Wednesday, May 1, 2013

Anita Sezgener’le Hafif Zehirler üstüne


 
Söyleşi: Elif  Sofya

Elif Sofya: Pusu Bilici ve Taşlık’tan sonra şimdi de Hafif Zehirler… Üç kitabın da öz anlamında birbirine sıkı sıkıya bağlı, fakat üçünün de dili, söyleyişi, biçimi belirgin farklılıklara sahip. Bu ifade ediş zenginliği aynı zamanda bir risk almayı da içinde barındırıyor. Bu konuda neler söylemek istersin?
Anita Sezgener: Zor bir şey değil mi insanın kendini demesi? Paramparça bir dünyada benliğin yok oluşuyla karşı karşıya kalındığında benliğin yine belli bir parçalı yapıyla kendini kurtarma teşebbüsü diyebilmenin bir ısısı olsun.
Dediğin doğru,  üç kitap öz olarak birbirine sıkı sıkıya bağlı. Bu, şeyleri bilinçaltının korkutuculuğundan bilince çıkartmanın rahatlatıcı akışkanlığından kaynaklanıyor sanırım. Bununla beraber de bir form ihtiyacı beliriyor. Bir meseleyi kuşatıp ifade edecek dilin formunu bulma arayışı.
Bu farklı söyleyişlerin riskleri olması konusunda da haklısın ama insan yazarken bir ihtiyaç içinde olduğundan girdiği riskin de tam farkına varamıyor. Sanki gelip o ihtiyaç o belirli dili dayatıyor gibi. Ve Todorov’un bahsettiği ipleri havaya atıp yakalamaya çalışmak da var.
Deleuze ve Guattari’nin soruları hep zihnimde bir yerlerde:
“Benlik birden fazla oluşu barındırıyor olabilir mi?”, “Bir ve aynı yazarın yazı makinesinde pek çok bileşen bulmak olanaklı mıdır?”
Yine onlara uğrayarak devam edeyim. ‘Yazan bir çoğulluk’ ise dilin kendisi, bir duygular ve duyarlılıklar zemininde problematikleşmeye ve buradan bir söyleyiş kurmaya çalıştığında benlik başka başka oluşlara uğramak zorunda kalabiliyor, kaldı da. Birbirinden farklı duyguların, duygulanışların ve düşüncelerin dili ve formu nasıl aynı olsun?
“Yazar olsa olsa anlam varsayımları, başka bir deyişle biçimler üretir ve bunların içini dünya doldurur.” diyen Barthes’dı, değil mi?
E.S: Hafif Zehirler’de, tek tek şiirlerin ötesinde, kitabın bütününe ait güçlü ve sarsıcı bir atmosfer var. Kitap nasıl bir süreçte oluştu?
A.S: Bu da Taşlık gibi ortasından açıp okunamıyor, bütünlüklü bir kurgusu var. 6-7 sene evvel kitabı bir kendiyle barışma ritüeliymişçesine yazdım. İlk taslak bittiğinde büyük bir rahatlama yaşamıştım, uzun zaman birkaç kişiye okutmak dışında durdu odalarda. Yıllar içinde ara ara çağırdı beni Hafif Zehirler, çalıştım üzerine. Sonra bir gün bünyemden çıkartmam gerektiğine ikna oldum. Bir bütünlenme çabası olarak. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş ritüeli gibiydi de aynı zamanda. Lacan’ın bilinçaltının bir dil gibi kurulduğu söylemini de anımsayarak. Çocukluğumun gözünü, duyuşunu bulmak ve bireysel tarihime sahip çıkmak olarak da okunabilir.
Yetişkinliğe ancak yazının yol verdiği bir yeniden kurguyla ulaşılabileceği duygusu vardı bende. Ama bir yandan da yetişkin olma ve olgunlaşma hep süreceğinden açık uçlu bıraktım sonunu. Çünkü sanırım ölene kadar didik-kuşları olacağız, oluş’un suyunda, Kafka yazı için bir “çıkış sorunu”dur diyor ya, işte hep çıkma halinde olan bir çıkışla.
E.S: Pek çok mitolojik gönderme, dini hikâyeler ve Kabala Hafif Zehirler’in iskeletindeki önemli ögeler. Bu unsurların seni nasıl etkilediğini merak ediyorum.
A.S: İnsanın taşıyıp durduğu ve artık tökezletecek denli ağırlaşan unsurlar acaba yazı yoluyla katlanılır olabilir mi diyordum içimden? Mitoloji, dini hikâyeler, masallar böyle girdi devreye. Bu hikâyeler arasında zikzak dokumak bir çoğulluğun örüntüsünü de getirdi kendiliğinden sanki. Dinlerin, mitolojilerin, masalların yanı sıra öğretiler de kendilerine alan açtı, böylece tek bir kimliğe bağlı kalmaktan kurtulmuş oldum.
Kabala’ya gelince, o zor bir konu, bir gün teyzem İbranice bilmeyen anlayamaz dediydi de rahatlamıştım.
Aslında bütün bu öyküler anlaşılmaz olanın bir parçası, bir yandan da onlar hayatın rengi ve yaşamı çekilir kılıyorlar. Kısa bir süre Kudüs’te kalmıştım, ağlama duvarında hep sallanarak dua ediliyor, bense hep bir mesafede durup izliyordum. Oradaki dünya yabancıydı ve bilinmezdi benim için, ürkü yeriydi.
Bu göndermeler ve öyküler, dış ve iç ürkülerden çıkabilme, dünyayı olduğu gibi kabul edebilme, ona değebilme ve mesafeyi aşabilme arzusuyla da ilişkilendirilebilir.
E.S: Hafif Zehirler’de hastalıklar da geniş yer tutuyor. Hastalıklar, semptomları, sağaltımları bir sembolleştirmeden ibaret değil sanırım.
A.S: Hastalıklar bir çeşit sözlükçe fikriyle ortaya çıktı aslında, onları ben uydurdum.
Klinik hastalıklar ve teşhislerinin o kaskatı dünyasından çıkmak, renklerini bozmak ve zehrini almak istedim.
Sürekli bize cennetsi bir dönemmiş gibi empoze edilen çocukluğun atlatılması gereken zor evrelerle dolu olduğuna bir im koymak da var. Çocuksu bir hayal gücüyle kurulan hastalıklar bunlar.
Yazının ilaç yutmaktan çok daha işlevsel olduğunu düşünüyorum. Kimyayı kesinlikle düzenleyebilir. Herkese tavsiye ederim. ‘Hafif’ zehirlenerek kurtulunabilir yani.
E.S: Aile eleştirisi, birey olma tutkusu ile iç içe yürüyor şiirlerde. Politik bir alt metin olarak “kültür” eleştirisi de belirgin. Zerzan’ın söylediği gibi; “yabancılaşmadan bağımsız ele alınamayan kültür, bir tür teselli olarak şeyleştirdiği gerçeklik için ödenen bir bedel.” Buradan bakınca, kültürel ögelerin hastalıklarla birlikte kullanımını da Anita’nın muzip bir göz kırpması olarak değerlendirebilir miyiz?
A.S: Ya harikasın Elif bu soruyu bu şekilde ancak sen sorabilirsin. Saptamaların müthiş. Cevaplaması da oldukça zor. Ailenin yüreklendirici, yapıcı ve onarıcı bir yer olmasını dilerdim. Son zamanlarda ‘normalia’ ya çalışıyorum, orada tek cümlelik bir bölüm var: “AİLE TEHLİKELİDİR.”
Sanırım bu kültür denen ‘bedel’in içinde hastalanmadan, kendine dona kalmadan, dışarıya zorlanmayarak ve baskılanmadan yaşamak çok zor. O yüzden yazı nefes borumuz. Ama burada yine de büyük bir paradoks var, yazı kültürün en leziz ve  kritik parçası çünkü.
E.S: Taşlık’ta ses kullanımı daha tekil, tek başına ve ağırlıklıydı. Hafif Zehirler’de ise kitabın bütününe iyice yedirilmiş çok sesli bir yapı var. Yavaşlayan, hızlanan, birbirini kesen, birbirinin içinde eriyen pek çok metinsel ritimle örülmüş bir kitap bu. Şiirlerindeki ses dokusunu açar mısın?
A.S: Aslında ses dokusunu nasıl anlatmak gerekir tam bilemiyorum. Alirik olana  düşkünlüğüm var. Kırılmalar, kırmalar, ses düşürmeler... Pusu Bilici’deki “tonal ile atonal arasındaki salınım” ve taşlık’taki atonal requiemsi hal, hafif zehirler’de yerini
balada bırakıyor mu desek acaba?
Şiirlerde ritmin yanı sıra, onunla beraber işleyen “ritmik form”dan da bahsedebiliriz. Taşlık’ta çizikler, bloklar ve bölgeler halinde, Hafif Zehirler’de yataylık getiren düzyazı şiir şeklinde.
Sesleri yapılarla anlatmaya çalışırsam, taşlık’taki sert yapı burada yok, Pusu Bilici’deki çiçek toplayıcılığı da; onun yerine gündüz uzunluğunun belirli bir sınırın altına düşmesi halinde çiçek açmayan uzun gündüz bitkileri var ya onları şiirle kandırıp açtırmak var.
E.S: Şiirlerindeki dil, söyleyişi yeniden üreten, yeniden yıkan, çoğu zaman dağıtıp bırakan pek çok farklılık taşıyor. Taşlık’ta bu çok daha belirgin bir bütünlükte ortaya çıktı. Bunu çok önemsediğimi, hayranlıkla takip ettiğimi söylemek isterim. Dil ile ilişkine ilişkin söyleyeceklerin neler?
A.S: Taşlık’ın dilini oluştururken Kristeva’dan çok beslendim. Dilin babayla hayatımıza girdiğini söyleyen Lacan’a Kristeva’nın itirazı var. Babanın gelmesinden ve sembolik’in babayla düzenlenmesinden çok önce anneyle çocuk arasında kurulan semiyotik ilişkiden bahseden Kristeva şiirsel dilin de o alanın ürünü olduğunu söylüyor. O dili kurucu dil yapmaktan: kesintili, şiirsel ve bedenin ritmiyle örülü bir dil.
Buradan bakarsak; bir taş düşürme jestinin dildeki karşılığı denebilir belki Taşlık için. Hatta kaygan taşta kayıp düşme riski de vardı, sancılıydı. Bedeni ihmal etmeyen bir jest gibi. Dizin kıkırdaması gibi. Dilin ayaklanabilmesi ve dizin acı çekmemesi için de tutturulan bir ‘ritmik form’a duyulan ihtiyaç...
Dilin kritik saflığı şiir bence ve şiirin anlatma zorunluluğu var mıdır sorusunu Northrop Frye’a soracak olsak, “edebiyat yapıtı, gündelik konuşmalarımızda sık sık yaptığımız gibi,  “dünya”yla bir gönderge ilişkisi kurmaz, kendinden başka hiçbir şeyi ‘temsil etmek’ işlevi yoktur”, diyecek.
Dili konuşurken zamansallık da önemli, şimdiye çağrılmış geçmemiş bir geçmiş söz konusudur ya çoğu zaman, dil ve rüyalar onu çağırmanın en temel araçları bence.
Ve bizler dilin sahibi filan değiliz, onu sadece niyetlerimiz için eğip bükebiliriz.
Son olarak, “şiir, dilin hafızasıdır, şiir kaybolursa dil de yok olur.” diyen Jacques Robaud’yu selamlıyorum. “Şiir, dediği şeyi diyerek demektedir”, diyen de oydu.
E.S: Yıllardır feminist çizgide yer alan kültür sanat edebiyat fanzini “Cin Ayşe”yi çıkarıyorsun. Kadınlarla ilgili pek çok çalışmanın içinde yer aldın. Şiirlerinde kadın dili belirgin olsa da propagandist bir ifadeye yer vermedin. Bu ayırımı yapmanın nedenleri var mı?
A.S: Kadınlara pozitif ayrımcılık uygulayan bir görünürlük projesi Cin Ayşe. Ve hayatımdaki yeri çok büyük ve varoluşsal. Hiçbir zaman şiirin propaganda malzemesi olarak kullanılmasından yana olmadım ve iyi ki de sen bu güzel soruyu sordun. Şöyle bir ayrımı gözetiyorum gerçekten: Şiirin slogana malzeme olması değil de bir kadın dilinin kurulup kurulamayacağının araştırılması.
Harika soruların için çok teşekkürler. Şairlerin birbirlerinden pek hoşlanmadığı bu şiir aleminde bizim yürüdüğümüz bu patika pek bi çiçeklidir, ne çok sevinirim anlatamam.
E.S: Ben de çok teşekkür ederim Anita, varlığın için.

bu söyleşi, ilk olarak kitap-lık dergisinin 166. sayısında (mart-nisan 2013) yer almıştır.