHP’den MHP’ye ve HDP’ye oy geçişleri olabildi. 7 Haziran ile 1 Kasım’ın farkı ise, oy kayışlarının dört parti arasında değil iki blok içinde olacağı. AK Parti ile MHP bir tarafta, CHP ile HDP diğer tarafta olmak üzere bir üst siyasi konsolidasyon var. Korkulardan beslenen ve doğal olmayan bu üst konsolidasyon nedeniyle oy geçişleri AK Parti ile MHP, CHP ile HDP arasında yaşanacak. Şimdilik ölçebildiğimiz kadarıyla bu geçişlerin de toplam geçerli oy içinde bir ile iki milyon arasında olacağını söyleyebiliriz.
[Haber görseli]
Devlet Bahçeli düşüşte
- 7 Haziran sonrasında liderlerin performansları; kimler düşüşte, kimler çıkışta?
Yine kutuplaşmanın bir sonucu diyelim ve ekleyelim. Her partinin taraftarlarının yüzde 75’i halen kendi liderinin doğru yolda olduğunu söylüyor. HDP tabanında Selahattin Demirtaş’ın popülerliğinin arttığı, MHP tabanında Devlet Bahçeli’ye yönelik ilginin bir miktar düştüğü gözleniyor. Bahçeli’ye yönelik bu ilgi düşüşü, partilerine ve liderlerine karşı eleştirel bakmalarına neden oluyorsa da oylarını MHP’ye vermeyecekleri anlamına da gelmiyor.
[Haber görseli]
AKP 42, CHP 27, MHP 15, HDP 12
ANDY-AR GENEL MÜDÜRÜ FARUK ACAR’A GÖRE EKİMDE ERDOĞAN’A İLGİ DÜŞÜŞTE
Kamuoyundan gelen ortak ses: “Seçim değil, yas havası var...” Böylesi bir ortamda, 1 Kasım’da hangi partinin seçmeni partisine daha sadık kalacak?
7 Haziran seçim sonuçlarının resmi olarak açıklanmasının ardından seçimi anlamak üzerine yaptığımız ilk araştırmada katılımcılara “7 Haziran seçim sonuçlarının böyle sonuçlanacağını öncesinde biliyor olsaydınız oy tercihinizde değişiklik olur muydu” sorusunu yönelttik. Bu soruyu yaptığımız saha araştırmalarında halen sorduğumuzu da belirtelim. 7 Haziran’ın ertesindeki saha araştırmalarında yüzde 92 “yine aynı partiye oy veririm” diyordu. Fakat sonrasında terörün tırmanışa geçmesiyle birlikte kararlılık azalmaya başladı. Bu oran eylül ayında yüzde 8’den yüzde 16’lara kadar yükseldi. Bu değişiklikte öncelikli neden terördür, diyebiliriz. Ancak bu değişiklikte sadece terörün getirdiği olumsuz gidişat değil genel belirsizlik de rol oynadı. Bu durum bazı seçmenleri oy verdiği partinin tutumuna ilişkin olarak pişmanlık noktasına itti. Fakat iki ana parti AK Parti ve CHP’de yükseliş gözlenirken, MHP ve HDP’de kısmen azalma tespit ettiğimizi belirtelim.
- 1 Kasım için partilerin oy dağılımına dair öngörüleriniz; ufukta ne var?
Bu seçim araştırma şirketleri için oldukça zor bir seçim. Dip dalgalanmalarının tespiti oldukça güç. Bu sebeple çok değişik sorular yönelterek seçmenin kesin kararlılığını tespit etmeye çalışıyoruz. Fakat ANDY-AR olarak, ilk kez bu seçimde iddialı bir yaklaşımda bulunmamaya gayret gösterdik. Bunu son 5 seçimde 2 kez tek bilen, 3 kez en yakın bilen bir şirketin başındaki kişi olarak söylüyorum. Ancak ekim ayının başında 3-6 Ekim tarihleri aralığında yaptığımız araştırma sonuçları bize şu şekilde bir fotoğrafın olduğunu gösterdi. AK Parti yüzde 42.6, CHP yüzde 27.1, MHP yüzde 15.2, HDP 12.1.
- 22 Temmuz sonrası başlayan çatışma süreci, sokağa çıkma yasakları, şehit haberleri seçmen davranışlarını nasıl etkiledi?
MHP’nin ve Sayın Bahçeli’nin ilk olarak 7 Haziran gecesi ve sonrasındaki süreçte de sürdürdüğü tutum, “uzlaşmaz” algısı, MHP’yi olumsuz yönde etkilemiş ve bu kızgınlıkla seçmende AK Parti’ye geçişler başlamıştı. Ancak şehit haberlerinin gelmesiyle, aslında önce Dağlıca ve sonrasında Iğdır’da yaşananlarla birlikte vatandaş, hadisenin teknik olarak tüm detaylarıyla nasıl gerçekleştiğini ilk kez öğrendi. Askeri konvoyun önündeki asfaltın patlatılması, o esnada hemen dönüşe geçen askerlerimiz, ardından arkadaki asfaltın da patlamasıyla konvoy iki ateşin ortasında kaldı. Sonrasında ise PKK, vur-kaç yapmayarak askerleri orada şehit etti. Bu olayı sürekli olarak televizyonlardaki terör uzmanlarından dinleyen ve gazetelerde okuyan seçmende bir algı oluştu. Gündemdeki bu olayın akıllara getirdiği sorular, AK Parti’ye “yıllardır çözüm dediğiniz çözülme, PKK mevzileniyor” eleştirisinde bulunan MHP’nin politikasının haklı çıktığına dair bir yaklaşımla, MHP’nin tekrar yukarı doğru toparlanmasına neden oldu. Fakat MHP’nin kaybettiği oranda bir toparlanma içinde olduğunu da gözlemlemedik. HDP’nin bu olaylar karşısında sesinin cılız çıkması nedeniyle batıda HDP’ye oy veren seçmenlerin bir bölümünde kırılma olduğunu tespit ettik. Bu süreçte AK Parti’de herhangi bir değişim olmazken, CHP’nin duruşu itibarı ile taraf olmayarak 7 Haziran’da HDP’ye yönelen potansiyel oylarında olumlu bir katkı sağladığını söyleyebiliriz.
Davutoğlu ilk kez yükseldi
- Ankara katliamı seçmenlerin tercihlerini etkiledi mi?
Patlama sonrasında elimizde yapılmış bir araştırma yok. Veri olmadan konuya ilişkin öngörüde bulunmayı doğru bulmam. Ancak 7 Haziran öncesinde gerçekleşen benzer bir olayla, Diyarbakır patlamasıyla, kıyaslayabiliriz. Diyarbakır patlamasıyla birlikte toplumun farklı kesimlerinde ilk algılanan şöyleydi: “Bu olay, HDP’nin baraj altında bırakılmak istenmesidir. Devletin veya AK Parti’nin bu olay içerisinde bir bağı vardır.” Kamuoyundaki algı bu yöndeydi. Bu da beraberinde, özellikle batıdaki Selahattin Demirtaş’ı veya HDP’nin Türkiyelileşme politikalarını beğenen ancak PKK ayrıştırmasını yapamayan yani HDP ile ilgili kafasında soru işareti olan seçmenlerde mağdur algısı yaratarak, araştırmalarımızda tespit ettiğimiz üzere 1.5’lik bir artışa sebep olmuştu. Fakat Ankara’daki patlamanın algılanış biçimi daha farklı. Bu 1 Kasım’ı aşan, parti veya devletin dışında bir olay. Ankara’daki patlama daha ziyade Ortadoğu’daki gelişmeler, son günlerde Suriye ve Rusya’nın gündemde oluş konuları ile ilinti kurularak algılanıyor. Şayet bu okuma doğru ise seçmen tercihlerinde önemli oranda bir değişim yaratmayacaktır.
[Haber görseli]
- 7 Haziran sonrasında liderlerin performansları; kimler düşüşte, kimler çıkışta?
Ahmet Davutoğlu’nun genel başkan ve başbakanlığa başladığı günden bugüne yaptığımız bütün araştırmalarda neredeyse yok denebilecek kadar zayıf bir algısı, beğenisi vardı. Hatta “AK Parti’ye neden oy verdiniz” sorusuna “Ahmet Davutoğlu’nu beğeniyorum ve bu nedenle oy verdim” diyen çıkmadı. Bu listede genelde partinin doğal lideri Erdoğan çıkıyordu. Ancak ekim ayında yaptığımız araştırmada Cumhurbaşkanı Erdoğan düşüş yaşadı ve Davutoğlu ilk kez sıralamada yerini aldı. Erdoğan’ın yüzde 25 ile birinciliği üstlendiği listede Davutoğlu ikinciliği yüzde 17.8 ile aldı. Aynı araştırmaya göre, Kemal Kılıçdaroğlu çok az bir farkla yüzde 17.7 ile üçüncülüğünü korudu. Yaklaşık 1.5 puan düşüş yaşayan Demirtaş’ın beğeni oranı yüzde 10.0, Devlet Bahçeli’nin beğeni oranı ise yüzde 5.7.

Sunday, October 18, 2015

Kojin Karatani İle Söyleşi: "Bastırılanın dönüşü"

Günümüzün önde gelen düşünürlerinden Kojin Karatani’nin Bilgi Üniversitesi’nde 3 Haziran günü verdiği konferanstan sonra Karatani’yle buluştuk, teorisinin temelleri üzerine konuştuk...

Hafızamızda yer eden bir haiku’yla başlayalım, “Teröristin Hüznü”yle. Düz çevirisi aşağı yukarı şöyle: “Kendisini düşmana savuran bir yürek / Her halis, riyâsız insanın hüznüdür bu / Sonu gelmeyen bir tartışmanın sonrasında / Soğumuş kakaodan bir yudum aldığımda / Onun hafif kekremsi tadında / Duyumsuyorum teröristin derin hüznünü.”

Bu Ishikawa Takuboku’nun şiiri. Ama haiku değil, tanka. Tanka, geleneksel kısa şiirdir. Aslında yönetici sınıflara, aristokrasiye ait bir tarzdır, ama Ishikawa Takuboku tankayı dönüştürdü ve popüler kıldı. O yüzden bugün bile okunabilen, zevk alınan şiirlerdir Takuboku’nun tankaları. Bakın, siz de zevkle okumuşsunuz.


Takuboku nasıl biriydi?

Sosyalistti, anarşist-sosyalistti. Çok genç öldü, 27 yaşındaydı. 1900’lerin başında, Japonya’da anarşist, sosyalist bir tahayyül yoktu, Takuboku o tahayyülü dolaşıma sokan isimlerden biri oldu. Ama hareket noktası, içinde bulunduğu somut gerçeklik, yani Japonya gerçekliği değildi. Hayal gücünü kullanarak bir sosyalizm-anarşizm tahayyülü kurdu. Ekim Devrimi’nden önce Japonya’da anarşist-sosyalistler marksistlerden daha güçlüydü. Ekim Devrimi’nden sonra bolşevizm egemen oldu ve bu türden romantik tahayyüller rafa kaldırıldı. Anarşizm giderek söndü, sadece edebiyat alanında varlığını sürdürdü.

Bu tankadaki fikre ne diyorsunuz, “teröristin hüznünü duyumsamaya”?

Yazıldığı döneme ve ortama bakmak lâzım. 1900’lerin başında, şiddet eylemleri Avrupa’da çok popülerdi, özellikle Fransa ve Rusya’da. Ayrıca, sosyalist hareket Avrupa’da ve Rusya’da çok güçlüydü, ama Japonya’da durum tam tersiydi. Anarşist, sosyalist bir tahayyül yoktu. Bu tahayyül şiddet eylemleriyle birlikte geldi. Japonya’da sosyalist hareketin başlangıcında anarşizm var, tedhiş eylemleri var. Türkiye’de de böyle sanırım.


Yeri gelmişken Tevfik Fikret’i analım. “Bir Lâhza-i Tahattür” (Bir Anlık Gecikme) adlı şiirinde, Sultan II. Abdülhamit’e düzenlenen suikastın (1905) başarısız olmasına hayıflanır. “Bir Lâhza-i Tahattür” ve “Teröristin Hüznü” aşağı yukarı aynı yıllarda yazılmış.

“Teröristin Hüznü”, “Büyük İhanet” diye adlandırılan 1910 vakasından bir yıl sonra yazıldı. 1910’da, dönemin en önemli düşünürlerinden, yazarlarından biri olan Kotoku Shusui’nin başını çektiği bir grubun imparator Meiji’ye (1852-1912) suikast hazırlığı yaptığına dair iddialar ileri sürülüyor ve kurulan mahkemede Kotoku Shusui’yle birlikte 12 sosyalist ve anarşist idam ediliyor. Sonradan bu suikast girişimi iddiasının devlet eliyle hazırlanan bir komplo olduğu ortaya çıktı.

Bilgi Üniversitesi’nde verdiğiniz konferansta, Noam Chomsky’nin 1971’de yaptığı sınıflamayı temel alarak dört toplumsal sistemden söz ettiniz: Devlet kapitalizmi, devlet sosyalizmi, neoliberal kapitalizm ve “X” diye kodladığınız özgürlükçü sosyalizm. “X” demeyi tercih etmenizin sebebi ne?

O topluma bir isim vermek zor. Sosyalizm veya komünizm dediğinizde veya başka bir isim verdiğinizde, bir gelenek ve sabit bir anlam söz konusu olacak. X demek daha iyi, çünkü o zaman insanlar tahayyül edebiliyor. İnsanları tahayyül etmeye, hayal güçlerini harekete geçirmeye sevketmek iyi bir şey. (gülüyor) Bazen X’e bir isim veriyorum, “associationism” (“birlikçilik”/ ortakçılık”) diyorum. O zaman da “associationism ne demek?” diye soruluyor. En baştan başlayıp anlatmam gerekiyor. X demek daha iyi.

Transkritik’te Kant’ı referans alarak “kurucu fikir (aklın kurucu bir şekilde kullanılması) - düzenleyici fikir (aklın düzenleyici bir şekilde kullanılması)” ayrımı yapıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında, konferansta “X” dediğiniz “şey”in, daha çok klasik ütopyacı fikriyatla irtibatlandırdığınız türden bir kurucu fikir değil, bu ütopya geleneğiyle aranıza mesafe koymayı da sağlayan bir tür kılavuz, bir düzenleyici fikir olduğu söylenebilir, değil mi?

Evet, dediğiniz gibi, Kant’ın bu kurucu fikir-düzenleyici fikir ayrımı benim çok önem verdiğim bir ayrım. Ütopya dediğim zaman bir kurgudan, arzu edilen, özlenen bir dünya tasarımından bahsettiğim sanılıyor. Kastettiğim öyle bir şey değil. O işte kurucu fikirdir. Hannah Arendt’in dediği gibi, ütopya arzulayanlar, tasarlayanlar, kurgulayanlar diktatörlerdir. Ben özgürlükçü sosyalizm fikrini, tahayyülünü eski gücüne kavuşturmaya çalışıyorum yalnızca.

Anladığımız kadarıyla, klasik ütopya fikrini değil, geçmişte varolan, ama bastırılan bir arayışın, bir tahayyülün geri gelmesini kastediyorsunuz. Peki şu cümleye ne dersiniz: Bastırılan şey ile geri gelen şey asla aynı şey değildir.

Freud da öyle diyor. Musa ve Tektanrıcılık’ta da, Totem ve Tabu’da da bastırılanın farklı bir biçimde geri döndüğünü söylüyor. Komünizm de aynı şey olarak değil, başka bir şey olarak geri dönecek. Komünizm tahayyülünün “bilimsel sosyalizm” diye dogmatikleştirilmesinin, Marx’ın çürüttüğü metafizikten bir farkı yoktu. Güya tarihin bir kurgusu vardı, nereye varacağı en baştan belliydi: Kapitalizmden sosyalizme, oradan da komünizme geçilecekti. O anlayış sonunda Fukuyama’ya götürüyor, “tarihin sonu” anlayışına.

Transkritik’in önsözünde Marx’tan şu alıntıyı yapıyorsunuz: “Bizce komünizm kurulacak bir ilişkiler hali, gerçekliğin kendisini uyarlamak zorunda kalacağı bir ideal değildir. Şeylerin şimdiki halini ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu an varolan öncüllerden ortaya çıkar.” Bugünün öncülleri neler?

Bir kere kafamızdaki altyapı-üstyapı şablonundan –altyapı ekonomi; üstyapı devlet, ulus, din, kültür– vazgeçmemiz gerekiyor. Bu şablondan vazgeçince kafamız rahatlıyor.

Althusser’den beri kafamız o anlamda rahat değil mi?

Althusser’in yöntemiyle yola çıkılırsa, Maoizm gibi bir şey çıkar ortaya. Bugünün öncülleri dediniz, bunların başında tarımsal üretim yapan köylerin ortadan kalkması geliyor. Küreselleşmeyle birlikte, proletarya kaynağı olarak köy ortadan kalkıyor.

2008’de, insanlık tarihinde ilk kez kent nüfusu köy nüfusunu geçti.

İnsan-doğa ilişkisinde de artık bir sınıra gelindi. Her çağda üretim yaptığınızda mutlaka bir atık ortaya çıkar. Ama şimdi atık çok büyük bir maliyet yüklüyor. Bütün bunlar kapitalist ekonominin sonunun geldiğini gösteriyor.

Peki, X’e nasıl gideceğiz?

O geliyor zaten. (kahkaha atıyor) Geliyor ama, yıkılarak geliyor. Biz nasıl gideceğiz derken o geliyor. Sermaye-devlet –benim için sermaye ile devlet arasında bir fark yoktur– yıkılıyor, ölüyor, ama hayatta kalma çabası gösteriyor. Dünyanın her yerinde başgösteren çatışmalar bu hayatta kalma çabasının sonucu. Özellikle enerji ve gıda alanında çok önemli çatışmalar ortaya çıkıyor, muhtemelen daha da çıkacak. Gerek sermaye-devletin hayatta kalma mücadelesini, gerekse içinde bulunduğumuz dönemi emperyal dönem olarak adlandırıyorum. Tek bir hükümran yok, her devlet hükümranlık arayışında. O yüzden savaş çıkmasından, enerji ve gıda sorunları çevresinde bir dünya savaşının çıkmasından endişeliyim.

Öyle bir ihtimal çok ciddi bir toplumsal direnişle karşılaşmaz mı?

O direniş sürecinden dünya cumhuriyetinin ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. “X’e nasıl gidilecek?” sorunuza cevabım şu: Dünya devrimi tedricen gerçekleşecek. Ama bu kendiliğinden olacak değil, bizim kapitalizmin çöküş sürecine vereceğimiz cevaba bağlı bir şey. Bugün anarşizme ve marksizme eleştirim şu: İkisi de “tek ülkede devrim” anlayışına sahip. Marx hep dünya devriminden söz etmiştir. Ama şimdiye kadar hiç öyle bir devrim olmadı. 1848 Avrupa devrimi için dünya devrimi denebilir belki, ama dünya Avrupa değil. I. Dünya Savaşı da dünya savaşı değil. Ben dünya devrimi derken, gerçek bir dünya devrimini kastediyorum. Bugünün Birleşmiş Milletler’i, Kant’ın fikrinin tedricen gerçekleşmesidir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra da Milletler Cemiyeti kurulmuştu. Bugün de BM yeniden ve daha üst bir düzeyde kurulabilir. Bu bir ütopya değil, bir mecburiyet.

NAM’ı (New Associationist Movement – Yeni Kooperatif / Birlik Hareketi) kurmanızın sebebi neydi, neler gerçekleştirdiniz?

O örgütlenmeye girişmemin sebebi, tüketim kooperatiflerini ve üretim kooperatiflerini birleştirmeye çalışmaktı. NAM olarak Japonya’nın en büyük tüketim kooperatifiyle ortak çalıştık. AT (Alternative Trade) diye bir dergi çıkardık, adil ticaret ve alternatif üretim yapan birçok şirket, dernek, kooperatif var, bunlar küçük küçük örgütler, NAM onların koordinasyonunu sağlamak için kuruldu. Tüketici kooperatiflerinin üyeleri arasında ayrı bir para birimi kullanılması söz konusuydu. Ama devlet yasal bir engel çıkardı karşımıza, diğer tüzel kişiliklerden çok daha büyük bir vergilendirmeye tâbi tutulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Alternatif para projemiz maalesef başarısızlığa uğradı.

Bu durum Marx’ın, sizin başlıca esin kaynaklarınızdan biri olan Proudhon’a Felsefenin Sefaleti’nde yaptığı eleştiriyi haklı çıkarmıyor mu?

Ben öyle düşünmüyorum. Marx’ın da alternatif para birimine benzer bir düşüncesi vardı. “Emek saati belgesi” ile alışveriş yapılmasını öngörüyordu. Bir insanın kaç saat çalıştığını gösteren belgeyle ihtiyaç maddelerini tedarik etmesini öngören bir yaklaşımı vardı.

Alternatif para meselesi bir yana, Marx’ın Proudhon’a yönelttiği temel eleştiri “siyaseti ekonomiye indirgemek” ve dolayısıyla “işçi sınıfının siyasallaşmasını frenlemek”ti.

Siyaseti ekonomiye indirgeyen Engels’di. 19. yüzyılın sonunda tekeller ortaya çıkınca, Engels “bunları devletleştirdik mi, al sana sosyalizm” dedi. Sovyetler de onu yaptı. Sonuç ne? 20. yüzyılın trajedisi. Proudhon’un ne zararı olmuş dünyaya! (gülüyor) Ben sadık bir marksistim. Marx-Proudhon çatışmasının çok abartıldığını düşünüyorum. Marx’ın Proudhon’a tavrının uzlaşmaz veya düşmanca olduğunu hiç sanmıyorum. Öyle olsaydı, kızlarını Proudhoncularla evlendirmezdi. (gülüyor)

“Gönül ferman dinlemez” denir, belki de öyle olmuştur.

İkisi de mi! (gülüyor) Damatlarından sadece biri Proudhoncu olsa anlardık. I. Enternasyonal’in çoğunluğu Proudhoncuydu. Marx-Proudhon anlaşmazlığını büyüten Engels’di. Ve de damadı.

Tembel olanı mı?

Hayır, öbür damadı (Edward Avering). Ama Paul Lafargue da marksist olarak bilinirdi.

Bu arada, Marx’ın kişiliğinin önemsediğimiz bir tarafına dikkat çekelim. Proudhon’u kıyasıya eleştirdiği Felsefenin Sefaleti’nin önsözüne düştüğü notta şöyle diyor: “Bu kitabın bu insanın ölümünden bu kadar kısa bir süre sonra yayınlanmasının tüm sorumluluğu yayıncıya aittir.”

İşte bu da Marx’ın Proudhon’a düşmanlık beslemediğini gösteriyor. Proudhon yüzeyini görüyor kapitalizmin, görünen kısmına bakıyor ve oradan bir fikir çıkarmaya, bir mücadele hattı oluşturmaya çalışıyor. Marx ise kapitalizmi derinlemesine inceliyor, kapitalizmin yasalarını ortaya koymaya çalışıyor. Proudhon, kapitalizmin görünen yüzeyiyle ilgileniyor ama, çok güzel, çok önemli şeyler söylüyor. Ben bunların ikisini de söylemek istiyorum. Proudhon, İngiltere’deki sol Ricardocuların yaptıklarından esinleniyor, özellikle de üretim kooperatiflerinden. O deneyimleri Fransa’da tartışmaya açıyor, uygulanması için çabalıyor. Marx da o deneyimlere bakıyor, ama onları derinleştiriyor. Kapitalist ekonominin hakkından gelmek için onu bir sistem olarak kavramak gerektiğinin farkındaydı. Aynı şey Proudhon için geçerli değil. Ama şunu unutmayalım: Marx, Ricardocu ekonomi-politiği Proudhon üzerinden, Proudhon’u da Ricardo’nun emek-değer teorisi üzerinden eleştiriyordu. “Kapital”e giden yolu “Felsefenin Sefaleti” döşemiştir.

Kapitalizm sadece büyük çaplı meta üretimi ve artı-değer demek değil. Aynı zamanda, Marx’ın söylediği gibi, sürekli olarak ihtiyaçları tanımlıyor ve yeni ihtiyaçlar da yaratıyor. Siz vurguyu üretim yerine değişime, mübadeleye yapıyorsunuz, ancak vurguyu üretime yaptığımızda, kapitalizmin şu yanı daha dikkat çekici hale geliyor: Kapitalizm aslında durmadan yeni ihtiyaçlar yaratan bir sistem.

Bunu nasıl yorumlarsınız? Bununla yakından ilgili bir soru da şu: Kömür çıkaran adam kendisini proleter olarak görüyordu ve buna dair bir 19. yüzyıl işçi sınıfı etiği vardı –kaybedecek hiçbir şeyi olmayan işçinin etiği. ?imdi günde 14 saat bilgisayar başında patrona çalışan biri kendisini proleter olarak görmüyor. Dolayısıyla, söz ettiğiniz etiğin öznesi olarak kimi görüyorsunuz?

Proletarya dediğimiz insan, kendi ürettiğini satın almak zorunda olan insandır. Bunun yoksulluk imgesiyle alâkası yok. Tarım köylüsü dediğimiz, proletarya kaynağı olan insan, kendi temel ihtiyaçlarını gidermek için satın alma eyleminde bulunmayan, mensubu olduğu topluluğun içindeki mübadele yoluyla geçimini temin eden insandır. Sermaye, bu insanları köylerinden çekip koparmak, onları, “geçinmek için kendi ihtiyaçlarını satın alan” insanlar haline getirmek zorunda. Bu da proletaryayı, aynı zamanda tüketici konumuna getiriyor. Bu tüketici konumu marksizmde yeterince dikkate alınmıyor. Tüketici hareketleri çok önemlidir, çünkü üretici aynı zamanda tüketici olmak zorunda. Şimdi bütün Çin ve Hindistan o anlamda tüketicileşiyor, proleterleştikçe aynı zamanda tüketicileşiyor. İkinci sorunuzun cevabı da proletaryanın tanımı veya kavranışıyla ilgili. Sadece emek içinden hareketle proletaryayı tanımlamamak lâzım. Proletaryanın bir mecaz olduğunu düşünüyorum. Ama bunu söyleyince “proletarya artık yok” dediğim sanılıyor. Hayır, tanımı baştan alıp o tanımın içine tüketici konumunu dahil etmemiz gerekiyor. Çünkü ürettiğini satın almak zorunda olan bir insandan söz ediyoruz. Marx, “Kapital”de de söylüyor, artı-değerin ortaya çıktığı yer sadece üretim süreci değil. Artı-değer, ürün satıldığı zaman da ortaya çıkıyor. “Etiğin öznesi kim?” dediniz. Proletaryanın aynı zamanda tüketici olduğu ortaya konulmadıkça özne filan yok ortada.

Yani proletarya, tüketici vasfını doldurduğu zaman özne oluyor, öyle mi?

Proletarya veya tüketici derken aynı kişiden bahsediyoruz. Üretim alanındayken proletarya, kapıdan çıkıp pazara gidince tüketicidir. İşçi hareketiyle, emek hareketiyle tüketici hareketini mekanik bir şekilde birbirinden ayırmak doğru değil. İşçi hareketi, kendi üretim alanına bağlı, ama işçiler tüketici hareketi olarak bir araya geldiklerinde ülke sınırlarını da aşarlar. Marksistler, işçi sendikaları yoluyla işçilerin bilinçlerini değiştirmeyi, onları devrimci özneler haline getirmeyi hedefliyordu. Ama bu olmadı, olmayınca “artık işçi kalmadı” denmeye başlandı. Amerikalı marksistlerle konuştuğunuzda Lukacs okuduklarını, tüketim toplumunda işçinin sınıf bilincini yitirdiğini söylediklerini görüyorsunuz. Öte yandan, Amerika’da çok büyük tüketici hareketleri ortaya çıkıyor. O tüketici hareketleriyle konuştuğunuzda da, marksizmden hiç haberleri olmadığı görülüyor; marksizmle hiç ilişki kurmayacaklarmış gibi davranıyorlar. Tüketici hareketleri Proudhoncu bir görünümde, sendikalar ise klasik marksizmin kalıpları içinde. Tüketici hareketleriyle sendikaları birbirine bağlamak, iç içe geçirmek lâzım. Onun için de sanayi kapitalizmini iyi anlamak lâzım.

Nasıl anlamak lâzım?

Marx’ın Kapital’de anlattığı gibi.

Bugünün kapitalizmi hâlâ sanayi kapitalizmi mi?
Elbette.
Sanayi kapitalizminin en kestirme tarifi ne size göre?
Meta, meta tarafından üretilir ve meta tarafından satın alınır.
“Metayı üreten meta” ifadesi emek gücünü, yani ücretli emeği içeriyor, öyle değil mi?

Evet. Dolayısıyla da ücretli emek kölelikten farklıdır. Ve bu çok temel bir farktır.

Transkritik’te, marksistleri işçi-sermayedar ilişkisini köle-efendi ilişkisi gibi görmekle eleştiriyorsunuz. Batı marksizmine yönelttiğiniz temel eleştiri de buradan kaynaklanıyor. Kabaca özetlersek, “köleler bilinçlenirse kurtulacaklar, ama bir türlü bilinçlenemiyorlar”. Bu, Althusser’e göre ideolojik aygıtlar yüzünden, Gramsci’ye göre hegemonya yüzünden. Siz bunun zaten yanlış bir tahayyül olduğunu, tam da bundan kurtulmamız gerektiğini söylüyorsunuz, öyle değil mi?

Aynen öyle. Çok güzel özetlediniz, teşekkür ederim. (gülüyor) Diğer taraftan, marksist tahayyülle hiç teması olmayan birileri de “köle filan yok ki, bitti artık” diyor, “marksizm de bitti”. Marksistler de daha yoksul yerlere gidip bakmaya başlıyorlar, “bakın, kölelik hâlâ var” diyorlar.

Antonio Negri’yi bu tabloda nereye koyuyorsunuz?

Negri, Marx’ın ve Proudhon’un en zayıf taraflarını alıp onların sentezini yapmış. (gülüyor) İmparatorluk diyor, sermaye imparatorluğu diyor, halbuki tek tek devletlerden bağımsız sermaye yok ki! Sermaye-ulus-devlet arasındaki tireler, o bağlar o kadar kuvvetli ki! ABD’nin bir imparatorluk gibi dünyayı egemenliği altına aldığını, bu egemenliğin altında tek tek ulusların ve ulus-devletlerin pek bir anlamı kalmadığını hayal ediyor. Birçok anlamda yanlış: Öncelikle ABD öyle bir konumda değil. Önümüzdeki süreçte, sermaye-ulus-devletin giderek ortadan kalkmayacağını, tam aksine, kendisini çok güçlü bir şekilde tahkim etmek için yoğun bir çaba harcayacağını görmemiz gerekiyor. Devlet derken, küçük devletlerden değil, büyük devletlerden bahsediyorum. Savaş derken de büyük devletler arasındaki savaşı kastediyorum. Ama, Negri’nin söyleminin “Komünist Manifesto” gibi bir çekiciliği var. “Dünya artık ikiye ayrıldı, ‘İmparatorluk’ ve ‘çokluk’. Bu yeni proletaryanın, ‘çokluk’un ulusu da yok, devleti de yok.” Bu yaklaşım 1848’den beri ulus karşısında da, din karşısında da yeniliyor. Çünkü ulus, devlet, din meselelerini hep bir üstyapı meselesi olarak görüyor. Bu yaklaşımın 18. yüzyıl aydınlanmasına ait olduğunu düşünüyorum: Altyapıyı, yani ekonomiyi değiştirdiğinizde, üstyapı kendiliğinden değişir. Bu değişimi gerçekleştirmek için insanları aydınlatmak, bilinçlendirmek gerekiyor... Devleti, ulusu, dini üstyapı olarak gören anlayışın sürdüğünü düşünüyorum. Bu kurumların göreli özerkliğini kabul eden anlayışlar olsa da, esasta bir değişiklik olduğunu zannetmiyorum.

Kendinizi en yakın hissettiğiniz marksist düşünür kim?

Ernst Bloch.

Güzel tesadüf. Geçen sayımızda Umut İlkesi’nden bir bölüm nakletmiştik.

Bloch’u sistematik olarak okumadım. Ama aynı şekilde düşündüğümüzü farkettim, özellikle umudun ve etiğin prensipleri hakkında. Bloch, 1930’ların marksizmine çok eleştirel bakıyordu. “Marksistler niye nazizme yenildi”nin teorisini yapmaya çalıştı. Marksizmin özünün etik olduğunu gördü –Hegelci anlamda değil, Kantçı anlamda. Bu anlamda, yakın olduğumuzu gördüm. Bloch da Kant’ın izleyicisi, ama Kant’ın adını hiç anmadı. Çünkü marksistler arasında Kant düşman görülüyordu. Varoluşçuluk da başlangıçta Kantçılık olarak görülürdü. Kantçıysanız dışlanırdınız. Bugün bile öyle.

Neden öyle?

Kantçılık Marx’a bir engelmiş gibi anlaşıldı. Çünkü, birey boyutunu, özne boyutunu, ahlâk boyutunu işin içine katıyorsunuz. Sovyetler bu unsurları inkâr etti. Sonuç ortada. Resmî marksizm, Kant’tan bahsedenleri burjuva eğilimli olarak algıladı. Bu yüzden marksizme esasen çok yakın düşünceler içinde olan Kantçı düşünürlerin de marksizm kelimesinden sakındıklarını düşünüyorum.

Mesela kimler?

Mesela Karl Polanyi. Hiçbir yerde kendisini marksist olarak tanımlamıyor. Japon ekonomist Kouzo Uno da marksist olduğunu söylemeyen marksistlerden.

1970’lerden bu yana marksist düşünürlerin –Althusser, Deleuze, Negri ilk akla gelenler– Spinoza’ya olan ilgisini neye bağlıyorsunuz?

Descartes eleştirisi için gerekli görüyor olabilirler. Batılılar Descartes’a iki tokat attıklarında başlarının göğe erdiğini zannedebiliyor. Fransa’da, gündelik hayatta Kartezyen kelimesi, “inatçı”, “küt kafa” anlamında kullanılıyor. Ama ben çocukluğumdan beri Descartes’ı severim. Descartes gibi olmak isterim, ama Kartezyen olmak istemem. Zizek Transkritik’teki Descartes’la ilgili pasajdan alıntı yaptı, çünkü o da sever Descartes’ı. Derrida da, Descartes hakkındaki makalemi okuduktan sonra bana Descartes’ı sevdiğini söyledi. Cogito –o isimde burada bir dergi çıktığını gördüm– kendindelik bilinci, kendindeliğin bilinci değildir, sistemler arasında olmanın bilincidir. Kendi kendinin bilinci değildir, çünkü kendim dediğin şey başka “kendi”likler arasında, öznellikler arasında oluşur, varolur. Spinoza bunu biliyordu, bilmez mi? Spinoza sistem kuramcısıdır. O bakımdan Descartes’çıydı, ama Kartezyen değildi.

Ünlü hikâyedir, Kant’ın hiç sektirmediği bir gündelik rutini varmış. Her akşamüstü, hep aynı saatte gezintiye çıkarmış, hatta Köningsberg ahalisi saatlerini ona göre ayarlarmış. Bu rutini sadece iki kere aksatmış: Fransız İhtilâli’ni haber aldığında ve Rousseau’nun İtiraflar’ını okuduğunda. Sizce İtiraflar neden bu kadar etkilemiş Kant’ı?

Rousseau başka toplumlarla, özellikle kapalı toplumlarla duygudaşlığa ulaşabiliyor. Kant’ın Rousseau’nun bu vasfından etkilendiğini düşünüyorum. Kant, Rousseau’yu okuyana kadar felsefenin metafizik gibi özgün, dar konuları üzerine yazıyordu. Somut olarak insanlık ve toplumun tarihine ilgi duymasının Rousseau’nun etkisiyle olduğunu düşünüyorum. İtiraflar Japonya’da da çok etkili oldu. Japonya’da Hıristiyanlık olmadığı için itiraf dediğimiz şey Rousseau’yla geldi.

Türkiyeli romancı Ahmet Hamdi Tanpınar da, roman geleneğinin günah çıkarma geleneğiyle âlâkalı olduğunu söylüyor, romanın Türkiye’ye geç gelişini de bu geleneğin olmayışına bağlıyor. Modern Japon Edebiyatının Kökenleri’nde siz de bu meselenin üstünde duruyorsunuz. Romanın modern bir form olarak Japon edebiyatına girmesi için itiraf anlayışının gelmesi mi gerekiyordu?

İtirafın iyi bir şey olup olmadığından emin değilim. İtiraf denen şey olmasaydı ne yapardık diye düşünmüyorum. Foucault’nun dediğine geliyor: Kilisenin başındaki adamdan bakarsanız meseleye, “köydeki vatandaş ne yapıyor, ne düşünüyor”, bunları bilmek, kayıt altına almak lâzım. Çok da iyi işleyen bir sistem, adam gidip kendisi anlatıyor. Sistemin devamı için daha işlevsel ne olabilir?

Foucault, psikanalizin kökeninde de itiraf / günah çıkarma geleneğinin olduğunu söylüyor.

Fransa’da uzun zamandır Lacan karşıtı bir hareket var. Foucault da, Derrida da o hareketin temsilcilerinden. Lacan bana daha kalıcı geliyor. Ama ben Lacan’cı değilim, Freudçuyum.

Freud da itiraflardan yararlanıyordu.

Psikanalist, karşısındaki kişinin söylediklerini dinlemiyor ki. Ağzından kaçırdıklarını, ne söylediğinin bilincinde olmadığı anlarda söylediklerini dinliyor.

Onları dinleyebilmek için anlatılan hikâyeyi dinlemek gerekmiyor mu?


Lacan “siz Lacancı olabilirsiniz, ama ben Freudçuyum” diyor. Marx ve Freud, sürekli hatırlatılmaya ve unutturulmaya çalışılır. Althusser Marx’ı, Lacan Freud’u geri getirdi. Ondan sonrakiler ikisini de ortadan kaldırmaya çalıştı. Foucault’nun da, Delueze’ün de o amaçla kullanıldığını düşünüyorum. Deleuze ölmeden bir sene önce “ben yüzde yüz marksistim” dedi. Japonya’daki, ABD’deki Delueze’cüler, sinemadan edebiyata, her alanda kalem oynatıyorlar. Ama Deleuze’ün Marx hakkında yazdıklarına hiç bakmıyorlar. Freud için de aynı şey geçerli. Benim durumum tam tersi. Ben bastırılanın geri dönüşüyüm.

Thursday, October 15, 2015

Oğuzhan Müftüoğlu: Günü kurtarma hesabıyla devrimci siyaset gelişmez

“Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihitiyaç var. Ancak bugün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil”
01.10.2015 10:45
HABER MERKEZİ
7 Haziran seçimlerinin ardından koalisyon kurulamaması ülkeyi yeniden bir seçim sürecine sürükledi. Türkiye solunun önde gelen isimlerinden BirGün yazarı Oğuzhan Müftüoğlu ile 7 Haziran’dan önce yaptığımız söyleşide, Müftüoğlu bağımsız bir devrimci seçenek yaratılması zorunluluğunun altını çizmiş ve seçimlerin sol açısından bazı olumlu sonuçlar doğursa da, esaslı bir değişik sağlamayacağını vurgulamıştı. Nitekim 7 Haziran’ın ardından AKP’nin tek başına iktidarını kaybettiği ve görece gerilediği siyasi tabloya rağmen ülke her gün ölümlerin yaşandığı bir savaş atmosferinin içine girdi. 1 Kasım erken seçimleri yaklaşırken televizyonculuk deyimiyle yeniden mikrofonu Oğuzhan Müftüoğlu’na uzattık…
Haziran’ın seçim tavrı en doğru siyasi tavırdı
7 Haziran seçimlerinden önce sizinle kamuoyunda çok tartışılan bir söyleşi gerçekleştirmiştik. O günlerde “Seçimde hangi sonuç olursa olsun bu karanlık gidişte esaslı bir değişim olacağına inanmıyorum” demiştiniz. Seçim sonuçları sonrası nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
7 Haziran’da HDP’nin barajı geçmesiyle AKP’nin tek başına iktidar şansını kaybetmesi elbette önemliydi. Ancak sonuçta bunun yeterli olmayacağı belliydi. Nitekim mevcut siyasi tabloda sürece müdahale edebilecek bir seçeneğin olmaması nedeniyle ülkede yaşanan karanlık gidiş açısından olumlu bir değişim olmadı.
Ortaya çıkan dört partili parlamentoda, bir yanda AKP ile MHP’den oluşan (yüzde altmışlık) bir gerici faşist blok, diğer yanda (aslında ne yanda olduklarına herhalde kendileri de karar veremeyen) CHP, bir de HDP…
Matematik matematik deniyor ya; ister çarp, ister topla, bu dört işlemden devreye beşinci bir faktör girmeden ülkenin geleceği açısından barış, demokrasi ve özgürlükten yana umut besleyebileceğimiz bir sonuç çıkamaz.
Bugünkü koşullarda bu çemberi kırabilecek bir beşinci faktör, ancak parlamento dışındaki devrimci – toplumsal muhalefet güçlerinin birlikteliği üzerinde kurulup geliştirilebilir. Bu yüzden devrimci bir seçim siyasetinin de buna göre belirlenmesi, bütün yığınağın da buraya yapılması gerekir. Mevcut partiler içinde ona oy verelim, bunu destekleyelim, tamam da, asıl işimiz ülkenin ve halklarımızın geleceği için hayati önem taşıyan bu seçeneğin yaratılması.
Bizim bütün söylediğimiz özetle bundan ibaretti ve bugün de ortadaki mesele özünde bundan başka bir şey değil.
Birleşik Haziran Hareketi’nin seçim tavrı da epey tartışıldı. “Seçimlerde net tavır almamak”, “siyasetsizlik” diyenler oldu…
Haziran Hareketi’nin seçimlerde ‘ilerici güçlerle dayanışmayla birlikte bu düzene karşı yeni bir Türkiye kurma iradesiyle Haziran Meclislerinde örgütlenerek birleşik mücadeleyi ve direnişi büyütmeyi’ esas alan çağrısının ‘siyasetsizlik’ olarak eleştirilebilmesini doğrusu ben anlamıyorum.
7 Haziran’da Nazlı Ilıcak’tan Ahmet-Mehmet Altan’a, sol gruplardan sıradan insanlara kadar, AKP gerilesin diye veya dayanışma adına HDP için oy kullandı; kimi ittifak karşılığı vekillik talep ederek, kimi bir şey talep etmeden dayanışma diyerek, kimileri destek bildirileri yayınlayarak… Arada ‘destekliyorum’ diyerek kendine destek arayanlar da dahil, bütün bunlar reel siyasetin gerekleri içinde ne kadar doğalsa, bana göre Haziran Hareketi’nin tavrı da, parlamento içinde temsil edilmeyi hedeflememekle birlikte AKP’yi geriletme amacıyla ilerici demokratik parti ve adayları desteklemek o koşullarda alınabilecek en doğru devrimci siyasi tavırdı.
Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo kadar bugün ülkede yaşananlar da bu tavrın bugün için de geçerli ve güncel olduğunu ortaya koyuyor.
Bu tür ‘siyasetsizlik’ eleştirilerinin Türkiye’de 12 Eylül ürünü, barajlı, yasaklı, hileli hurdalı bir seçim sistemine göre şekillenmiş liberal siyaset anlayışlarından kaynaklandığını düşünüyorum. (Şimdi HDP barajı geçti ya, sanki bütün mesele sadece buymuş gibi kimse barajın kaldırılmasından falan söz etmez oldu!) Bu ortam reel siyaset açısından sadece solu değil, çok geniş toplum kesimlerini kendi inandığı parti ve siyasetlere değil sadece temsil imkânı bulan düzen içi belirli partilerden birini (siyasetsiz kalmama adına) seçmeye yönlendiriyor.
Sol açısından kendi özgücüne dayanan siyaset anlayışları yerine kendi dışındaki güç ve partilere bağımlı/sembiyotik karakterli siyasal anlayışlarının daha çok yaygınlaşmasının nedenlerinden biri bu.
Ben Kürt hareketinin kazandığı büyük toplumsal destekten güç alarak Türkiye solunu dizayn etmeye dönük müdahalelerinin de bunda önemli bir katkısının olduğunu düşünüyorum. Belki iyi niyetle, dayanışma amacıyla yapıldığı söylenecektir ama sonuçta bu durum sol içinde ciddi bir mücadele yürütmeden, her dönemde güçlenen siyasi hareketlere eklemlenerek kendine destek bulmaya çalışan ‘asalak’ bir liberal siyaset tarzını besleyen bir rol oynuyor. Zaman zaman Kürt hareketinin içinden de seslendirilen rahatsızlıklara sebep olan bu durum ülkede devrimci bir siyaset anlayışlarının gelişmesi açısından bozucu bir etki yapıyor. Oysa bu gün Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlık gidiş işin hayati bir önem taşıdığı kadar, Kürt sorununun toplumsal barış ve rızaya dayalı gerçek bir çözümü için de Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihitiyaç var. Ancak bugün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil.
1 Kasım seçimlerinde yapılacaklar belli…
1 Kasım’da yapılacak seçimlerde de köklü bir değişime yol açmasa bile yine de devrimci muhalefet açısından pozitif imkânlar yaratabilecek bir taktik olamaz mı?
1 Kasım’da nasıl bir seçim olacağını bilemiyorum.
Bugün Türkiye’de AKP politikalarının sonucu Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de yaşanan savaş halinin etkisi altında, kısmen bir iç savaş hali var. 7 Haziran öncesinde sahnelenen provokatif saldırıların amacının ‘Suriyelileştirme ve iç savaş’ olduğunu söylüyorduk. Şimdi bu ihtimal en azından ülkenin bir bölümünde yaşanır durumda.
AKP’nin tepesindeki zevat, ellerindeki iktidar gücünü bırakmamak için bütün ülkeyi yakabilecek kadar gözlerini karartmış.
Aslında ortada meşru bir hükümet de yok, Cumhurbaşkanı devletin idare sistemini değiştirdiğini söylüyor ama ülkenin hangi sisteme göre yönetildiği de belli değil, bir tür darbe hukuku geçerli durumda; parlamento çalışmıyor ama savaş yasaları çıkarılabiliyor, hatta yürütülüyor.
Bu koşullarda seçim yapılacak mı, yapılacaksa nasıl bir seçim olacak bilemiyorum.
Bütün bunlar mevcut koşulların Haziran Hareketi’nin hedefleri doğrultusundaki devrimci bir siyasi hattın ne kadar yakıcı bir güncelliğe sahip olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Elbette öyle veya böyle bir seçim gündeme gelince yerine geçirilecek bir iktidar seçeneğimiz olmadığı için çok fazla bir şey değişmeyecek de olsa, yapılabilecekler belli:
- Özellikle iktidarın muhalefet partilerine karşı uyguladığı baskı ve sindirme politikalarına, haksızlıklara karşı aktif şekilde mücadele etmek,
- Oy hırsızlıklarını önlemek için sandık güvenliğini sağlama konusunda gelişen örgütlü, örgütsüz bütün ilerici muhalif çevrelerle birlikte çalışmak,
- Ortaya çıkabilecek muhtemel bütün olumsuz sonuç ve gelişmeler karşısında direnişi, dayanışmayı ve birleşik mücadeleyi genişletmek, yaygınlaştırmak ve büyütmek için…
Çünkü (7 Haziran’dan önce söylediğimiz gibi) şimdi daha iyi biliyoruz.
Biz, daha iyi, daha özgür ve eşit bir dünyada yaşamak isteyenler, bu soygun ve talan düzeninden, hırsızlıktan,yolsuzluktan, zalimlerden, din bezirganlarından, bizi kendi kafalarındaki bir kör karanlığın içinde boğmaya çalışanlardan kurtulmak isteyenler, genci yaşlısı, kadını erkeği, işçisi köylüsü, aydını cahili, mahallede, sokakta, işyerlerinde, bütün ülkede birleşip örgütlenerek mücadele etmeden asla kazanamayız!
Barış, ‘toplumsal uzlaşı’ olarak ele alınmalı
Kürt sorunundaki gelişmeler son dönemlerde cok daha ciddi bir çatışma boyutuna ulaşmış durumda. Seçimlerden sonra ülkenin bazı bölgelerinde özyönetim ilan edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz.
Son dönemlerde Cizre ve Varto gibi bazı ilçelerde gündeme gelen özyönetim ilanları, Ortadoğu bütünlüğü içinde gelişen Kürt hareketinin gelişme dinamiğinin bir parçası olarak ortaya çıkan bir durum. Bu konuda ‘Demokratik Özerklik’ vb. konularındaki ideolojik tartışmaları bir yana bırakarak öncelikle şunu söylemek lazım: Bizim devrimci anlayışımıza göre bir bölgede yaşayan insanlar, dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun, baştaki bir takım zorbaların veya birtakım emperyalist güçlerin haritalar üzerinde cetvelle çizdikleri çizgilere göre, silahlarla, toplarla, vurup kırarak, öldürerek kendilerine dayatılana göre değil, kendi özgür iradeleriyle, nasıl isterlerse öyle yaşamalı. Bu konudaki temel duruşumuz bu olmalı.
Bu aşamada şimdi barış meselesi artık AKP ile, devletle Kürt hareketi arasında (zaman zaman nice canlara mal olan bir düelloyo dönüşen çatışmalar eşliğinde yürüyen ) bir pazarlık ve uzlaşma meselesinden çıkarılmalı, halklar arasında gönüllü özgür birlikteliği esas alan bir toplumsal uzlaşma konusu olarak ele alınmalı.
Devrimci mücadele geçmişinizi anlatan ‘Bitmeyen Yolculuk’ kitabı geçen günler içinde 7’nci baskısını yaptı. Benzer temada çok sayıda kitap da çıktı. Size yönelik eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Böyle yayınların ortaya çıkmasını olumlu görüyorum. Kuşkusuz bu tür anlatılara dayalı kitaplar öznelliğe çok açık bir alan. İnsanlar içinde yaşadıkları olayları belki o zaman da farklı duygular içinde yaşamış olabilir, zaman geçtikçe görüşleri ile birlikte geçmişe bakışları da değişebilir. Özellikle çok yoğun yaşanmış ve üzerinden çok zaman geçmiş olaylar anlatılırken o tarihten sorumluluk duyan insanların mümkün olduğu kadar öznellikten uzak durmaya çalışırması lazım. Bu yüzden bazı arkadaşların yaptığı gibi, ister belki ilgi çeker diye ticari amaçlarla, ister başka kişisel kaygılarla işin uydurma hikâyeler anlatmaya dökülmesini doğru bulmuyorum. Kitabın 7’nci baskısının sonuna eklediğimiz bir bölümde de kısaca ifade etmeye çalıştığım gibi, arkadaşlarımın benimle ilgi görüşleri ve farklı anlatılar konusunda herhangi bir tartışmaya girmeyeceğim.
‘Eleştiriler, bugünkü ayrıksı duruşlarından kaynaklanıyor’
‘Bitmeyen Yolculuk’un 7’nci baskısında kendisi ve düşünceleri hakkında eleştiriler içeren kitaplarla ilgili yöneltilen soruya Müftüoğlu’nun verdiği yanıt şöyle:
“Daha önce de bu tür kitaplar yayınlanmıştı, bizim kitaptan sonra biraz daha çoğaldı. Ben bunun aslında iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bizim yaşadığımız son elli yıllık yakın geçmişe dair anı kitaplarının, anlatıların hatta hikâye ve roman türündeki yapıtların olması, geçmiş mücadele süreçlerinin derslerinin ve değerlerinin bugüne ve geleceğe taşınması açısından iyi bir şey.
Bu tür anlatılarda öznellikten tümüyle kurtulmak kuşkusuz mümkün değil, herkes kendisine göre, kendi durduğu yerden görebildiği kadar anlatacaktır. Sedat Göçmen’in, Adnan Keskin’in, Melih’in (Pekdemir), Mehmet Yazıcı’nın, Zakir Koçak’ın, Mustafa Öztürk’ün… Diğerlerine haksızlık olmasın, şimdi hemen aklıma gelmeyen pek çok arkadaşın anlatıları gibi olumlu çalışmalar, örnekler var. Herhalde asıl sormak istediğin Ali Alfatlı, Mehmet Ali (Yılmaz) ve Memduh’un (Uyan) anlatılarının yer aldığı kitaplara gelince, doğrusunu söylemem gerekirse onları henüz okumadım, sadece senin de sözünü ettiğin bazı ilgili bölümleri bana aktardılar. Büyük ölçüde bugünkü ayrıksı siyasi duruşlarından kaynaklanan ve aşırı öznelciliğe kaçan eleştirileri de fazla abartmamak lazım. Geçmişe dair eksikliklerimiz ve hatalarımız konusundaki sorumluluğun daha çok bana ve Nasuh’a yüklenmesinin de son derece normal olduğunu düşünüyorum . En azından benim buna bir itirazım olmaz, olmadı. Çünkü, diğer arkadaşlar çoğunlukla çok genç ve tecrübesizdi. Adı geçen arkadaşlar da diğer arkadaşlarla birlikte önemli görevler ve sorumluluklar üslendiler, hareketin oluşumunda ve başarılarında önemli katkıları oldu. Hepsi ellerinden geleni yapmaya çalıştı. Doğrusu bizler de elimizden ne kadar geliyorsa o kadarını yapabildik. İşte, bütün teorik metinler ve belgeler, artısıyla eksiyle her şey ortada...
Bana yönelik ‘ima ve ihsaslara’ gelince... Doğrusu yanlışı bir yana, ister yanlış hatırlama, ister çarpıtma ya da başka bir şey, o konularda kimseyle tartışmaya girmek istemiyorum. Hayatlarını adadıkları bir dava uğruna onca zaman birlikte mücadele eden insanlar zamanla ayrı yerlere düşerek birbirlerine yabancılaştıkça, birbirlerine karşı acımasızca haksız suçlamalara yönelebiliyorlar.
Bunların, bu büyük ortak tarihe de kendilerine de haksızlık olduğunu düşünüyorum. Aslında içinde kendilerinin de değer bulduğu, varoluşlarının nedeni olan –onca bedeller ödenmiş- bir ortak tarihin kolektif müktesebatını da yaralıyorlar. Solun genelinde de bir hayli yaygın olan ve geçmişle hesaplaşma adına epey alıcısı da olan bu tarz, solun kendi değerlerine karşı da bir yabancılaşmadan başka bir şey değil.
Burada bahsettiğin söyleşilerle ilgili olarak, sadece Ali Başpınar (Butto) için bir kısa not düşmem gerekiyor. Onunla 60’lı yılların sonlarından bu yana yarım yüzyıla yakın bir zaman mücadele arkadaşlığım oldu.
Hayatının son günlerinde kendisine yeterince ihtimam gösteremedik, birbirimize karşı kırgınlıklarımız da oldu. Bahsettiğin şeyler, işte yakalandığımızda ‘öyle mi demişim böyle mi demişim’, hiç fark etmez, belki sitemlerinde de haklı olduğu yerler var ama ağır hastalığının son dönemlerinde onunla özensizce yapılmış bir söyleşide yansıtılan görüntünün onun devrimci kişiliğine ve onurlu duruşuna karşı büyük bir haksızlık olduğunu, Butto’nun bunu asla hak etmediğini düşünüyorum.”