Thursday, September 27, 2012

Alberto Toscano ile Söyleşi

Alberto Toscano ile Söyleşi: "Marksizm son otuz yıldır bir kriz değil belki de altın çağını yaşıyor"
Alberto Toscano, İngiltere'de çıkan Historical Materialism dergisinin editörü ve Londra'daki Goldsmith's Üniversitesi'ndeki sosyoloji bölümünde öğretim üyesi, New Left Review'da yazıları yayımlanıyor, 2010'da Fanatizm başlıklı bir kitabı çıktı (Metis Yayınevi tarafından yayımlanacak), daha önce 2006'da yayımlanan Theatre of Production: Philosophy and Individuation between Kant and Deleuze adlı bir kitabı var.
 
Genel olduğu kadar güncel bir sorunla başlayalım, senin de ara ara değindiğin gibi Marksizm ve radikal sol siyaset 70’lerin sonundan itibaren bütün dünyada ciddi bir krize girerek güç kaybetti, bu krizi neye bağlıyorsun ve bunu aşmak için ne öneriyorsun?

Şimdi Marksizmin krizi derken bunu doğru tanımlamamız ve bazı ayrımlar yapmamız gerekir. Eğer işin teorik boyutundan söz ediyorsak bütün kusurlarına rağmen Marksizm’in bir kriz yaşadığı söylenemez. Nitekim kapitalizmin işleyişini Marksizm’den daha iyi açıklayan bir teori hâlâ yok. Hatta bu bakımdan Marksizm son otuz yıldır bir kriz değil belki de altın çağını yaşıyor. Sözgelimi David Harvey gibi bir düşünürün yazdıklarına baktığımızda Marksizm’in dünyayı açıklama yetisini derinleştirdiğini, olgulara bakış açısını geçmişe nazaran ciddi bir şekilde çeşitlendirdiğini ve sonuç olarak sosyal bilimler ve teori alanındaki entelektüel hegemonyasını sürdürdüğünü görüyoruz. Bu anlamda Marksizm hâlâ kapitalizmi açıklamak için başvurulacak başlıca kaynak olduğu gibi artık kendi kusurlarıyla daha dürüstçe hesaplaştığını göz önünde bulundurursak bir yirmi sene öncesine göre çok daha sağlıklı. Dolayısıyla Marksizm’in krizini salt teorik bir kriz olarak tanımlayanlarla ben pek hemfikir değilim, ayrıca Marksizmin krizi böyle tanımlayanların spesifik bir tarihsel momenti temsil ettiğini de söyleyemeyiz, Marksist teorinin krizde olduğu 1890’larda da 1930’larda da ileri sürülüyordu, buna karşılık Marksizmi 20. yüzyılın ilk yarısında Gramsci gibi yirminci yüzyılın ikinci yarısında Yeni Sol hareket gibi kavrayanlar da oldu. Ama gelelim meselenin diğer boyutuna. Şimdi Marksizmin ve genel olarak sol siyaset teorisinin neyi ne kadar açıkladığı her zaman somut bir siyasi gerçeklik düzeyinde belirlenir ve doğrusu o bakımdan Marksizm’in siyasi izdüşümü pek iç açıcı değil, ama tam da bu noktada belki de bir ayrım daha yapmamız gerekir: Sovyetik/Stalinist hareketlerin Marksizmle hiçbir zaman organik ve sahici bir ilişkileri olmadı, dolayısıyla onları ve onlardan koparak bugün Marksizm’i topyekûn demonize eden düşünürleri başka bir kategoride ele almalıyız, çünkü bu hareketlerin genel olarak siyasetten anladıklarıyla bir felsefe olarak Marksizm’in siyaset tasavvuru arasında çok temel farklılıklar vardır. 89 sonrasında Quebec’te, Porto Riko’da, İngiltere ve Amerika’da ortaya çıkan savaş, piyasalaşma ve özelleştirme karşıtı hareketlere, öğrenci muhalefetine veya Occupy hareketi gibi görünürdeki etkisiyle gerçek siyasi gücü arasında ciddi bir orantısızlık olan sol gruplara baktığımızda ise somut siyaset düzeyinde tamamen defansif bir pozisyon benimseyen yapılarla karşılaşıyoruz. Bana göre bu hareketlere reformist demek bile çok iyimser olabilir, çünkü reformist siyasetin bir şeyleri gerçekleştirme ufkuna paralel olarak somut bir projesi vardır. Bu proje devletten çok fazla şey bekleyebilir ama sonuçta bir projedir. 89 sonrasında ortaya çıkan radikal sol grupların ne yazık ki projesizlikten ötürü devrimci olamadıklarını ve defansif bir pozisyona hapsolduklarını görüyoruz. Avrupa’daki öbür irili ufaklı sol hareketler de kendi ülkelerinde ne olduğundan ziyade başka yerlerde ne olduğuyla ilgileniyorlar ve bu da etik olmakla birlikte bir düzeyde devrimci olmaktansa diğerkâm bir siyasete işaret ediyor. Çünkü enternasyonalist bir siyasetin temel unsuru önce kendi bulunduğun yer üzerine düşünmektir. Diğer yandan Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerdeki muhalif hareketlerin tam anlamıyla hangi siyasi formlarda örgütlendiğini şimdilik bilemiyoruz, ama galiba orada olan biteni de 20. yüzyıldaki Marksist veya reformist hareketlerin siyaset tahayyülüne atıfla açıklamak mümkün değil. Gerçi az önce Marksizmin krizini konuşuyorduk, bugün El-Cezire’den Mısır’la ilgili gelişmeleri izlediğimizde insanların tartışma programlarında birbirlerine “karşı-devrim” gibi düpedüz Marksist terimlerle bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyoruz. Arap baharıyla birlikte kitleler bir kez daha siyasette söz sahibi olmak için somut taleplerde bulunuyor, sosyal adaletin aciliyeti bir kez daha yüksek sesle dile getiriliyor ve bu da Sovyetlerin çöküşüyle gündeme gelen paradigmanın yavaş yavaş değişmeye başladığını gösteriyor. Ama eski paradigmanın yerine kapitalizmin kendini otoriter olmayan devletlerle restore ettiği bir paradigma da geçebilir, sonuçta kapitalizmin kendi dayanıklılığını çoktan beridir kanıtladığını hepimiz biliyoruz. Gene de gündelik yaşamın dilinden otuz yıl önce silinmiş karşı-devrim gibi kelimelerin Ortadoğu’da canlanması başlı başına önemli bir şey. Bugün Arap ülkelerindeki bazı internet sitelerinde insanlar Gramsci’yi tartışıyor, böyle bir şey bir yirmi yıl önce hayal bile edilemezdi.

Söz Arap Baharı’ndan açılmışken sen solun dine yaklaşımı üzerine epeyce kafa yoran birisin.
Fanatizm adlı kitabında tarih boyunca muktedirlerin özgürlükçü veya özgürleşme potansiyeli taşıyan hareketleri bastırmak için fanatizm suçlamasını bir silah olarak kullandıklarını anlatırken dini formda ortaya çıkan özgürlükçü bir hareket olarak Alman Köylü Savaşı’na ve Thomas Müntzer’e dikkat çekiyorsun. Bir din adamı olan Müntzer’in modern özgürlük mücadelelerinin pre-modern bir habercisi olarak görülüp görülemeyeceği Lukacs’tan Bloch’a çeşitli Marksist düşünürlerin ilgilendiği bir konudur. Ayrıca Engels’in de “Almanya’da Köylü Savaşı” adlı incelemesinde Müntzer’in önderlik ettiği hareketi birtakım ateist-materyalist amaçlarla önemsediğini görürüz. Osmanlı tarihinde de Avrupa’daki köylü isyanlarına paralel bir örnek olarak Şeyh Bedreddin isyanı var, Bedreddin bana göre her şeyden önce günden güne bir imparatorluk yapısına evrilen Osmanlı devletinin merkezileşme siyasetine karşı çıkan lokal-kırsal unsurları temsil ediyordu, fakat Türkiye’de özellikle ortodoks Marksist çevreler öteden beri onu bir devrimci figür olarak gördü. Aynı şey Avrupa bağlamında Müntzer için geçerli. Bütün bunlarda bir anakronizm tehlikesi yok mu? Yani pre-modern zamanlarda yaşamış ve yerleşik otoriteye şu veya bu şekilde başkaldırmış kişiler ya da hareketlere modern bir devrimci bilinç atfetmek neyi ne kadar açıklar?

Bu soru sosyalist teorinin içindeki önemli bir tartışmaya tekabül ediyor. Bloch ile Lukacs’ın konuyla ilgili tartışmasının yanı sıra 1970’ler ve 80’lerde E.P. Thompson ile Eric Hobsbawm modern deneyimin ve bilincin on üçüncü veya on dördüncü yüzyıla ne ölçüde atfedilebileceğini tartışmıştı. Şimdi anakronizmin ciddi bir cazibesi vardır, hatta işi İsa’nın komünist olduğunu iddia edecek kadar aşırıya götüren solcular olduğunu da biliyoruz. Ama Marks ve Engels’in, yani tarihsel materyalizmi kuran filozofların ilkel komünizm üzerine metinlerinde de meta-tarihsel ve antropolojik bir anakronizmle karşılaşıyoruz. Anarko-primitist siyasetler için de aynı tespitte bulunabiliriz. Anakronizm bir yerde sol düşünce geleneğinde periyodik olarak ortaya çıkan sabit bir unsur. Fakat anakronizm eleştirisinin haklılığını kabul ederken şunu unutmayalım: Tarihin çoğu döneminde halkçı özlemler, radikal eşitlik arzuları, özel mülkiyetin feshine yönelik talepler dini formlarda ifade edilmiştir ve bunları ciddiye almak kural olarak anakronik bir tutuma işaret etmez.

Solun dinle ilişkisini belirleyen başlıca felsefi kaynak olarak Aydınlanma’yı görüyorsun ve bu konuda sol hareketlere şu veya bu reçeteyi önermesen de anladığım kadarıyla solun Aydınlanma’nın mirasını topyekûn reddetmek yerine çok daha seçici ve eleştirel bir biçimde ele alması gerektiğini savunuyorsun, bunun üzerinde biraz duralım.

Marx, dinin dinamikleri hakkında düşünmeye 1840’larda henüz yirmili yaşlardayken başlıyor ve hayatının sonuna kadar devam ediyor, Yahudi Sorunu Üzerine’de sekülerizmin belli bir varyantının dine yaklaşımındaki yapısal sınırlılığı saptıyor ve son zamanlarda yapılan biyografik çalışmalardan öğrendiğimiz kadarıyla ölmeden önceki üç senesini din üzerine hayli yoğun antropolojik ve etnolojik okumalar yaparak geçiriyor; dinin kapitalist toplumlarda üstlendiği kritik işlevin yanı sıra pre-kapitalist ve kadim medeniyetlerdeki konumunu tahlil ediyor, ayrıca Rusya’daki mir hareketi gibi daha kırsal denebilecek yapılarda ve Avrupa dışındaki başka toplumsal formasyonlarda dinin ne ölçüde belirleyici olduğunu anlamaya çalışıyor. Marx’la Engels’in dine yaklaşımları farklı hatta çelişiktir, Engels komünizmi daha ziyade kaybedilmiş bir cennete dönüş umudu gibi görür ve köylü isyanları gibi hareketlerin dini söylemini bu hareketlere temel oluşturan komünist düzen arzusunu maskeleyen, perdeleyen bir unsur olarak görür. Oysa Marx’ın gözünde dini söylemler ve talepler bir tarihi zorunluluk içinde anlamlıdır. Marks dini seküler alandan ayrışmış ve bulutlara yükselmiş bir bağımsız alan, bir aldatmaca, bir yalan olarak değil gerçek hayattaki somut ilişkilere ve bu ilişkilerin aldığı çok çeşitli biçimlere tekabül eden bir şey olarak görür. Benim Marx’ın dine yaklaşımında en önemli bulduğum şey bu. Marks’ı Feurbach ve Sol Hegelcilerin materyalizm anlayışından ayıran da büyük ölçüde budur. Dine buradan bakmayan bir sol hareketin toplumu anlama şansı hâlâ yok. Elbette Marks son kertede dine ateist-materyalist ve nesnel bir perspektiften bakıyordu, ama bu perspektifin dini seküler alandan büsbütün dışlayan Aydınlanmacı perspektifle hiç ilgisi yoktur.
 

Türkiye’yi de İslamcı kökenlere sahip bir parti yönetiyor, bu parti iktidarının ilk sekiz yılında Türkiye siyasetine vurulmuş en büyük pranga olan askeri vesayetle savaştı, geleneksel Kemalist elitleri geriletti, Kürt sorununun çözümü için Türkiye’de daha önce görülmemiş bazı adımlar attı, ama 2010’dan bugüne milliyetçi/mukaddesatçı Türk sağının bilindik ezberlerini tekrarlayarak sağcı devlet refleksleri sergilemeye başladı, bu durum bugün de pek değişmiş değil. Bu tabloyu nasıl yorumlamalıyız? Burada dinin rolü nedir? 

Sahici bir sol siyaset olaylar karşısında birtakım apriori tutumlar benimsemez. Marksizm bizden somut durumun somut tahlilini yapmamızı ister, idealist felsefeyi aşmanın anahtarı olarak buna işaret eder. Dolayısıyla mevcut konjonktürü ve siyasi pozisyonları göz önünde bulundurarak siyasi tutum belirlemek doğru olanıdır. Az önce askeri yönetimden söz ettin, herhalde bundan daha uğursuz çağrışımları olan bir şey yoktur. Ama bunları söyledikten sonra Akp’nin bugünkü konumunu tahlil ettiğimizde partinin despotça hareket ettiğini görüyoruz. Erdoğan, Ortadoğu’da olanların Türkiye’yi ne kadar yakından ilgilendirdiğinin farkında değil, farkındaysa bile durumu doğru tahlil edemiyor. Eğer bu gidişat değişmezse Türkiye’de Suriye veya Mısır’daki gibi bir kırılma yaşanmaz belki ama Akp özellikle Kürt illerinden aldığı oyları bir sonraki seçimde kaybeder, bu da onlar için ciddi bir gerileme anlamına gelecektir. Din meselesine gelince Fanatizm adlı kitabımı 11 Eylül sonrasında Batı’nın herkesi terörist ve fanatik olarak yaftaladığı bir dönemde yazmaya karar vermiştim, bu demonizasyonun teşhir edilmesi gerekiyordu. Fakat var olan dini hareketler de özgürlükçü bir alternatifi temsil etmiyor, tarihsel olarak edemez demiyorum, ama bugünkü performansları ortada. Latin Amerika’da ortaya çıkan özgürleşme teolojisi veya Polonya’daki Solidarność hareketi gibi dini esaslara dayanan muhalif hareketlerde (ki Polonya’daki hareket bugün çok kötü bir yere geldi) ciddi bir sol potansiyel göremiyorum, Türkiye’de de Kemalist devletin sekülerizm siyasetinin berbat olduğunu biliyorum ama AKP, Müslüman Kardeşler veya Hamas gibi hareketlerin sosyal adalet, eşitlik gibi konulardaki bünyevi/içsel sınırlılıkları apaçık ortada.

Şimdi bu sınırlılıklar Türkiye’de özellikle son üç dört senede resmen ayyuka çıktı. Ama meseleye bir başka açıdan baktığımızda AKP’nin tabanını otantik Anadolu burjuvazisinin çeşitli fraksiyonları, belli başlı kapitalist gruplar ve “proleter” denebilecek geniş kitleler oluşturuyor ve Türkiye’de sol-sosyalist bir siyaset ancak bu kitlelerle dönüştürücü bir ilişki kurarak, bu insanları sola ikna ederek mümkün olabilecek bir şey gibi görünüyor.

Türkiye gibi ülkelerde şöyle bir paradoks da var: İrili ufaklı bir sürü sol grup olmasına rağmen solun bir anlamda hiçbir toplumsal temeli yok. Şimdi sen insanları ikna etmekten söz ediyorsun, bu ikna liberal Batı dünyasında ortaya çıkmış liberal bir kavramdır, önemini yadsımadığım gibi yeri geldiğinde sosyalist hareketlerin de benimsemesi gereken bir siyasete tekabül ettiğini düşünüyorum. Ama Türkiye veya Ortadoğu gibi solun toplumsal temellerinin olmadığı coğrafyalarda salt ideolojik ufuklara veya ikna siyasetlerine dayanarak solun ve muhalif hareketlerin zemin kazanması çok zordur, belki de imkânsızdır. Hizbullah gibi hareketlere baktığımızda normalde sosyal adaletçi devletten beklenen hizmetleri ikame etmeye çalıştıklarını, mesela Beyrut’un güneyinde çöp toplama sistemi kurduklarını veya insanlara sağlık hizmetleri götürdüklerini görüyoruz. Demek ki Hizbullah gibi dini inançları, söylemleri ve bağlılıkları olan hareketler somut bir maddi gerçeklik ve çıkar düzeyinde hareket ederek ciddi bir siyasi güç hâline gelebiliyorlar. İşçi sınıfı hareketinin çıkarlarını temsil eden kooperatiflerin, sendikaların ve başka kuruluşların da tarihsel olarak böyle bir kabiliyeti vardır, işte yapılması gereken tam da bunu yeniden devreye sokmaktır. Maddi gerçekliğe/çıkarlara verilecek dolaysız tepkileri kast ediyorum, bunu bir şeyler üreterek veya insanların kendi emeklerini daha iyi koşullar altında yeniden ürettikleri belirli kurumlar/kuruluşlar oluşturarak yapmak mümkündür, daha doğrusu Türkiye veya Mısır gibi ülkelerde solun toplumsal temelleri ancak böyle bir siyaset aracılığıyla kurulabilir diye düşünüyorum. İnsanları bazı soylu ideallere ikna etmeye çalışmak gibi radikal liberal bir tutumdan veya kendi siyasi iradesini ve motivasyonunu sergilemekten başka bir şey yapmayan sözde sol bir tutumdan ziyade kitlelerin çıkarlarını doğrudan savunan, bu çıkarların billurlaştığı bazı kurumlar oluşturmak ve bu siyasi-kurumsal yapıyı ciddi bir siyasi projeyle pekiştirmek gerekir.

Monday, September 17, 2012

Fotoğraf hakikattir sanat olamaz’



Hülya Küpçüoğlu, sergi vesilesiyle buluştuğu Ara Güler ile fotoğraf üzerine konuştu
Fotoğrafın duayen ismi Ara Güler, Pablo Picasso, Salvador Dali gibi önemli sanatçı ve düşünürlerin portrelerinin yer aldığı “20. Yüzyılın Yaratıcıları” başlıklı sergisiyle Bursa’da düzenlenen fotoğraf festivali Fotofest’e konuk oldu.
Hülya KÜPÇÜOĞLU / HT GAZETE

·         “20. Yüzyılın Yaratıcılarının Portreleri” başlıklı sergiyle Bursa Fotofest’e katılıyorsunuz. Farklı zamanlarda çekilmiş fotoğraflar var. Bu fotoğrafların bir araya gelme sürecinden bahsedebilir misiniz?
Günün birinde uyandım ve dedim ki; siyasetçilerin fotoğraflarını çekip duruyoruz. Niye bunları çekiyorum? Bunlar mı mühim, yoksa sanatçılar mı mühim. Hiç şüphesiz ki yüz bin kere daha büyük adamdır sanatçı. İşte ondan sonra sanatçılarla röportajlar yapmaya ve fotoğraflar çekmeye başladım. Dünyanın her yerine gittim. Picasso’dan Salvador Dali’ye kadar gittim ve çektim. Hatırlamıyorum belki 30 senedir sanatçıları çekiyorum.
·         Nasıl irtibata geçtiniz peki?
Her gittiğim yerde bu kişileri aradım. Onlara göre koleksiyonlar kurdum. O zaman Hayat Mecmuası ve Life Dergisi’ndeyim. Life Dergisi deyince tüm kapılar açılıyordu. Böylelikle gittim geldim fotoğrafları çektim ama zorluklar da çıktı.
·         Ne gibi zorluklar çıktı?;
Zorluk çıktı dediğim, zor oluyor iletişime geçmek ama sonra hepsiyle de ahbap oldum.
·         En çok kiminle zorluklar yaşadınız?
Mesela Jean Paul Sartre’ı çekmek istediğim zaman Rosif diye bir kişi vardı onun yardımcısı. Adam tabii ne düşünüyor? Bu bir Türk gazeteci diyor. Böyle olunca zaten yarı yarıya kaybediyorsun. Randevu vermedi. Ama ben Sartre’ı çektim yine de. Kahvede falan... Aslında ben dost olarak birkaç saat konuşarak yapmak istiyordum. Onu yapamadım. Charlie Chaplin’le de yapamadım. Chaplin kimdir? Dünyanın en cevval, pire gibi kişisi. Buradan girer oradan çıkar her şeyi yapar. Ben onunla ilgili resim çekmek istediğimde felç olmuştu. İstemiyor felçli görülmek. Haklı. Konuşursan konuşuyor ama fo toğ ra fı nın çekilmesini istemiyordu.
 ‘HA SU ÇEKMİŞ, HA FOTOĞRAF ÇEKMİŞ AYNI ŞEY’
·         Günümüz fotoğraf sanatı üzerine neler düşünüyorsunuz?
Fotoğrafın sanat olduğuna inanmıyorum. Hiçbir şey olmayan adamlar kendilerini fotoğraf ile sanatçı kılıyorlar. Aslında fotoğrafçı değiller. Ha burnunu çekmiş, ha kuyudan su çekmiş, ha fotoğraf çekmiş aynı şey. Onlar neyi çektiklerini bilmiyorlar. Çeke çeke ıstırap çekiyorlar.
·         Ressamlar da zaman zaman fotoğrafı kullanarak kendilerini ifade edebiliyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ressamdan sanatçı olabilir. En çabuk fotoğraf sanatçısı olabiliyorsun. Sıkıysa ressam ol. Gidip bir kompozitör olup da senfoni yaz.
·         Peki günümüz foto muhabirliği üzerine ne düşünüyorsunuz?
Foto muhabirliğinin sanatla ilgisi yok. Öyle gibi gösterirler. Çünkü makinenin arkasına geçip düğmeye bastığın zaman artık çıkmamasına imkân yok. Ne çekersen çıkacak.
·         Siz hiç sansüre uğradınız mı?
Öyle bir güç var mı ki?
·         Otosansür yaptınız mı peki?
Onu yapıyorum. Mesela foto muhabirliğim sırasında fazla kanlı sahneleri koymuyordum. İnsanları yaşam dan bıktırır diye... Sirkeci’den Yeşilköy’e doğru bir tren kalkmıştı ve birisi tren camından kafasını çıkarmış, kafası kopmuştu. Düşen kafayı foto muhabiri buldu ve resmini çekti. Yazıişleri müdürü zaten böyle bir fotoğrafı koymaz. Çünkü dehşet verici bir sahne.
·         Fotoğrafın üzerine karanlık odada ya da bilgisayar aracılığıyla yapılan müdahaleler için ne düşünüyorsunuz?
Realiteyi bozmuşsa realite olmaz. Çünkü fotoğraf realitenin parçasıdır. Mesela sinema sanattır ama fotoğ raf sa nat de ğil dir. Ne den? Çün kü si ne ma da rejisör diye bir adam vardır, aktör diye bir adam vardır. Mizansen vardır. Aslında yoktur öyle bir sahne. Rejisör ve kameramanın işbirliği ile kurulan bir sahne vardır. Lokomotif geçer, aktör silahını çıkarır tak diye ötekini vurur. Sinema sinemadır, imajinasyon vardır ve yalandır. Yalandan doğar. Sanat yalandan doğar. Ama fotoğraf hakikattir. Hakikatin kopyasıdır. Hakikatin parçasıdır, sanat olamaz.

‘İNTERNETİ SEVMEM’

·         Günümüzdeki dijital fotoğraflar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Daha kolaydır. Fotoğrafçı başka bir adam, biz başka bir adamız. Benim için o işin gazeteye ulaşması önemlidir. Geç kalan haber olmaz. Şimdiki dijital ortamda, bilgisayara geçiriyorsun fotoğrafı, hangisini istiyorsan bir düğmeye basıyorsun ve gönderiyorsun. Eskiden olsa kopya yapacaktın, negatiften bir şeyler yapacaktın, hava meydanına gidecektin, göndermeye çalışacaktın... Şimdi tüm bunlar kartta ve bir düğmeye basıyorsun ve gidiyor.
·         Peki sizin internetle ara nız na sıl?
İnterneti sevmem. Nefret ediyorum makinenin karşısında saatlerce durmaktan. Oturup konuşmak varken...

‘VAKIF KURMAZSAN YAPTIĞIN HER ŞEY KİLOYLA SATILIYOR’

·         Son günlerde kurduğunuz vakıfla da gündemdesiniz. Vakıf kurmaya nasıl karar verdiniz?
Vakıf kurmazsan yaptığın her şey kiloyla satılıyor. Her şey çarçur oluyor. Bir fotoğrafçı arkadaşımızın çocukları kiloyla sattılar babalarının fotoğraflarını. Ne yaptılar? Babalarını yok ettiler. Ortalık böyle insanlarla dolu. Olmasın diye böyle yapıyoruz.
·         Vakıf neler yapacak?
Vakıf önce arşivime sahip çıkacak. Bu arşiv sadece benim arşivim değil. Ben bu toprakların adamıyım, bu toprakların arşivi bu arşiv. Onun için sadece Vakfın da sahip çıkması yetmez. Vakıf koordine edecek arşivimi. Zaten arşivime sahip çıksa yeter bu vakıf. Gerisi zaten olur. Sergiler, kitaplar falan.

Friday, September 14, 2012

Karayılan Erdoğan'ı Gediktepe'ye davet etti

BAKİ GÜL
 
AF-07:00 / 06 Eylül 2012
BEHDİNAN - AKP hükümetinin Ortadoğu'dan değişen dengelerden dolayı Kürtlerin özgürlüklerine kavuşmasından korkuttuğu için bir 'ezme konseptini' devreye soktuğunu söyleyen KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Erdoğan'ı Gediktepe'ye davet etti. ANF'ye konuşan Karayılan " Erdoğan, Gediktepe’ye gelip orada kamuoyuna görüntü verirse o zaman onun bütün söyledikleri doğru bizimki yalan" dedi.

Temmuz ayında Şemdinli'de başlayan gerillanın yeni savaş tarzı Botan'a yayılırken, gözler Kandil'de. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan gerilla denetim bölgelerinin Zağroslar'dan Dersim'e kadar geniş bir coğrafyada bulunduğunu belirtti. Kürt hareketine dayatılan yeni konsept karşısında 'Devrimci Halk Savaşı'nı başlattıklarını söyleyen Karayılan, ANF'ye verdiği söyleşide önemli mesajlar verdi.

AKP hükümetinin geçtiğimiz yıl Kürt halkının özgürlük dinamiklerini zayıflatma kararını aldığına dikkat çeken Karayılan, "Amaç şuydu; yani bölge yeniden dizayn edilirken, işte bölgede bugün bir özgürlük ve demokrasi havası var, Bundan Kürt halkının yararlanmamasıdır" dedi. Karayılan ile İmralı'da Öcalan'a yönelik bir yıldan fazladır süren tecridi, Şemdinli'den başlayan gerilla hareketi ve Batı Kürdistan'daki gelişmeleri konuştuk.

Yoğun bir süreçten geçiyoruz. Bu sürecin temel özelliği nedir? Bütün gözler Medya Savunma Alanları’nda. Kandil, bu süreci nasıl tarif ediyor?

Bu süreç hiç kuşku yok ki, mücadele tarihimizin en önemli stratejik bir sürecidir. Aslında sadece bizim hareketimiz ve halkımız için değil, tüm Türkiye ve hatta bölge halkları için önemli bir süreç yaşanıyor. Kürdistan’da yaşanan gelişmeler de bu genel gelişmelerle bağlantılı bir biçimde yaşanmaktadır. Şimdi sürece nasıl gelindi konusu tabii ki önemli bir konu. Biz aslında Kürt sorununu barışçıl-diyalog yöntemiyle çözmek istiyorduk. Bunun için çok çeşitli çabalar sergilendi.

Başkan Apo defalarca açıklamalar yaptı, yine hareketimiz hakeza deklarasyonlar yayınladı, birçok çaba sergiledi. Nihayetinde bildiğiniz gibi yaşanan bir oslo ve İmralı süreci vardı. Esasında biz bu temelde sorunu köklü bir biçimde çözmeyi stratejik bir yaklaşım olarak ele aldık. Fakat sonuç itibarıyla bütün boyutlarıyla anlaşıldı ki, karşı tarafın yani devletin zihniyetinde Kürt sorununun çözüm perspektifi yoktur. Kürtleri, özgürlük hareketini, değişik manevralarla oyalayıp, nihayetinde marjinalleştirme ve tasfiyeye uğratma vardır. Bunu biz o diyalog sürecinde çeşitli biçimlerde algıladığımız gibi, daha sonrası alınan tavır, tutum ve bugün ortaya koydukları zihinsel çerçevesi durumun böyle olduğunu açıkça gösteriyor.

'SÜRECİ AKP BİTİRDİ'

- O dönemde de uyarmıştınız yani oyalama…

Kuşkusuz. Yani bu konuda Türkiyeli bazı gözlemciler de aynı sonuca gitmişlerdir. Yani TC Devleti adına hareket eden AKP hükümetinde çözüm zihniyeti oluşmuş değildir; bir çözüm perspektifi olmadığı anlaşıldı. Mesela "Demokratik Açılım" dediler, ne olduğu anlaşılmadı. O kadar tartışma yapıldı, tartışmalarda maddeler halinde uzlaşılan noktalar sonuç itibarıyla ortaya çıkıyordu. Hiç birisini uygulamadılar. Nihayetinde bu durumu bir biçimde netleştirmek için Önderliğimiz tarafından sunulan protokollere de zaten cevap vermeyip, süreci bitirdiler. Şimdi neden bitti? Türkiye tarafı hep sürekli bizim bitirdiğimizi söylüyor, bu doğru değil.

Bölgede yaşanan gelişmeler önemli gelişmelerdir. Bölge yeniden dizayn ediliyor. AKP devleti Oslo sürecinin geliştireceği bazı sonuçlara dayanan Kürt hareketinin güçleneceğini düşünerek çark etti aslında. Öncesinde de yoğunlaşmış zihinsel bir alt yapısı yoktu ve bir de bu Ortadoğu’daki gelişmeler türkiye’deki bu politikayı doğrudan etkiledi. Ne yaptı? Daha önce AKP biraz Batı güçlerine dayanarak, biraz da yerel bölgesel güçlere dayanarak bize karşı bir mücadele yürütüyordu. Yani bir ayağı İran ve Suriye ile ittifak, bir ayağı da ABD ve NATO’yla ittifak politikası vardı. Hatta Bu çerçevede İran’la ortak oluşturdukları konsept vardı, 2011 yılının ortalarına kadar. İran bunun için Kandil’e saldırdı. Eğer başarılı olsaydı farklı sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Ama orada AKP hükümeti karar verdi, bir tercih yaptı. Paradigmayı değiştirdi.

"AKP'NİN PLANI ÇÖZÜM DEĞİL, EZMEDİR"

İbreyi hangi yöne değiştirdi ve bundan hareket olarak nasıl etkilendiniz?

Kararını Batı ülkeleriyle birlikte hareket etme yani taşeron görevini üslenme, bu temelde Oslo sürecini tümüyle bitirme, İmralı görüşmelerini sonlandırma ve Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme, Kürt halkının özgürlük dinamiklerini zayıflatma kararını aldı. Bunu AKP geçen yıl aldı. Hatta seçimden önce kendi milletvekili aday listesini buna göre hazırladı. Çünkü politikasında Kürt Özgürlük Hareketi ile herhangi bir çözüme gitme değil onu ezme vardı. Amaç şudur; yani bölge yeniden dizayn edilirken, işte bölgede bugün bir özgürlük ve demokrasi havası var. Bundan Kürt halkının yararlanmamasıdır. Bunun için PKK’nin zayıflatılması gerekir. PKK’ye yönelim aslında bu çerçevede kararlaştırılmış yeni bir konsepttir. Eğer bu konuda bölgesel güçler yani İran ve Suriye daha fazla ümit vermiş olsaydı belki onlarla da bir biçimde hareket edebilirdi.

Zaten onlarla birlikte 8 yıl bize karşı savaş yaptı. Ama oradan ümidi kesti, baktı ki ABD’nin öncülüğünde Batı sermayesi bölgeyi dizayn etmede kararlıdır; Türkiye ondan yana yerini aldı ve bu temelde hareketimizi de tasfiye etmeyi gündemine koydu. Hatta bu konuda muhtemel ki, batı güçlerinden almış olduğu sözler var. Zaten bu çerçevede kendisine verilen ileri teknoloji, istihbarat, vb. şeylerde de artma durumu söz konusudur. Dolayısıyla bu yönelim aslında öyle Silvan’daki bir eyleme dayanarak geliştirilmiş bir eylem değil, bir paradigmasal değişimdir.

Kürt halkının özgürlük dinamiklerini zayıflatma girişimidir. Onun için başlangıçta İmralı’da Önder Apo’ya karşı ağırlaştırılmış bir tecrit politikası ve psikolojik işkence yöntemleri gündemleştirildi, Onun için o tarihten bu yana Kürt siyasetine karşı geliştirilen siyasal soykırımın temposu daha da arttırıldı ve onun için Kürt halkına dönük çeşitli biçimlerde şiddet yöntemleri kullanıldı ve diyelim bir faşizm pratikleştirildi. Bir çok yerde insanlarımız-gençlerimiz çeşitli vesilelerle katledildi. Yani çeşitli vesilelerle baskıcı sindirme politikası gündeme girdi. Bu paralelde geçen yıl gerillaya karşı da zaten Tamil örneğini tartıştılar. Yani AKP’nin tüm yandaş köşe yazarları bunu sık sık gündeme getirdi. İşte Tamil gerillaları nasıl Sri Lanka devleti tarafından tasfiye edildiyse aslında PKK’nin de o biçimde yani Batı’nın da sağlayacağı ileri teknoloji ve istihbarata dayanarak bunun bu biçimde tasfiye edileceğini varsayarak hareketimize karşı bir topyekun savaş geliştirildi. Şimdi bunun üzerinden aslında 1 yılı aşkın bir zaman geçiyor. Bu geçen bir yıl içerisinde AKP’nin politikası sonuç aldı mı? Hayır.

"DİRENİŞİMİZ AKP'NİN EZBERLERİNİ BOZDU"

AKP 2012 baharında kolu kanadı kırılmış bir PKK hedefliyordu. Ancak her alanda büyük direnişle karşılaştı. İmralı’da başlayan direniş gerilla sahasına, toplumsal sahaya, Kürt hareketinin sahalarına nasıl yansıdı ve AKP hedeflediği sonucu neden alamadı?

Şimdi bize karşı bir topyekun savaş süreci başlatıldı ve bu dalga dalga bütün alanlara yaydırıldı. Mesela dikkat edin, bütün Kürt dinamiklerini, bilinçli-örgütlü kesimleri, kimlikli duruşa sahip bütün çevreleri hedeflendi. Yani basın-yayın çevreleri, kültür çevreleri, hukuk, siyaset, sivil toplum çevreleri yani toplumun kolunu-kanadını kırma hareketi geliştirildi. Önderliği de tecrit ederek, yani Önderlik üzerinde sistematik bir psikolojik baskı oluşturarak, sözüm ona Önderlikle hareketin bağlantısını kesip, işte harekette bir kontrolsüzlük gelişeceğini hesapladı. Belki de zaman zaman ortaya atıyorlar ya, bilmem şu kişiler, bu kişiler, farklı gruplar varmış gibi göstererek. Aslında o bir beklentidir, hareketimizde öyle bir şey yok.

Fakat anlaşıldığı kadar öyle bir beklenti yaratmak istiyor

Evet. Öyle bir beklentiyi gündemleştiriyor. Yine Kürt siyasetine karşı çok yoğun bir baskı uyguladı. Beklentileri parçalanmadır. Bazılarının teslim olmasını sağlamadır. Bu anlamda Kürt siyaseti de hakikaten direniş gösterdi. Bütünlüğünü ve birliğini korudu. Hem zindandakiler, hem de dışarıdakiler bu tutumu aldı. Bu hakkı teslim etmek gerekiyor. Yani bir bütün bir direniş süreci Kürdistan’da gelişti. Gerilla başlangıçta bazı kayıplar verdi. Bu, yanılgılı bazı yaklaşımın sonucu verilen bazı kayıplardır. İşte siyasal süreç vardı, diyalog süreci. Bir biçimde tüm arkadaş çevresi biliyordu, bir beklenti vardı.

Bu beklenti nedeniyle gerilla kurallarında derinleşme, gerillalaşmada böyle tüm kuralları hareket tarzını yeterli düzeyde uygulamada yaşanan yetersizlikler sonucu. Yani işte devlet istihbarat alabildi, bir kısım birlikler, alanlarla ilgili. Kışın ortasında karda bunlara dayanarak yeri tespit edilmiş gruplara karşı vahşi ve insafsızca yönelimler gerçekleştirerek işte Garzan’da, Cudi’de, Bingöl’de bir takım birliklerimiz darbe aldı. Ama bu demek değil ki PKK artık güçsüzleşecek. PKK hareketinin yani 30 yıllık bir savaş deneyimi vardır; örgütsel deneyimi vardır, siyasal deneyimi vardır. Hızla tabii hareket kendisini toparladı. Gerilla sahasında toparladığı gibi aslında siyasal alanda yurtdışında yurt içinde genelde sürece girişte gecikme yaşanmış olsa da, bir takım yetersizlikler olsa da kendisini toparlayabildi.

Özellikle bahar aylarından, Newroz’dan bu yana başlayan süreç tamamen bir direniş sürecidir. Yani önderliğimizin İmralı’daki direnişi çok tarihseldir, çok anlamlıdır. Yine Kürt siyasetinin direnişi anlamlıdır. Halkımızın fedakarlığı çok değerli ve gerillanın özellikle de bahardan beri göstermiş olduğu performans sürecin aslında nasıl şekilleneceğini göstermektedir. Şimdi hareketimizin geliştirdiği bu direniş süreci, AKP’nin ezberlerini bozdu, hesaplarını boşa çıkardı ve politikalarında başarısız kaldı. Onun için zaman zaman iç tartışmalarında boşluk yaratılmış olduğundan bahsediyorlar; işte Cemil Çiçek’in çıkışı var filan. Yani şimdi belli ki AKP’nin o kendisini çok bilinçli sayan bir takım çevreleri, işte o danışmanlar grubu filanların oluşturdukları teorilerin boşa çıkma durumu var.

"DEVRİMCİ HALK SAVAŞI AŞAMASINDAYIZ"

Kürtlerin direnişinin AKP’nin içinde ortaya çıkan siyasi krizde payı var mıdır?

Siyasi kriz var, çünkü hesapları doğru çıkmadı. Bir yanıltmayı yaşadıkları açığa çıkmış bulunuyor. Çünkü yani Kürt halkını, onun özgürlük mücadelesini ve PKK hareketini doğru değerlendiremeyen, onun dayanmış olduğu dinamikleri göremeyen herhangi bir güç tabii ki doğru politikalar da geliştiremez. Biz bunu hep söyledik. Biz dedik ki, kan dökülmesini istemiyoruz. Burada bir halk var. Bu halkı göreceksiniz. Ve biz bu sorunun barışçıl yöntemlerle çözülebilmesi için çıtayı en aşağıya indirdik. Bunu doğru anlayın, bunu yanlış değerlendirmeyin. Yıllardır bunu söylüyoruz ama bu sözlerimize değer vermediler; dolayısıyla hesapları boşa çıktı. Kürdistan Özgürlük hareketi gelişimini sürdürecek. Şimdi bizim yürüttüğümüz, onların geliştirdiği topyekun savaşa karşı bir savunma savaşıdır. Savunma direnişidir.

Devrimci Halk Savaşı, özü itibarıyla savunma savaşının gelişen saldırıları boşa çıkarması ve karşı hamleyle zafere yürüme perspektifidir. Şimdi biz o aşamadayız. Mademki siz diyalogla barışçıl yöntemlerle çözüme gelmediniz ve bizi yok ederek, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tüm dinamiklerini tasfiye ederek Kürt halkını köleleştirmek istiyorsunuz, o zaman buna karşı Kürt halkı da direnecektir. Kürt halk Önderliğinin direnişçi tutumu tüm toplumda dalga dalga gelişecek, derinleşecek ve gerillada bu başarılı bir performans biçiminde pratikleşecektir. Bunun önüne kimse geçemez.

Bu tabloda Batı Kürdistan'daki gelişmeleri nereye koyuyorsunuz?

Mademki bölgede herkes özgürleşiyorsa Kürtler de özgürleşir. Yani AKP’nin yeni dönemde ortaya çıkışı şudur: İşte herkes değişecek, diyelim, Ortadoğu’da yeni bir düzenleme durumu gelişecek ama Kürtlerin statüsü olduğu gibi kalsın. Hayır efendim. Kürtler de artık özgürleşmek istiyor. Yani şimdi bu sistem 1923 Lozan Anlaşmasıyla imza altına alınmış bir sistemdir. Bu sistem artık aşılıyor. Çöküyor bu sistem. Bu sistem çöküyorsa Kürtler de bu sistemin yarattığı inkar siyasetinden kurtulacaktır. Bunun önüne geçemezler. Bu, tarihin bir akışıdır.

Tarihin akışının önüne hiç kimse geçemez. Yani AKP’nin çabaları beyhude çabalardır. Elbette ki Batı Kürdistan’daki Kürtler özgürleşecek. Şimdi şöyle bir şey . Yani oradaki Az Az şehrine destek sunuyor. Orada Mımuc vardır, Cerablus vardır, Bab vardır, herkes kendi yerini denetime alıyor. Kürtler de Afrin’de Kobani’de yönetimi ele geçiriyor, “vay niye Kürtler orada yönetim oldu” diyerek isyan bayrağını çekiyorlar. Saldıracağız diye tehditler savuruyorlar. Yani bu bir Kürt düşmanlığıdır. Tüm halkımız bunu bilmeli. PKK’nin bugün sömürgeciliğin geliştirdiği bu saldırıya karşı yürüttüğü direniş, ulusal değeri çok büyük olan bir direniştir. Tüm Kürtler için çok anlamlıdır. Çünkü eğer PKK’nin bu şimdiki direnişi varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma direnişidir. Bugünkü direniş olmasa Kürtleri köle sistemine tabi tutacaklar.

Bütün Kürtler bunun farkında mı?

Yani inanıyorum ki, önemli oranda farkında. Giderek bu gelişecek. Yani PKK’nin sömürgeciliğe karşı Kürt iradesini bu biçimde direnişle savunma, sahiplenme ve gerçekleştirdiği iradeleşme düzeyi tüm parçalarda etkisini gösterecektir. Batı Kürdistan’da PKK yoktur, fakat bu ruh vardır. 15 Ağustos ruhu vardır, direniş ruhu vardır. Kendi kimliğine sahip çıkma, özbenliğine sahip çıkma ve iradeleşme ruhu vardır orada. Bunu kimse inkar edemez.

Önderliğimizin o kadar çabası, orada çalışmaları olmuştur. Ama biz PKK olarak orada değiliz. Bu bir ruhtur, Kürdistan’da artık gelişmiştir, gelişecek toplumsallaşmış bulunuyor. Bunun görülmesi gerekir. Bu görülmeden, işte Kürt sorunu yok, PKK sorunu var, onu da bilmem güçlü bir teknolojik üstünlük, istihbarata dayalı yöntemlerle yok edeceğiz diye ortaya çıkmak ve savaşın yaygınlaştırılması başka bir sonuç yaratmaz. Biz bunu defalarca söyledik ama nihayetinde tercih meselesidir. Kendi tercihlerini böyle yaptılar. Yani onlar bir yüzyıl daha Kürtleri egemenlik altında tutma konseptine dayalı olarak böyle bir politikayı bugün karar altına almış bulunuyorlar ama bunun hayata geçmesi ve başarılı olması da mümkün değildir.

"ZAĞROS'TAN DERSİM'E GERİLLA DENETİMİ VAR"

Peki, gerilla cephesinde Şemzinan, Çelê, Beytüşşebap, Botan’a kadar ve birçok alanda gerillanın inisiyatifi var. Savaş cephesinde neler yaşanıyor? Özellikle birçok kaybı gizleme uğraşında. Bu hatta neler oluyor, gerilla neler yapıyor?

Mevcut durumda yaşanan süreç yeni ve bir üst aşamadır. Evet, şimdi Türkiye’de hani çokça tartışılıyor, vur-kal diyorlar. Biz aslında onu vur-kal biçiminde demedik, yani gerilla genelde vur-kaç tarzını uygular ama belli bir düzeye geldikten ve bir yoğunlaşmayı yaşadıktan sonra her yerde değil ama birçok yerde vurup mevzilenme, adım adım denetim sahasını genişletme tarzına geçer. Gerilla bugün Zagros, Botan, Dersim’de bir takım eyaletlerde artık denetim sahasını güçlendirme, hareket sahasını, biz buralara gerilla bölgeleri diyoruz. Gerilla bölgelerini oluşturma sürecini başlatmış bulunuyor. Kuşkusuz bu her yerde olmayacak. Yani birçok yerde yine hareketli gerilla olacak.

Gerillanın gizlilik kuralları her koşul altında zaten geçerli. Gerillanın hareketlilği yine her koşul altında geçerli ama bazı yerlerde yarı hareketlilik olur, tam hareketlilik değil. Yani biz sabit bir mevzii savaşına çakılmıyoruz. O bazı siyasetten anladığını söyleyenler hemen panellere çıktılar, “PKK mevzii savaşına giriyor, bunu kaybeder” bilmem ne. Biz bu konuda bir şeyleri bildiğimizi söylüyoruz, onu söyleyeyim. Ben çok şey söylemek istemiyorum. Ama şunu söyleyeyim: biz de yıllardır bu siyaset ve savaş sanatları üzerinde yoğunlaşıyoruz. Ben burada her şeyi söyleyecek değilim, söylemem de. Gerek de yok. Ama gerilla artık Kürdistan’ın bazı bölgelerinde adım adım denetimini güçlendirecek, geliştirecektir; bazı bölgelerinde de çok hareketli bir performans gösterecektir. Yani bu konuda işte değişik şeyler oluyor. Yok işte mevziiye çakılma, yok şehri ele geçirme... Hep dediler, gelip Şemdinli’yi alacaklar da alamadılar.

Taktikten, savaştan anlamıyorlar yani. Biz öyle hemen o tür durumlara girmeyiz. Yani o biraz işin propaganda yanıdır. İşte hep, biz güçlüyüz de PKK güçsüz. İşte Şemdinli’ye gelip girmek istedi de büyük ve güçlü istihbaratımız hemen fark edip tedbir aldı da işte bilmem boşa çıkardı. Öyle bir şey yok. Kimse öyle yani bir şeye girmedi. Hayır. Gelişen şey çok sakin, çok adım adım gelişecek. Bir gazeteci gitmiş bir tepede bilmem bir masada kahve içiyormuş. O ne yazar ki? Sen nasıl oradasın?

Bakın size bir şey söyleyeyim: Türkiye kamuoyu biliyor mu Çukurca’nın nüfusu ne kadardır? 9 bindir. Çukurca’daki asker sayısı ne kadar? 18 bin. Siz bu biçimde varsınız Kürdistan’da. Bir sivil insana karşı 2 askeri güç dikerek varsınız. Zorla varsınız. Ama bu zorla siz ne zamana kadar varlığınızı sürdüreceksiniz. O beyefendi, bir de Şemdinli’deki askeri birlikleri hele bir gezsin de ne kadarmış. Oradaki halkın 2 katı sayısı var mı, yok mu? 2 katıdır. Şemdinli’de de öyledir. Yani şimdi bu biçimde bir askeri yoğunlukla bile siz denetim sağlayamayacaksınız.

Bugün gerillanın denetimi birçok yerde gelişmiş bulunuyor, daha da gelişecektir. Ben şu tartışmaya gelmem yani. Pek sevmiyorum, aslında basın bunu böyle yaptı, bizim basın da biraz öyle şey yaptı. Yani yok, denetim var, yok yok. Var, yok. Olur da olmaz da. Ama bugün Kürdistan’ın her yerinde gerilla etkinliğini sürdürüyor. Başbakan’ın kendisi demiyor mu, işte bizim bilmem yetkililerimizi kaçırıyorlar, şunu şöyle yapıyorlar, bunu böyle yapıyorlar. Bunları nerelerde yapıyoruz biz? Bunu Dersim’de, Bingöl'de, biz bunu Amed’de Garzan’da Serhat’ta yapıyoruz. Sadece Şemdinli değil ki. Ve artık türk ordusu birçok yere giremeyecektir, girmiyor ve giremez de. Bu bir gerçek yani. Şimdi ben böyle çok açık meydan okurcasına bir taktik savaş geliştirmek durumunda değilim. İşin propaganda yanına da hiç önem vermem. İşin esası işin taktik yanıdır. Taktiksel olarak biz bu taktiği derinleştirecek, geliştirecek ve sonuçta denetim alanını güçlendiren bir düzeyle sonuç almayı esas alacağız. Ama bunu çok değişik, iç içe taktiklerle yapmak mümkün. Yoksa gidip bir tepe tutmak ve orada bir bayrak dikmekle olmaz tabii. Yani bunu çok zengin, çok yönlü taktiklerle yapmak gerekiyor. Eğer biz böyle zengin taktiklerle başarılı bir biçimde, şimdiye kadar iyi yürüyor. yürüyen süreci sürdürürsek o zaman herkes görür nasıl sonuçlar ortaya çıkar.

"ERDOĞAN, TEKRAR GEDİKTEPE'YE GELSİN"

Tayyip Erdoğan "Ben o bölgeye gideceğim, gezeceğim" diyor. Öyle bir şey yok diyerek sürekli aksini iddia etmeye çalışıyor

Erdoğan 2010 senesinde Şemdinli’ye geldi. Genelkurmay Başkanı’yla birlikte Gediktepe’ye gelip çevreye baktı, kontrol etti. Şimdi de o tepeye gelsin. Eğer T. Erdoğan, TC’nin başbakanı olarak Gediktepe’ye gelip orada kamuoyuna görüntü verirse o zaman onun bütün söyledikleri doğru bizimki yalan. Yok, oraya gelmeyip de gidip Şemdinli’nin ya da Kürdistan’ın başka bir yerlerinde dolanıp Gediktepe’ye gelmezse o zaman dediklerinin hepsi yalandır, bizimki doğrudur. Ben bunu söylüyorum. Biz demiyoruz ki Şemdinli’yi tümüyle kurtardık ama Şemdinli’nin bir çok alanı tabii ki denetimimiz altındadır. Dediğim yere gelsin, 2 yıl önce kendisi geldi, şimdi de gelsin. Onu söylüyorum.

O bölgedeki savaş bu kadar net ve somut bir durum mu?

Evet, net ve somut. Şimdi bu bir savaştır. Yarın ben bakarım ki orada zarar edeceğim, oradan çekile de bilirim. Bu bir savaştır. Geçmiş savaş ustaları savaşın bir tür ticaret gibi olduğunu belirtmişlerdir. Yani sen nerden nasıl kar sağlarsan onu öyle geliştirirsin. Şimdi bu da bir devrim, bir halk hareketidir. Hangi taktik girişimden fayda sağlıyorsa onu geliştirir. Diyelim, bugün böyle bir taktik süreç hareketi, Kürt halkını güçlendiriyorsa bunda derinleşir ama yarın farklı bir durum olur, farklı taktikler de gündeme gelebilir. Onun için şimdiden her şeyi peşinen söyleyemeyiz, söylersek de pek doğru olmaz. Gelişmelere göre süreç boyutlanacaktır, onu söyleyebilirim.

"HALKIMIZA ÖNEMLİ GÖREVLER DÜŞÜYOR"

Yalnızca askeri anlamda baskılara karşı bir direnme değil, siyasi anlamda da sömürgeci kurumları işlevsizleştirme gibi bir durum söz konusu. okul boykotu, askere gitmeme, vergi vermeme gibi. Bu konuyla ilgili genel sürecin karakteri nedir?

Bir kere herkes şunu iyi bilmeli. Özellikle de yurtsever halkımız. İçinde yaşadığımız günler ve süreç çok tarihi bir süreçtir. Bugün bölgedeki gelişmeler bölgeyi köklü bir değişime ve yenilenmeye doğru götürüyor. Biz halk olarak da bu değişim sürecinde artık bu sömürgeci kölelik sistemine son vermeyi önümüze koymak durumundayız. Koymuş bulunuyoruz ama herkes anlamalı ki bütün yurtsever kesimler bunu adam akıllı, ciddi bir biçimde gündemine koymalı. Bu süreç bir fırsattır. Bunun 2 boyutu var: Birincisi bölgedeki genel gelişmeler. İkincisi hareketimizin gelip dayandığı nokta.

Yani hareketimiz işte demokratik, barışçıl yolların hepsini tecrübe etti, denedi. Bununla birlikte bir yoğunlaşmayı yaşadı. Açıkça söylersem bir güçlenme düzeyini yakaladı. Hem hareketin gelip dayandığı nokta var, hem de bölgede yaşanan gelişmeler var. Bu ikisinin gelişmesi Kürdistan’da güçlü bir sinerji ve devrimsel çıkış anlamına gelmektedir. Böyle olması gerekir ve biz böyle gündemimize koymuş bulunuyoruz. Önderliğimizin İmralı’da başlattığı direniş, Kürt siyasetinin ve halkımızın bugüne kadar sergilediği direniş ve gerillanın bugüne kadar göstermiş olduğu performans bunun alt yapısının ne kadar gelişmiş olduğunu bize gösteriyor. Biz artık başarabiliriz. Önüne geçemezler. Batı Kürdistan’da önüne geçmek istiyorlar. Geçseler bile sonuç alamazlar. Toplumsallaşmış bir gerçeklik var.

Güney Kürdistan’ı kabul etmek durumunda kaldılar, kaldı ki şimdi de stratejik ilişki kuruyorlar. Orası bir Kürt federasyonudur, statü var. Kuzey’de niye statü olmasın? 20 milyon Kürt orada. 5 milyonun olduğu Güney’de statü var ve devlet bunu tanıyorsa niye Kuzey’e tanımıyor. Önder Apo’nun özgürlüğü, Kürdistan'a statü hedefi güncel bir hedeftir. Biz buna yürümek durumundayız. Şimdi bu konuda gelinen noktada artık herkes elini taşın altına koymak durumunda. Yani her yurtsever, her aile, her gencimiz, her kadınımız, her esnafımız, işadamımız, her emekçimiz ve çalışanımız bilmeli ki bu tarihi bir süreçtir. Kendisi de üstüne düşen görevi yapmalı. Çözüm için her türlü yolu denedik, şimdi gelinen noktada direnmeliyiz. Çözüm direnişten geçiyor.

Erdoğan'ın son açıklamaları ortada. Yani o da gösteriyor ki biz direnmeliyiz. Şimdi halk nasıl direnmeli? Evet gerilla bugün çok önemli tarihsel bir hamleyi başlattı. Kürdistan gençliğinin gerilla saflarında sergilediği performans hepimizi etkiliyor. Beni şahsen çok etkiledi. Güçlere gidiyoruz, güçlerin temel eleştirisi nedir biliyor musunuz? “Niye eyleme katılmıyoruz?” Eyleme gidiyor, diyor niye en öne girmiyorum. Medya Savunma alanında kalmış, diyor niye biz Kuzey’e en keskin çatışmaların olduğu yere gitmiyoruz. Yani bir fedakarlık ve bir fedailik gelişmiş. Bu çok önemli bir durum.

Eylem içinde eylem yapanlara tanık olduk..

Evet, yüksek bir fedai ruh var. Herkes kendini feda etmek istiyor. Çok tarihsel bir şey bu. Bu 1 kişi değil, 2 kişi değil, 100 kişi değil, binlercedir. Binlerce fedai. Zafer için çok büyük bir olanaktır. Bu anlamda biz artık başarıya yürüyeceğiz. Ama başarıya yürürken halkımız ne yapmalı? Bir kere Kürdistan gençliği bilmeli ki bu tarihsel süreçte rolünü oynamalı, katılım yapmalı. Ben Kürdistan gençliğine çağrı yapıyorum: Bu dönem tarihsel bir süreçtir, olağanüstü bir dönemdir, sıradan bir dönem değildir, görevlerinize sahip çıkın, katılın. Bulunduğunuz yerde mücadeleye katılın, gerillaya katılın. Bu dönem bizim kendimizi güçlendirme dönemidir. Uyuya kalma dönemi değildir. Geleceğimiz buna bağlıdır. Bir bu. İkincisi, madem ki biz çözümün ana halkaları olan bazı isteklerde bulunuyoruz. O isteklerimizi şimdiden uygulayalım.

Devlet illa versin de biz yapalım değil; şimdiden yapalım. Nedir bunlar. İşte biz diyoruz ki iki dilli yaşam. Yani Kürtçenin de ikinci bir resmi dil olması. O zaman hiçbir Kürdistanlı, devlet yetkilileriyle Türkçe konuşmasın, Kürtçe konuşsun. Devleti Kürtçe konuşmaya zorlayalım. Evet, devlet şimdiye kadar inkar etti ama bizimle barış içinde, bir arada yaşamak istiyorsa artık Kürtçe konuşmalı. O vakit, biz devletle Kürtçe konuşalım. Yani biz Türkçeye karşı değiliz, bak ben Türkçe konuşuyorum. Herkesle, toplumla Türkçe de konuşuruz ama resmi makamlarla Kürtçe konuşalım.

İkincisi, okullar birer asimilasyon odağıdır. Okullarda çocuklarımızı, gençlerimizi okutarak Türkleştireceğini geliştireceğini düşünen sömürgeci zihniyet buna dayanarak anadilde eğitim hakkını vermiyor. Seçmeli diyor boşa çıkarmak için. Birileri bunları hak olarak görüyor. Hayır, biz meşru olan hakkımızı boşa çıkarma taktikleri olarak görüyoruz o seçmeli ders benzeri şeyleri. Öyledir zaten. Esas Kürt halkının istemini boşa çıkarmak için tutuyor diyor seçmeli ders yaptık. İsmini bile söylemiyor. Hayır efendim.

Bu bir toplumdur, bir halktır. Tarihi derinliğine dayanan ve bir geçmişi olan bir halktır. Zengin bir dili vardır, kendi anadiliyle eğitim görecektir. Anadiliyle eğitim görme hakkı bir insanlık hakkıdır. Bugün yeryüzünde kabul edilmiş bir haktır bu. Ama Türkiye bu hakkı tanımıyor. Bir insanlık hakkını, meşru bir hakkı çiğniyor yani. O zaman biz çocuklarımızı okula göndermeyelim. Gençler gitmesin. Bir yıl gitmesin canım. Gitmeyelim. Yurtseverler artık böyle davranmalı. Bu önemli bir şey. Mademki tarihsel bir süreçteyiz, o zaman bu tarihsel sürecin gereklerini her yurtsever, ben Kürdüm diyen her bir kimse uygulamalıdır, bize göre.

Şimdi bir savaş var; Kürtler diyor biz barış istiyoruz ama öbür yandan herkes gençlerini cayır cayır askere gönderiyor. Sen askere gönderdikçe tabii o savaş rantçılarının eli güçleniyor. Onlar da barışa gelmiyor işte. Gördük yani. O kadar çaba sarfettik, sonuçta vurdular masayı devirdiler. O zaman Kürtler çocuklarını askere göndermemeli. Kürtler demeli ki bu devlete, şimdi savaş var, ben gidip de kardeşlerimi öldüremem, vicdani ret böyle toplumsallaşmış bir biçimde farklı bir toplumsal tavır olarak gündeme girmeli. Vicdani retçilerin eylemi kendi başına anlamlı bir şey. O ayrı bir konu. Fakat toplum olarak böyle bir tutum alınmalı. Biz gitmiyoruz, barış olsun gideriz desin. Hayır, biz bu savaşa gençlerimizi göndermiyoruz, gençler de desin ki biz gitmiyoruz. Bu üçüncü bir yol.

Diğeri, mahkemelere kimse gitmemeli. Tutuklu olanları zaten kolundan tutup getiriyorlar. O ayrı. Onlar da zaten Kürtçe konuşmalı. O anlamda bu KCK davası adı altında tutuklanan Kürt siyasetçilerinin kendi anadilinde savunma yapma tutumu ve kendilerini anadillerinde savunma istemeleri çok önemli. Ben buradan onların bu eylemini selamlıyorum. Bu dönemde 2 önemli ulusal tutumdan bahsetmek mümkün: Bunların birisi, bu siyasi tutsakların ısrarlı bir biçimde mahkemelerde kendi anadillerinde savunma yapma tutumudur. Bu konuda gösterdikleri cesaretlice çıkış ve yurtsever tutumdur. İkincisi de Kürdistanlı dindarların Sivil Cuma Namazları adı altında göstermiş oldukları çok değerli, çok anlamlı, İslam dinine de uygun düşen ve kendi gerçeğine de sahip çıkmayı esas alan oradaki tutumdur. Sivil Cuma Namazları adı altında yani din yoluyla asimilasyona meydan vermeyen ya da onaylamayan bir tutum olarak çok anlamlı ve çok değerli bir toplumsal tutumdur.

Sivil cumalar da en uzun süren eylem olarak tarihe geçti

Evet. Bu iki tutum gerçekten değerlidir. Tüm Kürdistan halkı bu iki tutum üzerine gerçekten düşünmelidir. İşte bu noktada yani mahkemelere gidilmemelidir. Kendi sorunlarımızı kendi içimizde çözelim, kendi kurumlarımızı oluşturalım, bölge meclislerimizi oluşturalım, toplumsal sorunlarımızı çözme komisyonlarımızı oluşturalım. Kendi sorunlarımızı kendi içimizde çözelim, sömürgeci mahkemelerin kapısında sürünmeyelim. Bu bir tutumdur. Tutuklu olanları da getiriyorsa onlar da kendi anadillerinde konuşmalı.

Son şey, devletle ilişkileri sınırlamak ve vergi vermemektir. Belki bunun karşısında çok ceza keserler ama bu çok tarihsel bir davadır, bir toplumsal davadır, bir ulus davasıdır. Dolayısıyla herkes bu konuda biraz risk göze almalı, fedakarlık yapmalı. Eğer bugün Kürt toplumu bu tutumu bu belirttiğim 5 noktada tutum koysa, geliştirse bu savaşı durdurur. Şimdi herkes diyor ki çözüm olsun. Çözüm böyle olabilir.

Şimdi şu var: Karşı taraf diyor ki PKK silah bıraksın, PKK teslim olsun, Kürtler bize dahil olsun. Bu asla mümkün değildir. Ne mümkün değil? Yani Kürtlerin Türk milleti içerisinde Türkleşmesi Kürtler açısından artık mümkün değildir. Asimilasyon başarısız olmuştur. 1925’ten bu yana geliştirilen Kürtleri Türkleştirme siyaseti sonuç almamıştır. Belki bazı yerlerde Antep’te, şurada burada bazı sonuçlar almış olabilir, onu yadsımıyorum. Ama gerçek şu ki, bu toplumun ezici yoğunluğu Türkleşme noktasında değildir. Kendi ulusal kimliğinde duruş sergileyen bir pozisyona sahiptir. Dolayısıyla o şey mümkün değildir. Sen eğer bunu kabul edersen, o zaman silah tartışılabilir. Yani o vakit bu sorunun çözümü, ya da barışın gelmesinin yolu nedir? Barışın gelmesinin yolu Kürtlerin kendilerini kabul ettirmeleridir. Çünkü karşı taraf diyor ki ‘Sen yoksun’ yok etmek istiyor. Madem Kürtler yok olmayı kabul etmiyor, orta yerde durmamalı, o zaman varlığını kabul ettirmelidir. Varlığını kabul ettirmek için de böyle toplumsal tutum almalıdır. Aslında bu bir çeşit sivil itaatsizliktir. Bence bu çok zor değildir. Biz kimseye demiyoruz; işte çıkın meydanlara savaşın, bilmem meydanları tutun, bilmem işte kalkın, şunu yapın bunu yapın, hayır diyoruz ki, madem ki biz Kürtler bugün meşru bir dava yürütüyorsak, meşru hakkımızı talep ediyorsak, bu meşru haklarımızı kendimiz şimdiden kullanalım. Devletin bu sömürgeci siyasetini reddetme anlamına gelen bir tutum alalım, ulusal toplumsal bir tutum alalım. Çözüm böyle gelir. Yani gerillanın hamlesi paralelinde yurtsever demokratik kurum ve kuruluşların, Kürt halkının ve Kürt halkının dostlarının böyle toplumsal bir tutumu teşvik etmesi, örgütlemesi, geliştirmesi beraberinde tabii ki sömürgeciliği işlemez hale getirecek ve dolayısıyla çözümü de gündemleştirecektir.

Yarın:

- AKP, derinleştirilmiş psikolojik savaş yürütüyor.

- Biz kimsenin yörüngesine girebilecek bir hareket değiliz.

- ETA yanlış bir çizgide, onlar gibi değiliz.

- Avrupa'daki Kürtler festivalde buluşmalı.

Wednesday, September 12, 2012

Barış İçin Roboski’den Ankara’ya Yürüyorum!




  1. 12.9.2012 - Kızıltepe

    Halil’in bugünkü durağı Kızıltepe. Basın açıklaması ve uğurlama saat 17:00’de.

  2. Barış İçin Roboski’den Ankara’ya Yürüyorum!
    Türkiye’de savaş-barış ikileminde tarihi kırılma noktalarından birini yaşıyoruz. 30 yıldır süren savaş nedeniyle her gün kan akıyor. Neredeyse her gün televizyon ekranlarında bir ölüm haberi, bir cenaze merasimi…
    İnsan hakları savunucuları, savaş karşıtları ve barış savunucuları barış için yeni mücadele pratikleri sergilemek durumundalar. Yoksa bu savaş, bizi kirletmeye ve acıtmaya devam edecek.
    Roboski katliamı, devletin savaşı bitirmek için güvenlik politikalarını ve araçlarını bize tek gerçek olarak sunmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan bir insanlık suçudur. Kürt sorunu savaşla, daha çok güvenlik önlemleriyle değil, daha çok özgürlük, daha çok barışla çözülebilir. Elbette daha çok barış, daha çok ekmek demek… Çünkü halkın ekmeği, teri, parası, silahlara, askerlere, güvenlik organizasyonlarına veriliyor. Daha çok güvenlik, daha çok silahlanma, daha az ekmek… ‘Silahların susması” istemi, devletin şimdiki “güvenlik” anlayış ve yapılanmasına karşı bir duruştur. İşte bu yüzden, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Roboski’den Ankara’ya 1300 km yol yürüyerek, Barış için 40 günlük bir yolculuğa çıkacağım!
    Bu yolculuk boyunca uğrayacağım her şehirde savaşın yol açtığı insan hakları ihlallerini kamuoyu ile paylaşacağım.
    Savaş kaderimiz değildir; olamaz! Bu savaşı durdurabiliriz, durdurmalıyız!
    Mahatma Gandi’nin “Dünyada yapmak istediğiniz değişikliği, kendinizde yapın” sözlerine inanıyorum. Dünyada arzu ettiğim değişikliği bu yürüyüşle “kendimde” gerçeğe dönüştürmek istiyorum. Ben, yaşadığımız haksızlıklara böyle yanıt vermeyi seçiyorum.
    Martin Luther’in “karanlık, karanlığı silemez, kin, kini söndüremez, ancak aydınlık bunu yapabilir” sözünü, barış mücadelesine başladığım noktadan, şimdi geldiğim yerde gayet iyi anlıyorum. Savaşı görünür kılmak, barışa dair umutları arttırmak, barış ve yaşamı yeniden taraflara hatırlatmak maksadı ile yürüyorum…
    Barış için yürüyüş fikri ilk değil:
    Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi ve ruhani lideri Mahatma Gandhi 1930 yılında, o dönem Britanya’nın, sömürgesi olan Hindistan’a getirdiği “tuz vergisi”nin kaldırılması için 400 km. yol yürüyerek, şiddetten arındırılmış aktif bir direniş tarzının öncüsü olmuştu… Daha yakın geçmişte ise, 1995 yılında Bosna’da Srebrenitsa katliamından kurtulmak için, 110 km. uzaklıktaki Tuzla kentine gitmek amacıyla orman yolunu kullanan Boşnakların birçoğu, Çentiklerce yakalanıp katledildi. Bundan böyle bu yola “Ölüm yolu” ismi verildi. Ve o günden sonra, ölümü barışa dönüştürmek için her yıl, “ölüm” yolunda 3 günlük yürüyüş düzenleniyor.
    Benim yürüyeceğim yol güzergahında ise 30 yıldır askerler, gerillalar ve Roboski’de olduğu gibi siviller ölüyorlar.
    Savaşa karşı barış umudumu her zaman korudum. Barışın topraklarda yeşermesine gücüm ve yeteneğim oranında -bedeli cezaevi olsa da- katkı yapmaktan çekinmedim. Bu sefer barışı kendi içimde örmek için bir yolculuk yapacağım.
    Şiddetten arınmış bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyorum! Bu yürüyüşle, Barış isteğinin daha yüksek sesle duyulmasına ve Roboski’den başlayan ölüm yolunun, yaşam yoluna evrilmesine katkı yaparsam ne mutlu bana!
    Küçük bir adım atıyorum; bu adımı hep birlikte çoğaltabiliriz!..
    Halil SAVDA ( Vicdani Redçi-İnsan Hakları Savunucusu)

Tuesday, September 11, 2012

Elini ateşe sokmuyor

Prof. Dr. Hasan Köni, doğrudan savaşmak istemeyen ABD'nin müttefik kuvvetlerini kullandığını söyledi.


Cumhuriyet- Devletler hukuku uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni, ABD’de başkanlık seçimleri sonrasına kadar Washington yönetiminin Suriye konusunda atak davranmayacağına inanıyor. Suriye’nin kuzeyinde oluşan Kürt bölgesi konusunda Washington ve Ankara’nın tezlerinin birbiriyle örtüşmediğinin altını çiziyor. ABD’nin artık askeri güç kullanarak ülkeleri işgal etmek yerine o ülkelerdeki muhalefeti silahlandırıp özel kuvvetleriyle hedefine ulaşma stratejisini geliştirdiğini söylüyor. Bizim Güneydoğu Bölgesi’nde en son Şemdinli’de yaşanan ve neredeyse iç savaş boyutları alma tehlikesi gösteren çatışmaların, ABD ve karşı tarafta da Rusya’nın başını çektiği iki blok arasındaki sürtüşmenin ürünü olduğuna dikkat çekiyor.

- ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın, son Türkiye ziyaretinde söylediklerinden öyle anlaşılıyor ki Washington, Suriye’de yönetimi değiştirmek istemiyor. Hedefi sadece Beşşar Esad’ı göndermek. Öte yandan Ankara ise Suriye’ye bir an önce askeri operasyon yapılmasında ısrarlı. Washington’la Ankara’nın Suriye konusunda böylesine ters düşmesinin altında sizce hangi neden yatıyor?


H.K.- Bir kere Başkan Obama’nın stratejisinde, Bush döneminin aksine bir ülkeye girerek orada asker bulundurup ülkeyi demokratikleştirmek, oranın yapısını tamamıyla değiştirmek yok. Bunun çok pahalıya mal olduğunu gördüler. ABD’nin 2008’de iflas etmesinin nedeni bu.

ABD artık “proxy” yani dolaylı savaşı tercih ediyor. Şöyle: Oradaki muhalifleri, komşu ülkelerden silah ve para aktararak silahlandırıyor. Rejimin, kendi içindeki karşılıklı çatışma sonucu çökmesine yol açıyor.

Washington’ın, “Suriye’de Esad gitsin ama rejimi bozmayalım” stratejisi Irak’taki tecrübesinden kaynaklanıyor. Çünkü Irak tecrübesinde büyük zorluklar yaşadı. Öte yandan Afganistan’dan Sovyet ordularını çıkartmıştı ama onun yerini alan Taliban’la uğraşmak zorunda kalmıştı. Bu da küçük bir hatırlatma. Suriye’de mevcut rejim, en tepedeki adam gittikten sonra yardımlara ihtiyaç duyacaktır. Böylece sivil toplum kuruluşları ve akıtılan yardımlarla rejim belli bir düzeye getirilecektir. Şimdiyse baskı göstermesinin sebebi ABD’deki Yahudi lobisi ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun İran’ı vurmaktaki ısrarıdır. İsrail İran’ı vurursa bu sefer iş başka bir boyuta, blok çatışmasına dönüşecektir.

Sonucu bilinmeyen çatışma tehlikesi

- Yani bir tarafta Çin, Rusya, Ermenistan, İran, Irak, Suriye, öbür tarafta da NATO ve ABD’nin desteklediği Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler mi olacak?


H.K.- Doğru. Bu iki bloktan bir tanesinin ön karargâhına girilmiş durumda. Bu da Suriye. Sallanıyor. İngilizlerin Arap analistlere yaptırdıkları analizlere bakıyoruz. “Önce Suriye, sonra İran, İran’dan sonra da Suriye’de muhalefetle birlikte savaşan ve asıl savaşı götüren El Kaide temizlenecek” diyorlar.

Bunu yapabilirler mi? Belli değil. Irak’ta yapmaya çalıştılar, başaramadılar. Üstelik Irak karşı kampa geçti. Washington’ın acele etmesinin nedeni, başkanlık seçiminden önce Esad’ın gitmemesi halinde rakibi Mitt Romney karşısında Obama’nın çok zorlanabileceği ihtimalidir. İstenen Obama’nın ikinci dönem seçimi almasıdır. Obama ikinci dönem seçildikten sonra bu bölgede barış sistematiği yavaş yavaş oturabilir. O zaman da Türkiye bu bölgede ekonomik olarak başat ülke haline gelebilir. Ama Esad kasıma kadar gitmezse bu sefer Mitt Romney’e doğru bir seçim kayışı olabilir. Romney mutlaka seçilmek istediği için Yahudi lobisinin istediklerini yapacaktır. İran’a saldırmayı düşünecektir. O zaman iki blok, sonucu belli olmayan bir sürtüşmeye girip karşı karşıya gelecektir.
Petrol Ankara’nın iştahını kabarttı

Çin’e giden bütün enerji boru hatları Myanmar’ın Müslüman bölgesi Arakan’dan geçiyor. Müslümanlar da Myanmar’dan ayrılma çabası içinde. Askeri hükümet buna karşı çıkıyor.

- Bütün bu itişmenin nedeni enerji paylaşımı kavgası mı?
H.K.- Rusya’nın enerji hattı Gürcistan, Azerbaycan, Kafkasya’daki ön kalelerinden birisi olan Ermenistan, İran ve Suriye’den geçiyor. Bu hattın önündeki Suriye gidiyor. Sıra İran’a gelecekse Rusya’nın Kafkasya’daki bütün kazancı olan enerji hattına sıra gelecek. Suriye giderse Rusya büyük kayba uğrayacak. Öte yandan Putin, Rusya’da yeniden Cumhurbaşkanı olduktan sonra Türkiye’nin Esad’ı göndermedeki ısrarı retorikte (söylemde) kaldı. Rusya başat rolünü oynadı. Burada Çin de olayın içinde. Çin hem İsrail’in denize giden demiryollarını yapıyor, hem Katar ve Suudi Arabistan’ın yüzde 10 petrolünü alıyor hem de bölgeye girmeye çalışıyor.

Çin’in ikinci rahatsız olduğu unsur Myanmar (eski adıyla Birmanya). Çünkü Süveyş Kanalı ve Afrika’dan gelen bütün petrol Malakka Boğazı’ndan geçiyor. Çin’e giden o boğazda müthiş olaylar oluyor. Çin’e giden ana petrol Myanmar’dan Çin’e giren boru hatlarından akacak. Bu hatlardan bir kısmı bittiği zaman Çin, Myanmar’dan 12 milyon metreküp petrol, 12 milyar metreküp doğalgaz alacak.

Myanmar’da ayaklanan Müslümanlar, o boru hatlarının giriş bölümünde Rakhine eyaletinde (eski adıyla Arakan) yaşıyor. Ülkede 53 milyon Budist, 2.5 milyon Hıristiyan, 2.2 milyon da Müslüman nüfus var. Bu Müslümanlar Myanmar’dan ayrılmak, federasyon ya da konfederasyon kurulmasını istiyorlar. Ama yeni demokrasiye geçmiş fakat askeri olarak güçlü hükümet karşı çıkıyor.

- İyi de, böyle bir yapıda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla Emine Erdoğan Rakhine ya da Arakan’daki Müslümanlara neden destek ziyareti yapmış olabilir?

H.K.- Ankara hem Suriye’deki muhalefet hareketini hem de Myanmar’daki Müslüman muhalifleri destekliyor. Eskisi gibi değil. Ortada iki blok var artık. Bu bloklardan birisinin hassas noktalarına yaklaşıldı. Bu bloku İran’a yakın olan Hizbullah destekliyor. Sıranın kendisine geleceğini düşünen İran’dan destek alıyor. Güvendiği de Rusya ve Çin.

ABD’nin stratejisi değişik. Washington artık doğrudan müdahale etmiyor; özel kuvvetler ve kendi müttefikleri olan ülkelerin özel kuvvetlerini kullanıyor. Henüz insansız hava araçlarıyla vurmaya başlamadı. Ama o hava araçlarıyla Yemen, Pakistan ve Somali’de faaliyette. Hem Somali’de hem Latin Amerika’da hem Afrika’da hem Asya’da olaylara girmeden özel kuvvetlerini çarpıştırıyor.

O nedenle ABD başkanlık seçimlerinin sonuna kadar ne Obama’nın ne de Hillary Clinton’ın Suriye sınırında bir tampon bölge kurulması istekleri var. Ama bir şekilde de baskı göstermek zorundalar. Aksi halde seçimleri Cumhuriyetçi aday Mitt Romney alabilir. Çünkü Romney ABD’deki lobisine İran’ı vurma sözünü verdi. Şu anda Obama başkanlık seçimleri sürecinde korkmuş durumda. Bunu gelen e-maillerden anlıyorum. Şu anda seçim kampanyasında parasal destekte Romney, Obama’yı 35-40 milyon dolarla geçmiş durumda. Burada anlaşılan ABD’deki Yahudi lobisi Romney’den yana ağırlığını koyuyor ki Obama daha çok harekete geçsin ya da gerçekten Romney kazansın istiyorlar.

- Netanyahu hükümeti ABD yönetiminden İran’a askeri operasyon için yeşil ışık yakmasını istiyor ama bu yeşil ışığı bir türlü göremiyor...


H.K.- Bu harekâtı engelleyen İsrail Silahlı Kuvvetleri ve istihbaratı. Çünkü silahlı kuvvetler ve istihbarat, inşallah bizde de öyledir, rasyonel düşünmek zorunda. Sizin siyasi ihtiraslarınız olabilir. Daha çok seçim kazanmak isteyebilirsiniz ama askeri, istihbarat sistemleri ve muhalefet fren mekanizmalarıdır.
Şemdinli iki blokun çekişmesinin ürünü

- Şemdinli’de olanlar bir anlamda bütün bu iki blok çekişmesinin ürünü mü?


H.K.- Tabii bunun ürünü. İngiliz basınından okuyoruz. Suriye’deki muhalifler arasında El Kaide, Çeçenler, Suudi Arabistanlılar, Libyalılar var, bazıları Arapça bile bilmiyor, diye yazıyor. Herkes Suriye’de cirit atıyor. Bütün Afrika’da da böyle. Artık büyük masrafa girmeden bu tür olaylarla şimdilik idare ediyorlar. Bu yapı içinde de birileri sürekli konuşuyor. Söylenenlerden birisi de “boşluk doğmasın”. Çünkü Irak’taki boşluktan yararlanan PKK, Kuzey Irak dağlarını ele geçirdi. Türkiye bir daha aynı riske girmek istemiyor. Kim güç ve silah verirse onlar denetimi ele alıyorlar.

- Siz sözünü ettiğiniz iki blokun çekişmesinde hesaba katılmayan Kürt faktörünün ortaya çıktığı görüşündesiniz. Kürt faktörünü neden kimse hesaba katamadı?

H.K.- Irak’ta Kuzey Irak yönetimiyle merkezi Irak yönetimi çekişme halinde. İkisini de kurduran ABD. ABD, Türkiye’ye İran’dan aldığı enerjiyi kısmasını, Irak’tan almasını söylüyor. Türkiye İran’dan aldığı enerjiyi kısıyor. Enerji Kuzey Irak’tan akıyor. Irak’taki Maliki hükümeti ise bundan rahatsız. “Enerji kaynakları anayasamıza göre merkezi hükümete aittir” diyor. Bu gelişmeler olurken, biraz da Kuzey Irak’taki Barzani’nin desteğiyle PKK cesaret bularak oluşan boşluğu doldurmaya girişti. İran da bunu destekledi. Tabii ki destekleyecekti. Çünkü Türkiye’nin tutumuna karşı can acıtıcı bazı girişimlerde bulunacaktı. Şimdi Clinton’ın ziyaretiyle ortalık biraz durulur gibi oldu ama 15 gün sonra ne olacağı belli değil.

Bağdat, Kuzey Irak’tan rahatsız

- Geçenlerde Irak merkezi hükümetinin başbakanı Nuri el Maliki’nin “Türkiye Kuzey Irak’a bağımsız bir devletmiş gibi davranıyor” sözlerini nasıl karşıladınız?


H.K.- Kuzey Irak’tan petrol ve doğalgazın merkezi hükümetle anlaşma yaparak alınması lazım. Ama böyle bir anlaşma yapmadan Kuzey Irak’a yatırım yapıyorsunuz, askeri araç gereçler veriyorsunuz, havaalanı inşa ediyorsunuz.

Irak’tan eski Sünni başbakan, Kuzey Irak’a kaçıyor. Maliki hükümeti onu teröre yardımcı olduğu gerekçesiyle hain ilan etti. Anlaşıldığı kadarıyla Ankara’nın kimi yaklaşımları merkezi hükümeti rahatsız ediyor. Acaba Irak’taki Sünnilere de mi destek veriyoruz? Onu bilemiyoruz tabii.

Demin dediğim gibi Kuzey Irak yönetimini de Irak merkezi hükümetini de kurduran ABD. Geçenlerde ABD’li bir öğretim üyesi bana, “Barzani hükümeti bağımsız devlet ilan ederse ne yaparsınız” diye sordu. Şöyle cevap verdim: “Onun arkasında siz mi varsınız?” Bunun yanıtını tabii ki veremedi.

Kürdistan’ın safıbelli olmaz

- Suriye’nin kuzeyinde oluşan Kürt bölgesi konusunda Washington’la Ankara’nın savundukları tezlerin birbiriyle örtüşmemesine ne diyorsunuz?

H.K.- Örtüşmüyor. Şunu anlayamıyoruz: Filistin sorununun daha sorunsuz çözülebilmesi için Batılı ülkelerin hesaplarına göre acaba bir Kürt devleti olması gerekir mi?

Şimdi ortada sorulması gereken şu soru var: Böyle bir devlet Rusya’yla Çin’de mi yoksa ABD ve Batı’nın denetiminde mi kalabilir? O belli değil. Uluslararası ve sosyal olaylarda kaç kere çizgi çizmeye çalıştılar, o çizgi kendilerine geri döndü.

Benim umudum güvenlik güçlerimizin bu tür analizleri ortaya koyup ileri doğru projeksiyonları devlete aktarmış olmaları. Devlet adamlarının talepleri sonsuz olabilir. Ama hem muhalefet hem istihbarat hem güvenlik belli bir sınırı çizebilmeliler.

Portre
Prof. Dr. Hasan Köni
İstanbul, 1946 doğumlu. Ortaöğrenimini Saint Joseph Lisesi’nde yaptıktan sonra AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Aynı fakültede ve Michigan State University’de lisansüstü ve doktora çalışmalarını yaptı. 1982’ye California Üniversitesi, 1990-91 arası da Johns Hopkins Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. Türkiye’ye döndükten sonra AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptı. Emekli olduktan sonra Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bir süre görev aldı. Şimdi Kültür Üniversitesi’nde devletler hukuku derslerine giriyor.