Sunday, June 30, 2013

Mungan: T24 aracılığıyla gazetecilere çağrımdır...

26.05.2013 
'Medya, savaşı kışkırtmakta, hafızaları kirletmekte, zihinleri bulandırmakta çok günah işledi. Gazeteciler mesleklerinin gerekleriyle barışsın. Şimdi barış, şimdi günahları ödemenin zamanı...'
T24 Helin Alp - Ankara
Demokrasi ve Barış Konferansı çağrıcılarından yazar ve şair Murathan Mungan, T24 aracılığıyla gazetecilere seslendi. Mungan, "Barış ve yüzleşmeden bahsediyorsak gazeteciler de geçmişleriyle yüzleşmelidirler. Bu ülkede, özellikle ana akım medya yıllarca bu savaşı kışkırtmakta, hafızaları kirletmekte, zihinleri bulandırmakta ve algıları yönlendirmede çok günah işledi. Şimdi barış zamanı... Lütfen gazeteciler mesleklerinin gerekleriyle barışsınlar" dedi. Türkiye'nin doğusu ile batısındaki savaş algısının aynı olmadığını, ülkenin "kimlik hapishanesine" döndüğünü belirten Mungan, Ermeni katliamı konusunda da  "Yapılan bir soykırımdır ve devlet Ermenilerden özür dilemelidir" görüşünü dile getirdi.
Ankara’da yapılan Barış ve Demokrasi Konferansı çağrıcılarından olan yazar ve şair Murathan Mungan, T24’e konuştu. Barış ve çözüm süreciyle birlikte Türkiye’de barış çanlarının çalması gerektiğini söyleyen Murathan Mungan, sözlerine ‘T24 aracılığıyla gazetecilere ve ana akım medyaya bir çağrı yapmak istiyorum’ diye başladı. Mungan'ın T24'e yaptığı açıklamalar şöyle:
 

'Gazeteciler geçmişleriyle yüzleşmeli'

  "Barış ve çözüm süreciyle birlikte Türkiye’de barış çanlarının çalması gerekiyor. Madem barıştan söz ediyoruz, o halde Türkiye’deki gazetecilere de T24 aracılığıyla bir çağrıda bulunmak istiyorum. Şimdi barış ve günahlarını ödeme zamanı. Barış ve yüzleşmeden bahsediyorsak gazeteciler de geçmişleriyle yüzleşmelidirler. Bu ülkede, özellikle ana akım medya yıllarca bu savaşı kışkırtmakta, hafızaları kirletmekte, zihinleri bulandırmakta ve algıları yönlendirmede çok günah işledi. Şimdi barış zamanı... Lütfen gazeteciler mesleklerinin gerekleriyle barışsınlar. Gazeteciler, meslekleriyle çok kavgalılar. Onların hepsi ‘satılmış, yalaka’ değiller. Hala vicdanı titreyen, mesleğini içgüdüselleştirmiş olan gazetecilerin sıkıntı çektiklerini, huzursuzluk duyduklarını hissedebiliyorum. Şimdi günahları ödemenin zamanı."
 

'Türkiye'nin batısı ile doğusunun savaş algısı aynı değil'

  "Türkiye’nin doğusu - batısı bellek düzeyinde bölündü. Edirne’den Ardahan’a kadar 'bölünemez vatan' diyenlere rağmen aslında geçmişte Susurluk’tan Şemdinli’ye bölündü. Şimdi de Reyhanlı’dan Roboski’ye bölünüyor. Bu ülkenin batısındakilerin savaşa ait bildikleriyle doğuda yaşayanlarınki aynı değil. Türkiye’de birbirleriyle örtüşmeyen iki hafıza var. Bu iki hafıza aynı zamanda haklılıklarının ve haksızlıklarının hafızası üzerine inşa ediliyor. Çok uzun süre kendisine büyük yalanlar söylenmiş Türkiye’nin batısıyla, evinden çok fazla ölü çıkarmış doğusu arasında ortak hafızaya nasıl açılabiliriz? Herkesin şeffaflaşması, hikâyelerini anlatması ve nedenleri üzerine sözler söylemesi gerekiyor."
 

'Her iki tarafın da çok ciddi yası var'


"Barışla ilgili bir sürü güzel ve süslü cümle kurabilirim.  Ama evinden oğlunu, kızını, çocuğunu, kocasını uğurlamış adamlar, kadınlar, sevgililer, etlerinde, kanlarında, canlarında savaşı yaşamış, ölü çıkarmış evlerdeki yası iki süslü lafla dağıtamazsınız. Her iki tarafın da çok ciddi yası var. Bu yas nasıl tutulacak? Bunun için savaşın gerçekten nedenlerini idrak edecek bilgiye sahip olmak gerekiyor. Bu yası dindirecek bir çözüm yok. Ama belki hafifletecek sözler söylenebilir ve bu acı zamana yayılabilir."
 

'Kin tazelemeyi, intikam yemini etmeyi anlamıyorum'

 
"Her konuda mazinin üstünü açmaktan yanayım. Yalanla örtülmüş bir mazi her zaman geri teper. Maziden kurtuluş yok. Ret ve inkâr kültüründen yavaş yavaş başka bir yere geçmeye çalışıyoruz. Türkiye daha dünyalı olmaya çalışıyor. Ben bu geçmişte olanların üzerinden kin tazelemeyi, intikam yemini etmeyi anlamıyorum. Eğer geleceğe bakacaksak bu prangalardan kurtulmak gerekiyor. Bekletilmiş kin daha ağır bedellerle geri döner. Geçmişle de barışalım."
 

'Affetmek zor ama imkânsız değil'

  "Affetmek dünyanın en zor işlerinden biri, ama imkânsız değil. Affetmek, başkasına verdiğiniz bir lütuf değil, kendinize verdiğiniz bir lütuftur. Affeden insanın hayatı kolaylaşır, kalbinin ve aklının yükü azalır. Şimdi ne yapacağız? Gelecekte ne yapacağız? Bu kadar çok haksızlık, bu kadar çok adaletsizlikten ne öğrendik?  Affedemediğiniz zaman yeni kinler, intikamlar üretirsiniz. Yüzleşelim, ödeşelim, aşalım ve yolumuza devam edelim. Bundan sonra Türkiye’de herkes Müslüman olmayacak, herkes Sünni olamayacak, herkes Türk, herkes Fenerbahçeli olmayacak."
 

'Devlet Ermenilerden özür dilemeli'

 
Konferans konuşmamda Ermeni katliamına da değindim. Çünkü 1915 bir soykırımdır ve 'devletin özür dilemesi gerekir' diyenlerdenim. Bilgi, iktidardır derler. Kendi bilgimiz kendi üzerimizdeki iktidarımızı sağlamlaştırır. Ondan sonra atacağımız adımlar, doğru yerde konumlanır. Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Türkiye’de yaşayan herkesin, lezbiyenlerin de kimliğini kabul edilmeli. Artık, bu ülkede barış çanları çalınmalı. Herkesin saklı gizli hayatlar yaşadığı, herkesin örtülü yaşadığı, ailesinden, dininden, mezhebinden çekindiği bir ülkede yaşanmıyor."
 

'Ülkeyi kimlik hapisanelerine çeviriyoruz'

  "Böyle olunca ülkeyi kimlik hapishanelerine çeviriyoruz. Kadın kimliğinden Alevi kimliğine kadar kimlikler, tarihsel geçici kategorilerdir. Herkesin birey olduğu, insan olduğu, kendi hikâyesi ile var olduğu bir ülkede yaşamak istiyorum. Hiç kimsenin dini, dili, mezhebi, etnisitesi,  cinsel yönelimi nedeniyle aşağılanmadığı, eşit yurttaşlık hakkına sahip olduğu bir dünyada yaşamak istiyorum."
 

'Yeni bir süreç yaşıyoruz'

  "Bu süreç içi akılla, dikkatle doldurulması gereken bir süreç. Yoksa Hz. Musa’nın sepeti gibi bir paketi Nil’e bıraktık, hangi kıyıya çıkarsa o sahil bizimdir gibi bir durumdan bahsetmiyoruz. Yönlendirilmesi gereken bir süreçtir. Bütün içi boşaltılmış, anlamları solgunlaştırılmış kavramların, yeniden cilalanıp eski ve doğru yerlerine konulması gereken bir süreç yaşıyoruz."

Friday, June 28, 2013

Suriyeli Kürtler, iç çatışmaları nasıl değerlendiriyor



Suriyeli Kürtler, iç çatışmaları nasıl değerlendiriyor
Suriye’de PKK’ya yakınlığıyla bilinen gruplar ile Mesud Barzani’ye yakınlığıyla bilinen grupların yetkilileri, son dönemde Kürt bölgelerinde yaşanan iç çatışmaları değerlendirdi. YDH-Kurdpress haber ajansı, son dönemde Afrin’de ve Tel Gazal’da Kürt gruplar arasında yaşanan gerginlik ve çatışmaların ardından olaylara taraf olan Kürt partilerinin yetkililerinin görüşlerine yer verdi.
Kurdpress haber ajansının, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’ye yakınlığıyla bilinen Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi (ENKS) Başkanı Faysal Yusuf ve PKK’ya yakınlığıyla bilinen Demokratik Hareket (TEVDEM) yetkililerinden Nasır Hacı Mansur’la yaptığı röportajların çevirisini sunuyoruz.
Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi (ENKS) Başkanı Faysal Yusuf’la söyleşi:
- Kurdpress: Amuda’da neler yaşandığını bize anlatabilir misiniz? Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi başkanı olarak siz çatışma bölgelerine gittiniz mi?
- Faysal Yusuf: Hayır, ben halen Kamışlı’dayım, maalesef, Amuda yolunu kapattılar, oraya gidemiyoruz.
Olay şudur: Halk Savunma Güçleri (YPG) birlikleri, bazı vatandaşları tutukladı. Onların bu adımı halkın öfkesine neden oldu ve halk bir protesto yürüyüşü yaptı. Açılan ateş sonucu birkaç kişi öldü ve yaralandı. Şu an bu bölgede kaygı verici şartlar oluştu. Yaralıların sayısı belli değil; çünkü onların bazıları sınır bölgelerine nakledildi. Ölenlerle ilgili olarak ise şu an 4 kişiyi teyit edebiliyoruz. Ama kesin rakam 5 de olabilir.
Kurdpress: Bu meselenin incelenmesi için Kürt Ulusal Konseyi üyesi diğer partilerle temas kurdunuz mu?
Faysal Yusuf:Evet, ben arkadaşlarla temas kurdum. Herkes durumdan kaygı duyuyor. Biz Amuda’da yaşananların dikkatle incelenmesi görüşündeyiz. Ulusal Kürt Konseyi üyesi tüm partileri birkaç saat sonra toplayıp meselenin kazandığı tehlikeli boyutları ve alınabilecek önlemleri görüşeceğiz.
Kurdpress: Kobani’nin Tel Gazal köyünde de benzer bir olayın yaşandığı ve Öcalan ve Barzani yanlısı Kürtler arasında yer yer çatışmalar yaşandığı dikkate alındığında bu iki grup arasındaki çatışmaların büyüme ihtimali var mı?
Faysal Yusuf: Maalesef son günlerde yaşanan gelişmeler acı ve uygunsuz olayların işaretçisidir. Bu işaretler, birilerinin Kürtler arasında kardeş savaşı peşinde olduğunu söylüyor. Biz şu an tüm gücümüzle bütün partilerle diyalog kurarak böyle acı olayların tekrar yaşanmaması için çalışıyoruz.
Kurdpress: PYD ile de temas kurdunuz mu? Onlarla görüşmeniz de mümkün mü?
Faysal Yusuf: Hayır temas kurmadık, bugünkü toplantımız yalnızca Kürt Ulusal Konseyi üyesi partilerle sınırlı. Maalesef PYD’deki arkadaşlarımız daha önceki tavsiyelere de uymadılar. Ben daha önce de sizin haber ajansınız aracılığıyla onları da birliğe çağırdım. Şimdi de bu kardeşlerimize sesleniyorum. Bugün ihtilaf ve çatışma günü değildir. Erbil anlaşmasına bağlı kalın. Şunu bilin ki 2. Cenevre konferansının düzenlenmesinin eşiğinde olduğumuz bir dönemde ve mevcut şartlarda bu tür eylemler Kürtlere zarar vermektedir.
Demokratik Hareket (TEVDEM) yetkililerinden Nasır Hacı Mansur’la söyleşi
-Kurdpress: YPG güçlerinin Amuda’da gösteri yapan halkın üzerine ateş açtığı yönünde haberler var. Daha önce de Kobani’nin Tel Gazal köyünde benzer olaylar yaşandı. Bize meselenin ne olduğunu anlatabilir misiniz? YPG güçlerinin bu eylemlere yönelik açıklaması nedir?
- Nasır Hacı Mansur: Ben birkaç gün önce de size Tel Gazal olayı ile ilgili açıklama yapmıştım. BU bölgede uyuşturucu madde üretiliyor. Bu da bir yana, ateş, önce köylülerden geldi, bizim arkadaşlarımız da onlara cevap verdi. Bu insanların sıradan halk olmadığına dikkat etmek gerekiyor. Onlar silah taşıyorlar ve YPG güçlerine ateş açtılar. Amuda’da da böyle bir olay yaşandı.
- Kurdpress: Amuda’da da uyuşturucu mu üretiliyordu, ateşi göstericiler mi açtı?
- Nasır Hacı Mansur: Her ikisi de... Maalesef Amuda’da bir süredir uyuşturucu ticareti ve kullanımı ciddi bir sorun oldu.
Ben dün öğleden sonra yaşanan olayı anlatayım. Bizim arkadaşlarımız Haseke’de olaylar olduğunu ve Özgür Suriye Ordusu’na bağlı bazı grupların halka saldırdığını haber aldılar. YPG güçlerinin çoğunun Kamışlı’da bulunması sebebiyle Haseke’deki arkadaşların yardımına onlar gittiler. Dönüşte Amuda’dan geçtiler. Bizim arkadaşların araçları Amuda’dan geçtiği sırada bir araçtan onlara ateş açıldı. 19 yaşındaki bir arkadaşımız açılan ateşle öldü, ikisi de yaralandı. Bu esnada bazı kişiler yakınlarının tutuklanmasından dolayı gösteri yapmaya başladılar. Bizim arkadaşlara doğru yürüdüler, onlar arasından YPG güçlerine ateş açıldı.
Kurdpress: YPG’nin Tel Gazal’da ateş açmasının sebebinin köylülerin Öcalan’a ve PKK’ya küfür ve hakaret etmesi olduğu söyleniyor. Amuda’da da böyle bir şey oldu mu?
Nasır Hacı Mansur: Evet maalesef göstericiler, Arapça ve Kürtçe olarak arkadaşlarımıza karşı hakaret içeren sloganlar attılar. Onları Esed rejiminin uşağı ve Şebbiha olarak nitelediler ve onlara çok ağır küfürler ettiler.
Kurdpress: Bu küfür ve hakaretlere karşı şiddetten başka yollarla karşılık vermek mümkün değil midir?
Nasır Hacı Mansur: Elbette mümkündür; ama açıkladığım gibi onların birçoğu silahlıydı ve YPG’ye karşı ateş açtılar.
Kurdpress: Arkadaşlarınızın araçlarla göstericilerin yanından geçtiğini söylediniz. Arkadaşlarınız bu araçlarla bölgeyi terk etseydi ve ateş açmasaydı daha iyi olmaz mıydı?
Nasır Hacı Mansur:Evet keşke orayı terk etselerdi.
Kurdpress: YPG içerisinde yer alanların görüntülerine baktığımızda çoğunun genç, hatta çocuk yaşta olduğunu görüyoruz. Çok küçük yaştaki kişilerin silahlanmış ve büyük bölgelerin kontrolünü ele geçirmiş olduğu görülüyor. Öte yandan şunu da biliyoruz ki bunlar Öcalan’a ve PKK’ya büyük bir sevgi besliyorlar. PKK’ya ve Öcalan’a muhalif olanların sloganları karşısında öfkeleniyorlar ve tahrik oluyorlar. Bu tehlikeli bir mesele değil mi? Bu durum daha büyük sorunların yaşanmasına neden olmaz mı?
Nasır Hacı Mansur:Onların çoğu genç, doğal olarak onlardan tecrübeli Alman polisi gibi olayları yönetmesi beklenemez. Ama komutanları tecrübelidir. Bunların da tecrübe kazanması için çaba gösteriliyor. Siz, Suriye Kürdistan’ındaki toplumun nesnel gerçeklerini göz önünde bulundurmalısınız. Bu bölge halkını saldırganlardan ve diğer tehditlerden korumak için gençlerin yardımına ihtiyacımız var. Şu an bu bölgelerdeki sorunları ortadan kaldıranlar bu gençlerdir. Biz de bunların ileride daha az hatayla faaliyet göstermelerini umuyoruz.
Bu arada şu önemli hususu belirtmek isterim. Bazı kaynaklar, Suriye’nin kuzeyinde güvenlik sorunları yaratmak için paralar dağıtıyor ve büyük komplolar kuruyor.
 

Thursday, June 27, 2013

Fikret Başkaya ile Gün Zileli’nin Söyleşisi-Devrimi Bugün Yeniden Düşünmek

20091024_1552Gün Zileli
“Devrim söz konusu olduğunda asıl değişiklik, geniş halk kitlelerinin bilincinde ortaya çıkan kopuştur… O bir bilinç sıçraması ve kopuş ânıdır, yeni bir perspektife giden yolun aralanmasıdır… Bir başlangıçtır…Orada söz konusu olan bir silkinme, kopuş ve özgürleşme eylemidir… Bir kere o eşik aşılınca, artık yeni bir döneme girilmiştir ve uzunca bir zamana yayılan mücadeleler süreci başlamıştır. Fakat mücadele sürekli yükselen düz bir çizgi üzerinde yol almaz. Yükselişler-düşüşler, kısmî-zaferler ve yenilgiler, moral bozuklukları ve umudun yeniden yeşerdiği anlar birbirini izler… Bu yüzden devrim bir anda başlayıp-biten bir şey, anlık bir toplumsal olay değildir. Modern dönemin tarihi, söylemek istediğimin sayısız örnekleriyle doludur.”
Benim Sitede de dün yayımladığın yazında böyle demişsin. Eh bu noktadan ilerleyebiliriz herhalde. Bir anlamda bu, bizim seninle yürüttüğümüz “Devrimi Yeniden Düşünmek” sohbetimizin bugünkü olağanüstü gelişmeler ve devrimci durum ortamında, yeni deneylerden de yararlanarak sürdürülmesi de olabilir.
Bugün nasıl bir eşik aşıldı sence?
Fikret Başkaya
24 Ocak- 12 Eylül 1980 Türkiye’nin tarihinde bir kırılma noktasıydı. Elbette bu sadece Türkiye’ye mahsus bir şey de değildi. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında [1939-1945] golabal olarak, dünyanın her yerinde, emekçi sınıflar, ezilen halklar, “yeryüzünün lânetlileri“ lehine bir tablo ortaya çıkmıştı. Tabii her yerde aynı yoğunlukta değildi. Bu kapitalizmin tarihinde bir ilkti ve ilk defa sermaye sınıfı [oligarşi cephesi], tavizler vermeye, “uyumlanmaya” zorlanmıştı. Süreçin devamı güç ilişkilerini kalıcı olarak değiştirme istidadı taşıyordu. Velhasıl küresel oligarşi kendini güvende hissetmiyordu. Ve 1980’den başlayarak karşı-saldırıya geçtiler. İşte bilinen neoliberal ekonomik ve sosyal politikaları dayattılar. Batı’da, emperyalist ülkelerde işçi sınıfını püskürttüler, Türkiye gibi kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan rejimleri de yeniden kompradorlaştırdılar. Global olarak emekçi sınıfların durumu bu dönemde daha da kötüleşti. Başka türlü ifade edersek, sosyal kötüleşme derinleşti. Tabii ekonomik – sosyal plandaki saldırının siyaset alanındaki karşılığı baskı ve şiddetin derinleşmesi, diktatörlerin, “Üçüncü Dünya faşizmleri” denilenlerin sahne almasıydı. Velhasıl kitleler kapsamlı bir saldırıya maruz kalmıştı. Fakat kapitalizmin her ileri aşaması sadece daha çok sömürü, daha çok baskı, insanî-sosyal kötüleşme demek değil, aynı zamanda ekolojik tahribat da demek… Ve bu ikisinin diyalektiği bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkardı. Şimdilerde yükselen muhalefeti, halk hareketlerini, devrimleri, direnişleri bu geri planı dikkate almadan, anlamak mümkün değildir…*
Saldırı-karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var. Aradan tam 33 yıl geçti ki, bu bir yüzyılın üçte biri. Şimdilerde insanlar artık işlerin iyiye gittiğine, gideceğine olan inançlarını kaybediyorlar. Kaybetmeleri için de sayısız neden var. Dolayısıyla şu veya bu spesifik şeye itiraz değil söz konusu olan. 40 insana itirazının nedenini sorsan, 40 farklı gerekçe söyleyebilir ama son kertede itiraz bunların tamamının dışa vurumu olarak tezahür eder. Hepsinin orak bir geri planı vardır. Velhasıl geçerli paradigma çökmüş bulunuyor. Öyle bir eşiğe gelindi ki, insanlar bu rotada artık daha fazla ilerlemenin mümkün olmadığı duygusuna kapılmaktalar. Çocuklarının kendilerinden daha kötü yaşayacağı “inancı” yerleşmekte. Ve bu bir vehim değil bir gerçeklik… Her şey kötüye giderken başka türlü olabilir mi? Kritik eşik dediğim işte bu. Genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı. Burjuva uygarlığı yolun sonuna gelip-dayandı. İnandırıcılığı, oyalama ve aldatma yeteneği aşındı. Taksim Gezi parkı olayları ne birkaç ağaç için, ne de yeni- Osmanlıcı komprador AKP iktidarının şu veya bu yasağına karşı başladı. Elbette Kuzey Afrika’daki Amerikancı Müslüman Kardeşler iktidarlarının Türkiye’deki benzeri olan bu hükümet her kesimden insanı bezdirdi ama itiraz onun politika ve pratiklerini aşan bir geri plana da yönelik. İtirazın, direnişin, ayaklanmanın sadece görünür nedenlerine bakarak bu olup-bitenleri anlamak mümkün değildir. Taksim’de başlayan direniş yeni bir dönemin başlamakta olduğunun habercisi…
G.Z.
Ve bu yeni dönem, öyle sanıyorum ki, seninle eskiden beri üzerinde konuştuğumuz devrim paradigmasında da önemli bir değişiklik yarattı. Daha doğrusu, bu değişikliği pratikte ortaya koydu. Artık kahraman devrimciler ya da öncü örgütler değil de sahnede doğrudan kitleler var. Ama bu kitleler, eski devrim paradigmasına göre algılanan renksiz, kokusuz, takipçi bir kitle değil. Yani kahramanın ve baş rolde olanın kendisi kitle bu sefer. Eski öncü örgütler o kahramanı izlemek zorunda bu yeni dönemde. Üstelik bu kitle, sanırım yine yeni devrim paradigmasının bir göstergesi olarak kişiliksiz bir kişilik değil. Bizzat yaratıcı bir kitle. Ve bu kitle ilk kez bireylerden oluştuğunu ortaya koyuyor. Artık herkes kahramandır, herkes öncüdür. Dolayısıyla hiç kimse akil ya da öncü değildir. Yani Mao’nun sözünü değiştirerek söyleyecek olursak, “gerçek kahraman bireylerdir.” Bu muazzam bir değişikliktir. Bu devrimin birçok yönü üzerinde konuşacağız ama istersen bu noktadan devam edelim öncelikle…
F. B.
Bugün geçerli retorik ve pratikler sanayi kapitalizmi paradigmasının retoriği ve pratiği. Şimdi o dönem kapanmakta. Bir paradigma iflas bayrağını çektiği zaman, çöküş tüm unsurlarını, tüm bileşenlerini angaje eder. Zemin çöktüğünde veya kaydığında, bu, o zeminin üstündeki her şeyin artık geçersizleştiği, işlevsizleştiği anlamına gelir. Geride kalan yaklaşık 200 yılda Batı’da geçerli siyaset pratiği “temsili demokrasi” denilene dayandı. Ona Batı demokrasisi de deniyor. Aslında temsil diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Siyasi partiler, seçim ve parlamento, oradan çıkan hükümetlere dayalı sistem, kitleleri oyunun dışına atmanın bir aracıydı. Bir seçim ve temsil oyunuydu. Asıl iktidar her zaman oligarşinin iktidarıydı. Elbette bunu söylemek, demokrasiye asıl ihtiyacı olan kitlelerin demokrasi mücadelesini küçümsemek, hafife almak değildir. Daha önce de yazdığım gibi, oligarşi bazı hakları, o hakların “kullanılmasının” artık şeylerin seyrini değiştirmesinin mümkün olmadığına ikna olduğunda tanıdı. İnsanlar oy kullanıyor ama kullanılan oyun bir değeri, bir karşılığı yok. Oy kullanmak bir oyuna dâhil olmak, yani oyuna gelmekten ibaret… Birinci mesele bu.
İkincisi, kapitalizme, burjuva iktidarına, oligarşiye karşı mücadele eden sol muhalefet, hiçbir zaman örgütlenme bahsinde açıkça alternatif bir model geliştirmeyi akıl etmedi. Burjuva örgüt modeli esas alındı ki, anlayış aşağı-yukarı şöyleydi: Bu araç benim elimde iyi iş görür… Binlerce yıllık geleneksel örgüt modeli alternatif bir toplum oluşturma hedefine hizmet edebilir miydi? Örgütün, lideriyle anıldığı, karizmatik liderliğin matah bir şey sayıldığı bir durum söz konusuyken, hiyerarşik ilişki modeli geçerliyken, bizzat örgütün kendisi anti- demokratik iken, oradan eşitlikçi- özgürlükçü-katılımcı, velhasıl demokratik bir toplum düzeni çıkar mıydı?
Üçüncüsü, sömürüden, hiyerarşiden, toplumsal eşitsizlikten arınmış bir toplum, bir uygarlık densin, özgür bireyleri varsayar. Başka türlü ifade edersek, gerçek yurttaşı varsayar. Yurttaş bilincini varsayar. Muhtemelen bizdeki yurttaş kelimesi Fransızca’daki citoyen’in karşılığı olarak kullanılıyor. Bilindiği gibi, citoyen adı üstünte sitenin [devletin] sorunlarıyla, kamusal işlerle, velhasıl politikayla ilgili olan anlamındadır… O aktif bir bireydir… Geçerli durumda yurttaş egemenler cephesi tarafından tanımlanıyor. Deniyor ki, “herkes kanunlar karşısında eşittir”… Şimdi öyle denince öyle olması mı gerekiyor. 72 milyar dolar serveti olanla köprü altında yaşayan nasıl kanunlar karşısında eşit olacak? Bir kere bu o kanunları yapanların milyarlarca-milyonlarca dolar serveti olanlar cephesi olduğu anlamına gelir. Sen onların yaptığı kanunların karşısında nasıl eşit olacaksın? İşte oy hakkı, ifade özgürlüğü… Hem suyun başı dar bir oligarşi tarafından tutulmuş olacak ve hem de senin oyun, senin sözünün, itirazının, eleştirinin bir kıymet-i harbiyesi olacak! Bu tam bir saçmalıktır. Aslında bunlar içi-boş, iğdiş haklardır. Asla şeylerin seyri üzerinde belirleyici olma ihtimali ve potansiyeli yoktur! ABD’de nerdeyse 200 yıldır ifade özgürlüğü var da bu zaman zarfında ne değişti? Tabii söylediklerim bir yanlış anlamaya mahal vermemelidir. Elbette yasalar karşısında eşitlik ve ifade özgürlüğü önemlidir ama hangi zemin üzerinde konuştuğun da önemlidir.
O halde iki şey: Birincisi, senin de söylediğin gibi, son 100-150 yılda geçerli muhalefet yapma tarzı ve örgüt modelinin bir işe yaramadığı artık ortaya çıkmış bulunuyor; Ve ikincisi, her şeyi en iyi bilen lider ve liderlik, önderlik saçmalığının ve son tahlilde burjuva devlet ve işleyiş modelinin sol bir retorik altında devam ettirilmesi dönemi artık kapanmalıdır. Örgüt adlarının liderin adından sonra geldiği durum aşılmalıdır. Tam katılımın esas olduğu, “bir bilenin” olmadığı örgüt modelleri pekâlâ mümkündür. Tarihte her devrim öncesi ve devrim dönemlerinde son derecede işlevsel ve etkin örgütlenme biçimleri ortaya çıktı. O halde tarihsel devrimci anlarda, şurada, burada ortaya çıkanı kalıcılaştırmak ve daha da geliştirmek neden mümkün olmasın. Jean Jacques Rousseau boşuna “irade devredilebir değildir” demiyordu! Velhasıl “temsil” üzerinde kafa yormak gerekiyor… Gezi Parkı’nda yaratılan “durum” bize bu işin pekâlâ mümkün ve uygulanabilir olduğunu gösteriyor. Galiba yapılacak iş o kadar da zor değil, bütün mesele “kopuşla” ortaya çıkanı sürekli hale getirip- getirememekle ilgili. Bir yolunu bulup geri dönüşü engellemek kritik öneme sahip…
G.Z. Evet, geri dönüşü engellemek gerçekten de önemli. Ve gördüğüm kadarıyla insanlar bu kazanımların farkındalar ve geri de vermek istemeyeceklerdir. Fakat burada bir başka sorun var. Eski devrim paradigmasına ve eski örgütlenme biçimlerine yöneltilen eleştiriler, hem yeni anlayışlara yatkın arkadaşlar, hem de eski örgütlenme anlayışını bugün de devam ettirmek isteyen arkadaşlar tarafından yanlış anlaşılıyor. Zıt fikirdeki bu iki kesim arkadaş da, bu tür eleştirileri eski örgütlerin tasfiyesi olarak algılıyor. Birinci gruptakiler buradan giderek âdeta yeni tür bir apolitizmi kutsamaya yönelirken, ikinci kesimdeki arkadaşlar da kırgın ve kırılgan bir eski savunuculuğuna yöneliyorlar. Oysa bence bu yanlış. Yani yeni devrim paradigmalarının ve dolayısıyla yeni ve hiyerarşisiz örgüt anlayışlarının ortaya çıkması, eski tarza göre örgütlenmiş örgütlerin tasfiyesi anlamına gelmemeli. Ayrıca, içinde yaşadığımız yeni devrimci durumda bu eski tür örgütler de pekâla işlevsel kılınabilirler. Yani eldeki eski malzeme çöpe atılmadan devrimci durumun yararına işlevsel kılınmalıdır demek istiyorum.
Ayrıca eski tür örgütlenmelerin de yaşanan durumdan hiç ders çıkartmadıklarını sanmayalım. Benim istanbul’daki Gezi Parkı hareketi içinde gözlemlediğim kadarıyla, eski tür örgütler kendilerini yeni durumu uydurmak için bir hayli çaba gösteriyorlar. Örneğin, kendi örgüt propagandalarına doğal olarak devam etmekle birlikte, hem birbirlerine hem de oradaki klasik örgütlerin dışındaki aktif devrimci kitleye son derece saygılı davranıyorlar. Yani o eski tür hegemonya çabaları oldukça törpülenmiş durumda. Elbette onları buna sevk eden devrimci durumun eğiticiliğidir. Bir kere böyle yaparlarsa çok fena tecrit olacaklarını görüyorlar; ikincisi, onlar da yeni durumdan çok şey öğreniyorlar. Kaldı ki, yeni eğilimlerin temsilcisi arkadaşların apolitiklik tutumunda da büyük kusurlar var, bunu da görmek gerekir. Politikaya ilgisiz kalırsan politika timsahı gelir seni yer. Yani burjuva türü politikaya karşı olmak demek apolitik olmak demek değildir. Elbette onlar da kendi deneyimleriyle bunu göreceklerdir. Şu anda her şey çok yeni, her şey gün be gün yaşanarak öğreniliyor. Devrimin eğitici hızı muazzam.
Sekiz dakikalık bir video dolaşıyor ortalıkta. Gezi Parkı’ndaki bir serbest forumda çekilmiş. Her isteyen söz alıp iki üç dakika kadar konuşuyor. Neler var neler… On sekiz yaşında bir genç kalkıyor ve ben Cuma gününe kadar bir faşisttim, polise neden vur emri verilmiyor diyordum. Üç gündür burada hareketin safındayım. Hepinizden özür diliyorum. Yaşasın halkların kardeşliği diyor. Yaşlıca bir kadın onun omzuna vurarak, aferim evladım, diğer arkadaşlarını da getir diyor. Eşcinsel hareketinden bir genç, eşcinsel olduğunu açık açık anlatıyor ve taleplerini söylüyor. Onu alkışlayan insanlara bakıyorsun. Bu insanlar hareket başlamadan önce bu genci dinleselerdi herhalde döverlerdi, diye düşünmekten alamıyorsun kendini. Yani hareket kitleleri ve bireyleri öyle muazzam bir hızla eğitiyor ki, bu hıza insan şaşıp kalıyor. Bu noktada şunu sormak istiyorum sana. Dediğin gibi, geri gidişe izin vermemek gerekir ama bir yandan da hızla devrime akan bu insanların kalıcı örgütlenmeleri için bir şeyler yapılması gerekmez mi? Bunu söylerken sübjektif çabaya çok önem atfediyormuş gibi görünmek istemem ama hareket bir süre sonra geri çekildiğinde ya da güç toplamak üzere dinlenme moduna girdiğinde bu potansiyel nasıl bir örgütlenme içinde kendini diri tutabilir?
F.B.
Bir yanlış anlamayı bertaraf etmek önemli. Zira yanlış anlama konusunda ısrarcı olanlar var. Bu da söyleneni ve söylenmek isteneni muğlaklaştırıp- saptırıyor. Mesele örgüt olacak mı, olmayacak mı meselesi değil. Örgüt nasıl olacak, nasıl olursa amaca hizmet edebilir? Soru bu ve biz de diyoruz ki, geçerli örgütler ve örgütlenme modelleri ekseri sorunlu. Elbette örgüt vazgeçilmez, aksi halde hiçbir çıkış yolu, hiçbir kurtuluş umudu ve tabii insanın ve toplumun özgürleşmesi, emansipasyonu mümkün değildir. Örgütler bürokratikleşme, yozlaşma, asıl amaca yabancılaşma virüsünden nasıl uzaklaşacak? Rotadan sapmadan, mücadele ettiği, değiştirmek-dönüştürmek istediği sisteme benzemeden nasıl var olacak, yoluna nasıl devam edecek? Bütün mesele bu. İnsanlar bu güne kadar ne başarmışsa örgütlü oldukları, örgütlenebildikleri, örgütlü bir güç olarak egemenler cephesinin karşısına çıkabildikleri için başarmışlardır. Mutlaka örgüt olacak, zira insanlar, bırakın kendilerini sömüren, ezen, aşağılayan bir egemen sınıflar koalisyonuna karşı mücadele etmeyi, her zaman ve her koşulda örgütlü olarak yaşayabilirler ve bir şeyleri başarabilirler… Sonuçta örgüt ilişki değil midir? O halde amaca uygun, etkin bir örgütlenme modeli geliştirmek, hayata geçirmek ve etkinleştirmek de gayet mümkündür. Eğer bir yerde bir sorun, bir aksilik, bir yanlış olduğunu tespit edebiliyorsan, durumu anlayabiliyorsan, yani durumu kavrıyorsan, zaten onun çözümüne giden yola da girmişsin demektir. O zaman geride kalan dönemde geçerli örgüt modellerinden farklı bir şey yapmanın yolu da açık demektir…
Elbette, senin de söylediğin gibi, böyle bir tercih yapmak demek, geride kalanı külliyen yok saymak, inkâr ve mahkûm etmek demek değildir. Aslında bu bizzat kendini de inkâr etmek anlamına gelir… Orada olumlu olan, yararlı olan ne varsa ona mutlaka sahip çıkacaksın. Eleştirerek aşacaksın, daha da olgunlaştıracaksın… Her alanda olduğu gibi örgütlenme sorununda da eleştirel aşkınlık vazgeçilmezdir. Aksi halde “çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak” gibi bir aymazlıklık söz konusu olur. Bir kere apolitik eğilimleri bir kalem geçmek gerekir. Apolitik olmak demek benim bir iddiam yok demektir. Bu yurttaş olmaktan da istifa etmek demeye gelir. Bir de tabii politikadan, politika yapmaktan ne anlaşıldığı da önemlidir. İnsanlar ekseri politika dendiğinde, oligarşinin hizmetindeki kaşarlanmış profesyonel politikacıların yaptığını anlıyor… Oysa asıl politika tam da onun dışındaki alanda yapılması gerekendir. Politika bir meslek olduğunda, zaten politika olmaktan da çıkıyor ve kendi misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşıyor. Politik faaliyet dar bir oligarşinin iktidarını ihya etmek için mi, yoksa tam da öyle bir egemenlik biçimini aşmak için mi yapılacak? Eğer amaç verili durumu aşmaksa, o zaman seni oraya götürecek örgütün de o amaca uygun olarak dizayn edilmesi gerekir ve bu mümkündür… Örgüt sorununu tartışmaya başladığında bir kere işe profesyonelliği mahkûm ederek başlayacaksın. Hangi amaç söz konusu olursa olsun, profesyonelliğin olduğu bir örgütle asla yeni bir dünya kuramazsın. O zaman en iyi koşullarda yönetenleri değiştirebilirsin ama yöneten-yönetilen ilişkisi başka biçimlerde var olmaya devam eder…
G.Z.
Zaten pratikte de muazzam örgütlenme örnekleri ortaya kondu. Hem de halkla bütünleşerek. Sadece gönüllü sağlık hizmetlerinin, sedyesiyle, ilacıyla vb. örgütlenmesi bile bunu göstermeye yeter. Şimdi bu örgütlenme örneklerini süreklileştirmek, sadece bir kalkışma anına bağımlı olmaktan kurtarmak, özinisiyatifi dayanan örgütlenmeleri alabildiğine yaygınlaştırmak zamanıdır diye düşünüyorum. Bu konuları daha çok konuşup tartışacağız ama mücadelenin ve devrimin perspektifi açısından senin yazının sonundaki aşağıya alacağım satırları çok önemli görüyorum.
“Aslında Gezi Parkıyla başlayan süreç bir dönemin sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Türkiye’nin 200 yıllık ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma’ perspektifinin sonunu ve yeni bir paradigmaya açılan yolu işaret ediyor. Zira bir sürdürülemezlik tablosunun ortaya çıktığına şüphe yok… Bütün ışıklar kırmızıya dönmekte… İnsanlar artık kendilerine anlatılan hikâyeyi dinlemek istemiyorlar. Kendi hikâyelerini kendileri anlatmak istiyorlar. İtilip-kakılmak, aşağılanmak, horlanmak istemiyorlar… Sanıldığı gibi itiraz sadece hızla otoriterleşip tek adam rejimine, tuhaf bir polis devletine dönüşmekte olan, neoliberalizm şampiyonu, yeni- Osmanlıcı AKP hükümetine karşı değil. Her geçen gün geleceklerini daha çok karartan, yaşamı anlamsızlaştıran geçerli paradigmaya itiraz ediyorlar. Bu yüzden sokaklardalar, bu yüzden rejimin kolluk güçlerine ve yalan cephesine karşı direniyorlar. Aslında önlerindeki asıl engelin bu rejimin polisi olmadığının da farkındalar… 33 yıllık 12 Eylül sonrası dönem artık kapanmakta… Son tahlilde bu bir haysiyet mücadelesidir ve insanlar belirli bir eşik aşıldığında artık ‘eskisi gibi yaşamak’ istemiyorlar.”
Bu satırlardan benim anladığım, ulusalcıların kısıtlamak istediği gibi bu mücadele, cumhuriyeti kurtarmak ya da “liberallerin” tarif etmeye çalıştığı gibi “demokrasinin sınırlarını genişletmek” değil, çok daha köklü bir emansipasyonun başlangıç adımıdır. Bunu biraz daha açar mısın?
F.B.
İki türlü muhalefet yapabilirsin. Yaptığın muhalefet düzen içi muhalefetse bu şeylerin seyrini değiştirmez. En fazla bir kaç rötuş yapılır. Mesela bir siyasi parti hükümeti yerine diğeri geldiğinde, değişen sadece üsluptur. Oligarşi bu tür manevraları büyük bir başarıyla yapabiliyor. Eskiyen yüzleri değiştirerek, işte önceki adamlarını feda ederek yola devam ediyor… Bir başka muhalefet de geçerli paradigmayı aşmak, şeylerin zeminin değiştirmek, “farklı bir şey” yapmak için yapılabilir. Bu başarılı olursa orada devrim olmuş demektir. Benim orada söylemek istediğim şu: Artık geçerli paradigma iflas etmiştir. Bu son derecede açık. O zaman sen verili durumu, geçerli olanı tamir etme, sürdürme yeteneğini de kaybettin demektir. Başka türlü söylersek, verili durumda hareket marjın yok demektir. Artık geçerli zemin üzerinde kalarak, eskisi gibi yola devam etme dönemi kapanmış bulunuyor. Bunun örneğini biz son iki on yıldır yaşıyoruz. Artık düzen içi muhalefetin kitleleri aldatma/oyalama yeteneği yok. Mesela Avrupa’daki duruma bak, mesela Fransa’ya bak, işte Türkiye’ye bak… Sarkozy’nin yerini Hollande aldı, bir miligram değişiklik oldu mu? AKP’nin yerini başka bir düzen partisi alsa ne, ne kadar değişebilir? Hangi parti hükümet kurarsa kursun az-çok aynı şeyi yapacaktır. Yapmaya mecbur olduğu, başka türlü yapamadığı için… Farklı bir şey, başka bir şey yapma yeteneği yok da ondan… Neden? Çünkü ayağının altındaki zemin kaymış bir kere… İşte “paradigmanın iflası” dediğim bu… Ne ulusalcılar ve de benzerleri mevcut olanı aşacak bir perspektife sahip değil. Liberallere gelince, iflası derinleştiren onlar olduğuna göre, yıkımın ve sürdürülemezliğin asıl sorumlusu onlar olduğuna göre, onların hiç şansı yok… Zira yangına körükle gidiyorlar… Liberallerin demokrasinin sınırlarını genişletmeleri asla mümkün değil. Tam tersine attıkları her adım, sınırlı demokrasi kırıntısını da yok etmek zorunda. Zira, başka türlüsü artık mümkün değil. Bu yüzden söylemlerinin hiç bir kıymet-i harbiyesi yok. O zaman yüzümüzü ileriye, mevcut olanın ötesine çevireceğiz. Ve onun da zamanı geldi… Yapılacak şey de az-çok belli: Neyi, nasıl üreteceğiz, nasıl bölüşeceğiz, nasıl tüketeceğiz, nasıl yaşayacağız… Uzun lafın kısası, sıra, benim Yeni paradigmayı oluşturmak dediğime gelmiş bulunuyor…
17 Haziran 2013

Wednesday, June 26, 2013

Muhalif Düşünür Chomsky: Obama'ya bel bağlamayın!



ABD, resmen göreve başlayan 44. başkanı Barack Obama ile yeni bir
başlangıcın umudunu taşıyor. ABD tarihinin ilk Afrika kökenli
başkanı, kendisine yüklenen beklentileri yerine getirebilir mi ya da
bunu istiyor mu? ABD'li ünlü muhalif düşünür ve dil bilimci Noam
Chomsky bu konuda kuşku duyuyor ve umutlanan dünyayı uyarıyor.


Ünlü muhalif düşünür, dünyanın Obama'ya umut bağlamakla hata
ettiği görüşünde: "Amerikalı yöneticilere göre, Amerikanın çıkarları,
Tanrısaldır"
Görüşmeyi yapan: Hans-Joachim Neubauer (Rheinischer Merkur Nr. 3, 15
Ocak 2009)

Almancadan çeviren: Kâzım Özdoğan
ABD, yeni bir başlangıcın umudunu taşıyor. Yeni başkan, beklentileri
yerine getirebilir mi ya da bunu istiyor mu? Dilbilimin dünya
çapındaki starı ve Amerikanın en çetin eleştirmeni bu konuda kuşku
duyuyor.

Reinischer Merkur: Jimmy Carter, George Bush, Bill Clinton, George W.
Bush ve Barack Obamayı birlikte gösteren şu fotoğrafı biliyorsunuz.
Bu, sizin için umut ve değişimin kanıtı mıdır?

Noam Chomsky: Hayır, tam tersine. Bu beş başkan birbirlerinden çok
farklı değildi. Onlardan biri fotoğrafta biraz kenarda duruyordu:
Jimmy Carter. Carter, Demokrat Partinin kongresine konuşmacı olarak
da davet edilmedi. Bu epeyce hakaretamiz bir durumdur ve aynı zamanda
gelecek iktidara ilişkin bize çok şey söylemektedir.

RM: Bununla ne kastediyorsunuz?

Chomsky: Jimmy Carter, görevden ayrılmasından bu yana insan hakları,
özgürlük ve demokrasi için uğraş vermesiyle tanınıyor. Besbelli ki
parti kongresi bunları işitmek istemedi.

RM: Obama insan haklarına sahip çıkmak istiyor, ama aynı zamanda
Iraktaki işkenceleri destekleyen eski CIAli John Brennanı terör
meseleleriyle ilgili baş danışmanı olarak atadı. Obama, acaba bütün o
şahinlerden sonra beklenen güvercin midir?

Chomsky: Her yeni başkan, Bushun çevresinde bulunan ve ABDnin
uluslararası prestijinin bütün zamanların en kötü seviyesine
gelmesine neden olan aşırı elementleri muhtemelen temizlerdi. John
MCCain bile bunu yapmak istiyordu. Bir politika değişimi olacak, ama
bu daha ziyade Bill Clinton tarzında merkezi hedef alan demokrat bir
siyaset olacak. Obama, Clintonın çevresindeki bir çok insanı zaten
çevresine topladı. Brennanden daha önemli olan senatoda Irak
savaşının en ateşli savunucularından, Obamanın yardımcısı Joe
Bidendır. Ya da Temsilciler Meclisinde yine Irak savaşını hararetle
savunanlardan Rahm Emanuel, Obama tarafından Beyaz Sarayın personel
şefliğine atandı. Yatırım bankacılığı, finans ve silah
endüstrisindeki iş deneyimleri, onun kimin çıkarlarını temsil
ettiğini gösteriyor. Obama, yüksekten uçan bir retorik.

RM: Demokrat Partinin liberal özelliklerini yitirmesinden korkuyor
musunuz?

Chomsky: Wall Street Journal, Rahm Emanuele silahlanma
harcamalarının düşürülmesi için mücadele eden Demokratik Partinin
sol kanadının akıbetinin ne olacağını sordu. Emanuelin cevabı, Obama
yönetiminin pragmatik davranacağı ve bu aşırı kanattan uzak
duracağıydı. Obamanın yaptığı en önemli atamalar, ekonomik krizle
ilişkilidir. Şimdiki krizin mimarları ve krizden istifade eden
Clintonın müsteşarları Laurence Summers ve Robert Ruben
bunlardandır. Obama, uluslararası siyasette etrafına Dennis Ross ve
Daniel Kurtzer gibi İsrail taraftarı şahinleri topluyor. Bu ikisi,
Obamanın American Israil Public Affairs Committee (AIPAC) önünde
yaptığı konuşmayı hazırlamışlardı.

RM: …İsrail ile ABD ilişkilerini etkileyen en önemli lobi.

Chomsky: Obama, bu konuşmasında Kudüsün İsrailin sonsuza kadar
bölünmeyen başkenti olarak kalacağını söyledi. Bu ifadesiyle, Bushun
şimdiye kadar söylediği her şeyden daha ileri gitti. Ayrıca bu,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin birçok kararına aykırı
düşüyor. Obamanın adamları daha sonra geri adım atarak, bunun o
anlamda söylenmediğini ifade ettiler. Şayet kişisel web sitesinde
Obamanın Orta Doğu politikasına ilişkin yazılanlara bakarsanız, her
şeyin açık olduğunu görürsünüz: Filistinliler, hiçbir rol oynamıyor.
Her şey İsraile verilen kayıtsız şartsız desteğin etrafında
dönmektedir. Güya göreve başlamadığı için aktüel Gazze saldırısı
hakkında da Obamadan bir ses çıkmadı. Bu, bir skandaldır! Ama Bombay
saldırıları hakkında açıklama yapabilmişti!

RM: Obamanın başkanlığı nasıl olacak?

Chomsky: Bushun ikinci dönemi gibi olacağına ilişkin birçok karine
mevcut. Bushun siyaseti başlangıçta aşırı kibir, hukuku hiçe sayma
ve suç işleme tarafından belirlenirken, ikinci kez seçildikten sonra
ılımlı bir çizgiye geri döndü. Obamanın ekibi, bir şey söylememeye
özen gösteriyor. Ön planda umut, değişim ve birlik beraberlik
gibi yüksekten uçan belagat örnekleri durdu. İyi ama bütün bunlar ne
anlama geliyor?

RM: Obama, en azından Guantánamoyu kapatacak.

Chomsky: Obama, bu konuda yavaş ve dikkatli adım atılacağını daha
yeni söyledi. Yani bu iş o kadar kolay olmayacak. Ama McCain de zaten
Guantánamoyu kapatacaktı. Guantánamo, ülkemiz için son derece utanç
verici. Cumhuriyetçi sorumlular, Demokratik Parti yönetiminin de
Guantánamo ve diğer cezaevlerinde ne olup bittiği konusunda
bilgilendirildiklerini zaten ima etmişlerdi. Donald Rumsfeldi
suçlamak kolay, ama o tek başına ve gizlice hareket etmedi. Bu
nedenden ötürü, bu suç işleyenlerin hukuki açıdan ciddi olarak üstüne
gidilmeyecek.

RM: Obamanın yemin törenine yaratılış teorisine inanan ve büyük bir
nüfuza sahip olan vaiz Rick Warren da katılacak. Bu, ne anlama
geliyor?

Chomsky: Warren, ılımlı Protestan vaizlerden biridir. Zaten her iki
Amerikalıdan biri, dünyanın birkaç bin yıl önce yaratıldığına
inanır.

RM: Dinin Obamanın politikası üzerindeki etkisi ne olacak?

Chomsky: Başlangıcından bugüne dek Amerika tarihinde takdiri ilahi
ilkesi geçerlidir. Olan her şeyde tanrının iradesi söz konusudur ve
Birleşik Devletler, yerli halkı yok etmiş olsa da tanrının iradesinin
yönettiği kutsal ülkedir! Bu bakış açısı geçmişten bugüne dek
uzanır.
Her başkan, takdiri ilahiden ve tanrı tarafından belirlenen
misyonundan bahsetmiştir. Bunun eskiden yani 30 sene öncesine kadar
Amerikanın politikası üzerinde neredeyse hiçbir etkisi yoktu. O
zaman parti menajerleri, adaylarını koyu dindar olarak lanse
ederlerse ciddi bir seçmen desteğini alacaklarını keşfettiler.
Başkanların çoğu, muhtemelen yaklaşık olarak benim dindar olduğum
kadar dindardı, ama dindar olarak takdim edildiler. Amerikan
seçimleri, marketing operasyonlarıdır. Reklam endüstrisi, her yıl
seçim kampanyaları için bir ödül verir. 2008 yılında bu ödülü,
Obamanın kampanyası aldı. Seçimler, kozmetik satan şirketler
tarafından organize edilir. Diş macunu ya da başkan araçlar
benzerdir.

RM: Yeni başkan, bir toplumsal hareketten gelmiyor. Seçimi
profesyonel bir kampanyanın sonucudur. Barack Obama kimdir?

Chomsky: Obama, her zaman belirsizlikle maluldür. Başta kendini temiz
beyaz bir kağıt gibi sundu. Bir seçim kampanyası, günbegün seçmene
duyurulanla beslenir. Ama Obamanın seçim kampanyasında söylenenler
bir şey ifade etmiyordu. Umut ve değişim. Obamanın
söylediklerinden, onun kim olduğunu çıkaramazsınız. Sol bile
Obamanın Irak savaşına ilkesel olarak karşı olduğunu sanıyor. Peki
öyle mi? Obama için Irak savaşı stratejik bir hataydı. Irak savaşını
ilkesel olarak reddetmek demek, bu savaşın yanlış olduğunu söylemeyi
gerektirir, böyle olmayacağını söylemeyi değil. Nazi generalleri de
Stalingraddan sonra bu kadar ileri gitmenin bir hata olduğunu
söylemişlerdi.

RM: Obama, bir Nazi generalini mi andırıyor?

Chomsky: Hayır, ama savaşı eleştirme biçimi ilkesel olmaktan başka
her şeye benziyor. Onun için önemli olan tek şey bizim için iyi
olandır, bunun için yüz binlerce insanı öldürüp öldürmediğimiz
değil.
Barış gücü İsraile gönderilmeli

RM: Obama, dış politikada önce İsrail-Filistin çatışması ile yüz yüze

gelecek. Nasıl hareket etmeli?

Chomsky: ABD, bizi dünyada izole eden ret tutumundan vazgeçmelidir.
İsrailin devam eden saldırıları sadece Gazze'de değil, Batı
Şeriada da siyasi bir çözümün olanaklarını dinamitlemektedir.

RM: Ama Hamas roketleri de kriminal!

Chomsky: Bu doğru, kriminal ve siyaseten aptalca. Ama bu, İsrailin
buna karşı kendini savunma hakkının olduğu anlamına gelmez. Bununla
birlikte İsrailin elinde kendini savunmak için mükemmel bir araç
olabilirdi: Uluslararası uzlaşmayı kabul etmek ve Filistinlilere
kendi devletlerini kurma hakkını teslim etmek.

RM: Bu konuda emin misiniz?

Chomsky: Hamasın saldırıları, İsrailin işlediği suçlara karşı
misilleme darbeleridir. İsrail, 2000 yılında Lübnandan çekildiği
zaman Hizbullahın İsraile karşı düzenlediği saldırılar sona erdi.
2006 yılına kadar bir tane bile raket atılmadı!

RM: Hamas lideri Halid Maşal, İsraillilerin Filistinlilere karşı
uyguladığı bir Holokosttan söz etti. Bu benzetmeyi nasıl
değerlendiriyorsunuz?

Chomsky: Tabii ki saçma bir benzetme. Srebrenica jenosit olarak
adlandırıldı; bu, uygun bir benzetme miydi? Durumu, belki de Varşova
gettosu ile karşılaştırabiliriz.

RM: Gençliğinizde Siyonist idiniz ve ortak bir Yahudi-Arap
federasyonu fikrini destekliyordunuz.

Chomsky: Bu, o zamanlar yani 1940larda ve 1967den sonra kesinlikle
gerçekçi bir vizyondu. İsrailin bölgede sözü geçiyordu ve federal
bir model istikametine doğru yönelebilirdi. İsrailli üst düzey gizli
servis elemanlarının bunu önerdiğini bugün biliyoruz. Ama İsrail
hükümeti bunu istemiyordu.

RM: Gazzeye uluslararası barış gücü yerleştirilmeli mi?

Chomsky: Barış gücü İsraile gönderilmeli, çünkü saldırgan olan ve
Gazze Şeridini abluka altına alan İsraildir

RM: Genç iken İsrailde yaşadınız.

Chomsky: Hatta eşim ve ben orada kalmayı da düşündük, ama sonra durum
farklı gelişti. Bugün Amerikalı genç Yahudiler, İsraile sırtını
dönüyor. Politikamız vatandaşlarımızın isteklerine göre belirlense,
bu değişebilir.

RM: Yazılarınızda entelektüel öz savunmayı öneriyorsunuz. Bu nasıl
olacak? Bunun için hepimiz Marks mı okumalıyız?

Chomsky: Örmeğin İsrailin saldırıları hakkında bilmemiz gerekenlerin
çoğu medyada var. Sadece dikkatle bakmamız gerekiyor. Ve bazı şeyleri
de her yanıyla düşünmeliyiz, mesela şu sonu gelmeyen Bir devlet,
saldırıya uğrarsa kendini savunma hakkı vardır mantrasını Nazi
Almanyasının partizan terörüne karşı kendini savunma hakkı var mıydı?

RM: Ama İsrail, Nazi Almanyası değil ki!

Chomsky: Tabii ki değil. Ama burada söz konusu olan ilkedir:
Saldırgan olan İsraildir.

RM: Siz, medya çağının moralistisiniz: Entelektüellerin bugünkü
görevi nedir?

Chomsky: Entelektüeller konformist olma ve iktidarı destekleme
eğilimindeler. Tarihi yazan kendileri olduğu için, bu konuda onlar
üzerine genellikle oldukça iyi şeyler yazılıdır. Oysa belgelere
bakıldığında durumun farklı olduğu görülür. Hans Morgenthau,
entelektüelleri iktidar sahiplerinin konformist reayası olarak
tanımladı. Bunda da haklıydı.

RM: Ama eleştirel entelektüeller de var. Anna Politkowskaja ve diğer
Rus gazetecilerini düşünün!

Chomsky: Evet, İncilde bile eleştirenin hayatının tehlikede olduğu
yazılıdır: Peygamberler, kralı ikaz ettiler, karşı çıktılar ve onun
vicdanına hitap ettiler. Bugün olsaydı peygamberleri eleştirel
entelektüeller diye adlandırırdık. Onlara iyi davranıldı mı? İlyas,
İsrailin düşmanı olarak mahkûm edildi. Peygamberler çöle sürüldü ya
da hapse atıldı. Yüzyıllar geçtikten sonra şereflendirildiler, ama
yaşadıkları çağda değil. Yaşadıkları çağda o şerefe sahte
peygamberler nail oluyordu. Sovyetler Birliğinde, Rusyada, ama
1989da ABD tarafından desteklenen ölüm tugaylarınca önde gelen Latin
Amerikalı entelektüeller olan altı Cizvitin katledildiği El
Salvadorda da eleştirel entelektüellere kötü muamele edilir. Bugün
Oscar Romerodan artık kim bahsediyor ki?

RM: Kendinizi peygamber gibi mi hissediyorsunuz?

Chomsky: Peygamber, bugün eleştirel entelektüel olarak
adlandırdığımızdan başka bir şey değildir.

ÜLKESİNİ SEVMEK ÜZERİNE

RM: 70 yıllık politik gözlemden sonra Noam Chomskynin Amerikan
rüyası bugün nasıl görünüyor?

Chomsky: Ütopyalara ve rüyalara pek inanmam. Ama Birleşik Devletlerin
işleyen bir demokrasi olmasını arzulardım. Amerikan halkının yüzde
95inin, kamuoyunun ne düşündüğünün hükümetin umurunda olmadığı
düşüncesine katılıyorum. Amerikayı seçimlerin PR endüstrisinin bir
pazarlama kampanyası olduğu bir ülke olarak değil, insanların
fikirlerinin siyaseti etkilediği ve demokratik kontrolün bütün
kurumlara kadar uzandığı işleyen bir demokrasiye sahip bir ülke
olarak görmek isterdim. Buna işçilerin ve kamuoyunun sanayiyi kontrol
etmesi de dahildir. Bunlar, çok eski Amerikan idealleridir. Modern
Amerikanın önde gelen sosyal filozofu John Dewey için politika en
azından üretimin, ticaretin, finans sisteminin, medyanın vs.
kamuoyunca kontrol edildiği endüstriyel bir demokrasiye ulaşan dek
ekonominin toplum üzerindeki gölgesidir.

RM: Bu nasıl sağlanabilir?

Chomsky: Amerikan tarihinin önemli ilerlemeleri yukarıdan hediye
olarak verilmedi, bilakis aşağıdan doğru verilen sosyal mücadeleler
sonucu sağlandı. Bu düşünce özgürlüğü için olduğu kadar sosyal
sistemin nüveleri için de geçerlidir. Bu şeyleri rüya olarak
tanımlamak hiç hoşuma gitmiyor, çünkü bunların kesinlikle olanaklı
olduğunu düşünüyorum. Bunlar uzun vadeli hedeflerdir.

RM: Babanız, dünyanın en özgür ve en fundamentalist ülkesi olarak
tanımladığınız Birleşik Devletlere göç etti. Amerika'yı seviyor
musunuz? Bir Amerikalı olmaktan gurur duyuyor musunuz?

Chomsky: Sevgi, kişiler arasındaki bir ilişkidir, kişi ve soyut
kurumlar arasında değil. Başarılarınızla ya da çocuklarınızla gurur
duyabilirsiniz. Ülkenizin savunduğu şeyler, mesela düşünce özgürlüğü

için sevinebilirsiniz. Düşünce özgürlüğü herhalde bütün
özgürlüklerin
içinde en temel olanıdır ve Birleşik Devletler ifade özgürlüğünü
korumakta dünya çapında en önde gelir. Bundan gurur duyuyor muyum?
Bunu ben gerçekleştirmedim ki gurur duyayım. Ama bundan memnunum ve
bunun nasıl (yurttaşlık hakları hareketinin anayasa mahkemesinde
düşünce özgürlüğü için en üst standartları kabul ettirme
mücadelesiyle) elde edildiğini biliyorum. Ama gurur, bunun için uygun
kelime değil.

RM: Amerikalı olmaktan memnun musunuz?

Chomsky: Evet. Yoksa burada kalmazdım.

RM: Dilbilimde devrim yarattınız, Amerikan sisteminin önde gelen
eleştirmenisiniz, düzinelerce kitap yazdınız, yüzlerce deneme,
konuşma ve konferans. 100 yaşınıza geldiğinizde sizden nasıl söz
etmeli?

Chomsky: Kulağa sahte tevazu gibi gelse de, aslında hiç umurumda
değil.

Kaynak: Rheinischer Merkur Nr. 3, 15 Ocak 2009 (Almanyada yayınlanan haftalık siyasi bir dergi)


Tuesday, June 25, 2013

İktidarın 'kötü' çocukları: 'Marjinal'ler

Gezi Parkı eylemleri Türkiye tarihinin en ilginç kitlesel hareketi olarak tarihe geçti. Başbakan’ın marjinal söylemleri de. Oysa yasadışılarmış gibi bir edayla “marjinal” olduğu söylenen yapıların hepsi yasaldı. Şiddetse eylemcilerin değil, devletindi. Dolayısıyla başbakana yanıt yine “marjinal”lerden geldi, internette dolanan bu fotoğraf fazla söze yer bırakmıyor.


Cumhuriyet / Pazar- Marjinal eşittir aykırı. Türk Dil Kurumu’nda böyle açıklanan bu kelime şu sıralar iktidarın dilinden düşmüyor. Üstelik de büyük bir tehlikeyi işaret edermiş gibi bir sunumla. Başta başbakan olmak üzere validen Bülent Arınç’a, Hüseyin Çelik’e kadar bütün yöneticiler Gezi Parkı eylemleriyle ilgili yaptıkları her konuşmada, eylemlerde marjinaller olduğunu vurguluyor. Onlar bunu tekrarlıyor, polis şiddeti tırmanıyor. Sonuç, 22 yaşındaki Abdullah Cömert Hatay’da, 20 yaşındaki Mehmet Ayvalıtaş İstanbul’da, 26 yaşındaki Ethem Sarısülük Ankara’da polis tarafından öldürüldü.
Polis memuru Mustafa Sarı ise eylemcileri kovalarken köprüden düşerek öldü. Üstelik 59 kişinin durumu ağır, altısının da hayati tehlikesi bulunuyor. Vahşet bu kadarla da sınırlı değil, 100 kişi kafa travmasına uğradı, 11 kişi gözünü kaybetti, bir kişinin dalağı alındı. Toplamda 7822 kişi yaralandı ve ne yazık ki artıyor, çünkü polis şiddeti hâlâ sokakta, en azından biz bu satırları yazarken öyleydi. Tabii ki iktidarın “marjinal” söylemi de doludizgin devam ediyor. Peki kim bu marjinaller? Marjinal olmak yasadışı olmak mı? Bu söylemler toplumda nasıl bir ayrışmaya neden oluyor? Bunları Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Füsun Üstel’le konuştuk.
- Gezi Parkı olayları başladığından beri hükümetin ağzından düşürmediği bir kelime oldu, marjinallik. Siyaset bilimi literatüründe gerçekten marjinallik diye bir kavram var mı?

- Daha çok sosyolojinin ve psikolojinin konusu marjinallik, siyaset bilimi görece daha yakın zamanda bu konuyla ilgilenmeye başladı. Kelime üzerinden gidersek sınırda olanlar kastediliyor. Sınırda olmaksa iki şekilde gerçekleşiyor. Bir, sistemle uyuşmadığı, farklı hayat tarzları, tercihleri olduğu için sistem dışı kalmayı, sınırda olmayı, gönüllü olarak kendileri kabul edenler. İkincisi de, sistemin ama sadece devletin değil, toplumun da dışladığı kesimlerden olmak; örneğin çeşitli etnik grupların üyesi oldukları için sistem tarafından tehdit olarak algılananlar... Ama tabii başbakan, marjinal derken aslında muhalefetten söz ediyor. Muhalefeti kendi içinde tasnif etmek, sınıflandırmak istiyor. Çünkü “muhalefete muhalifim” diyemiyor. AKP, on yılı aşkındır sürdürdüğü iktidarında aslında ilk defa bir muhalefetle karşılaşıyor. Tayyip Erdoğan’ın düşünebileceği tek muhalefet parlamentodaki ya da parlamento dışındaki siyasal partilerden gelebilecek olandı . Oysa farklı bir muhalefet biçimi, çok parçalı, eklektik ve bu nedenle de odağı belli olmayan bir toplumsal muhalefet çıktı.
- Tayyip Erdoğan’ı bu kadar saldırgan yapan da bu şaşkınlık herhalde. Üstelik ne zaman polis şiddeti yükselecek olsa, öncesinde marjinal gruplardan bahsediliyor.

- Ben meseleyi Tayyip Erdoğan üzerine odaklamayı tercih etmiyorum. O zaman Erdoğan’ın tek adamlık ve mutlak liderlik konumunu olağanlaştırmış, pekiştirmiş oluruz. Ortada bir siyasal parti var, bunun bir siyasi programı, projesi var. Dolayısıyla AKP üzerinden okumak daha uygun.
Türk siyasal sisteminde bir temsiliyet sorunu var. Yüzde 10 barajla zaten seçmen iradesinin önemli bir kesimi siyaset dışında kalıyor. Eğer yüzde on baraj olmasaydı ya da çeşitli ülkelerdeki gibi daha aşağı oranda tutulsaydı AKP’nin iktidarı bu kadar mutlak olmayacaktı. Bunun verdiği bir muhalefetsiz iktidara alışma hali var. Gezi direnişiyle ilk kez görece geniş tabanlı bir toplumsal muhalefet dalgası ortaya çıkınca da konvansiyonel siyasette bir odak kayması oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinde bu tür muhalefet biçimleri hayata geçirildi ama Türkiye ilk defa bu tür bir muhalefet pratiğiyle karşılaştı.. Buna en yakın kitlesel hareket, 15-16 Haziran olaylarıdır, o da daha çok örgütlü işçi kesiminin sokağa dökülmesiydi. Ama Gezi Parkı direnişi son derece farklı bir kitlesellik ve üslupla ortaya çıktı . Bu nedenle de hükümet güvenlik devleti refleksine sığındı. Zaten hükümet Suriye tarafında büyük bir sıkışma yaşıyor. Onun da verdiği bir korku içinde toplumuna korku ve şiddet uyguluyor. Marjinal sözcüğü de bu anlamda planlı bir söylemin parçası. Gezi Parkı’nın içiyle dışını farklılaştırıyor.
- Böylece iyi ve kötü çocuklar yaratıyor ve şiddetini meşrulaştırmaya çalışıyor...

- Sanki, içerisi bir Disneyland, orada apolitik gençler var, kendilerini eğlendiriyorlar. Dışarıdakilerse politik, örgütlü. Sonra dışarıyı tekrar farklılaştırıyor. Parçalara ayırarak ve giderek de parçaları küçülterek, muğlak bir marjinal tanımından hareket ederek algıyı yönetiyor. Sadece Gezi’de değil, Ankara’da, İzmir’de, çeşitli yerlerdeki eylemciler arasında da ayrıştırma yaratıyor. Böl ve yönet politikası. İç ve dış, otoriter rejimlerin kullandığı çok tipik bir söylemdir. Otoriter rejimler ayrımlar koyarak, ayrımları adlandırarak toplumları yönetirler. Bu, AKP’nin sık başvurduğu bir dil. AKP’nin insanların özel yaşamına, bedenlerine, ruhlarına kadar her alana müdahil olma eğilimi de ayrı bir problem. Erdoğan’ın üslubu çok sert ama validen başlayarak, içişleri bakanına, Arınç’a kadar hepsinin kullandığı dil zaten eşitlere ve reşitlere yönelik değil. Toplumu, biz sizin çıkarınızı sizden daha iyi biliyoruz mesajını gönderen, sözde korumaya kollamaya, ikna etmeye ya da tepeden bakmaya ama her halükârda şiddete dayalı bir dil.
- TDK, marjinali aykırı diye tanımlıyor, ama başbakanın dilinde yasadışına dönüştürülüyor kelime. Nedir marjinal lafındaki korkutuculuk?

- Marjinal lafı daha yeni. Türkçe’de karşılığı olmadığı için belki özellikle de kullanılıyor. Anlamını tam da kavrayamamaktan kaynaklanan bir korkutuculuğu da var. Marjinal unsurlar dedikleri kişiler örgütlü olanlar, siyasi partiler ya da dernekler kanununa göre kurulmuş yapılar. Eğer şiddet uygulama noktasında marjinalleşiyorlarsa, ortada çok ağır bir devlet şiddeti var. Üstelik de o noktada marjinal olan, olmayan ayrımı da yapılmadı! Taksim Meydanı’na gaz bombası yağdırıldı. Devlet yurttaşlarını ötekileştirdi, kriminalize etti.. Devletin şiddet tekelini en üst noktaya ve geniş kitlelere uyguladığını dikkate almadan taş ya da molotof atan kişilere marjinal demek mümkün değil. Bu sözcüğün iktidar için bir avantajı da, olayları televizyondan, gazeteden izleyen, kulaktan duyan, katılan ya da katılmayan ama bilgilenmek isteyen vatandaşlar karşısında diğerlerini ötekileştirmek.
- Özellikle bu söylemin AKP’ye oy veren yüzde 50 üzerindeki etkisi düşündürücü.

- Bunu bilmek için bilimsel araştırmaların yapılması gerekiyor. Ama en azından Taksim’de ve diğer yerlerde toplanan kesimler, istisnalar dışında, marjinal grupların olmadığını biliyorlar. Dahası, marjinallik belirli bir kesim için kabul edilebilir ve savunulabilir bir kimlik haline geldi. Kendi seçmeni açısından baktığımızda ise en azından belirli bir kesimde bu işin iyi yönetilip yönetilmediği konusunda soru işaretleri uyanmaya başladı. Kişisel olarak yönetmek sözcüğünden de rahatsız olduğumu belirtmek istiyorum. Gezi Parkı direnişinin ardında bazı değerler ve talepler, verilen bir yurttaş ve kent hakları mücadelesi var. Hükümetin sorununun yönetememe ile değil, demokrasi anlayışıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
- Peki iktidarın bu söylemlerinin marjinal denilen kesimler üzerinde etkisi ne?

- Bence marjinal kesimler daha da sistem dışı olmaya aday oldular. Öte yandan bu söylemler, hızlı bir politizasyona imkân sağlayabilir ama tabii şu an için kesin bir iddiada bulunmak mümkün değil. Bundan sonraki süreç çok önemli. Gezi Parkı ve diğer yerlerdeki direnişleri somut politik taleplere dönüştürecek insiyatifler önem taşıyacak. Süreci sürdürülebilir kılmak, müzakere ortamını ve kanallarını açık tutmak gerekiyor. Hükümetin tam da yapmadığı yapmak. AKP’nin bildiği, devrini tamamlamış olan temsili demokrasi, dolayısıyla da ben temsil ediyorum iddiasında. Evet, temsili demokrasi insanlık tarihinde önemli bir aşama ama artık sonu geldi, devir müzakereci demokrasi devri.
- Aslında parkta yaşanan biraz da buydu. “Öteki”lerin birlikteliği sağlandı, kültürel ve fikirsel farklılıklarıyla yan yanaydı insanlar...

- Bu bir birlikte olma pratiğiydi ama buradan büyük politik çıkarımlarda bulunmamak gerekiyor. İnsanlar yan yana günlerini geçirerek, birbirlerine saygı göstererek, birbirinin sınırlarını aşmayarak değerli bir deneyim geliştirdi. Direniş bir bilinç, dayanışmanın mümkün olduğu duygusunu getirdi. Bu duygu hali önemli ama politikaya dönüşemezse hızla sönmesi de mümkün.
- Sizce bu eylemlerin siyaset üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

- Öncelikle Türkiye’de bir muhalefet potansiyeli olduğu ortaya çıktı. Siyasal partilerin siyaset yapma anlayışlarının ve biçimlerinin kullanım tarihinin dolduğunu gösterdi. Günümüzde yeni siyaset biçimleri var. Bizde de farklı siyaset yapma pratikleri gelişecektir. Belki, daha önce örgütlü bir mücadelenin içine girmeyi düşünmeyen insanlar STK’lerde, siyasi partilerde daha fazla yer alacak, yeni oluşum arayışlarına girişecekler. Gezi direnişinin hem bireyler hem de gruplar üzerinde değerli bir etkisi olduğu kesin. Büyük ideolojilerin yandaşı olmadan da birtakım değerlere, tercihlere, hayat tarzlarına sahip çıkma duygusunu ve gerekliliğini uyandırdı. Bu iş daha yeni başlıyor yani.
- Eylemlerin vatandaşın devlet algısında bir kırılmaya yol açtığı, en azından biat kültürüyle hareket edilmeyeceği ortada, peki bunlar devletin vatandaş algısında da bir dönüşüme neden olur mu?

- Bizim siyasi kültürümüzde devletin vatandaş anlayışı söylediğiniz gibi gayet basittir, vatandaştan itaat etmesi, biat etmesi beklenir. Vatandaşlık ortaya çıktığı tarihsel dönem itibarıyla devletle birey arasındaki hukuki ve siyasi ilişkinin anlatımıydı. Ancak günümüzde bireyler vatandaşlıklarını sosyal olarak ve farklı kimlikleri doğrultusunda kurguluyorlar. Dolayısıyla da Gezi direnişinin başta kent hakkı olmak üzere yeni hak taleplerine, vatandaşlık anlayışlarına, katılım biçimlerine yol açması muhtemeldir ve er ya da geç devlet de bu dönüşümü dikkate almak zorunda kalacaktır.
23 Haziran 2013

Sunday, June 23, 2013

“Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…”



 Korkut Boratav, Gezi Direnişi’ni değerlendirdi: “Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…”
22 Haziran 2013
 Gezi Parkı isyanının sınıfsal karakteri, görünümü, nedenleri ve olası sonuçları, direnişin kurumsallaşması; sosyalist solun ve Kürt Hareketi’nin direnişten çıkarması gereken sonuçlar hakkında Prof. Dr. Korkut Boratav’la konuştuk
Gezi Parkı’na saldırının ardından yaşanan direniş, sınıfsal bir karşı koyuştan çok orta sınıf isyanı görüntüsü taşıyor. Bunun nedenleri ve olası sonuçları konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Korkut Boratav: Marksist perspektifle bakıyorsak, orta sınıflar terimine kuşkuyla yaklaşmamız gerekiyor. Dikkat ediniz “terimine” diyorum; “kavramına” değil; zira, Amerikan siyaset bilimi gevşekliği içinde kullanırsak, “orta sınıflar”ın tanımlanması o kadar güçtür ki, bu ifadenin “kavram” mertebesine layık olmayan iki sözcükten ibaret olduğunu söylemek zorunda kalırız.
O zaman, Gezi direnmesine katılanların hangi niteliklerine bakılarak “orta sınıf isyanı görüntüsü” ileri sürülüyor.  Bunu irdelemeye çalışayım.
Bir kere, bir “dışlama” yapılıyor ve direnmecilerin saflarında işçilerin veya işçi sınıfının yer almadığı ileri sürülüyor. İşçi sınıfının örgütleriyle, programıyla direnişe katılmadığı doğrudur; ama kastedilen işçi sınıfı mensuplarının da yokluğu ise, bu iddianın nesnel geçerliğinin ciddiyetle düşünüldüğünü sanmıyorum? Yokluğu ileri sürülenler kimlerdir? Varoş sakinleri mi? Sanayi sektörünün mavi yakalı işçileri mi? Üniversite diploması olmayan beyaz/mavi yakalı ücretliler mi? Aile kökenlerinin yukarıda sayılan gruplardan biri olan öğrenciler mi?
“Evet, bu gruplar katılmıyor!” iddiasında ısrar edenler varsa, tam aksi bir yaklaşımı izleyerek, Ankara’da polis kurşunuyla beyin ölümü gerçekleşmiş olan Ethem Sarısülük’ün bir OSTİM işçisi olmasından başlayıp, diğer direnme kurbanlarının sosyal profilleri veya en etkili direnmecilerin başında yer alan “taraftar grupları”nın sınıfsal bileşimi üzerinde tartışmaya başlayabiliriz; ama fazla yararlı olacağını sanmıyorum. Geleneksel işçi sınıfının içinde yer alan  ilerici, laik, solcu, demokrat insanların Taksim direnişiyle başlayan kalkışmalara katılmamaları mümkün olabilir mi?
Öte yandan, Gezi direnişçilerinin büyük çoğunluğunun bazı ortak toplumsal özelliklerinin olduğunu da kabul etmeliyiz. Bu ortaklıkları, “orta sınıflar” yaftasının dışına çıkarak betimlemeye çalışalım.
Bir kere, direnme eylemlerine katılan insanların önemlice bir bölümü üniversite ve lise öğrencilerinden oluşuyor. Bunlar için “orta sınıf” nitelemesi anlamsızdır. Sınıfsal kökenlerine (ebeveynin toplumsal profiline) ilişkin bir şey bilemiyorsak susalım. Ancak, öğrencilerin nesnel konumlarının en geniş anlamıyla potansiyel işçi sınıfına aidiyet olduğu söylenmelidir. Okulları, onları yakın bir gelecekte nitelikli (yani eğitimli ve beyaz yakalı) işgücü arzının öğeleri olmak üzere eğitmektedir. Dahası, kapitalizm onlara işsizlik vaat etmektedir. Bu nedenle ilk aşamada yedek emek ordusunun saflarına girecekler ve nesnel konumlarıyla en genel anlamda işçi sınıfının öğeleri olacaklardır.
Üniversite öğrencilerinin (diyelim) on yıl ileriye taşınmış türevleri de direnmecilerin kalabalık safları içinde yer alıyor: Üniversite lisans (ve sonrası) diplomalarıyla tanımlanan nitelikli emek sahipleri ve bu nitelikleriyle daha çok “hizmetler” diye tanımlanan karmaşık sektörde çalışan ücretliler… Bu insanların işsizleri “ücretli emekçi” konumunu yitirmezler.
“Hizmetler” sektörünün niteliksiz emek gerektiren işlerinde çalışanlara gelince, bunların içinde üniversite diplomalıların sayısının giderek arttığı bilinmektedir. Bu nedenle de bu grubun uğraşları, işleri, artık, “beyaz yakalılar” konumuna uygun (ve geleneksel işçi sınıfından ayrışmayı hedefleyen) yeni terimlerle adlandırılmaktadır: Tezgâhtar, bekçi, sekreter, “büro, satış güvenlik personelleri, elemanları” konumlarına terfi etmişlerdir; zira giderek artan bölümlerinin üniversite diplomaları vardır.
Bu insanların çalıştıkları (ve “hizmetler” sektörünün uzantılarını oluşturan) faaliyet kollarının ve doğrudan doğruya icra ettikleri iş sürecinin “üretken” olup olmaması tartıştığımız bağlamda önem taşımaz. Ücretli işçiler olarak ya doğrudan doğruya işverenleri için artık değer yaratmaktadırlar veya işverenin başka sektörlerden aktarılan artık değere erişmesini, el koymasını sağlayan, kolaylaştıran bir emek süreci icra etmektedirler. Ve en geniş anlamda gerçek veya yedek emek ordusunun öğeleridir. Kısacası, bugünün koşullarında nesnel olarak, yani kendiliğinden işçi sınıfının içinde yer almaktadırlar ve bu sınıfın niceliksel olarak önemli bir öğesini oluşturmaktadırlar.
“Orta sınıflar” bloğunun içine tıkıştırılan (ve yukarıdakilerle bağlantılı) önemli bir katmandan daha söz etmemiz gerekiyor: Hekim, avukat, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir gibi genellikle eğitim yoluyla edinilmiş becerilerini işverenlere değil, “müşterilere” satarak geçimlerini sağlayan bağımsız profesyonel gruplar… Bu katman, nitelik, ideoloji, değer sistemleri ve hayat tarzları bakımından yukarıda belirlenen çerçevedeki (eğitimli, beyaz yakalı) işçi sınıfı ile benzerlikler taşımaktadır; ama üretim ilişkileri açısından sınıfsal farklar ağır basar.
Buna karşılık, bir başka sınıfsal akrabalık söz konusu mudur? Küçük eşiklerin üzerinde işçi istihdam etmiyorlarsa, şirketleşmeleri söz konusu değilse, bunları küçük burjuvazi konumunda kabul etmek düşünülebilir. Buna göre, üretim araçlarının (toprağın, atölyenin, âlet/edevatın ve mesleğin gereğince belirlenen iş araçlarının) sahibi olan ve geçimini esas olarak kendi (ve ailesinin) emeğiyle kazanan köylü, zanaatkâr ve bağımsız/profesyonel katmanlar küçük burjuvaziyi oluşturmaktadır. Kapitalizmin belirleyici karşıtlığını oluşturan iki ana sınıfın (işçi sınıfının ve kapitalistlerin) dışında yer almaları; sınıf mücadeleleri tablosundaki belirsiz, bazen kaygan  konumları da ortak özellikler olarak görülebilir.
Ne var ki, profesyonel gruplar, üretken küçük burjuvaziden  niteliksel olarak farklılaşmıştır. Toplumsal işbölümündeki dolaysız konumları kapitalist ilişkilerin veya basit meta üretiminin içinde değildir. Geçimleri hizmet satışlarına dayanır. Satılan hizmet, hekimler, mühendisler, eğitmenler gibi meslekler söz konusu olduğunda, “üretken” sayılabilir; ama bu durumda küçük meta üretimi için öncelik taşıyan (dolaysız üretici ile ticarî/malî sermaye arasındaki) bölüşüm karşıtlıkları geçerli veya önemli değildir. Avukatları, malî müşavirleri, danışmanları kapsayan ve üretken olmayan hizmet sunumları ise, ekonominin diğer (üretken) kesimlerinden kaynak (artık) aktarımına gereksinim duyarlar. Her iki durumda da gelirlerin kaynağında diplomayla, uygulamayla edinilen gerçek bir melekeden, beceriden oluşan veya (faaliyete izin veren  lisansa, belgeye bağlı olarak) yapay olarak yaratılan bir kıtlık rantı yer alır.
Bu özellikler nedeniyle, ayrıca üstyapı düzlemlerinde (siyaset, ideoloji, kültür, hukuk alanlarında) önemli ağırlıkları, etkileri olan bağımsız profesyoneller katmanının, sömürülen dolaysız üreticiler bloğunda yer alan küçük üreticiler sınıfının dışında düşünülmesi daha uygundur. Keza, nesnel olarak kapitalist ilişkiler içinde yer alan nitelikli ücretli emek (nesnel olarak işçi sınıfı) konumunda da yer alamazlar. Geleneksel Marksist sınıflaşma çerçevesi içinde yer alabilecek tek orta sınıflar kategorisi, bağımsız profesyonellerdir.
Bağımsız profesyoneller içinde, örneğin hekimlerden, avukatlardan direnme eylemlerine küçümsenmeyecek katılımların olduğunu biliyoruz; öğreniyoruz. Meslek gruplarını temsil derecesi bir yana, eylemci profesyonellerle nitelikli işçilerin politik tavırlarının paralel seyretmiş olduğu görünmektedir. Ancak, toplumsal işbölümü ve emek süreci içindeki farklılaşmaları olası ayrışmalara da yol açabilecektir. Örneğin ikinci grupta istikrar arayışları, dolayısıyla uzlaşmacı tavırlar daha erken öne çıkabilir. En geniş özgürlük alanı ise öğrencilere ve işsizlere aittir.
Gezi direnmesinde sınıfsal bir karşı koyuş var mıdır? Eylemleri tetikleyen olaya, Taksim projesinin uygulanmaya başlamasına baktığımızda, kanımca, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki vardır: Yüksek nitelikli, eğitimli işçiler, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ile birlikte, profesyonellerin  de katılımıyla, kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlara el koyma girişimine karşı çıkmaktadır.
Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira, burjuvaziye ve onun devletine karşıdır; onlarla kader birliği değil, kader karşıtlığı içinde olan insanların ortak hareketidir. Ayrıca, olgunlaşmış bir sınıf hareketidir; zira, karşı cephe ile kısa vadeli ve doğrudan bir bölüşüm karşıtlığı söz konusu yoktur. Başbakan da şaşkınlıkla soruyor: “Taksim projesi hanginize zarar verdi? Niye karşı çıkıyorsunuz?”
Doğrudur, İstanbul’un merkezinin rant yağmasına açılması, direnmeye kalkışan insanların gelirlerini, ücretlerini, çalışma koşullarını bozmamakta, ödedikleri kirayı, kredi faizini, öğrenci harçlarını,  benzin fiyatını ve enflasyonu yukarı çekmemektedir. Sömürü oranının, artık değerin yükseldiği bir operasyon yapılmamaktadır. Yapılan, toplumun (halkın) geçmiş kuşaklarından devralınmış ortak varlıklarının siyasi iktidarlar tarafından kapkaççı bir burjuvaziye peşkeş çekilmesidir. Direnenler, bir anlamda, geçmiş kuşak halklarının bugüne devrettiği ortak varlıklarının burjuva mülkiyetine dönüşmesine karşı çıkıyorlar. Başbakana baktıklarında bu özelliği algılıyorlar ve bu  nedenle tepki gösteriyorlar. Bu anlamda üst düzeyde, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki söz konusudur.
Sınıfsal tepkinin olgunluğunun, hızla ve kendiliğinden bir siyasi çizgiye dönüşmesiyle de ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu çizginin, aydınlanmacı ve sınırsız (dolaysız) demokrat özellikleriyle tanımlanabileceğini düşünüyorum. Temsilî demokrasinin tuzakları algılanmıştır: Kapkaççı burjuvazinin  iktidarına ve İslamcı-faşist bir rejime dönüşmüştür. Çözüm, “her yer Taksim; her yer direniş…”  Bu, işçi sınıfının tarihsel özlemi olan sınırsız, dolaysız demokrasi çağrısıdır.
Büyük devrimci Mao Zedung şöyle diyor: “Dünyada kargaşa (kaos) var; durum çok iyi…”  Taksim’deki öğrenciler,  aydınlar, işçiler, kafa emekçileri bizlere bu kargaşayı armağan ettiler. Elbette sonunda yenilecekler; ama diyalektiğin “evrensel” yasası işleyecektir: Türkiye’yi bir üst düzleme taşıyarak ve sosyal mücadeleler tarihine önemli bir armağan bırakarak…

Bu direnişin kurumsallaşması, ikili iktidar durumunun yaratılması için neler yapılabilir?

Tarihsel benzetmelerde ihtiyatlı olmak gerekir. Acele etmeyelim.

Sosyalist solun ve Kürt Hareketi’nin direnişten çıkarması gereken dersler nelerdir?

Korkut Boratav: Sosyalist solun Türkiye Cumhuriyeti, “Cumhuriyet’in kazanımları” olguları ve bunların sembolleri ile barışmayı öğrendiğini umut ediyorum.
Kürt Hareketi’nin ise, Türk halkının eski bir özdeyişindeki (“körle yatan, şaşı kalkar”) bilgeliği algıladığını ummak isterim: İslamcı faşizm ile uzlaşarak demokrasiye, özgürlüğe kavuşmak mümkün değildir.
Direnme hareketinin Kürt Hareketi’ne doğal müttefiklerini göstermiş olduğunu da umuyorum. Bu gözlemin tersi de geçerlidir; ama Kürtlerin sorumluluğunun daha ağır olduğunu düşünüyorum.
Söyleşi, Özay Göztepe tarafından yapılmıştır.

Friday, June 21, 2013

Serbes: Bir zamanlar Başbakan da çapulcuydu

Emrah Serbes, Gezi Parkı direnişinin omurgasını gençlerin oluşturduğunu söylüyor. Direniş'te Çarşı'yı da özel bir yere koyuyor: 'Çarşı bir ruhtur, belki de bu ruhla doğduk da farkında değiliz. En önemlisi de kimsenin tekelinde değil'

Cumhuriyet / Dergi- Emrah Serbes’e göre Başbakan da çapulcuydu! Serbes, “Tayyip Erdoğan geldiği yeri unuttu, o mazlum olduğu için sevildi. Kendisine ‘çapulcu’ diyenlere direndiği için bugünlere geldi. Şiir okudu, hapis yattı. ‘Öteki’ görüldü, horlandı ama o günler geride kaldı ve yaşadıklarını unuttu” diyor, “Çok uzun zamandır çapulcu değil, çünkü şimdi çapulculuk bir onur madalyası!”

Behzat Ç.’nin yaratıcısı, yazar Emrah Serbes’le Çarşı’da, Beşiktaş’ta, Taksim Meydanı’na yürümeden önce buluştuk. Şiddeti, tezgâhları, mizahıyla Gezi Direnişi’ni konuştuk. Serbes bir başbakanın 3500 korumayla gezmesinin halkı kendine düşman ettiği anlamına geldiğini söylüyor. AKP’nin tek parti siyasetinden tek adama doğru gittiğini, Başbakan’ın yol arkadaşlarını da dinlemeğini düşünüyor; “Çözülmeyi bu başlatacak. AKP yükselirken ondan pay almak için bu sinsi oyuna katılanlar, AKP treninin vagonlarına sondan katılanlar da ilk ayrılacaklar.”

- Beşiktaş’tayız, sokak kıyamet gibi kalabalık. Çarşı slogan atıyor. Meydana yürüyüşe az kaldı. Bugünleri yaşayacağımız aklınıza gelir miydi?

- Yılların birikimiydi bu! Sosyalistlerin ve muhaliflerin sosyalleşmesi, bayramlaşması, birbirlerine dokunması gerekiyordu. Her şeyin bir zamanı vardı ve şimdi o zaman geldi ve buradayız. Uzun ince bir yola çıktık, birbirimizi ezmeden ilerlememiz gerekli. Küçük bir grup yılların öfkesini doğru bir eylem tarzına kanalize etti. Bu grup büyüdü, geri vites yapmadan, yaratıcılığını kullanarak Türkiye’yi sardı, salladı ve dünyaya ulaştı. Gençler hem sıkı espriler yapıyor hem de eline giydiği fırın eldiveni ile kafasına atılan gaz bombasını yerden alıp geri yollamayı biliyor. Bu özel bir kuşak.
- Apolitik olmaları, depolitize yetiştirilmeleri onların kusuru değil. Hem bunlara rağmen hareke geçip, bu kadar bilinçli bir direniş yaratmalarını nasıl buluyorsunuz?
- Artık gençler sessiz kaldıkları için utanmıyor, utanmayacak. Yedikleri baskı üstlerindeki ölü toprağını rüzgâra savurmalarını sağladı. Artık herkes korkmadan konuşuyor.
- Haber kanallarının ve medyanın beyin ölümü de gerçekleşti bu dönemde. Hayata döndüklerin çok şey kaybetmişlerdi. Yeniden güvenilir miyiz medyaya?
- Medya bundan çok önce ölmüştü. Zaten kim izliyordu ki ya da izlese de inanıyor muydu? Gün geldi bardak taştı, bardağı taşıran bir damla barajı da yıktı. Ciddi bir öz eleştiri ve özür gerekli. “Biz ahmaklık ettik, halktan özür diliyoruz ve bunun tekrarı olmayacak” derlerse belki yeniden tanışabiliriz.
- AKP iktidarı sallandı mı peki?
- AKP halka rağmen iktidar olmadı. Hani sohbetlerde konuşurduk ya; “ben vermedim, sen vermedin, kim verdi yüzde 50 oy, niye denk gelmiyor iki kişiden birinin oy verdiği ortam” diye. İşte o sorunun şimdi sorulması gerekli. Çünkü “ben vermiştim ama buna vermedim, vermeyeceğim” diyor mesela halk. AKP içindeki manzarada tek parti siyasetinden tek adama gidiyor. Başbakan yanlış yapıyor. Kendi yol arkadaşlarını da dinlemiyor, orada da bir domino etkisi olacak ve çözülme başlarsa AKP çok hızlı dağılır. Zaten bu oy oranına ulaşırken de Tayyip Erdoğan’ın peşine takılanlar çok fazlaydı. Herkes ondan pay almak için sinsi bir oyuna bulaştı. Ama vagona sondan katılanlar ilk ayrılanlar olacak. Bu olay CHP’yi bitirdi aslında, AKP’yi değil. Herkes muhalefetin ne olduğunu anladı.
- Polisin uyguladığı şiddet hiçbir orana sığmıyor. Bunu daha önce de defalarca yaşadık ama bu sefer çok daha amansız başladı.
- Polisler amirine soruyor “gaz bombası atayım mı?” diye, amiri de diyor ki “gördüğüne yapıştır, Allah kolaylık versin!” Şimdi bu emiri veren de uygulayan da suçlu. Bu emir her türlü müdahaleyi meşru kılıyor. Beşiktaş’ta gördük polisler belediye otobüslerinde uyuyordu, sefil haldeydiler. Onlar memnun mu halinden? Neyle, niye savaştıklarını bilmiyorlar ki! Biz inandığımız için savaşıyoruz, irademiz ve düşüncelerimiz var. Polis emirle saldırıyor, yaptığına inanmıyor. Tabii şiddetten keyif alan, çok psikopatlarını da gördük.

- Çarşı, Gezi Parkı eylemlerinin seyrini değiştirdi. Nedir Çarşı’daki bu ruhun sırrı?
- Çarşı bir ruhtur, orada kimse insanları yönlendirmiyor. Belki de bu ruhla doğduk da farkında değiliz. Hatta bulaşıcı da Çarşı. En önemlisi kimsenin tekelinde değil. Bu ruh her yerde ve herkeste beden bulabiliyor.
- Behzat Ç’de gibi bir efsaneyi de tüm tepkilere rağmen yayından kaldırdılar. O da “eyvallah” demeden geldiği gibi gitti. Biz haberleri ve gerçekleri oradan öğreniyorduk bir yandan. “İyi polis” olabileceğine bile inandık.
- Behzat Ç üç boyutlu bir kişilikti, insanlar onu polis olduğu için değil vicdanı olduğu için sevdi. Sevmeye de devam edecekler.

Demokrasinin ne olduğunu bilmiyorlar

- Sosyal medya sansür ve kontrol için zor bir mecra ama gözaltılar oldu. Bu direnişi az da olsa kırdı mı?
- Yaptıkları atak aileleri korkutmak içindi. Ebeveynlerin çocuklarını koruma güdüsünü kullanıp direnişi kırabileceklerini düşündüler. Tabii yaptıkları gençleri kışkırtmak ve direnişi arttırmaktan başka işe yaramadı, yaramıyor. Böyle bunun sonuna ulaşamayacaklarını anlamaları lazım. Patatese bile orantısız ketçap uygulasan isyan eder!
- Gezi Parkı direnişi daha yaşanabilir bir dünya için umut veriyor mu?
- Daha yaşanabilir bir dünya hep mümkündü. İnsanların da algısı değişti artık. Bu eylem için yurtdışında çalıştığı, eğitim gördüğü halde her şeyi bırakıp gelen gençler var. Ne yaptıklarını ve niye yaptıklarını da çok iyi biliyorlar. Bu hareketin omurgasını gençler oluşturuyor. Beş tane somut talep var ama ilki ve önemlisi saygı. Kimse aşağılanmak, hor görülmek, “ötekileştirilmek” istenmiyor. Kimse hayatına müdahale de istemiyor. “Ben çoğunluğum ve bu yüzden size istediğim her şeyi yaparım” denmesinden bıktık.
- Tüm haber kanalları haberlere “rezidans” ve “lüks toplu konut” reklamları ile başlıyor fark ettiniz mi?
- Şaşırılacak şey değil ki! Boğaz’a asfalt döşe, köprü sorununu çöz, Boğaz otobanı yap! Demokrasiyi hiç bilmediği ve anlamadığı halde demokrasiden bahsediyor Başbakan. 15. kata saksı ekince oraya toprak koyup üstüne saksıyı, hazır çiçeği dayayınca doğaya saygılı ve çevreci olunmuyor.

Taksim iki haftadır devrimcilerin elinde
- Nasıl sonlanacak, daha neler göreceğiz Gezi Parkı direnişinde?
- Kim bilir? Bu işin çözümü seçim değil. Erdoğan ve ekibi çıkıp “alın Gezi Parkı size helal olsun” diyecek! “Suçlular cezasını çekecek” diyecek, orantısız şiddet gösteren polislerin soruşturmaları takip edilecek ve sonuçlarını bize gösterecek. İki ay sonra bugünlere baktığımızda çok şeyin değişmiş olacağını umuyorum. Elbette Türkiye’de gündem çok hızlı değişiyor. Ama biz haklarımızı kazanırsak geriye dönüşü olmayacak. Buna tarih de müsaade etmez. Önemli olan bu mücadelede hakkımızı alabilmemiz. Baksanıza İstanbul’un merkezi iki haftadır devrimcilerin elinde. “Sen Taksim’i 1 Mayıs’ta iki saat vermiyordun değil mi?” Olayların en şiddetli olduğu zamanlarda evimde 15 genç kaldı. Sabah erkenden kalktılar ve Gezi Parkı’nı temizlemek için gittiklerini söylediler. “Ulan” dedim “evin haline bak önce evi süpürün!” Tabii onlar parkı süpürdü ben evi!
- Çarşı’yla birlikte Gezi Parkı çatışmaları sırasında revire çevrilen Dolmabahçe’de bulunan Bezmi Alem Valide Sultan Camisi’ne gidip kandil simidi de dağıttınız.
- Tüm bunlar birbirimizi tanımamız, anlamamız açısından güzel şeyler. Caminin imamı ve müezzini çok doğru ve ferahlatıcı konuştular. “Allah mücadele eden herkese zihin açıklığı ve güç versin” minvalinde bir konuşma yaptılar. Tabii “amin” denilmesi gereken her yerde bizimkiler alkışlamaya ve “bravo hocam, helal hocam” diye bağırmaya başladılar. Çok komik ve sahici bir ortamdı oradaki. Herkes mutlu ve huzurluydu.
Direnişin mizahı gözyaşı ile beslendi

- Gezi Parkı kendi mizahını da yarattı. İnanılmaz yaratıcı çalışmalar gördük.
- İnsanlar ilk günlerde çok gözyaşı döktüler, hatta Fethullah Gülen’in ömrü boyunca döktüğünde fazla gözyaşı döktü herkes. Bu gözyaşı mizahı besledi, sahici yaptı. Akaretler’deyiz polis gaz bombasını barikata nişanladı ama denize gitti. Bir anda biri dedi ki “sanırım gaz bombalarını Sabri atıyor!” Sonra da hep bir ağızdan; “gaz bombalarını Sabri atsın!” diye bağırmaya başladık. Çarşı’dan bir çocuk geldi “Abi, Holosko artı bir miktar para verelim Başbakan’ın çalışma ofisi buradan gitsin” dedi, ben de “Holosko’nun suçu ne? On gol attı böyle bir sezonda” dedim. İşte Tayyip Erdoğan sinirlendikçe biz gülüyoruz.
- Üslup sorunu da var gibi. Mesela Bülent Arınç da aynı zihniyette ama daha ılımlı konuşuyor, aslında farklı bir şey de söylemiyor.
- Arınç’ın iyi bir üslubu var, ortamı dengede tutuyor. Hatta sakinleştiriyor genelde. Zaten bir başbakan 3500 korumayla geziyorsa yazıktır, ülkenin başbakanı olamamıştır. Halkı kendine düşman etmiş olduğunun kanıtı bu. Tayyip Erdoğan geldiği yeri unuttu, o mazlum olduğu için sevildi, güvenildi. Kendisine “çapulcu” diyenlere direndiği için bugünlere geldi. Şiir okudu, hapis yattı. “Öteki” diye horlandı. Ama o günler geride kaldı ve yaşadıklarını unuttu. Başbakan artık çapulcu değil, şimdi çapulculuk bir onur madalyası çünkü!
16 Haziran 2013