Tuesday, June 7, 2016

Ömrünü hak ihlallerine adamış ‘Tesadüfen ayakta kalmış’ bir kadın

05 Haziran 2016 00:35

Faili meçhullerin, işkencelerin, tacizlerin, tecavüzlerin coğrafyasında adli tıp uzmanı olarak insan hakları için ömrünü mücadele etmeye adamış bir kadın Şebnem Korur Fincancı. ‘İdamlardan işkencelere, infazlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim’ diyor birçok şeyi göze alıp, devletlerin sakladıkları cinayetleri belgelerken korkusuzca
Faili meçhullerin, işkencelerin, ölümlerin eksik olmadığı bir coğrafyada insan hakları savuncusu olmak ve buna ömrünü adamak kolay olmasa gerek. “Bana uygun bir meslekti doktorluk, iyi ki doktor olmuşum, iyi ki insan haklarında görev alamışım” diyor insan hakları savuncusu Şebnem Korur Fincancı. Üniversite yıllarından beri ilgilendiği hak ihlalleri meselesi, sonrasında yaşamında mücadele alanı olmuş onun için ve yıllardır yılmadan, korkmadan tanıklıklarını dile getiriyor. Tehliklerle dolu bir coğrafyada kötülüklerin kendini teğet geçtiğini, doğru söyleme şansının da hep kendini bulduğunu dile getiriyor gülümseyen yüzü ve gözleriyle Şebnem Hoca. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ile insan hakları mücadelesini ve tarihe tanıklığını konuştuk.

* Sizi ve mücadelenizi tanımak istiyoruz hocam. Sadece mesleğinizi yapabilecekken neden insan hakları mücadelesi ve nasıl başladınız?
70’lerde, öğrenciliğimde, hak ihlallerinin çok yoğun olduğu dönemlerdi. İdamlardan işkencelere, infazlara bütün bunlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim. Çok yakın arkadaşlarımı kaybettim. Dolayısıyla tüm bunların karşısında durmamak, muhalif olmamak mümkün değildi. Bir olayın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyma yollarından biri adli tıp, yani durumu belgeleme. Adli tıpı düşünerek başlamadım tabi tıp fakültesine. Akademisyen olma hayalim vardı ama yavaş yavaş klinikteki sınırlılıklar beni rahatsız etmeye başladı. Çünkü mekanizma iyi işlemediğinde akademisyen olarak yapacağınız daha sınırlı. Ama belgeleme sürecinde yani adli tıpta öyle değil. Ne olursa olsun mekanizma iyi işlemese de siz eğer iyi bir gözlemciyseniz, delilleri toplama beceriniz iyi gelişmişse bu meknizmanın dışında gerçekleri ortaya koyabiliyorsunuz. O anlamda yapmak istediklerime çok uydu. Asistanlık döneminde bir işkence olgusunun nasıl örtbas edilebildiğine tanıklık ettim. O zaman kendime bir söz verdim, “Bu böyle örtbas edilebiliyorsa, ortaya da konulabilir. Onun için uğraşmak gerekir” diye.
İyi ki adli tıp!
80 sonrası ortaya çıkanlar, yaşananlar hepsi etkendi aslında. Cezaevlerinde çok ağır baskılar vardı. O ihlallerle ilgli ne yapılabillir diye çok sevdiğim ve bu konuda kafa yoran, abilerimiz ablalarımız vardı. Mesela Ata Soyer bunlardan birisi. Onunla başlayan bir süreç, sonrasında adli tıpta doğrudan bu alanı nasıl kullanabileceğimizi derinleştirdik. Üzerine çalıştık. Bu alanda çalışınca dünyanın değişik yerlerinden insanlarla bir araya geliyorsunuz. Bu anlamda bir ekip çalışmasıyla İstanbul Protokolü çıktı ortaya. Mesela şimdi mültecilerle başlayan yeni sorunlar var. Dünyada hak ihlalleri çok fazla var ve bu anlamda insan hakları savuncusu olmak, adli tıpta çalışıyor olmak bana göre bir işmiş diyorum. Birebir bir hastayla ilgilenmek yetmeyecekmiş bana, adli tıp çok daha fazla olanak sağlıyor. Bir kere siyaseten mücadele edebilme olanağı sağlıyor. Çünkü bu hak ihallerini gördüğünüzde aslında devletlerin gerçek yüzünü de ortaya koymuş oluyorsunuz. İkicisi, hekim kimliğimle hastalarıma ulaşabilme olanağı sağlıyor ve böylece hekim kimliğimi, araştırmacı kimliğimi doyuruyor. Bir hocam önermişti adli tıp yapmamı. Beni iyi tanıyormuş diye düşünüyorum. İyi ki yapmışım, başka da yapamazdım her halde...

* Tehlikeli değil mi? İnsanlar sokak ortasında alınıp kaybediliyor, öldürülebiliyor, bunu ortaya çıkarmak bu anlamda tehlikeli bir iş. Karşılaştığınız tehlikeler oldu mu?
Tehlike algımla ilgili problem var sanırım. Hakikaten böyle garip bir cesaretim var. 70’li yıllarda çok büyük rastlantılarla yaşadık aslında biz. Yani 1 saat önce ayrıldığımız arkadaşımız kaçırılmış Belgrat Ormanı’nda işkence edilmiş, cesedi bulundu. Evden çıkıyorsunuz, arkadaşınızla çay içmişsiniz, ev basılıyor, evi tarıyorlar. 16 Mart olduğunda İstanbul Üniversitesi kapısında, buluşmak için sözleşmişsiniz, otobüs gecikmiş, ders uzamış yetişilememiş. Belki bunun getirdiği bir duygudur, bir sürü şey teğet geçmiş diye düşünüyorum. Dolayısıyla şansılıyım ben. Tabi çok dolaylı bir takım şeyler yaşamadım değil. Ortaya çıkacak suçun delillerini aramaya Şebnem Korur Fincancı gider. Yani tesadüftür. Mesela Bosna’da toplu mezarlar için gittik. Benim çalışacağım mezarın doğal özellikleri sebebiyle cesetler sabunlaşmıştı. Bu şöyle bir anlam ifade ediyor: Çıkardığınızda bütün haldeler, üzerinden 4 yıl geçmiş. Normalde kemik çıkar ve dağılır dolayısıyla. Hangi eşya, hangi pozisyonda bilme şansınız yoktur. Bizimkiler elleri bağlı, gözleri bağlıydı. Bu şu anlama geliyor: Bu insanlar doğal nedenlerle ölmediler, yani savaşta salgın hastalık olabilir, başka doğal yollarla ölmüş olabilirler. Ve halk sağlığı için orada gömersiniz başka bir şansınız yoktur. Bizde ise tam tersine biz olayın bir katliam olduğunu söyleme olanağına sahip olduk.

Bizi tehdit etmek için geldi
Yani bu bir tesadüf ama, mesela Cizre’de de bodruma girdiğimde bir çene buldum ve bir çocuğun da orada olduğunu söyleme olanağım oldu. Mesela Bahreny’de de elektrik izine ulaşacağımı hiç bilmiyordum, hiç beklemiyordum.
‘Birgün halklar bu sistemin nasıl bizi tükettiğini görecek, biz hak ihlallerini görünür kıldıkça. Çünkü bu sistem krize girdikçe savaş çıkarıyor. Hak ihlalleri de sürüyor bu yüzden, biz de mücadele ediyoruz’ diyor Şebnem Hoca geleceğe dair umutlarını koruyarak...
Adli tıpta çalışırken ‘İstifa et’ dediler, aslında çok saçmaydı, çünkü benim istifa etmeme gerek yoktu görevden alırlardı ki aldılar sonrasında. O anlamda çok şey yaşamadım. Bahreyn’de yeşil pasaportum falan vardı, izliyorlarmış tabi ama temel güvenlik önlemlerini almıştık zaten. Otelde kalmadım çünkü adli tıp uzmanı bekliyorlardı. Orada şanslıydım kadın beklemiyorlardı ve Avrupa’dan beklemiyorlardı. Filipinler’de peşimizden ordu kuvvetleri geldi. Oradaki yaygın öldürme biçimlerinden biri motorsikletli birileri geliyor, kaskı karanlık, vuruyor gidiyor. Bizimle toplantı yaptı bir birlik, “Biz hak ihlali yapmıyoruz” diye. Bahçede sigara içiyorum herkes girdi içeri, ben bahçedeyim. Bir cip geldi, cipten bir kadın indi ama kadın motorsiklet kıyafetiyle indi ve elinde de kaskı var. Gelip bize biz hak ihlali yapmıyoruz diyen de bu kadın. Dediler ki bu kadın motorsikletle geldi, yok dedim ciple geldi ve bizi tehdit etmek için böyle giyinip geldi. Sonrasında bunu raporumuza yazdık özellikle. Ya da cezaevi raporu yazıyoruz askerler geldi uzun namulu silahlarıyla. “Niye geldiniz” diyorum, sizi korumuk için geldim diyor. Belli ki bizi korkutmak için gelmişler. Öyle şeyler yaşadım, yaşadık yani.

*Sizi en çok etkileyen dosya hangisi oldu?
Diyarbakır Cezaevi... 80’lerde orada işkence görenler ayrı bir yaradır. Ve hala bunun sıkıntısını, sağlık sorunlarını yaşıyor bu insanlar. Hrant Dink ve en son Tahir Elçi’nin öldürülmesi çok ağır geldi bana. Bu kadar pervasız, bu kadar insan yaşamının hiçe sayılması. Ve Hacı Lokman Birlik’in dosyası, fotoğrafları ağırdı... Aslında hepsi ağır, binlerle. Mesela Bahreyn’deki çocuğa çok üzüldüm. Çocuk şizofren. Aile bir şekilde siyasetle ilgileniyor, parlementoda milletvekilleri var ama çocuğun öyle bir kimliği yok. Şizofrenlerin öyle bir durumu var, kapatıyorlar kendilerini ve konuşmuyorlar, iletişim kuramazsınız. Muhtemelen iletişim kuramadılar ve bir şey saklıyor sandılar. Bu kadar mı pisi pisine olur. Çocuğa elektrik verince kendinden geçti onlar da öldü sandılar muhtemelen. Elektrik verdiklerinde kendinden geçince kurtulmak için denize attılar diye düşünüyorum. Çünkü canlıyken atmışlar denize, suda boğulma bulguları da var. Ona çok üzülmüştüm. Ve tabii çocuklar... Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol o kadar çok acı tarih ki insan hakları tarihi... Görünür olmalı bugün değilse de yarın. Ben Erdoğan ya da JÖH-PÖH değil, sistemin peşindeyim. Birgün halklar bu sistemin nasıl bizi tükettiğini görecek, biz bunları görünür kıldıkça. Çünkü kaptalizm krize girdikçe savaş çıkarıyor. Yani bunlar sürüyor, o yüzden biz de mücadele ediyoruz işte.

* Peki bu krizden çıkışın yolu nedir?
Hakikati kabul etmek, bu hakikatin üzerinden yürümek önemli. Halklar için merak etmek, soru sormak önemli. Özyönetim iradesini önemsiyorum. Gezi’de de aslında bir biçimde bunu denediler, çok farkında olmadan. Sorunlara ortak karar alma mekanizmlarıyla, paylaşımlarıyla denediler. Örtüştürebilseydik Kürtlerin mücadelesiyle, çünkü onlar çok şey öğrendiler. Ve bizi bir yere taşıdı. Gezi de öyleydi. Bunları birleştirerek bir şeyler yapmalıyız. Özyönetim devletin benim için ortadan kalkmasının vücut bulmuş halidir. İnsanlar paylaşarak sistemlerini kurabilirler diye düşünüyorum. Ne kadar sürer bilmiyorum ama dayanışmayı öğrenmek lazım, paylaşmayı bilmek lazım. Türkiye’de bu deneyimlerden yola çıkarak baktığımızda bütün siyasetlerde iktidar davranışı çok yaygın. İktidardan nasıl uzak duracağımızı bulmalıyız. Sistem kirletiyor bizi. Çok kolay değil ama başarabiliriz. Ben hocayım, bir seçenek olarak bırakıp gitmeli miyim ama böyle mi daha etkili olur, kalıp mücadele ederek mi? Sistemde kalıp, sisteme kapılmadan bunu yapmaya çalışıyorum. Her sene 500 öğrencime Kürdistan’da ne oluyor, Ermeni Soykırımı nasıl oldu. Paylaşmak çok önemli. 22 yıldır bunu yapıyorum. 94’te ders anlatırken “Kim asıl bebek katili” diye anlattığımı biliyorum.

* Karşılığı ne oldu hocam?
Çok örgüt yaşlanır ama Tabip Odası yaşlanmadı, çoğu benim öğrencim mesela. Adli tıp kolay değil ama bu anlamda çalışmak isteyen öğrencilerimiz oluyor ve çok güzel. Mülksüzüm bir arabam var, onu da herkes kullanabiliyor. Kirada oturuyorum. Benim seçimim bunlar ve bu anlamda insan hakları alanında olmaktan mutluyum... Herkesin yapabileceği bir şey vardır, benim de budur diye düşünüyorum.

* İlk tanıkılığınızla şimdiki tanıklığınız nasıl?
Gerilla ve asker ölümlerinde çok bir değişiklik olmamış. Çatışmalı dönemle aynı aşağı yukarı. Ama 2000’lerin başlarından 2015’e kadar 3-5 kişi öldü ama 2015’te birden yükseldi. Geçen sene İç Güvenlik Yasası çıktı. Onunla birlikte 2015’in ilk 3 ayında 5 sivil ölümü var. Ağostos’ta sokağa çıkma yasağıyla birlikte 300’ü aştı bu sayı. Bu yılki raporumuzda Nisan 21’de 338 sivil ölüm olduğunu söyledik. 90’lardan farkı bu. Şimdi halka yönelik bir saldırı var. Halk artık doğrudan mücadele ediyor. Eskiden kanaat önderleriyken, şimdi halk. Bu insanlar 90’larda zorla göç ettirilen çocuklar. Yaşadıklarımız Türkiye’nin bir arada yaşama şansını ortadan kaldıran bir durum diye düşünüyorum. Ama umutsuz olmamak lazım.

* Cizre’nin çocukları daha ağır şeyler yaşadı, ne olacak?
Yaraları onarmak kolay değil, bir arada yaşamak için çok çaba sarf etmek lazım. Benim herkesin iradesine saygım var nasıl istiyorsa yaşasın diye. Evinin yıkıldığını gören bir çocuk nasıl kendini güvende hissedecek de benimle oturup çay içecek? JÖH’ü PÖH’ü görüyor, tahtasına yazı yazanı görüyor, ablasını, kardeşini öldüreni görüyor. Oradaki JÖH-PÖH için de öyle, bu kadar şeyi yapmış biri nasıl karışacak topluma. Sokakta hasta tedavi edene kurşun sıkan, cenazeleri soyup teşhir edenlerle, nasıl bir arada yaşayacağız, nasıl sağlıklı olacaklar...
Reyhan Hacıoğlu


Wednesday, June 1, 2016

Rakka’yı kurtarmak Rojava’yı güvenceye almaktır’

RÖPORTAJ
01 Haziran 2016 04:59

Rakka operasyonunun hedeflerini, operasyonun ülkeler ve Kürtler açısından önemini, Suriye’yi yakından takip eden Gazeteci Fehim Taştekin ile konuştuk.

Faruk AYYILDIZ
İstanbul

Demokratik Suriye Güçleri (QSD), öncülüğünde Rakka'nın kuzeyine başlatılan operasyonlar devam ediyor. Koalisyon güçlerinin de hava desteği sunduğu Rakka operasyonunun hedeflerini, operasyonun ülkeler ve Kürtler açısından önemini, Suriye’yi yakından takip eden Gazeteci Fehim Taştekin ile konuştuk.

Rakka operasyonu başladı ve genişleyerek devam ediyor...
Rakka operasyonunun uzun bir geçmişi var. ABD bu işe girdiğinden beri Rakka’yı konuşuyorlar, tartışıyorlar. Bunun için özellikle Kürtlerin liderliğinde Suriye Demokratik Güçleri’ni oluşturdular. Sadece Rakka değil, Arap yoğunluklu bölgelere yönelik operasyonlarda böylesi bir çatı örgütü hem ABD operasyonlarını kolaylaştıracaktı hem de sahada IŞİD ya da başka örgütlerden temizlenen bölgelerin yönetimini üstlenecek bir altyapı oluşturacaktı. Kürtlerin, Kürt nüfusunun olmadığı ya da az olduğu yerlerde düzen kurmaya yardımcı olmaları isteniyordu ancak kalıcı olarak bu bölgeleri kontrol etmeleri çok tercih edilen bir şey değil. ABD de, Kürtler de bunu istemiyor. O yüzden daha geniş çerçevede Rakka’yı da kapsayan operasyon için yine Kürtlerin önderliğinde ama Arap ve Türkmen katkısının yüksek olduğu bir formül üzerinde çalıştılar. Rakka’ya yönelik operasyon bu şemsiyeyle yapılıyor ancak direkt Rakka’nın merkezine yönelik bir saldırı söz konusu değil, Ayn İsa’nın güneyinde 10 km’lik şeritte bu operasyonu yapıyorlar. Daha sonra Rakka’ya giden yolu bir şekilde temizleyecekler. Ayrıca Tel Abyad, Haseke ve Kobanê’ye yönelen saldırıların da bir şekilde önünü almış olacaklar. Bundan sonra ise muhtemelen Kürtlerin “Şehba” dedikleri bölgeye yönelik planlamalar yeniden öne alınacak. Daha önceden Kürtler açısından Cerablus, Menbic’i kurtarmak öncelikliydi, hala öyle ama Türkiye’nin itirazları yüzünden o plan ertelendi ve ABD yeniden Rakka’ya ağırlık verdi. Ama Rakka’yı almak o kadar kolay değil, olmayacak. Belki bunun için Ruslarla ve Suriye ordusuyla işbirliği gerekebilir, ve Rakka’yı aldıktan sonra da Rakka’yı yönetmek, düzen kurmak kolay olmayacak çünkü orası çok fazlasıyla karıştı, birçok insan orayı terk etti. Yeniden yapılanma çok uzun sürebilir. O yüzden Rakka zaferi için daha beklemek gerekecek.

Kürtlerin operasyondan beklenti ve hedeflerini biraz daha açar mısınız?
Kürtler, özelikle Efrin’e doğru güvenli geçiş elde etmek istiyorlar. Bunu Türkiye’de “Kürt koridoru” diye lanse ediyorlar ama tarihsel olarak da burası her zaman kopuktu. O yüzden Türkiye’nin korktuğu ya da dillendirdiği gibi bir “Kürt koridoru” oluşması kolay değil. Kürtlerin dillendirdiği ise Efrin’e insani, silah vs. yardımının sağlandığı bir geçiş şeridi oluşturmak. Bunun için Cerablus, Menbic ve el Bab’ın temizlenmesi gerekiyor. Kürtler açısından bu da yeterli değil. Efrin’i çevreleyen kuşak IŞİD’in değil, Türkiye’nin desteklediği grupların elinde. Kürtlerin kafasında daha bütüncül olarak Fırat’ın batısını Efrin’e kadar kurtarmak var. ABD, Türkiye’nin kaygılarını dikkate aldığında buna pek sıcak bakmadı. Hatırlarsın, Menbic operasyonu başlamak üzereydi ve durduruldu. Fırat’ın batısına geçti Kürtler. Menbic’in kırsalında belirli yerleri de ele geçirdiler ama Menbic’e yaklaştıkları zaman ABD durdurdu. Türkiye yüzünden yaptı bunu. Rakka’nın kuzeyindeki operasyon bittiğinde anladığım kadarıyla Menbic’e yönelecekler, belki el Bab’a kadar gelecekler. El Bab’ın içine yönelik bir operasyona şimdilik ABD bir katkı sunmayabilir ve gelişmelere göre ABD, Kürtlere göz de yumabilir. Yani bundan kastım bir izin, talimat ilişkisi değil. ABD, işbirliği yaparken de koordinasyon sağlıyor ve o koordinasyon tarafları bağlıyor bir şekilde. “Birlikte hareket edeceksek, kararları birlikte vereceğiz” gibi bir ilişki var. Ama Türkiye’nin mevcut politikaları değişmezse ABD Kürtlere “Ben havadan katkı sunmam ama kendiniz yapabiliyorsanız yapın” da diyebilir.

‘Kürtlerin Rakka ile ne alakası var. YPG, ABD’nin piyonluğunu yapıyor’ şeklinde de bir tartışma var... Siz bu yorumlar için ne söylersiniz?
Böyle bir ilişki yok şu anda. “Kürtler, ABD’nin piyonu” denilemez. Kürtler sahanın aktörü ve kendilerini dayatıyorlar. Eğer Kürtlerin eli bu kadar sağlam olmasaydı ABD’nin başka taleplerini hemen kabul etmeleri gerekirdi. ABD yönetimi, “Ben yardım ediyorsam sen de şunlara dikkat et” diyor ve Kürtler bunu şimdilik dikkate alıyorlar ancak Kürtler kendi planlarını da yürütüyor. Bu da Kürtleri piyon olmaktan çıkarır. Rakka ve çevresini IŞİD’den kurtarmak Rojava’yı güvence altına almak demektir. Çünkü Fırat hattında IŞİD olduğu sürece Rojava’ya saldırılar devam edecektir. O yüzden Kürtler, Rojava’yı tehlikeye atmadan IŞİD’i olabildiğince uzak yerlerde de yenilgiye uğratmak istiyor. ABD de şu an Kürtlerden bunu talep ediyor ama Kürtler, ABD istediği için değil kendi çıkarları için yapıyorlar ve yapacaklar. Ayrıca düne kadar “Kürtler, rejimin piyonu” deniliyordu. Şimdi de birdenbire ABD’nin piyonu oluverdiler. Rusya ile görüşüyor Rusya’nın piyonu deniyor. Her ülke nasıl başka ülkelerle ilişki geliştiriyorsa, saha hakimiyeti olan, kurumsal yapılar inşa etmiş bu örgütler de elbette çelişkili, çok boyutlu ilişkiler geliştirebilir, geliştiriyorlar da. Ortadoğu’da ilişkiler o kadar çelişkili ki düz mantıkla bunları anlamak mümkün değil. Çelişkili ilişkiler savaşların doğasında vardır, o yüzden de “İşbirliği yaptılar o zaman Kürtler piyon” diyemeyiz. Böyle bir ilişkiye evrilir mi, risk var mı? Elbette var. Kürtlerin kendilerinin tayin ettikleri bir stratejileri var, “kendi bölgemizi koruyacağız” diyorlar. Yarın bu konsepti değiştirirler de “Şam’da iktidarı devirmek için yürümeliyiz” yoluna girerlerse “Kürtler, ABD tarafından kullanılıyor mu?” sorusu meşru hale gelir, ama şu an yaptıkları iş doğrudan kendi kentlerini korumaya yönelik hamleler. ABD de, Ruslar da yardım ediyor. Fransa da, Türkiye de yardım ederse kabul ederiz diyorlar, ki Türkiye’den yardım istediler zaten. Şimdi Türkiye, PYD’nin çağrısına uyup YPG’ye silah verseydi Kürtler, Türkiye’nin mi piyonu olacaktı?

‘TÜRKİYE FARKLI DAVRANSAYDI, IŞİD BUGÜN SINIRIMIZDA OLMAYACAKTI’
Türkiye, Rakka operasyonunun neresinde?
Türkiye, Suriye sahnesinde, ancak obüs toplarının erişebildiği yere kadar “ben bu alana karışırım” diyebiliyor. Onun ötesine geçen operasyonlara zaten karışamıyor. Haliyle Rakka operasyonuna karışamaz. ABD’nin istediği desteği vermeyecek, onu biliyoruz. ABD daha fazla katkı istiyor ancak Türkiye katkısını sınırlamış durumda. Katkısını “İncirlik üssünü açtık, operasyonlarda kullanılıyor” ile sınırladı. Türkiye’nin iki derdi var: birincisi, Suriye ordusu, Türkiye sınırlarına bir daha yaklaşmasın ve bu bölgede hakimiyet kurmasın. Rejimi devirme hikayesi bitti artık, ona kendileri de inanmıyor, söylemiyorlar da. Ama oyunu uzatma derdindeler, barış-ateşkes olsun, istikrar gelsin gibi bir dertleri yok. Mültecileri kart olarak kullanıyorlar, o bölgenin de ikinci bir “Talibanistana” dönmesine hizmet edecek seçenekleri ısrarla sürdürüyorlar. İkincisi, “Aman Kürtler kesinlikle Cerablus bölgesine gelmesin, yaklaşmasın.” PYD liderliğindeki Kürtlerin kontrol ettikleri alanı genişletmesini, bu alanlarda oyun kurucu olmasını istemiyorlar, bütün dertleri bu. Bunun neticesinde de “Kürtler, Fırat’ın batısına geçemezler” şeklinde bir kırmızı çizgi deklare edildi. Hiçbir hukuki değeri ve geçerliliği olmayan bir deklarasyon. Uluslararası alanda karşılığı olan bir şey değil ancak bu politika IŞİD ile mücadeleyi yavaşlatan, gerileten bir sonuç doğurdu. Türkiye, Kürtlerle ilgili saçma sapan hassasiyetler geliştirmeseydi IŞİD bugün sınır hatlarımızda olmayacaktı. Türkiye kendisini bir şekilde IŞİD’e dolaylı olarak koruyuculuk sunan bir pozisyona sokmuş oldu. Rakka’ya dönecek olursak Türkiye herhangi bir askeri katkı sunmayacak. Türkiye, “Suriye Demokratik Güçleri, Kürtlerden ayrı organizasyon haline gelsin, Kürtler burada olmasın” diyor ama Kürtlersiz Suriye Demokratik Güçleri olabilir mi? İşin omurgası, organizatör gücü, cephe hattında asıl işi çeviren Kürtler. Türkiye yine olmayacak bir şeyi dayatıyor ve ABD de bunu görüyor. Kürtler çekilirse o yapı içerisinden ABD’nin daha önce deneyip, başarı elde edemediği “eğit-donat” çalışmasının bir benzeriyle karşı karşıya kalınacak. Bunlar daha seküler, cihatçılık boyutları olan gruplar değil fakat saha güçleri, deneyimleri yok. Kürtler ise savaşıyorlar ve deneyimleri var. Bu tecrübe Kürtlere büyük bir üstünlük sağladı. ABD’nin şu an gündeminde IŞİD’i temizleyerek uluslararası alanda kendi kredisini kurtarmak var. Elindeki malzemeyle bunu yapamayacağını biliyoruz, o yüzden Kürtlere fazlasıyla kredi açma gereği duyuyor.

Suriye rejiminin de Rakka’yı IŞİD’den kurtarmak istediğini biliyoruz. QSD’nin Rakka operasyonu Kürtler ile rejim arasındaki ilişkiyi nasıl etkileyecek?
Rakka’yı almak herkesin hedefi. Rejim de bir an önce Rakka’yı almak istiyor. Çünkü Rakka’yı Kürtler aldığı zaman Kürtlerin hakimiyet alanı Araplarla birlikte genişlemiş olacak ve bu rejim açısından da bir sorun. Bu, pazarlık konusuna dönüşecek, o yüzden Suriye ordusu Rusya’nın desteğiyle el Bab’ı, Rakka’yı almak istiyor ama Halep civarında çok büyük bir dirençle karşılaştılar ve bu direnci kıramadılar. Zaten o direnç kırılırsa hikaye çok hızlı şekilde değişecektir. O bölgede Suriye ordusunun ilerlemesini engelleyebilmek için Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan çok güçlü seferberlik içerisine girdi, geçtiğimiz aylarda cihatçı gruplar büyük saldırılar gerçekleştirdiler. Rusya’nın da çağrısı var “Rakka operasyonunu birlikte koordine edelim” şeklinde. Henüz Rakka’nın kuzeyinde bir alanda oluyor operasyonlar, şehir merkezine yönelik operasyonda Rusya’nın istediği şekilde bir işbirliği gelişirse durum değişir o zaman. Suriye ordusunun da kontrolü söz konusu olacaktır.

ABD bu duruma yanaşır mı?
ABD şu an istemiyor. ABD bir an önce Kürtlerle birlikte Rakka’yı düşürmek istiyor ve bu büyük bir prestij getirecek, Suriye üzerinde söz sahibi olacaklar. Cenevre dediğimiz bir süreç var ve bu süreç şimdiye kadar bir şey doğurmadı, ancak Rakka’yı ABD’liler düşürürse o zaman “Biz Suriye’deyiz ve bu oyunu birlikte kurmak zorundayız” diyecekler. Bunu Rusya da, Suriye de istemiyor. ABD, Rakka’yı düşürürse çok ciddi pazarlıklar yapılacaktır.

Rusya’nın operasyonları ortaklaştırma çağrıları sahanın önemli aktörlerinden İran’ı nasıl etkiliyor ya da rahatsız ediyor mu?
Herkes kendi oyununu oynuyor. Tabii oyun planları birbirine en yakın olan iki ülke Rusya ve İran. Rusya, Cenevre sürecinde nispeten çekildi. İran, sahada o açığı doldurdu ve çok sayıda askeri koordinatörüyle işin içerisine girmiş durumda. Halep civarında büyük bir İran yığınağı da söz konusu. İran’ın önceliği, mevcut dış politik tercihlerinin değişmeyeceği bir Suriye’nin yarına aktarılması. İran bu yapının korunması için çok ciddi bir katkı sunuyor. Bu, Rusya’nın da işine gelen bir şey sadece Rusya ile İran tercihleri arasında nüanslar var. Rusya, daha fazla toprak bütünlüğü ve düzenin devamlılığını istiyor, çok şahıslara takılma niyetinde değiller. “Bu yapı yarına Esad olmadan da gidebilir, buna Suriye halkı karar versin” diyor. İran benzer şeyleri söylese de politikası giderek isim koymaya vardı: “Bu yapıyı ancak mevcut kadro koruyabilir” diyor. İran’ın bütün derdi Suriye’nin mevcut ekseninde kalması. O eksen ABD, İsrail karşıtı bir eksen ve bu eksen çözülürse İran kaybetmiş olacak. Zaten savaşın nedeni de bu ekseni çözebilmek. O yüzden Rusya ve İran’ın Suriye’ye yükledikleri anlamlarda farklılıklar var ancak her ikisi de kendi müttefiklerini koruyor.

İran’ın Kürtler konusundaki tutumu nedir?
İran şu anda Kürtlere çok fazla bir şey söylemek istemiyor. Kürtlerin, Selefi terör örgütleriyle savaşıyor olmasını alkışlıyor ancak Suriye’de ABD’nin nüfuzunu arttıracak parçalanmaya yol açacak bir seçeneği de istemiyor. Bu konuda da hem Suriye hem de Rusya ile paralel tepkiler veriyor.

‘ABD, SEÇİMLERE KADAR RAKKA’YI DÜŞÜRMEK İSTİYOR’
Rakka’nın kuzeyindeki operasyonlar başarılı olursa merkeze yönelme durumu olacak mı?
Obama’nın önceliği Kasım’daki seçimden önce burada bir başarı elde etmek ve Kürtler de bunu istiyor. Seçimler sonrası yeni iktidar kiminle ne yapacak, Suriye politikası ne olacak belirsizlikler var. Şu an bir ortaklık tesis edilmişken, taraflar sonuç almak istiyor. O yüzden seçime kadar Rakka’yı düşürmek istiyorlar. Bu iş sadece Suriye ile sınırlı değil. ABD, hem Irak’ta hem Suriye’de IŞİD’e karşı operasyon içerisinde. ABD’nin bütün derdi çok gecikmiş olan Musul, Rakka operasyonlarını bir an önce tamamlayabilmek.

‘BÖLÜNME SENARYOLARI ÇOK GERÇEKÇİ DEĞİL’
Suriye’nin geleceğine ilişkin öngörüleriniz var mı?
Suriye’nin parçalanacağına dair senaryoları çok gerçekçi bulmadım şimdiye kadar. Suriye haritası şekillenirken 1920’lerdeki Fransızların modellemesi akla geliyor. O modellemeyle üç parçaya bölüyorlar: Lazkiye’de Alevi devleti, ortada Sünnilerin bulunduğu devlet ve kuzeyde Kürtlerin devleti. Şu koşullarda bu modelleme çok gerçekçi değil. Lazkiye’de bir Alevi devleti olmaz, Lazkiye, nüfusunun yarısından fazlası Sünni olan bir bölgedir. Ayrıca son krizde Tartus – Lazkiye hattı, milyonlarca mülteciyi barındıran bölgeler haline geldi ve bunlar Sünni mülteciler. Bu bölgede etnik, mezhebi ayrım üzerinden yapılanmaya müsaade edilmez. Kürtler açısından “Rojava, Suriye ordusunun kontrol edemediği fiili, ayrı bir yapı olarak mı kalacak”, “Rojava, müzakere sonucunda Suriye’nin bütünlüğü içerisinde, anayasal çerçeveye kavuşturulmuş özerk bölge mi olacak” soruları önemli. Suriye’nin bütünlüğü içerisinde çözüm bulunamazsa, ABD’nin uhdesinde Fırat’ın kuzeyinde bir bölge oluşmuş olacak. Bu parçalanma senaryosuna doğru ilerler mi? Hemen değil ama uzun yıllar içerisinde tabii ki böyle bir gelişme şekillenebilir. Kürtler ayrılmak istemiyorlar ancak şu anda 50 bin kişilik bir orduya sahipler ve bu güç bir şeyler ifade ediyor. Bu güç, kendisini nasıl dayatacak ve Şam yönetimi bu güç karşısında ne yanıt verecek? Savaşacak mı yoksa müzakere ile anlaşacak mı? Savaş hiç kimsenin tercihi değil. Eğer savaş başlarsa Rojava’nın sütunları çatlar. Suriye açısından da fazlasıyla deneyim sahibi 50 bin kişilik bir orduyla savaşmak kazanılabilecek bir savaş olmayabilir. O yüzden her iki taraf da daha büyük yıkımdan kaçabilmek için müzakereyi tercih edebilir. Kürtler burada bir şey elde etmekten asla vazgeçmeyecek. Suriye eninde sonunda bunu hazmedecek ya da fiili olarak bu şekilde yıllarca Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de “Fırat’ın kuzeyi güneyi” ya da “doğusu – batısı” şeklinde bir hat çizilmiş olacak.

CEPHELERDE SON DURUM
Suriye cephelerinde son durum nedir?
Rusya’nın devreye girmesiyle beraber birçok yerde dengeler değişti. Palmira, Halep’in güney cephesindeki birçok nokta, Lazkiye kırsalı tekrardan ordunun kontrolüne geçti. Türkiye, Katar, Suudi Arabistan’ın Fetih Ordusu ve Ürdün üzerinden güney cephesi girişimi hala Suriye ordusunu zorluyor, bloke ediyor. Birçok yerde ordu anlaşarak ya da kuşatma altında tuttuktan sonra anlaşarak çatışmaları durdurdu ve bitirdi. Otuzun üzerinde yerde çatışmaların bu şekilde bittiğini gördük. Son zamanlarda Şam kırsalında Suriye ordusu varlığını ciddi şekilde hissettirir hale geldi. Ancak her şey kaplumbağa hızında ilerliyor. Dera ve Şam kırsalında hala sorunlar devam ediyor ama Lübnan’a yaslanan bölgelerde Hizbullah’ın devreye girmesiyle yönetim lehine büyük gelişmeler yaşandı, kontrol sağlandı. Halep’in kuzeyinde çok büyük çatışmalar oluyor. Bir tarafta Suriye ordusu ile Nusra liderliğindeki gruplar, diğer tarafta Türkiye destekli silahlı gruplar ile Kürtler arasında çatışmalar var. En önemlisi de Suriye ordusu, iki Şii beldesinin etrafındaki kuşatmayı yardı ve doğudan batıya bir koridor açarak, silahlı gruplar arasındaki bağlantıyı koparmış oldu. IŞİD ise Tedmur’da ve önemli ölçüde Kürt bölgelerinde kaybetti. Deyrezzor’da durum kritik. Böyle korkunç ve dehşet dengesi içerisinde çok sayıda cephede aynı anda çatışmaların yaşandığı bir sahne var.