Wednesday, July 31, 2013

Dış mihrak bulundu!

Bir arkadaş sohbetinde bahsi geçmese belki haberimiz bile olmayacaktı. Japon heykeltıraş Takaşi'nin polise "Karaköy'e nasıl en kolay yoldan gidebileceğini" sorarken gözaltına alınışı, Taksim'deki polis zorbalığının trajikomik bir özeti. Özgür Ulusoy, Takaşi'nin yaşadıklarını hayretler içinde dinledi.


Cumhuriyet- “Yakalanırsam arkadaşlarım zor durumda kalır” diye Gezi protestocusu olmayan, bunu göstermek için de gaza karşı maske takmayarak yalnızca şalıyla korunmaya çalışan Takaşi, 6 Temmuz’da, “Karaköy’e gitmenin en emniyetli yolunu” sorduğu Türk polisi tarafından gözaltına alındı, hayalarına tekme yedi, yumruklandı.

Takaşi’yi birkaç kez sergi açılışlarında görmüştüm, bir keresinde Karaköy’de bir masa etrafında 8-10 kişi bir araya gelmiştik, özel bir sohbet geçmemişti aramızda, isimlerimizi öğrenmiştik yalnızca sanırım. Bir Alman tanıdıktan bir iki sefer adını duymuştum, sanatçı olduğunu, birkaç aydır Türkiye’de bulunduğunu biliyordum, o kadar...

Gezi Parkı’nda gözaltına alınan ve kimyasal işkenceye maruz kalan Ali Can Sünnetçioğlu ile yaşadıklarını, gazete için konuşurken, Ali Can, “Bizimle birlikte bir Japon da gözaltına alınmıştı” demiş, ardından ismini anımsamak için not defterini karıştırmıştı, başını kaldırıp “Takaşi!” dedi, “İsmi buydu.” Bir polisin “Amirim bir yabancı turist var bunların arasında” diye seslendiğini anlatan Ali Can, amirin “Al al onu da al, daha iyi” yanıtındaki “daha iyi” lafının herhalde dış mihrak yalanına malzeme bulmak için söylendiğini düşünmüştü. Bir başka polis de “Hayrola Takaşi, Tayyip Japonya’daki ağaçları da mı kesti, neden geldi buraya?” diyecekti sırıtarak.
Evde Takaşi’den söz ederken kızım Feride “Tokyo’dan kalkıp eyleme mi gelmiş” diye sordu. Fukuşima’yla beraber Japonya’yı takip etmeye başlayan Feride, Takaşi’nin tek bildiği Japonya kentinden geldiğini düşünmüş, Fukuşima nedeniyle çevreci olduğuna hükmetmişti.
Dış mihrak ne demek?

Takaşi’yle buluşmamızda sordum: “Dış mihrak ne demek biliyor musun?”, “What” (Ne) dedi Takaşi, İngilizce dış mihrak’ı anlatmaya çalıştım, kelimesi kelimesine tercüme ettim, aynı anlamaz bakışlarla baktı, bu sefer kelimenin Gezi’yle bağlantısı, daha doğrusu Başbakan’ın kelimeyle Gezi arasında kurduğu bağlantıyı anlattım. “Dış mihrak” belli ki Takaşi’ye hiçbir şey ifade etmiyordu, ancak Erdoğan bir şeyler ifade ettiğinden, bu tanımlamanın altında nasıl bir suçlama yattığını sezebildi.
Yaşadıklarını gazete okurlarıyla paylaşma teklifimizi kabul eden Takaşi’ye Gezi Parkı protestolarına katılıp katılmadığını sordum. Takaşi, protestoculardan birisi olmadığını, ancak hem bir birey hem bir sanatçı olarak bu olağanüstü olayları anlamak, her iki tarafı da dinlemek için hemen hemen her gün Gezi Parkı’na gittiğini, protestocularla görüştüğünü, polislerle de konuşmaya çalıştığını anlattı. Takaşi, başlangıçta sadece gözlemlemek üzere gittiği Gezi Parkı’nda, polisin muamelesi karşısında şaşkına dönmüş, eylemcilerin taleplerinde haklı olduğuna kanaat getirmiş. Her bulduğu polise gidip “Niçin böyle davranıyorsunuz“ diye soruyormuş.
Bol bol fotoğraf çekmiş, ancak hiçbir zaman gaz maskesi takmamış. “Niye?”, “Çünkü,” diyor Takaşi, “Eğer, gaz maskesi taksaydım, olaylara karışmaya hazır olduğumu gösterecekti bu, bense iki taraftan da değildim, ben kendi yolumu bulmak, hissetmek için oradaydım...” İlk gaz yediği günden, son gaz yediği güne kadar, nalburdan bile bir maske almamış Takaşi, yalnızca atkısıyla kapatmış ağzını burnunu.
Takaşi’nin protestolara katılmamak için saydığı bir nedeni, “herhalde Uzakdoğu duyarlılığı bu olsa gerek” diye dinliyorum: “Protestolara katılan bazı arkadaşlarım vardı. Yakalanırsam, ya da başıma bir şey gelirse onların başına iş açılacağını, onların zor durumda kalacaklarını düşündüm, bu yüzden Gezi’de protestocu olarak bulunmadım.” Türk polisi olaylara bu açıdan bakmadığından olsa gerek, Takaşi 6 Temmuz günü gözaltına alındı...
O gün yaşadıklarını soruyorum Takaşi’ye, Ali Can Sünnetçioğlu’yla birlikte gözaltına alındığı günü... Ali Can’ın anlattıklarını aktarıyorum, “Hayrola Takaşi, Tayyip Japonya’daki ağaçları da mı kesti?” Takaşi, araçta konuşulanların hiçbirisini anlamamış...
Gözaltına alındığında Odakule yakınlarındaymış, Karaköy’deki stüdyosuna gitmenin en emniyetli yolunu arıyormuş. Bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
“İstiklal’in iki yanında Gezi eylemcileri, Odakule tarafında da polis duruyordu. Polis, buradan aşağı gidip, Tünel tarafından Karaköy’e yönelmemi söyledi, ancak arkamı dönüp ilerlemeye koyulduğumda, sağımdan solumdan ateş etmeye başladılar. Gaz bombaları, başımın hizasından geçip gidiyordu. Geriye dönüp polisle konuşmaya başladım, size güvenli yolu sordum, siz gösterdiniz, ben de o taraftan gidiyorum dedim, niçin bana, sivillere ateş ediyorsunuz, diye sordum. İçlerinden bir tanesi İngilizce “Ben bunu daha önce de Taksim’de görmüştüm” dedi, o günü mü kastetti, yoksa daha önceki günlerde mi görmüştü bilmiyorum. Sonra beni yakaladılar, tekme tokat dövmeye başladılar. Gözaltına alınan bir çift, “Vurmayın ona” diyordu ama dinlemediler. Hayalarıma tekme yedim, kulak dibime yumruk yedim, vücudumun her yerine hem yumruk hem tekme yedim. Bacağımda, kollarımda çürükler oluştu”
Takaşi İto devam ediyor: “Sonra yüzümüzü duvara dönmemizi istediler, niye diye sordum, buna hakkınız yok dedim, boynumdan kavrayıp başımı aşağıya bastırdılar. Niye diye sordum. Sonra zırhlı bir araç geldi, bizi koydular, bir karakola götürdüler, burada çantamı, kimliklerimi aldılar, pasaportumu aldılar, bu eşyaları aldığınıza dair bir kâğıt verin dedim, vermediler, sonra Taksim’e gittik, başkalarını da doldurdular arabaya. Zamanı bilmiyorum ama belki bir saat, belki daha uzun kaldık polis otosunda. Sonra bizi başka, daha büyük bir karakola götürdüler (Vatan’ı kastediyor). Sonra bir hastaneye götürdüler (Eyüp Devlet Hastanesi), bir şeyi yoktur diye rapor verildi, beni o gece çıkardılar. Bir polis, ‘Şanslısın hiç kimse geldiği gün çıkmadı şimdiye kadar’ dedi. ”
Takaşi, şubat gibi gelmiş Türkiye’ye, bir süre sonra ayrılacakmış ama Gezi olayları patlak verince, kalmış.
Takaşi’ye polise çok öfkeli olup olmadığını soruyorum. Takaşi’nin ailesinde de polisler varmış, “O yüzden zor bir soru benim için” diyor, ancak Türk polisinin “çok aşırıya kaçtığını” düşünüyor. Türk polisiyle Japon polisini karşılaştırmasını istiyorum Takaşi’den... “Dünyanın her yerinde polis polistir ama Türk polisi çok aşırı yapıyor... Çok fazla vuruyor, çok fazla gaz kullanıyor, Japonya’da gaz yok.” Peki yabancı uyruklu birisi böyle bir muamele görür mü? “Ancak polise şiddet uygularsa, ama ben burada hiçbir şiddet uygulamadım, sadece güvenli bir yol neresi diye soruyordum. Polis zarar vermek üzerine vuruyor. Bir insanın başını bükmek, hayalarına tekme atmak sadece zarar vermek amaçlı. Divan oteliyle Point otelde revir varken de, oraya kaçışan sivilleri hedef alıyorlardı, ben de durun diye bağırıyordum. Bu yaptıkları çok bilinçli, doğrudan halka saldırıyorlar. Türk polisine verilen eğitimi, Türk polisinin olduğu hali hiç beğenmiyorum.”
Takaşi bir de Tayyip Erdoğan’ın demokratik olmayan uygulamalarını beğenmiyor. “Tayyip Erdoğan’ın demokratik olmadığı sonucuna nasıl vardın?” “Bir insan 10 yıldan fazla iktidarda kalırsa, tek adamlığa doğru gider, burada da öyle oldu, yakın çevresi bir sürü mülk edindi.” Takaşi, Japonya’da bir başbakanın “kadınlar üç çocuk yapsın, kafası kıyak gençlik istemiyorum” gibi cümleler kurmasının da mümkün olmadığını söylüyor.

'Büyük Durgunluk' Küreselleşiyor

Bu haftaki The Economist dergisinde “Büyük yavaşlama” başlıklı bir yorum var. Yükselmekte olan ekonomilerde başlayan yavaşlama, dünya ekonomisinde bir dönüm noktası oluşturuyormuş. Bu yeni dönemde liberal ekonomik modele olan ilgi yeniden artabilir, Batı özgüvenini biraz olsun yenileyebilirmiş. Ne diyelim? Çan seslerini duymuş The Economist, ama kimin için çaldığını bilmiyor.
Ekonomistler, politikacılar mali krizin yarattığı ortamı tanımlarken
“Büyük Bunalım” kavramını kullanmamayı başardılarsa bunu, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkelerinin, “yükselen ekonomilerin” büyümeye devam ederek dünya ekonomisini peşlerinden sürüklemelerine borçlular.
Mali krizle birlikte dünya ekonomisinin ortalama büyüme hızı yükselmekte olan ülkelerin katkıları sayesinde yüzde 2.5’in altına düşmekten kurtuldu. Yüzde 2.5 dünya ekonomisinde resesyon sınırı olarak kabul ediliyor.


Büyük yakınsama’
Peterson Institute’den Arvind Subramanian ve Martin Kessler’in bir çalışmasına atıfla The Economist, “Büyük Yakınsama” (Great Convergence) dediği bir olguya işaret ediyor. 1960’tan 1990 sonuna kadar, gelişmekte olan ülkelerden yalnızca yüzde 30’unun kişi başına hasıla oranı Amerika’nınkinden daha hızla artmış. 1990’ların sonundan sonra bu oran yüzde 75’e yükselmiş. Geride bıraktığımız on yıl içinde “yükselmekte olan ekonomiler” grubunun dünya hasılası içindeki payı da yüzde 38’den yüzde 50’ye yükselmiş. Bugün BRIC ülkeleri, en büyük on ulusal ekonomi içinde yer alıyorlar.
1990’lar boyunca, neo-liberal küreselleşme yayılırken, bu ülkelerin hızlı büyüyen ekonomileri, “
gelişmiş” ülkelere yeni yatırım, ucuz ithalat olanakları sunuyordu. Ancak Asya krizinden sonra bu ülkelerin ihracatları dünya ekonomisinde gelişmiş ülkelerin pazarları üzerinde basınç yapmaya, “uluslararası dengesizlikler” oluşmaya başladı: Gelişmiş ülkelerde dış açıklar, gelişmekte olanlarda dış fazla, rezerv birikimi oluşuyor, bu rezervler gelişmiş ülkelere borç olarak veriliyor, bu borçlar da ithalatı, finansal hareketleri teşvik ediyor, “dengesizlikler” büyümeye devam ediyordu.
Bunlar, uluslararası sermayenin birikim sürecini gittikçe genişleyen finansal hareketler üzerinden desteklemeye, tüketici talebini kredi genişlemesiyle ayakta tutmaya, borçları menkulleştirerek riski sırtından atmaya çalıştığı “
finansallaşma” döneminin de sonuna gelindiği yıllardı. “Finansallaşmanın” mali krize yol açmasıysa, neo-liberal küreselleşmenin tükendiğini gösteriyordu.
Mali krizle birlikte merkez ülkeler, ekonomilerini spekülasyon ve kredi genişlemesiyle destekleme olanaklarını kaybettiler. Artık devletin mali sisteme yönelik, trilyonlarca dolarlık kurtarma paketlerine, ABD merkez bankasının günde 85 milyar doları bulan niceliksel genişleme dediği parasal destelere dayanarak ayakta kalmaya çalışıyorlardı.
Bu ortamda gelişmekte olan ülkelerin büyüme eğilimleri, merkezden çevreye kısa dönemli sermaye hareketleriyle hem güçlendi hem de istikrarsızlaştı. BRIC ülkeleri büyümeye devam ederken kriz eğilimlerinin ihraç edilebileceği alanlar; kârların gerçekleşmesi için talep, finans sermayesini emecek borsa, devlet borçları, üretim için ucuz işgücü gibi olanaklar sunuyorlardı ama, “
Merkez” de kriz eğilimlerini, ekonomik modelini çevreye taşıyordu.
Yükselmekte olan ekonomilerin yapılarıyla, “
gelişmiş” ülkelerinkiler arasında, liberalizm, teknolojik gelişmeler, finansal modeller üzerinden bir yakınsama gelişince, karşı karşıya kalınan sorunlar arasında da bir yakınsama oluştu.
Kapitalist dünya ekonomisinde
yakınsama, her yerde benzer sorunların öne çıkması, bunları dışsallaştıracak alanların da bitmesi anlamına gelir. O zaman kendi pazarını koruma, dış pazarlar, kaynaklar üzerinde rekabeti sertleştirme eğilimleri güçlenmeye başlar. The Economist, BRIC ve diğer gelişmekte olan ülkelerin yavaşlamaya başlamasına işaret ederken, liberalizme ve “küreselleşmeye” ters bir ortamdan söz ettiğinin ayırdında değil. Nouriel Rubini, Project Syndicat’taki, yorumunda, yükselmekte olan ülkelerdeki yavaşlama eğilimine işaret ederken, bu döneme yüksek cari açık, bütçe açığı ve yüksek borçla giren ülkelerin ekonomilerinin çok kırılganlaşacağını vurguluyor; Türkiye, Brezilya, Güney Afrika ve Hindistan’ın altını çiziyor. Tam bu noktada aklıma Wall Street Journal’da (Türkçe) okuduğum bir araştırma geldi. Türkiye’de özel sektörün borcu 10 yılda on kat artmış.

Monday, July 29, 2013

''Kürtler devlet kurmak istemiyor''

PKK’nin Suriye’deki kolu PYD’nin Eş Başkanı Salih Müslim, bu hafta içerisinde yeniden Türkiye’ye geleceğini, Türk yetkililerden insani yardım ulaştırılması için 3 sınır kapısı açılacağına dair söz aldıklarını söyledi.

İstanbul- Hakkında kapatılma kararı alınan PKK çizgisinde yayın yapan Nuçe (Haber) TV’deki tartışma programına dün akşam konuk olan PYD Eş Başkanı Salih Müslim, hareket olarak ilkeleri bulunduğunu, dost veya düşman olacaklarsa da da birbirlerini tanıyarak hareket etmeye çalıştıklarını söyledi. Müslim, “Diyaloğu her zaman istedik. Son zamanlarda çeşitli vesilelerle medyada görüşlerimizi istediklerimizi söyledik. Diyalog çağrısı yaptık” dedi.

Türkiye ile daha önce de görüştük

Salih, 25 Temmuz’daki İstanbul temaslarından önce Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın bazı sorumluları ile Kahire’de bir araya geldiklerini anlatırken şöyle dedi:
“Rojava (Kuzey Suriye) için geçici bir sivil yönetim kurulması projemiz vardı. Türkiye tarafından yanlış yorumlandı. Davet, Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi. 25’inde İstanbul’da görüşmelerimiz oldu. Çok olumluydu. Her şeyi takip etmelerine rağmen, anlatacak çok şeyler olmasına rağmen, geçici yönetimi izah ettik. Oradaki çatışmalardan, halkın ambargo altında olduğunu, yardım yollarından bahsettik. Niyet belirleme konusunda çok iyi oldu. Karşılıklı olarak görüşmelerin sürmesini kararlaştırdık.”

Yeniden Türkiye'ye geleceğim

Salih, bu hafta içerisinde Türk yetkililerle İstanbul veya Ankara’da yeniden bir araya geleceklerini, çeşitli partilerden oluşan Kürt Yüksek Konseyi’ndeki bazı partilerin ziyaretini olumlu karşıladığını, bazılarının sessiz kaldığını söyledi.

"İmralı'dan bahsedilmedi"

Salih Müslim, gelecekte Kürt Yüksek Konseyi temsilcileri ile birlikte Ankara’ya ziyaretler olabileceğini ifade ederken Abdullah Öcalan’ın tutulduğu İmralı’dan söz edilmediğini kaydetti. Müslim, “Görüşme tamamen Rojava, Türk- Kürt ilişkilerinin tarihsel ve günümüz ile ilgili boyutlarıyla ilgiliydi. Konular; Kürt olgusu birbirine bağlıdır. Etkileri de tartışılıyor. Kuzeydeki barış görüşmelerini halk, biz de izliyoruz. Sonuçları, etkisi Rojava’da olacaktır” diye devam etti.
Müslim, Türk yetkililere Kuzey Suriye’deki Kürtler’in ağır ambargo altında tutulduğunu anlattıklarını, görüşmede Kobani (Ayn-al Arab) (Şanlıurfa'nın Suruç İlçesi'nin karşısı), Afrin (Kilis ve Hatay'ın Cilvegözü İlçesi karşısı) ve Derbesiye (Mardin'in Kızıltepe İlçesi'nin karşısı) sınır kapılarından insani yardımların ulaşması için çaba harcanacağına dair söz aldıklarını, Türkiye’nin Suriye’deki Kürtler’in çatıştıkları El Nusra’ya yardım iddialarını kabul etmediğini söyledi. Müslim, Kuzey Irak’taki Kürt Konferansı hazırlık toplantısında Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin hem kendi adına hem de, Öcalan ve Talabani adına konuştuğunu vurguladığını ifade ederken, İstanbul’da kendisine toplantının neden yapıldığının sorulduğunu anlattı. PYD Eş Başkanı, “Kendilerine, ‘Siz eğer doğru dürüst davranırsanız, her şeyi hizmetinize; dostluğun, kardeşliğin hizmetine sokabilirsiniz’ dedim” diye konuştu.
Salih, Suriye’deki Kürtler’in direnişe başladıklarında kendilerini yalnız hissetmediklerini bildirirken, "Tarih, yüzyıldır başkaları tarafından yanlış yazılıyor. Halka haksızlık edilmiştir. Rojava devrimi ile bunlarla hesaplaşmaya gidilecektir. Bütün bu haksızlıkların giderilmesi, tarihin yeniden yazılması ve gözden geçirilmesi için geçici yönetimi de oluşturacağız" dedi.

Aydar: Sınır, AB benzeri olmalı

Kürdistan İslami Partisi Başkanı Hikmet Serbilind, Kürdistan Komünist Partisi Temsilcisi Kemal Bilget’in de konuk olduğu programın diğer konuğu Kongra Gel Eski Başkanı Zübeyir Aydar, tren hattının belirlediği Suriye sınırını ‘Ülkeyi parçalayan bir hançer’ gibi tanımlarken, şöyle dedi:
"Başkan Apo, hem bize hem hükümete Misak- Milli Komisyonu oluşturulmasını önermiştir. Bugün ‘sınırları hemen kaldıralım’ demiyoruz. Bu sınır; 90 yıldır ölüm sınırları oldu. Oysa bu sınırlar, ticaret, kültür, insanlık ve dostluğun geliştiği ve birleştirici sınırlar olmalı. AB’deki gibi sınırlara dönmesi lazım. Türkiye’nin bugün yapması gereken bölge halkları arasında kardeşlik bağını güçlendirmek, anti Kürt cepheyi desteklemeden vazgeçmek. Kürtler’e kapatılan kapıların hepsi açılmalı. El Nusra’nın elindeki kapıların hepsi açık. Sınırdaki o mayın, tellerin sökülmesi gerek. Sınır zaten anlamsız hale gelmiştir. AB’deki gibi iki yaka arasında insanlar gidip gelebilmeli."

"PYD, Türkiye'de temsilcilik açsın''

Aydar, önümüzdeki dönemde Kuzey Irak’taki gibi; PYD ve Suriye Kürt Yüksek Konseyi’nin Türkiye’de temsilcilik açması gerektiğini; ilişkilerin gelişmesinin sürece büyük katkı sağlayacağını, Kürt Ulusal Kongresi’nin mimarının Abdullah Öcalan olduğunu belirtti. Aydar, Suriye, Irak, İran ve Türkiye arasındaki sınırların Kürtler ve bölge halklarını ayıran değil birleştiren, kardeşleştiren bir konuma gelmesi gerektiğini, demokratik devlet temelinde bütün halkların demokratik yaşam birlikteliğini amaçladığını savundu. Aydar, Ağustos ayı ortalarında Kuzey Irak’taki Kürt Ulusal Kongresi’nin yapılacak olmasında Türkiye’deki ‘Çözüm süreci’nin önemli rol oynadığını, Türk Hükümeti’nin anket, seçim hesabı yapmadan bölgenin gerçeklerine göre hareket etmesi gerektiğini öne sürdü.

"Kürtler devlet kurmak istemiyor''

Programda KCK Genel Başkanlık Konseyi üyesi Mustafa Karasu ile Kandil Dağı’nda yapılan röportaj da yayınlandı. Karasu, ‘Kürtler’ denilince bölgedeki devlet ve muhaliflerin akıllarına boyun eğmiş bir halk geldiğini demokratik, özgür yaşam isteklerine karşı çıkıldığını öne sürdü. Karasu, “Kürtler’in tek derdi;, kendi bölgelerini, özgür yaşamlarını korumak. Kim statülerini kabul ederse onlarla görüşmeye hazırdır. Suriye’deki Kürtler kesinlikle çatışmak istemiyor. Devlet kurma şeyleri de yok. Elbette kendi yönetimlerini kurmayı, özerk olmayı istiyorlar. Ama devlet olmak istemiyorlar. Başkan Apo’nun ideolojisinde, felsefesinde iktidar ve devlet olmak yoktur. Kürtler, demokratik yaşam içinde diğer toplum kesimleri ile yan yana yaşamaya hazırdır. Rojova; Kürtler’in bir nevi Filistini’dir. Sahiplenmesi gerekir.”

Kürt yönetimi sınırı kapattı

Karasu, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimin insani yardım yapılmasını engellediğini Suriye Kürtleri’ne sınırı kapattığını, “Sınırı kapatayım, benim dediklerime gelsinler” anlayışı ile hareket ettiklerini bunun çok ciddi eleştirilecek bir konu olduğunu belirtirken, “Böyle dar, basit politika olabilir mi?” diye sordu.
Karasu, geçmişi 100 yıla dayanan Kürt sorunun seçim hesaplarına kurban edilemeyeceğini, son dönemde çekilen PKK’lilerin kemiklerinin yakınlarına teslim edilmesinin eleştirildiğini ifade ederken, şunları söyledi:
"Gerilla çekilirken arkadaşlarının cenazelerini kurda kuşa mı bırakacak? Arkadaşlarının kemiklerini toplayıp, ailelerine teslim etmesinden doğal olarak ne olabilir? AKP adım atmamasına bunları gerekçe gösterecekmiş? Bu ipe un sermek, kılıf bulmaktır. Rojava’da Kürtler Serikani’yi (Resulayn) kurtarmışlar. Oraya bayrak asılmış. Daha önce çetelerin bayrağı vardı, ses çıkarılmıyordu. Çetelerin bayrağına ses çıkarmamak, Kürt bayrağına karşı çıkmak en azından kendi halkına saygısızlıktır. Kürtler, haklarından vazgeçmez. Kürtler, Türk devletine de karşı değil. Kendi toraklarında özgür yaşamak istiyor. Biz güçlerimizi çektik. Başka ne adım atıldı? Yüzde 10 barajı için bile adım atılmıyor. ‘Seçim yaklaşıyor, oyalarım’ yok böyle bir şey. Kürtler çatışmasızlık ortamını sağlamıştır. Türkiye’deki; oyalayan, ‘Alavere- dalavere Kürt nöbete’ yaklaşımıdır. Soruna basit demogojik yaklaşıyorlar. "

"Patrona Halil sesizliği''

Karasu, sözlerinin son bölümünde Türkiye’de hükümetin henüz sorunun özüne gelmediğini, karakol ve ‘Kürt kültürünü boğma yatırımı’ olarak nitelendirdiği baraj yapımını durdurması gerektiğini ileri sürerken, “Havaalanını da askeri amaçla yapıyorsun. Önderliğimiz (Abdullah Öcalan) de, hareketimiz de sabırlıdır. Sabrın da sınırı vardır. Sessizlik çözüm değildir. Kürt sorunu çözülmezse o sessizlik 'Patrona Halil sessizliğidir.' Kimse Kürtler’den köleliğin sessizliğini bekleyemez. Adım atılmazsa 1 günde Kürtler sesini yükseltir.”
29 Temmuz 2013

Saturday, July 27, 2013

Cinsiyet ve Özgürleşme -Ramazan Kaya


Mekâna ve zamana göre değişerek farklı biçimler alan, öte yandan ahlaki baskı ve kısıtlamalarla kendini sürekli yenileyen patriyarkal cinsiyet rejiminin heteronormatif kalıplarından özgürleşmeyi içerebilecek mücadeleler dizisi için geniş anlamda cinsiyet özgürlükçü mücadeleler diyebiliriz. Cinsiyet özgürlüğü mücadeleleri, feminist mücadele kadar toplumsal cinsiyeti sorunsallaştıran ve verili hegemonik erkeklik kimliklerine karşı mücadele eden erkekleri de içermektedir. Yakın zamanda dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı erkek girişimleri, cinsiyetçilik, kadına yönelik şiddet, homofobi ve transfobi karşıtı mücadelelerde yerlerini almaya başladılar. Benzer bir gelişme birkaç yıldan beri Türkiye’de de çok küçük kıpırdanmalar halinde başladı diyebiliriz. Aşağıdaki soruları bu genel bakış açısıyla cevaplamanızı rica edeceğiz.
Sonliberters:Türkiye'de cinsiyet özgürlükçü, homofobi ve transfobi karşıtı mücadelelerin radikal politik arenadaki diğer mücadelelere katkıları neler olmuştur? Bu mücadeleleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplumsal bir dönüşümü hedefleyen bu mücadelelere dair önerileriniz neler olabilir?

Ramazan Kaya: Bu mücadelelerin radikal siyasetlere en büyük katkısı, bütün toplumsal bölünmeleri birleştiren ve sabitleyen “evrensel” söylem veya öznelerin çözülüşünü hızlandırmaları, her sorunun indirgenemez bir toplumsal temeli olduğunu ve özerk bir mücadele hattını gerektirdiğini ortaya koymalarıdır. Birlik ve dayanışmanın temelini aynılık olarak kuramlaştıran her siyaset, farklılıkların çözücü ve bölücü zaferine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kısacası toplumsal ilişkileri merkezi bir fail üzerinden kuramlaştıran tüm teoriler ve politikalar krizdedir. Hiçbir sorun bir başka sorunun türevi veya yan etkisi değildir. Post-kolonyal entelektüellerin yürüttüğü “Maduniyet Çalışmaları”nın “evrensel sınıf anlatısı”na getirdiği temel eleştiriler de bu yöndedir.“Evrensel sınıf anlatısı”, Batı dışındaki halkların, siyah ırkların, kadınların, madun sınıfların ve eşcinsellerin tarihte oynadığı rolü görünmez kılarak bu özneleri tarihin kıyılarına itmiştir. Bu bağlamda Geleneksel Marksizmin sınıf siyasetinin en önemli başarısızlıklarından biri, öznelerin cinsiyetlendirilmiş ve ırksallaştırılmış bütünsel kimlikler içinde konumlandırılmasını görememesi olmuştur. Çözüm; ne salt yerelden türetilen ve başka hiçbir yere genişletilemeyen ve taşınamayan kategoriler üretmektir, ne de tarih ve mekândan bütünüyle soyutlanmış kibirli kategorilerin buyruklarına boyun eğmektir. Kavramların evrenselci kullanımını çürütmenin yegâne yolu, başka bir evrenselci iddiaya başvurmaktır; yani, her tarihsel bağlamın kendine özgü eleştirel kavramlar kümesi olduğunu göstermektir. Gelinen aşamada farklıklarını ve özerkliklerini üretmeyi başarmış bütün toplumsal mücadele alanlarının ortak örgütlenme hatlarını da yaratmaları gerekmektedir. Her direniş öğesinin talepleri bir başka direniş öznesinin gündemi haline gelmedikçe kimlik kompartımanlarına kapanmaktan kurtulamayız. Qeer Nation hareketinin Utah’taki bir Mormon konferansında gerçekleştirdiği bir eylem belki de hepimize esin kaynağı olabilir. Bu eylemde kamuya açık bir mekânda erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla öpüşerek eşcinsellik karşıtlarını şoke etmişlerdi. Bu topraklarda da Kürt hareketi onur yürüyüşünü Diyarbakır’da organize etmeyi düşündüğünde, metropollerdeki lgbtt hareketi sempozyumlarını Kürtçe sunmaya başladığında, anarşist ve komünist erkekler etek giyip morarmış gözlerle kadına yönelik şiddete karşı sokaklara döküldüğünde ve feministler KCK tutuklamalarına karşı cezaevleri önünde nöbet tutmaya başladığında mevcut toplumsal bedenlerden kurtulmamız mümkün hale gelir. M.Hart ve A. Negri’nin “Çokluk” kitabında dedikleri gibi “Qeer bedenler yoktur sadece qeer et vardır, o da toplumsal davranışlardaki iletişim ve işbirliğinde yatar”

 Sonliberters: Emek ve beden arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Bu ilişki, cinsiyet özgürlükçü bir mücadele hakkında bize hangi izlekleri sunar? Toplumsal cinsiyet ile toplumsal sınıf mücadelelerinin kesişimleri üzerine neler söylemek istersiniz?
 Ramazan Kaya: “Patriyarkal kapitalizmin” üretim dünyasında, kadınların dünyadaki toplam işin üçte ikisini yapıp dünya gelirinin sadece onda birini kazanıyor olması ve dünyadaki üretim araçlarının sadece %1’i üzerinde kontrol sahibi olması küresel cinsiyet rejiminin tartışmaya yer bırakmayan somut bir fotoğrafını sunmaktadır. Claudıa Von Werlhof, “Kapitalizmin doğuşuyla yaratılan “doğa” kavramının, maliyetlerden muaf ekonomik bir doğa tanımına oturduğunu, yani sınırsız biçimde ele geçirilmesi serbest olan her şeyin “doğa” olarak görülmeye başlandığını ve “doğa” kavramının kadınları, dünyayı, suyu ve diğer “doğal kaynaklar” ile yerli halkları, toprağı ve sömürgelerdeki halkları da içerdiğini” vurgulamaktadır. Ayrıca kadınların ev-kadınlaştırılması, kadınların sahip oldukları kaynakların çalınması, sosyal ağlarının yıkılması ve ücretsiz bir hizmetçi konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir. Kadınların bedenlerine el konması, emeklerine el konmasıyla yakından bağlantılıdır. Kadınların erkeklerin fiziksel mekânına hapsedilmeleri, kadınların erkeklerin kavramsal evrenine kapatılmasını da beraberinde getirmiştir. Ev-içi sömürü, hane ile sınıf arasındaki ilişki toplumsal mücadelenin önemli bir alanı olmuştur. Ev, emek gücünün kapitalist üretimin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik düzenlenmesi ve kuşaklararası biçimde yeniden üretilmesinin kilit mekânıdır. Kapitalizm ve patriyarka, toplumsal yaşamın her alanında birbirleriyle etkileşim içinde bulunan toplumsal ilişki sistemleridir; toplumsal cinsiyet dolaysıyla “üretim ilişkilerinin” bir parçasıdır. Kısacası ucuz, güvencesiz ve düzensiz kadın emeği kapitalizmin can suyu haline gelmiştir. Kapitalizmin en büyük yedek ordusu ve yeni proletaryası artık “kadınlar sınıfı”dır. Feminist politika, kapitalist endüstriyel sistemin kadın emeğini sömüren ve değersizleştiren yapısını etkili bir şekilde görünür kıldığı gibi, sistemin kadın bedeni üzerindeki disipline edici tekniklerini, kadın bedenini metalaştıran arzu politikalarını ve fallusantrik ekonomiyi açığa çıkarmada da önemli bir yol kat etmiştir. Çünkü kapitalist pazarda erkeklerin sadece işgücü meta haline gelirken, kadının bütün varlığı meta haline gelmiştir. Kapitalizmin özel yaşam alanlarını kolonileştiren ve bu alanlardan beslenen özelliklerinin bir analiz ünitesi, bir politik ödev haline gelmesi yine feminizmin kararlı politikası sayesinde mümkün olmuştur.
 Sonliberters: Yaygın bir kanaat, heteroseksizme karşı verilen lgbtt mücadelelerinin yalnızca lgbtt bireyleri ilgilendirdiği yönündedir. Türkiye'deki homofobi ve transfobi karşıtı mücadelenin en meşhur sloganlarından biri olan "eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir" sözü size ne ifade ediyor?

 Ramazan Kaya: Her erkeğin toplumsal avantajlarıyla, suç ortaklıklarıyla hesaplaşmasında bu hareketlerin yarattığı farkındalıkların önemli bir rolü olmuştur. Eşcinsel hareket, ayrımcılıkla, homofobiyle mücadele etme ve tanınma gerekliliğinden doğmasına rağmen mücadelesinin her zaman temel eksenlerinden biri de hegemonik erkekliğin ve patriyarkanın sorunsallaştırılması olmuştur. Çünkü heteroseksizm, hegemonik erkekliğin ve patriyarkanın en güçlü dayanaklarından biridir. Patriyarkanın bütün toplumsal örgütlenmesinin temel hedeflerinden biri de heteroseksizmin yeniden üretilmesidir. Aile kurumu aracılığıyla kadının bedenine ve emeğine el koyan patriyarka, aynı zamanda hegemonik erkekliğin başka erkeklikler üzerinde ve heteroseksizmin de başka cinsel yönelimler üzerinde tahakküm kurmasının “doğal” temelini oluşturur. Aile kurumu dolayımıyla cinsel hazzın üreme temelli bir ilişki formuna sokulması, cinsel işbölümü ve toplumsal cinsiyet temelli hiyerarşiler ve eşitsizlikler bir şekilde heteroseksizmin “doğallaştırılmasını” ve mutlaklaştırılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda heteroseksizmi sorunsallaştırmadan patriyarkayla ve hegemonik erkeklikle hesaplaşmak mümkün değildir. Lgbtt bireylerin varlığı hegemonik erkekliğe cepheden bir meydan okumadır, hegemonik erkeklik değerlerinin ve temsillerinin sarsılması ve bozulmasıdır. Lgbtt hareketinin mücadelesi sonucunda lgbtt bireylerinin cinsel yönelimlerinin kabul görmesi veya bazı yasal hakların, eşitliğin elde edilmesinden çok (ki bu kazanımlar da fazlasıyla önemlidir) bu hareketin patriyarkaya, hegemonik erkekliğe, heteronormativiteye ve militarizme getirdiği eleştiriler ve oluşturduğu tehdit beni daha çok heyecanlandırmaktadır. Lgbtt hareketinin evlenme ve orduya alınma hakkı gibi düzen-içi taleplerle toplumsal cinsiyet rejiminin elverdiği çokkültürlülük çerçevesinde bir azınlık kimlik haline gelme çabası bütün radikal özünü yitirmesine yol açar ki bu da patriyarkayı, hegemonik erkekliği, militarizmi, milliyetçiliği ve eril iktidarı aşındırmamızı zorlaştırır.
Sonliberters: "Kadının en büyük talihsizliği ya bir melek veyahut da bir şeytan olarak görülmesi olduğu içindir ki onun hakiki kurtuluşu yeryüzü üzerine yerleştirilmesinden, yani insan olarak görülmesinden geçer." Emma Goldman'ın bu sözünden yola çıkarak, arzuya ilişkin soruları tamamen bastırmayı tercih eden bir söylemin kadını ittiği bu konumlara dair ne söyleyebilirsiniz? Bu açıdan kadına has özgürleştirici bir söylem geliştirmenin potansiyellerini nerede aramak gerekir? 

 Ramazan Kaya: Kadını kutsallaştıran, tanrıçalaştıran kısacası onu gökyüzüne çıkaran her söylem kadını cinsiyetsiz, aseksüel bir varlığa dönüştürme gayretkeşliğidir. Bütün semavi dinlerin, yaratılış miti bile kadının (Havva) baştan çıkarıcı özelliği yüzünden yeryüzündeki sürgün serüvenimizin başladığı üzerine kurulmuştur. Semavi dinlerin güvenilmez “fettan kadın” imgesi zamanla seküler ideolojiler tarafından da devralınmıştır. Kadının cinsel varlığı ve cinsel potansiyeli her zaman bir korku ve endişe kaynağı olmuştur. Muhafazakâr ve modern ideolojilerin kadına biçtiği “meşru roller” çoğunlukla anne, bacı ve eş olmaktan ibaret olmuştur. Kutsal anne miti, kadının cinselliğini bastırmak ve denetlemek ideolojisinin hala önemli bir parçasıdır. Muhafazakâr ve milliyetçi ideolojiler açısından kadının iffeti ve namusu, milli onurun sembolü olagelmiştir. Kadının bedeninin kirlenmesi, toplumsal onurun lekelenmesi veya bir “erkeklik kaybı” olarak görülmüştür. Kadınların bedenlerinin denetimi bir milli görev olarak telakki edilmiş, ulus’un büyük bir aile olarak kurgulaması kadının bu aile içindeki rollerinin “doğallaştırılmasıyla” iç içe geçmiştir. Muhafazakâr ve modern ideolojilerin toplumsal projelerinde kadına biçilen roller genel itibariyle benzerdir: Ulus’un biyolojik yeniden üretiminin nesnesi, geleneğin koruyucusu ve kültürel sınırların temsilcisi olmaktır. Ulusal modernleşme süreçlerinde kadın hakları, toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırmak, bireysel özgürlükler çerçevesini genişletmek temelinde ele alınmaktan çok uluslaşma sürecinin bir parçası veya modernleşmenin zorunlu bir göstergesi olarak ele alınmıştır. Kadının kamusal yaşama müdahil olmasına ve toplumsal örgütlenmesine patriyarkal yapıları zorlamayan, toplumsal cinsiyet rollerini sarsmayan bir çerçevede izin verilmiştir. Solun, kadın sorununa bakışı da radikal bir kopuşu maalesef doğurmamıştır. Sol, kadınların ezilmişliğini ülkenin geri kalmışlığına ve feodal ilişkilerinin egemenliğine dayandırmış, kadınların sol örgütlerde yaşadıkları bütün olumsuz deneyimler, aşılamamış feodal kültürün etkileri olarak değerlendirilmiştir. Kadınların cinsel eşitlik ve özerk örgütlenme talebi devrim saflarını bölen ve “dava”ya zarar talepler olarak görülmüş ve ötelenmiştir. Kadının kendi bedeni üzerindeki tasarrufu, bedenini tanıması ve isimlendirmesi kadınların toplumsal ve cinsel özgürlük mücadelesiyle mümkün olmuştur, bundan sonra alacağı konum, geliştirilecek söylem veya stratejilere de yine kadınların bizzat kendisi karar verecektir.

 Sonliberters: Erkekler her zaman kendilerine toplumsal olarak benimsetilen rollerle uyumlu olabilir mi? Erkeklerin bu konudaki çatışma ve uyumsuzluklarından ötürü baskılar yaşaması söz konusu mudur? Günümüz toplumunda bir erkeğin toplumsal olarak ona sunulmuş avantajlardan, erkekliği üzerinden kendisine yüklenen görevlerden, diğer erkeklerle ya da kadınlarla kurduğu ilişkilerin duygusal farklılığından rahatsız olması ne anlama geliyor? 

 Ramazan Kaya: Olamaz çünkü toplumsal cinsiyet rejiminin sürekli bir iktidar kışkırtmasıyla zorladığı, her daim güçlü ve yeterli olması varsayılan erkeklik rolünün hakkını vermeye çalışmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yaşadığımız topraklarda erkekliğe giden çetin yolda erkeği; sert, duygusuz ve ağır yüklerle dolu bir dizi toplumsal ödev beklemektedir. Erkek olmak; sünnet, askerlik, iş bulmak, evlilik, çocukları otoritesiyle yönlendirmek gibi sonu gelmez ritüellere ve rollere razı olmak demektir. Ayrıca erkeklik, kazanıldığından hiçbir zaman emin olamadığımız bir “imkânsız iktidar”dır. Her daim yeniden kanıtlamak ve temsil edilmek zorunda olduğumuz bir yok-kimliktir. Erkeklik bir kere elde edildikten sonra ömür boyu keyfi sürülen bir krallık değildir. Onaylanmaya ve okşanmaya muhtaç bir kudrettir. Hayattan yediğimiz güçlü şamarların etkisi çoğu zaman iktidarsızlık ve yetersizlik duygularını beslemekte buda erkeğin ruhunu zehirleyen hınç duygusunu bilemektedir. Sürekli kışkırtılan erkeklik mitinin hayatın sert duvarlarına toslamasıyla keşfedilen iktidarsızlık duyguları samimi bir yüzleşmeyi doğuracağına, yaşanan “erkeklik krizi” çeşitli maskelerle, güç gösterileriyle maalesef savuşturulmaktadır. İktidarın, işsizliğin, militarizmin ve patriyarkanın yol açtığı yaralar ve değersizlik hissi; şiddetle, tecavüzle, rekabet oyunlarıyla, ırkçı veya köktenci siyasal hareketlere katılmakla aşılmaya çalışılmaktadır. Erkeğin yaşamı boyunca; güçlü bir erkek, fedakâr bir koca, romantik bir âşık, rol modeli bir baba, vatan kurtaran asker rollerine cevap olması zaten mümkün değildir. Çocukluktan başlayarak öğretilen duygularını bastırmak, korkmamak, eşcinsel yönelimden nefret etmek, yetersizliklerini saklamak, evi geçindirecek bir baltaya sap olmak rolleri erkeklik adına çoğu zaman bir öz-yıkım yaratmaktadır. Kimi erkeklerin hegemonik erkeklik değerleriyle yüzleşmesinde ve bu değerlere başkaldırmasında, doğrudan ilişkilendikleri kadınların yaşadıkları erkek kaynaklı acılara ve şiddete tanık olmaları, feminist kadınlar ile yaşarken edindikleri farkındalıklar veya savaş karşıtları, vicdani ret, lgbtt ve feminist hareketin yürüttüğü politikalarla yollarının bir şekilde kesişmiş olması gibi faktörler etili olmuştur.

 Sonliberters: Bir toplumsal aktör kendi performansının kişiliğiyle uygun olmasına çaba harcar. Dolayısıyla rol ve kişilik arasında karşılıklı bir koordinasyondan bahsedebiliriz. Bu bağlamda annelik/babalık rollerinin sürekli yeniden üretilmediği bir çekirdek aile tasavvur edebiliyor musunuz?

Ramazan Kaya: Bugüne kadar bir çocuğum olmadığından veya bir çocuğa bakma deneyimini yaşamadığımdan bu konuda edeceğim her sözün hükümsüz olduğunu düşünüyorum. Anti-otoriter ebeveynlerin deneyimlerinden edindiğim bilgiler ışığında bu konuda umutlu olmamızı sağlayacak örneklerin çok az olduğunu söyleyebilirim. Çocuğun tek başına büyümek zorunda kaldığı sınırlı sosyalleşme koşulları, çoklu ebeveynlik deneyimlerine kapalı aile modelleri ve ebeveynlerin çocukla kurduğu yoğun özdeşleşmeler annelik ve babalık rollerini yıkan/bozan alternatif deneyimlerin çoğalmasını zorlaştırmaktadır. Çocuğun bir gelecek sigortası olarak görülmesi veya yenik hayallerimizin bir temsilcisi olarak konumlandırılması çocuğu bir yatırım aracına dönüştürmektedir. Bu da ebeveynlerin sundukları emek karşılığında çocuk üzerinde sınırsız tasarruf hakkına sahip oldukları duygusunu ve anlayışını güçlendirmektedir. Çocuğu belli beklentiler doğrultusunda şekillendirmek arzusu annelik/babalık rollerinin kesintiye uğramasını nerdeyse imkânsız kılmaktadır. Aile, toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin ve heteronormatif değerlerin üretildiği, ortak varoluşu parçalayan bir makinedir. Özgürlük bilinci gelişkin, farkındalığı yüksek çiftler olsak bile çoklu ebeveynlik pratiklerini kolaylaştıracak sosyal dayanışma ağları veya gönüllü ebeveynliklere açık alternatif sosyal kurumlar yaratamadığımız sürece bu konuda tökezlemeye ve geleneksel rolleri üretmeye devam edeceğiz gibime geliyor.
  
Sonliberters:Cinsiyet özgürleşme mücadelelerini, kimlik politikası olarak gören değerlendirme ya da eleştiriler hakkında neler söylemek istersiniz?

Ramazan Kaya: Kurtuluş ile özgürleşme asla aynı anlama gelmemektedir. Kurtuluş, gerçekte olduğun şey olma özgürlüğü için çabalarken, özgürleşme, ne olabileceğini belirleme özgürlüğünü hedefler. Özgürleşmeyi esas alan bütün kimlik politikalarının radikal özü, eşitsizliklerin, ayrımcılıkların ve köleleştirmelerin kökenlerine saldırmak olduğu kadar varolduğu kimlikten de bir özgürleşme arayışıdır. Asıl amaç, madunun egemen üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak değil, bu ikiliğin kendisini yıkmak ve bozmaktır. Qeer teorinin, yerini pekiştiren ve duvarlarını güçlendiren kimlikleri istikrarsızlaştırması ve kimlik kategorisine getirdiği eleştirilerin tamda bu noktada önemi ortaya çıkmaktadır. Beyaz ırkın, egemen sınıfın ve toplumsal cinsiyetin yarattığı kimliklere karşı savaşırken aynı zamanda ırksallaştırılmış, cinsiyetlenlendirilmiş ve sınıfsallaştırılmış düşünce ve performanslardan da özgürleşmeyi sağlamamız gerekmektedir. Qeer kuramcılar için cinsel kimlik bazı organlar, pratikler veya toplumsal cinsiyetlerden otomatik olarak türemez, aksine bir geçişkenlik alanıdır. Kimliği sabit veya eşsiz bir öz yerine heterojen ve açık uçlu bir performans, bir akışkanlık alanı olarak düşünmemiz durumunda belli aidiyet hücrelerine kapatılmaktan belki de kurtulabiliriz. Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini özgürleştirebilir. Ne olabileceğimizi keşfetmek için olduğumuz şeyi reddetmek zorundayız.

Thursday, July 25, 2013

Sulukule: “Şen şakrak, müzikli, yaşam dolu bir mahallemiz vardı”

Özkan Bitirmiş'in hayatını kaybettiği nokta. Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Özkan Bitirmiş’in hayatını kaybettiği nokta. Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Özkan Bitirmiş, 7 Aralık’ta Sulukule yakınlarındaki evine girerken, sokaktaki bir kavga yüzünden ateşlenen silahların kurbanı oldu. Kentsel dönüşüm şokunu atlatamayan Sulukule Mahallesi sakinlerinden biri, Özkan’ın ölümünü, kentsel dönüşümü ve Sulukule’nin geleceğini Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.
Röportaj: Doğu Eroğlu
Özkan Bitirmiş henüz bir buçuk yaşındayken babasını kaybetti. Tek çocuktu, annesi ona yıllarca baktı, büyüttü. 18 yaşına geldi. Hiç günahı yokken uyuşturucu satanların yanında oturduğu için suçlu olarak gösterildi. Suçu üstüne yıktılar yani. Aşağı yukarı 5 sene bir ceza yattı.
Özkan’ın bu olayla karıştırılmasının özel bir sebebi var mıydı?
Hiçbir günahı yoktu. Sadece uyuşturucu satanların yanında duruyordu diye cezalandırdılar. Ölümünden 5 ay önce cezaevinden çıktı. Cezaevinden çıktığı zaman mahalledeki evi yıkılmıştı zaten. Burada, mahallenin çeperinde annesine bir ev tuttuk…
Özkan cezaevinden çıktıktan sonra ne işle uğraştı?
5 aydan beri ne uyuşturucu, ne yasal olmayan bir iş yaptı. Çalışmaya başlamıştı; parfüm, saat, kazak falan satıyordu.
Özkan’ın yaşamını yitirdiği gün neler yaşandı?
Özkan Bitirmiş
O gün de işten geliyor, annesine 30 lira gibi bir para veriyor. “Anne,” diyor, “kız arkadaşımı bir göreyim, yarım saat sonra gelirim.” Evden çıkıp mahalleye gidiyor, kız arkadaşıyla görüşüyor. Özkan kız arkadaşının yanına gittiği sırada, evi civarında iki grup arasında bir kavga yaşanmış. Mahallenin dışından gelen gençler dayak yeyip kaçmışlar. Sonra da silah bulup gelmişler. Orada ateş ediyorlar ortalığa. Gururlarına yediremiyorlar dayak yemeyi, gelip göz dağı vermek için ateş açıyorlar yani. Özkan da tam bu sırada evine dönüyor. Olaylardan hiç haberi yok, tamamen tesadüf eseri o sırada o noktada. Özkan sırtından vuruluyor, akciğerine saplanıyor kurşun. Atardamarı parçalanıyor. Olay bizim evin önünde olduğu için hastaneye de biz götürdük. Cuma günü 11:30’du vurulduğunda, 13:30 gibi de ölüm haberini aldık. Cenazesini kaldırdık. Annesi de şu anda hastanede tedavi görüyor. Vuranların biri yakalanmış. Emniyet diğerlerini de arıyormuş. Onlarla hasım bile değiliz. Ne o Özkan’ı tanır, ne Özkan onu; ateş ediyorlar, Özkan’a isabet ediyor. Ama Özkan Bitirmiş’in bitirilmesi bu tesadüften ibaret değil. Bu, aslında Türkiye Cumhuriyeti’ndeki politikaların yol açtığı olaylarla alakalı. Siyasetimiz yanlış. Bırakın mahallelerdeki kavgaları, bizi yönetenlerin mecliste ettiği kavgalara bakın. Politikamızın ne kadar yanlış olduğunu görüyoruz o örneklerde. Söylemde ilkin millet, sonra devlet, en son da hükümet gelir. Ama uygulamada bunun tam tersi oluyor.
Bitirmiş Ailesi’nin yıkılan evi. Fotoğraf: Zafer Melek’in çektiği İstanbul Çıplak belgeselinden alınmıştır.
Sulukule’de ve artık Neslişah Mahallesi’ne, Karagümrük’e taşan bu tip şiddet olaylarının ortaya çıkmasında en etkili sebep ne?
Bizim bir mahallemiz vardı; şen şakrak, müzikli, danslı, yaşam dolu bir mahallemiz vardı. 5366 sayılı yasaya dayanarak bu mahalleyi yıktıkları için insanlar bu mahalleden kopup başka başka yerlere girmeye başladılar. Biz mahallemizden, kültürümüzden, tarihimizden, anamızdan-babamızdan her şekilde koparıldık. Bizi apartman dairelerine taşımak zorunda kaldılar. Apartman dairelerinde yaşayanlarla bizim yaşamımız çok ayrı. Mesela geceleri saat 4’e, 5’e kadar evlerimizde otururuz. Ama o apartmanda saat 6-7’de işe gidenler de var. O yüzden anlaşmazlıklar kaçınılmaz.
Sulukule Mahallesi sakinlerinin kentsel dönüşüm sonrasındaki göç haritası. Görsel: Sulukule Atölyesi, Temmuz 2009
Tabi ki bu toplumun dağılmasıyla, toplumumuzun ekonomisinin çöktüğünü bilenler, uyuşturucu satanlar mahalleye sirayet etti. Herhangi bir geliri olmayan kentsel dönüşüm mağdurları da bu işleri yapmak zorunda kalıyorlar. Ancak mahallemiz ekonomik olarak desteklenseydi, mahalleli de bu insanlarla teşvik-i mesaiye girmek zorunda kalmazdı.
Mahallenin 2007′den önceki hali. Fotoğraf: International Network for Urban Research and Action arşivi
Uyuşturucu kentsel dönüşümle birlikte yaygınlaştı mı?
Uyuşturucu bizim eski ama eskimeyen bir olayımız. Uyuşturucu mahallelerde hep vardı, eski bir olay. Ama hiçbir zaman da eskimiyor, devamlılığını koruyor. O yüzden devletin buna el koyması gerekiyor. Bu illetin bu mahallelerden uzak tutulması için gerekiyorsa MOBESE kameralarının kurulması ,nokta polislerin yerleştirilmesi lazım. Trafiğin engellenmesi gerekiyor.
Uyuşturucu meselesi, kentsel dönüşümle karşı karşıya gelen pek çok mahallede gündeme geliyor. Yetkililer, “Biz bunu yapıyoruz ama burada uyuşturucu var, haberiniz olsun” diyorlar. Toplumcu olmayan kentsel dönüşüm uyuşturucu üzerinden mi meşrulaştırılıyor?
Yıkımdan bir görüntü. Fotoğraf: Ntvmsnbc.com arşivi
İnsanlara bir şeyler yapacaksanız onların kötü, olumsuz yanlarını ararsınız. Demin de söyledim ya, bizim uyuşturucu eski ama eskimeyen bir sorunumuz. Ama yalnızca bizim sorunumuz da değil. Bunu inkar etmiyoruz, uyuşturucunun bitirilmesi gerekli. Kentsel dönüşüme de hayır demiyoruz, olması gerekir. Ama kentsel dönüşüm veya uyuşturucunun bitirilmesi demek, bizim toplumumuzun dağıtılması demek değildir. Pire için yorganı yakmaz insan. O yüzden toplumun tamamıyla araştırılması ve gözlem altında tutulması gerekiyor. Gerçekten niyet uyuşturucuyu bitirmekse bunları yapsınlar. Ama bu “kentsel dönüşüm” aslında “rantsal dönüşüm” olduğu için bunlar yaşandı. Uyuşturucunun bitirilmesinin çözümü mahallenin yıkılması mıydı? Aha, yıktılar, yine uyuşturucu devam ediyor. Çözümü biz ürettik: Mahalleyi denetle, uyuşturucu trafiğini engelle. Biz mahalleli olarak buna tamam diyoruz, yardım etmeye de gönüllüyüz. Bir yandan da uyuşturucu satan kardeşlerimize de bir şey diyemiyorum çünkü maddi imkansızlıklar yüzünden bu yola girdiklerini biliyorum. Gelirleri yok.
Plan şuydu; bu mahallede hak sahibi olanları ve kiracıları 45 km uzaklıkta TOKİ’nin Taşoluk’ta inşa ettiği apartmanlara yerleştireceklerdi. Ama orada da herhangi bir yaşam, gelir kaynağı yoktu. Planın bu aşamadan sonrası düşünülmedi mi?
Oraya giden 337 ailenin 330’u geri döndü. Sadece 7 aile kaldı orada. Mahallelinin çoğu şimdi Karagümrük civarında yaşıyor. Oralar bizim yaşam alanımız değil, o yüzden geri döndüler. Orada rahat yaşasalar niye dönsünler? Bunun çözüm olmadığını biz en başından beri söyledik.
Mahalledeki uyuşturucu trafiğini ortadan kaldırmak için sizi yaşamın olmadığı bir yere gönderdiler. Mahalleli orada yaşamakta inat etseydi benzer sorunlar orada da ortaya çıkmayacak mıydı?
Elbette. Orada bir geçim kaynağı yok ki! Oraya gidenler nasıl yaşayacaktı? Asıl istedikleri uyuşturucuyu bitirmek değil, bizim yaşadığımız yerleri elimizden almaktı. Kentsel dönüşüm bugün Türkiye’nin pek çok yerinde deprem riski gerekçesiyle uygulanıyor. Kentsel dönüşümde evlerin değişmesi, çevrenin değişmesi değil, orada yaşayan halkın durumunu daha iyi hale getirmektir aslında. Ancak işin içine çıkar girdiğinde idealler arka plana atılıyor. Siyaset çıkar için yapılır hale geldiğinde yanlış yollara sapıyor.
Mahallede yapılan yeni konutlar. Fotoğraf: sulukulegonulleri.blogspot.com
İlk provayı 2006’dan itibaren burada yaptılar. Pilot bölge olarak buranın seçilmesi kasıtlı mıydı?
“Ses çıkaramazlar” dediler, “bir şey olmaz” dediler ama biz çok ses çıkardık. Toplumun en zayıf halkası olarak gördüler, “kimse onlara sahip çıkmaz” dediler ama çok ses çıktı. Bunu tüm dünya duydu. Çünkü Sulukule tarihiyle anılan bir yerdir.
Mahalleli yeniden eski yaşam alanının çevresine toplandı. Bir yandan da sizin Bostan diye tabir ettiğiniz, mahallenin düğün, eğlence, toplantı gibi toplumsal olaylarına ev sahipliği yapan alanda artık lüks konutlar yükseliyor. Bundan sonra mahalleli ne yapacak?
Sulukuleliler yıkıntıların arasında
Her zaman söylüyorum; Sulukule Sulukuleliler’indir ve her zaman Sulukuleliler’in olacaktır.  Bizle yaşamak isteyenler bizim baş tacımızdır, onlarla hiçbir sorunumuz olamaz. Ama oraya gelecek olanlar günün birinde bizi istemezlerse neler olur bilemem. Burada olanları devletimiz bize yaptığı için biz sakin durduk. Çünkü bu devlet bizim devletimiz. Vurdu-kırdıyla hiçbir şey yapmadık, kanunun bize gösterdiği yolları izledik mücadelemiz boyunca. Buraya gelecekler bizi istememezlik yapamazlar; biz onları istersek isteriz, istemezsek istemeyiz. Canları bizle yaşamak istemeyen toplar eşyasını köyüne döner. Bizim gidecek köyümüz yok. Bizim her şeyimiz Sulukule. Bizim soyumuz burada bin yıldan beri yaşıyor. Yanlış politika izleniyor burada. Buradaki insanların durumlarını düzeltebilirdi devlet. Kadınlar ve çocuklar için atölyeler kurulabilirdi, sanat okulları açılabilirdi. Evler restore edilebilirdi. Deprem riski yoktu ki bizim mahallemizde! Bizim evlerimiz iki katlı, bilemedin üç katlı. Bir deprem olsa iki-üç kiremit düşer. O residanslardakiler nasıl kurtulacak?
Hükümet samimi olarak bu toplumda sorun olarak tespit ettiği noktaların üzerine gitseydi durum farklı mı olurdu?
Keşke sorun olarak tespit ettiklerini gelip bizlerle görüşseydi. O zaman burası dünyanın en sosyal projesi olurdu. Hiçbir şekilde bizim taleplerimizi almadılar. Ama biz tek değiliz, bizim gibi kentsel dönüşüm mağduru olan mahallelerle de görüşüyoruz. Her gittiğimiz yere birlik ve beraberlik içinde olmalarını öğütlüyoruz.
Kentsel dönüşüm ve beraberinde gelen şiddet noktasında hükümetin pozisyonunu, rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devlet bu konuda çok eksik kaldı. Dertleri uyuşturucuysa gelsinler, trafiği engellesinler. Biz de yardımcı olacağımızı söylüyoruz zaten. Çok fazla bir şey istemiyoruz. Özkan Bitirmiş  gibi başkaları da bitirilmesin istiyoruz.

Wednesday, July 24, 2013

Direnmek ruhu iyileştirir

Bu aralar “Gezi Ruhu” kelimesi düşmüyor ağızlardan. Anlatılmak istenen malum; dayanışma, isyan, paylaşma, umut... Peki bu ruhu ortaya çıkaran insanların psikolojileri hakkında neler söylenebilir?

Cumhuriyet / Dergi- Önce şiddet gördük, kızdık, korktuk; haklı olduğunu savunduğumuz şeyler için sokağa döküldük, sesimizi duyurduğumuz için rahatladık; çoğaldık umutlandık; paylaştık, dayanıştık, “aynı” olmasak da yan yana durdukça birbirimize daha çok güvendik; hükümetin tavrını gördükçe şaşırdık; polisin vahşetine öfkelendik; “hiç” olmadığımızı görüp sağaldık; geleceğimize sahip çıktıkça umutlandık... Gezi Direnişi boyunca öyle çok duyguyu bir arada yaşadık ki yazmakla bitmeyecek. Öyleyse gelin işi uzmanına bırakalım, “Gezi ruhu”nu İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji bölümü öğretim üyesi, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurucu üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Murat Paker anlatıyor.
- Gezi Direnişi’ne katılanların yaşadıklarını paylaştıkları Psiko-Diren sohbetlerini düzenlemeye nasıl, neden karar verdiniz?

- Yüzbinlerce insan olağanüstü birkaç hafta yaşadı, ciddi bir polis şiddetine maruz kalındı. Bir sürü psikolog, psikiyatrist, terapist de direnişteydi. Bu kadar büyük sosyal olay haliyle bizi olumlu-olumsuz etkiliyor. İnsanlar geniş yelpazede duygular yaşıyor. Siyasi mücadelede duygulara pek yer verilmez, ama terapistler, duyguları paylaşmanın önemli bir güçlülük olduğunu bilir. Dolayısıyla direnişteki psikologlar olarak nasıl etkilendik, ne tür duygular yaşadık, olumlu olumsuz nasıl baş ettik, bundan sonra ne olabilir’i konuşmanın hayat direncimizi ve esnekliğimizi artıracağı düşüncesiyle Psiko-Diren yani “Psikoloji de direniyor” anlamına gelen bu sohbetleri başlattık. Siyasi tahliller yerine “ben” ne hissettim, yaşadım düzeyinde içimizi yoklamayı ve bunu bir kollektif içerisinde yapabilmeyi amaçlıyoruz. Şimdiye kadar iki toplantı düzenledik ve ihtiyaç oldukça devam ettireceğiz.
- Direnişin bize yaşattığı duygular ne yönde, “ben”i nasıl etkiledi sizce?

- Yüzbinlerin katıldığı böylesine bir sosyopolitik eylem sürecinde olanların çoğunun olumlu etkilendiğini söyleyebiliriz. Dünyada daha önce yaşanmış deneyimlerden çıkan sonuçlar da bu yönde. Böylesi bir aktivizme katılanlar, önceki hayatlarına kıyas kabul etmeyecek derecede eylemlilik, yapabilirlilik durumuna geçiyorlar. Kendilerini aşan bir dava, amaç için başka insanlarla dayanışıyorlar. Parkta mutfak, kütüphane, revir oluşturma gibi bir anda örgütlenebilen insanların yaratıcılıklarını sergiledikleri müthiş dayanışmacı anlar ortaya çıktı. Bunlar insanlara “Ben bir hiç değilim”, “Bir şey yapabiliyorum”, “Başkalarıyla birlikte bir şey yapabiliyorum, çaresiz, umutsuz değilim” duygusu verdi. Eyleyebilirlik, öznellik kapasitesini arttırmasıyla bir tür doğal antidepresan rolü görüyor aktivizm. Travmalarla baş etmenin çok önemli mekanizmalarından biri olarak aktivizm öteden beri travma literatüründe zikredilirdi. Bu süreçte insanlar eskisinden daha güçlenmiş hissetti. Tabii şiddete doğrudan maruz kalmış ya da yakınlarının tehdit altında olduğunu hissetmiş insanlarda daha travmatik bazı şikâyetler görülebilir. Ama eylemlerin haftalarca devam etmesi katılanların küçük bir azınlığında olumsuzluk yaşandığını gösteriyor. Bunlar da genellikle zamanla, sosyal dayanışmayla büyük ölçüde bertaraf olabilen zorluklardır. Daha da küçük bir azınlıkta olumsuz etkiler daha şiddetli olabilir, o zaman profesyonel destek almak gerekebilir.
- Peki biraz daha başa gidelim. Türkiye’de gelişmiş bir biat kültürü olduğundan yakındık hep. Ama Gezi Direnişi’yle örgütsüz binlerce insan plansızca sokağa döküldü. Bu eylemler nasıl bir psikolojinin ürünü, nasıl bir kırılma yaşandı sizce?
- Herhalde ilk kırılan 12 Eylül’le atılan ölü toprağı oldu. Korku duvarları aşıldı. 12 Eylül’ün apolitizasyon katmanı bayağı yırtıldı. Niye şimdi sorusuna yanıt vermek için derinlemesine inceleme yapılmalı. Ama gözlemlerime göre birkaç değişken var. Biri, küresel ısınma, ekolojik felaketlere gidiyor olmamız, dünyada ve Türkiye’de giderek daha fazla insanı bu konuya kulak kabartmaya itiyor, ekolojik bilinç uyanıyor. Haliyle, son yıllarda hükümetin HES’ler, madenler, kentsel dönüşüm, 3. köprü, 3. havaalanı, kanal-İstanbul gibi projelerle kent ve doğa talanında epey mesafe alması tepki biriktiriyor. Gezi Parkı yüzde yüz haksız bir proje, Topçu Kışlası yapılmasına, AKP amigoluğunu bir tarafa bırakırsak, çocuğunun parka ihtiyacı olacağı için herkes karşı çıkar. İkinci neden, tabii ki devlet terörü, polis şiddeti. Böyle bir talebe, barışçıl eyleme yapılanlar sigortaları attırdı. Adaletsizlik duygusu yarattı ve dur demek, yalnız bırakmamak için sokağa çıkıldı. Üçüncüsü, hükümetin, başta başbakan olmak üzere çapulcu, ayyaş gibi aşağılayıcı söylemlerinin ve hayat tarzı müdahalelerinin biriktirdiği öfke taştı. Daha dış çeperde ulusalcı bir hassasiyetin de olduğundan bahsedilebilir ama, Gezi Direnişi’nin hiçbir aşamasında belirleyici olmadı bu damar. Kürtler 12 Eylül’ü çoktan aşmışlardı, ama Türkiye’nin ortasında ve batısında 12 Eylül ilk defa Gezi direnişi sayesinde aşıldı, 33 yıl sonra.
- Türkiye’de polisle bu kadar muhatap olunan eylem yoktur herhalde; TOMA’ların önüne yatmak, polislere çiçek vermek, sevgi zincirleri... Bunda 80’lerin sonunda doğmuş gençlerin yaratıcılığı ve orta sınıfın yüksek özgüven duygusu etkili sanırım.
- Orta sınıf kapitalizmin geldiği noktada artık eski statüsünde, umut düzeyinde değil. Yukarılara tırmanma ihtimalleri kısıtlandı. Esnek iş düzeni, güvencesizlik yaygınlaştı. Orta sınıf da yeni bir tür proleterleşme sürecinde. Diğer sınıflara göre eğitim düzeyi çok daha yüksek ve iletişim teknolojileriyle haşır neşir olduğundan bu insanlar, dünyada ne oluyor, nerede ne tür deneyimler yaşanıyor, daha fazla biliyor... Bir de şu var, herhangi bir sol örgütlülük geçmişiniz varsa bu işin belli formatı vardır ve polisle ilişkinin, siyasi mücadelenin tarihten gelen belli kodları bulunur. İlk defa eyleme katılanların hem avantajları hem dezavantajları, naif bir şekilde ortaya çıkmaları, “Polis öyle mi davranır, işkence görür müyüm” gibi hesapları yoktu. Bu çocuksulukları devletin şiddetiyle ilk defa karşılaştıklarında bir kırılganlık yaşatsa da, en güçlü yanları da. Devletin, polisin ezberini bozdu, ama devlet eski sistemine dönmek istiyor, çünkü o güç, kapışma, gaz, mermi üzerinden varlık gösterebiliyor. Başka dil bilmiyor.
- Şimdiye kadar polisi seven ya da en azından nötr bir duyguyla yaklaşan pek çok insan nefret beslemeye başladı.

- Bunun tek sorumlusu, polisin kendisi. Bunu incelemeliler. Polis bu devlet düzeninde güvenlik teşkilatı olarak yer almıştı, ama şimdi toplumun büyükçe kesiminde güvensizlik nedeni olarak algılanıyor. İşgalci bir güç gibi algılanmak, nefret edilmek, yabancı görülmek herhalde onların da hoşuna gitmiyordur. Düşünebiliyor musunuz, iki hafta Taksim ve Gezi Parkı’nda polis yokken hiçbir güvenlik olayı olmadı. Ne zaman ki polis geliyor, olay oluyor. İnsanlar o zaman polis niye var, diye soruyor tabi.
- Aslında Gezi eylemlerinde farklı kimlikten insanlar büyük oranda yan yana durmayı başarabildi. Empati duygumuz da arttı anlaşılan...
- Bazı şeyler doğrudan yaşayınca ancak anlaşılıyor. Umuyorum ki, Gezi Direnişi’nde devletin, polisin çıplak şiddetiyle karşılaşanlar dar çevrelerinden çıkıp öteki saydıkları, kendilerinden uzak başka toplumsal kesimlerin neler yaşadıklarına dair samimi merak, empati, yakın bir duruş geliştirebilirler. Buradaki en kritik şey, eşitlik ve eşdeğerlilik yani değişik toplumsal talepler ve bunları dile getirenler arasında hiyerarşi gözetilmemesi. Diğer yandan tekil hassasiyetler sadece bir mesele olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir, herkesi içine alabilecek, tutarlı bir sosyal, siyasi zemin kurabilmeliyiz. Bunun uğraşmaya değebilecek bir gelecek ihtimali olduğunu Gezi’de gördük. Tam da böylesi bir dertle bugünlerde başlatılan “Adalete ve Saygıya Çağrı” imza kampanyası, farklı kesimlerden demokratları biraraya getirip, mağdur edilen farklı toplumsal kesimlerin taleplerinin eşitlik zemininde birlikte savunulması gerektiğine işaret ediyor.
21 Temmuz 2013

Sunday, July 21, 2013

Tarkovski söyleşisi: “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor!”



·         Bana öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.

Evet, pek sosyal bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor.
·         Sizi sinirlendiren şey ne?

Cevaplaması zor. Biraraya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum, ki sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor, yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar.
·         Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz?

Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız bir çok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa, bu tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi eserlerimle söylemeye çalışıyorum.
·         Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?

Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size direnme dileğim var yalnızca.
·         Bunu kuvvetle hissedebiliyorum.

Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.
·         Sayın Tarkovski, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.

İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek.
·         Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.

Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.
·         Her şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım.

Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.
Dinleyin, filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok.
Buna pek kafa yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir.

Peki tek başına bir adam, bu normal midir?

Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?
Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum.
Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki?
Hayır, öyle de değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur.
Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mâhkumdur. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz?
Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?
Böyle bir kadınla ilşki kuramam ki.
Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?
Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.
Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?
Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.
Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz.
Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var.
Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?
Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.
Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.
İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum.
Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.
Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin.
Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?
Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı.
Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.
Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.
Neden bir başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz?
Bu da mümkün olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor?
Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.
Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.
Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle şeyler istemek imkansızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok.

Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?

Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.
Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.
Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.
Size katılıyorum. Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.
Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.
İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.
Afedersiniz, sizin adınız ne?
İrena.
Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.
Hayır, beni yanlış anladınız.
Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir.
Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.
Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz.
Temel insanlık durumu ve sizin buna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var.
Yani, siz bir Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.
Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.
Evet, farklı olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?

Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?

Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.
Erkek olmak, kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ısdırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.
Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı.
Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.
Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.
Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?
Şok edici, şok edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Kim hükmediyor peki?

O.

Nerede O?

(Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.
Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.
Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki, bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavalıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu vermiyor, çünkü dünya sonsuz.
Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata.
Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.
Bu Platon’la başlamıştı.
Hayır, çok daha önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla, manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi kavramlarını geliştirme imkanı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor.
Her halukarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi izterdiniz?
Bana karşı önyargılısınız.
Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.
Şiirsel Sinema – Andrey Tarkovski – Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı – S.135-140 [Söyleşiyi yapan: İrena Brenza – 1984 (izdiham.com aracılığıyla)
edebiyathaber.net (12 Temmuz 2012)