Thursday, July 11, 2013

Tahir Ün : Sadece Biraz Daha Özgürlük

“fotoğrafın nerede olduğunu ve sayısal devrimin ardından beliren yeni konumunu anlama gayretindeyim”

Yol Notları “Adıyaman, 1991″

Sanıyorum Türkiye’de henüz gerçekleştirmemiş olduğunuz, ama yeni bir serginiz var, “YOL NOTLARI””¦ Bize bu serinizden biraz bahseder misiniz?


Aslında Türkiye’de açılmamış iki sergim var. Bunlardan biri 1995 yılında tamamladığım “Yüzler ve Düşler” serisidir. Agrandizör altında kolaj ve daha sonra guaj, pastel ve ekolin ile renklendirdiğim işlerdi. “Yol Notları” ise benim uzatmalı çalışmamdır. Genellikle bir seriye başlamadan önce uzun bir araştırma sürecine gereksinim duyarım ama “Yol Notları” daha çok göz temasıma dayanan işlerden oluşuyor. Yetmişli yılların sonundan bu yana çektiğim yolculuk fotoğraflarının 90′lı yılların sonunda tekrar elden geçirildikten sonra sayısal ortama devşirilerek sürdürülen bir seri oldu. Benim için bir parça meditasyon çalışması gibi…



Yol Notları “Ahlat, 1999″
“Hiçlik ya da Kimlik”… Tahir Ün işleri dendiğinde daha çok bu projenizdeki çalışmalar akla geliyor fotoğraf olarak. Sonrasında fotoğrafçı kimliğinizi ve fotoğraf sanatı içerisindeki yerinizi de sorguladığınızı ve o sınırların epeyce dışında bir kulvarda olduğunuzu gözlüyoruz. “Hiçlik” konusunda bir tepki olabilir mi? Buradan bir paralellik kurmamız mümkün mü?

“Hiçlik ya da Kimlik” kısmen bir bunalım projesidir. Toplumsal açıdan, küreselleşme olgusunun ağırlığını hissettirmesiyle birlikte, dinsel, cinsel, ekonomik ve politik kimlik sorgulamalarının son derece yoğunlaştığı bir süreci içerir. Bireysel açıdan ise, yaşamı ve ölümü sorguladığım çok ciddi sağlık sorunları yaşadığım bir süreci yansıtır.

Yol Notları “Bolu, 1997″
Hiç kuşku yok ki, içinde bulunduğum durum “hiçlik” konusunda tepkinin ötesinde, yaşama onu sorgulayarak ve biraz da kuşkucu yaklaşmayı yeğleyen bir yapıyı yansıtır. Kaldı ki, kendi kimliğimi konumlandırma kaygısından çok, fotoğrafın nerede olduğunu ve sayısal devrimin ardından beliren yeni konumunu anlama gayretindeyim. Elbette değişen kavramlar yerine oturdukça, bakış açınızı değiştirmeniz de kaçınılmaz olabiliyor ama bununla birlikte, gitgide değişen görsel gerçeklik kavramına karşın farklı sanatsal üretim süreçleri içerisinde geleneksel fotoğrafın kendine özgü ontolojik yaklaşımından zaman zaman yararlanıyor olabilmeyi de söylemimi rahatlatan bir olgu olarak kabul ediyorum. Bu durumu, çelişkili gibi görünmesine karşın, geçmiş olanı gösteren geleneksel fotoğrafı, geleceği de işaret eden sayısal görüntüyle buluşturmak şeklinde de tanımlamak olanaklıdır.

Yol Notları “Çulfa, 1999″

“belgesel fotoğrafçının etik sorumluluk bilinci eskisinden çok daha önemlidir ve teknolojinin bu kusursuz çekiciliğinde eli hileye hurdaya gitmemelidir”

Sayısal ve sanal ortamda fotoğrafın kullanılması, üretilmesi, sergilenmesi sizce nasıl sonuçlara neden oldu? Bu anlamda fotoğrafın geleceği konusunda ne tür bir evrilme öngörüyorsunuz?

Fotoğrafın üretim ve tüketim sürecinin sayısal ortama taşınması, her şeyden önce sayısal devrimin bilgi paylaşımına ilişkin sonuçlarından biri olarak kabul edilebilir. Artık, fotoğrafı da peşinden sürükleyen bir fotoğraf sonrası teknoloji söz konusudur. Sizin de sözünü ettiğiniz bu evrilme durumu, fotografın diğer görsel zamansal sanat disiplinleriyle daha içiçe kullanılması sonucunu doğurmuştur. Çünkü, üretim süreci kısalmış, daha çok bireyselleşmiş, bir ölçüde de maliyet azalmıştır. Bu noktadan bakıldığında, pek çok sanatçının kendini fotoğrafçı, ressam, video sanatçısı vb. gibi tek disiplinle ifade etmek yerine “görsel sanatçı” olarak etiketlediğini görürüz.

Yol Notları “Garachico, 1997″
İnternetin demokratik yapısından yola çıkılarak, her ürettiğini pervasızca ve çoğu kez de “paylaşalım ve bir yorum alalım lütfen” tavrıyla sanal ortamda sunmak bu demokratik yapıdan pay almak değil; olsa olsa, giderek dayanılmaz boyutlara ulaşan görüntü kirliliğine katkıda bulunmaktan başka birşey olamaz. Bir sanatçı olarak sayısal teknolojinin sağladığı müthiş sunum olasılıklarını kamusal alanla ilişkilendirmediğiniz takdirde, sanal bir cemaate sıkışıp kalacaksınız demektir.


Yol Notları “Mustafapaşa, 1998″

Bunu bir deneyimimle de örnekleyebilirim: 9-10 yıl kadar önce pek çok ülkeden üyeleri bulunan ve benim sanata bakışımı çok etkilemiş olan “R2001″ (Renaissance 2001) adlı bir sanal sanat hareketinin üyesiydim. Sanatın metalaşmasını sorgulamaya yönelik bir sergi düzenledik Japonya’da. Sergide yer alacak her üye 2 boyutlu birer çalışmasını sayısallaştırarak internet üzerinde oluşturulan bir havuza gönderdi. Sanat galerisinde konumlandırılan internet bağlantılı bir bilgisayar ve nitelikli bir baskı makinesi havuzdakileri bastı ve işler galerideki yerlerini aldılar. Ziyaretçiler, sergilenen işlerden beğendikleri bir tanesini hiçbir bedel ödemeksizin alarak çıktılar ve eksilen çalışmanın yerine yenisi çoğaltılarak asıldı. Bu performans sergi bitene değin sürdü.

Yol Notları “Icod, 1997″

Son on yılda, fotoğrafın sunum yöntemlerinde ve özellikle klasik “saydam gösterisi” yerine konulan fotoğraf gösterilerinde metin, ses ve müzik çok daha etkili kullanılmaya başlandı, “stop motion” sayılabilecek sunumlar denenmeye başlandı. Bunlar sunumlardaki görsel zenginliği ve etkiyi artıran unsurlar elbette ama çok açıktır ki, daha çok animasyon teknikleri.


Yol Notları “Gümüldür, 1993″
Tam burada Pohle’nin tanımladığı gibi “kaşif” ve “yaratıcı” fotoğrafçı kavramları önem bulmaktadır. Günümüzün yaratıcı fotoğrafçısı deneysel olmak ve kaçınılmaz biçimde fotoğrafını diğer disiplinlerle ilişkilendirmek durumundadır. Aksi durumda, görsel tüketimin müthiş bir hıza ulaştığı süreçte giderek tekrara düşmekten kurtaramayacaktır kendini. Bu yaklaşım aynı zamanda, fotoğrafın kendinden bağımsız bir sanatsal imge olarak öne çıkması sonucunu doğurur.

Yol Notları “Haça, 1999″
Sayısal teknolojiyle kaydedilen görsel malzeme kolaylıkla saklanabilir, çoğaltılabilir, dağıtılabilir ve üzerinde oynanabilir bir imgedir artık. Müdahale olanakları neredeyse sınırsızdır. Fotoğraflanmış gerçek objelerle bilgisayarda yapılmış sanal objeler kusursuz biçimde bir araya getirebilir. Böyle işlemlerden geçirilmiş fotoğrafın gözümüzün gördüğü denli sahiciliği kalmamaktadır. Öte yandan, gerek teknolojinin getirdiği kolay, hızlı fotoğraf üretebilme olanakları ve gerekse bunların sunum kolaylıkları nedeniyle “an fotoğrafı” bu sürecin parlayan yıldızı olmuştur. Hiç şüphe yok ki, belgesel fotoğrafçının etik sorumluluk bilinci eskisinden çok daha önemlidir ve teknolojinin bu kusursuz çekiciliğinde eli hileye hurdaya gitmemelidir.


Fotoğrafın geleceği yine fotoğraftır. Açıklıkla ifade etmeliyim ki, bu belgesel fotoğraftır ve sanat yapmaktan çok farklı ve hala nesnel gerçekliği yüceltmesi açısından çok önemlidir.

Yol Notları “Kayaköy, 1997″
“artık sanat tüm insanlar için öğretilebilir bir yaşam pratiği olarak uzanabileceğiniz kadar yakında durmaktadır”

Yaptıklarınızla ülkemizde zaman zaman yeni ve ilkler arasında olmanız, paylaşma ve anlaşılma konusunda engellere sebep oldu mu? Türk fotoğrafını, evrensel fotoğraf dünyasıyla karşılaştırdığınızda neler görüyorsunuz? Yeni olanı deneme ve kabullenilmesi konusundaki tutukluğu neye bağlarsınız?


Aslına bakarsanız yeni ve ilk kavramlarını hiçbir zaman önemsemedim. Hatta, özgeçmişlerine “şunu ilk yapan, ilk tutan” gibi imler koyarak kendilerine bir iktidar alanı yaratmaya çalışanlara da kuşkuyla bakmışımdır. Yeni olan ne var diye soruyorum. Sanki her şey yapıldı ve şimdi herkes üzerine birer tuğla koymayı sürdürüyor. Galiba önemli olan alttan tuğla çeken olmamak.

Anlaşılmak ise duygusal bir yaklaşım. Nietzsche, izleyenin duygusallığının sanatçınınkinin bittiği noktada başladığını söyler. Bu varsayıma katılın ya da katılmayın; popülist bir anlaşılma kaygısı da kabul edilemez. Sanatta üretenin ve tüketenin kodlamaları farklı olabilir, farklı okunabilir ve bu son derece doğaldır. Kaldı ki, günümüzde çağdaş sanat, çoğu kez izleyicinin de daha aktif katılımını gerektirmektedir. Sanatın vahiy edilmiş gibi görünen ilahi duruşu sona ermiştir. Artık sanat tüm insanlar için öğretilebilir bir yaşam pratiği olarak uzanabileceğiniz kadar yakında durmaktadır.

Yol Notları “Ordubat”
Yeni olanı deneme ve kabullenme konusundaki çekince hep var olmuştur; temelinde de farklı kültür ve algılama sorunsalını yansıtmaktadır. Tarih boyunca her teknolojik sıçramayla birlikte, sanatın öldüğü varsayılmaktadır. Anımsarsanız, fotoğrafın keşfi Fransa’da ilk kez duyurulduğunda başta Delaroche olmak üzere birçok ressam resim sanatının öldüğü kanısına varmıştı. Bu bir melankoliydi. Sayısallaştırılmış fotoğrafın ilk sunumu karşısında şaşkınlığını ve tepkisini gizleyemeyen fotoğrafçıların, fotoğrafın ölümünü duyurmaları da aynı nedene dayanmaktaydı. Bence fotoğraf henüz kendini bulmaktadır.


Çağdaş Sanatlara yakın durduğunuzu tahmin ediyoruz. Size her şeyiyle sınırsız bir imkan tanınsaydı, hangi disiplinleri kullanarak ve ne biçimde bir paylaşma ortamı hayal ederdiniz?

Şaka gibi… Bir çırpıda yanıtlamak zor ama sanırım, bir kentin kamusal alanlarında fotoğraf ve video kullanabileceğim bir proje düşünürdüm.

Yüzler ve Düşler “Adnan Veli Kuvanık, 1995″

Fotoğraf ve eğitim konusunda görüşlerinizi öğrenmek istiyorum.. Pek çok seminer ve ders verdiniz… Fotoğrafta eğitimin yeri nedir? Ne kadar önemli ya da gereklidir?

Ben fotoğraf eğitiminin özellikle mesleki anlamda son derece önemli olduğunu ama yalnızca teknik eğitimle sınırlı kalmanın da bir boşluk doğuracağını düşünenlerdenim. Her ne kadar bir profesyonel fotoğrafçının (reklam, basın vb.) arz-talep dengesinde iş göreceğini varsaysak da, artık mükemmel fotoğrafın bilgisayarda bittiği şu dönemde, bu dengeyi fotoğrafçı lehine değiştirebilecek yegane unsur onun sağgörüsünün farklılığı olacaktır. Sağgörüyü geliştirmenin yolu da öğrencinin kültürel ve entellektüel alt yapısını iyi hazırlamaktır. Felsefe, sosyoloji, psikoloji ve çok önemli olan atölye çalışmaları mutlaka eğitim planlarında yer almalıdır.
“eğer seçici bir gözünüz ve elinizde bir kameranız varsa, çevrenizde olup bitene duyarsız kalmanız da olanaksız gibidir”

Bir fotoğrafçı neden fotoğrafın teknik sınırlarını zorlamaya ve onu başka formatlara dönüştürmeye ya da başka biçimlerle birleştirmeye ihtiyaç duyar? Sizce bu fotoğrafın anlatım için yetersizliğinden mi kaynaklanıyor?

Bu ihtiyaç yetersizlikle hiçbir ilgisi bulunmayan, tamamen plastik bir konudur. Kendinizi ifade ederken, söyleminizi daha güçlü kılabilecek medyaları seçiminizle ilgili bir konudur, kişisel bir tercihtir. Deneysel ve/veya kavramsal üretim süreçlerine açıksanız, zaten sınırları kaldırmışsınız demektir. Her türlü araç sizindir artık.

Biz, sınırları zorlanan fotoğraftan geleneksel olanı anlıyorsak, bu anlamda belgesel fotoğraf kendine özgü kodları ve diliyle başlı başına bir mecradır. Diğer yandan, yoğun sayılabilecek şekilde belgesel de çeken bir fotoğrafçıyım. Yaklaşık son 10 yıldır Nahcivan, Yörük Köyü, Mülteciler Sokağı gibi projeleri gerçekleştirdim. Şimdi de yeni bir projenin içindeyim. Bunların ortak özellikleri ekip projeleri olmaları ve benim de fotoğrafçı olarak görev almamdır. Nahcivan projesine benzer bir yayın projesi olan Yörük Köyü’nün fotoğrafları iki ayrı kitapta yer aldı. “Mülteciler Sokağı” bir gazetede yayınlanan röportaj ile yer buldu. Size belki de garip gelecektir ama bir yandan Yörük Köyü’nü belgelerken, öte yandan Köyün 500 yıllık çamaşırhanesinde bir yerleştirme (enstalasyon) gerçekleştirdim. Yaşam pratiğim içerisinde belgesel ve kavramsalın iç içe geçtiği ve bana müthiş keyif veren eşsiz bir kesitti bu.


Eğer seçici bir gözünüz ve elinizde bir kameranız varsa, çevrenizde olup bitene duyarsız kalmanız da olanaksız gibidir. Belgesel fotoğrafa yaklaşım bir fotoğrafçı için sosyal sorumluluk tavrıdır.

Yüzler ve Düşler “Carmina Luis Castro, 1995″

Her ne kadar sanatın “evrensel” olduğu söylense de, bir sanatçının eserlerinde kendi kültüründen ve yöreselliğinden izler taşımaması imkansız gibidir. Zaten bu da sanat da olması gereken farklılıkları ve çok seslilikleri yaratır diye düşünüyorum, neden evrensellik ile gelenekçi olma çatışır? İkisinin bir arada olabilme şansı yok mudur?

Aslında imkansız değildir, olması gerekendir. Kültür ve sanat alanında evrensellik ve yerellik düzlemindeki çatışma ve tartışmaların temelinde, küreselleşme kılıfında karşımızda duran Kapitalist sistem tarafından Batı Kültürü’nün “Evrensel” olarak konumlandırılmasının etkisi vardır. Bu konumlandırma, kaçınılmaz biçimde ve sıklıkla sanatçının, aydının kendi kültürüyle ve doğal olarak birbiriyle kavgalı hale gelmesine de yol açmıştır. Bu kavga fotoğrafımızda da özellikle 1980 sonrası süreçte deneyselin evrensel, belgeselin ise yerel kavramlarıyla eşleştirilmesiyle ortaya konulmuştur. Oysa sanatın dilini göz önünde bulundurduğunuzda ve post-yapısalcı bir pencereden baktığınızda, hiçbir sözünüzü önce evrensel ortamda söyleyemezsiniz. Geleneği, yerel ve evrensel değerlerini sentezleyebilmiş sanatçı, toplamlar bütününe ulaşarak özgün bir dilin önemli bir ayağını kurmuş olur. Aksi takdirde; sonuç kendi kaynaklarına yabancılaşmadır.


Yüzler ve Düşler “Hacer Karataş, 1994″
“derneklerin sanatsal üretim sürecinde doğrudan etkileri benim için tartışmalı bir konudur”

Ülkemizde fotoğraf medyası, fotoğraf sergileri, fotoğraf yarışmaları ve fotoğraf dernekleri üzerine neler düşünüyorsunuz? Bu konularda dikkat çekmek istediğiniz hususlar var mıdır?

1989 yılında Afsad 3.Ulusal Fotoğraf Sempozyumu için fotoğraf yayıncılığının ülkemizdeki durumuna ilişkin bir bildiri hazırlamıştım. Geriye dönüp baktığımda yayın sayısının nicelik ve nitelik olarak hayli çoğaldığını, ülke nüfusunun neredeyse %50 arttığını ama tirajların ya da satış adetlerinin artmadığını görüyorum. Ülkenin genel sosyo-ekonomik durumundan kaynaklanan bir yetmezlik durumu.

İnternet medyasında gözüme ilişen birkaç sorundan da söz etmek istiyorum. Fotoğraf paylaşmak amacıyla pek çok sayıda web sitesi, fotoğraf yorumu ya da eleştirisi adına yeni başlayanları son derece yanlış yönlendirecek şekilde boy gösteriyorlar. Bir bölümü “körler sağırlar birbirini ağırlar” tarzına, bir diğer bölümü de kendinde eleştirmen yetisi gören bazılarının sanal iktidar alanlarına dönüşmüş durumda. Mesela, “Fotoğrafıma Eleştiri İstiyorum diyenlerin sitesi” başlığıyla yayın yapan web siteleriyle karşılaşabiliyorsunuz. Bir şizofreni, sağduyu kaybı ya da popülist arsızlık da diyebilirsiniz buna.

Yarışmalar, fotoğrafçı için amaç olmayıp araç olarak kalmaya devam ettikleri ve belli bir kalite düzeyini sağladıkları sürece heyecan katmayı sürdürebilirler. Keşke, fotoğrafı değil ama fotoğrafçıyı ödüllendiren organizasyonlar daha çok sayıda düzenlenebilse.

Hiçbir dernek üyesi değilim. Bu nedenle, derneklerin sanatsal üretim sürecinde doğrudan etkileri benim için tartışmalı bir konudur. Fakat temel fotoğraf eğitimi alanında, fotoğraf sanatının kitlelere ulaştırılarak sevdirilmesinde ve özellikle AFSAD, İFSAK gibi köklü kurumların sempozyum, panel gibi bilimsel etkinliklerdeki öncü çabaları ve katkıları yadsınamaz. Bu alanda her zaman büyük boşlukları doldurdular.


Yüzler ve Düşler “Mehmet Gün, 1992″

Özellikle İzmir menşeli fotoğrafçılara baktığımızda “deneysel fotoğraf” olarak belirtebileceğimiz fotoğraf çalışmalarına yönelenlerin çok ağır bastığını görüyoruz. Bu ekollerin orada yayılmasının sebepleri sizce nedir? Son dönemlerdeki genç Türk fotoğrafçılarının çalışmalarına baktığınızda, nasıl buluyorsunuz?

İzmir menşeli fotoğrafçı değilim; fotoğrafa Akhisar’da başlayıp, birkaç yıl İstanbul, ardından 25 yıl Ankara’da yaşayıp ve son 7-8 yıldır İzmir’de bulunuyorum ama bu sorunuza kendi görüşümle katkıda bulunabileceğimi sanıyorum.

İzmir kökenli fotoğrafçılarda genele oranla kavramsal ya da deneysel fotoğrafa yönelme eğilimi 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne bağlı bir fotoğraf bölümünün bulunması, dernek ile akademisyenlerin uzun yıllardır ilişki içinde olmaları ve belki de en önemlisi uzun yıllardır kavrama dayalı konulu geleneksel dernek sergilerinin sürdürülüyor olmasıyla ilişkilendirilebilir. Belki havasıyla suyuyla da ilgilidir. İzmir, düşünerek üretmek için güzel bir kent.

Genç fotoğrafçı arkadaşların yoğun ürettiklerini gözlüyorum. Gerek bildirimi, gerekse sunumuyla etkileyici işler üretmenin yolunun kendi altyapılarını beslemekten geçtiğini unutmamalılar. Bunun için de önce okur-yazar fotoğrafçı olma ve disiplinli çalışma zorunluluğu vardır.

Ender de olsa, sınırların zorlandığına tanık oluyorum. Belgesel çalışanlar, daha çarpıcı olmak adına model kullanabiliyor ya da fotoğraflarına konu olan kişileri yönlendirebiliyor, bilgisayar ortamında düzmece belgesel fotoğraflar üretebiliyorlar ve bunları toplumu, tarihi yanlış yönlendirmek pahasına pişkinlikle sunabiliyorlar.

Yüzler ve Düşler “Nihat Genç, 1993″

Bize son yıllarda anlatım dili olarak yoğunlaştığınız videolarınız konusunda neler söylemek istersiniz? Festival, bienal gibi ortamlarda artan varlığınız hakkında bilgi verir misiniz?

Mc Luhan, video görüntüsünün, fotoğrafla biçimlerin pozlanmasını önermesi dışında ortak yönü bulunmadığına vurgu yapar. Her iki medyayı algı düzleminde karşılaştırdığımızda bu görüşe katılmak mümkün değildir. Örneğin, Amerikalı fotoğrafçı Duane Michals’ın 60′lı yılların sonunda yaptığı fotoğraf serilerinde videografik bir lezzet bulabilirsiniz.

Bir anlatım biçimi olarak videoyu kullanmak çoğu kez bir seri fotoğrafla ya da sergiyle anlatabileceklerimi saniyelerle, dakikalarla ifade etme olanağı sağlıyor ama beni en çok çeken yanı hareket ve uzamsallaşan zaman duygusu.

Festival, bienal ve benzeri ortamlar görüşlerimle çelişmediği sürece birer paylaşım alanlarıdırlar. Bu tip zeminlerde daha geniş kitlelere ulaşılabileceğini düşünüyorum.

Artık, Tahir Ün sadece fotoğraf üreterek bir sergi gerçekleştirmeyecek mi? Bunun sebebi, sizin kendinizi böylece daha özgür hissetmeniz mi yoksa salt fotoğrafın sınırlarının artık tükenmiş olduğu mu?

Elbette, gerçekleştirebilir ama sergi açmak benim için temel kaygı değil şu anda. Sadece biraz daha özgürlük. Hepsi bu…

Röportaj : Levent YILDIZ & İlke VERAL