Monday, September 10, 2012

Büşra Ersanlı: Aklı tutuklamak olanaksız

'Cezaevinde akıl tutuklanamadığı gibi, kendi yolunda kuvvet kazanıyor. İnsan, haklılığı ile gerçekten güçleniyor. Özellikle değiştirilmeye çalışılan yasalarla, değiştirilmeden yapılan haksızlıklar bin bir yüzü gösteriyor insana.'


Cumhuriyet- Prof. Dr. Büşra Ersanlı. 1990’dan bu yana Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. İnsan hakları derneklerinde etkinlik gösteren bir politik aktivist. Son birkaç yıldır BDP Parti Meclisi ve Anayasa Komisyonu üyesi. Ve neresinden baksak, benim 45 yıllık arkadaşım.

Herkesin bildiği gibi, 2011’in Kasım ayı başında KCK davasından tutuklandı, 9 aya yakın bir süre sonra, yanılmıyorsam tam 255 gün sonra serbest bırakıldı. Bırakılır bırakılmaz da, gazetecilerin röportaj bombardımanına uğradı. Gazete sayfalarında, TV ekranlarında söyleşiler birbirini izledi. Ne ki, bu söyleşilerin hemen tümünde tutuklanışı, yargılanışı ve dolaysız politik görüşleriyle ilgili sorular ağır basıyordu.

Ben de, bu “röportaj taarruzu” biraz olsun dindikten sonra, Hisarüstü’ndeki evinde kahvemizi yapıp sigaralarımızı yaktığımızda, 12 Mart döneminde ortaklaşa bir hapishane deneyimi yaşadığımız Büşra’yla yeniden “içeriye girelim”, içerideki düşünsel ve biraz da duygusal yaşamını dışarıya yansıtalım istedim.

Neler mi konuştuk? İlk başlardaki bilgisayarsızlığın getirdiği yeniden kaleme sarılma ve parmakların nasır tutuşu. Baharla birlikte çiçeklere yöneliş. Dışarıda yaşananların acısıyla sarsılmalar. Mektupların getirdiği özgürleşme. Kitaplarla çıkılan yolculuklar. Koğuşun zaman zaman dersliğe dönüşmesi…

“İnsan haklılığı ile gerçekten güçleniyor” diyordu Büşra. “Özellikle değiştirilmeye çalışılan yasalarla, değiştirilmeden yapılan haksızlıklar bin bir yüzü gösteriyor insana.”

-İlkin, bilgisayarı sormak istiyorum. Bildiğim kadarıyla, başlangıçta uzunca bir süre bilgisayarın yoktu; daha sonra izin verildi. Bilgisayarsızlık ne gibi sıkıntılar getirdi sana?


-İlk önce bir panik olur gibi oldu. Bilgisayar yokken ben nasıl yazar sonra temize çekerim yazılarımı, diye düşündüm. Ama bu kısa sürdü, insani iletişim gereksinimi ağır basıyor. Ben de yazarak daha iyi iletişim kuran bir insanım. Sonra düşündüm, bilgisayar verseler de odaya vermeleri zor. O zaman benim her yazdığım hapishanenin de hafızası olacak, zaten her şey okunuyor, damgalanıyor, özel hayatımız, duygularımız, küçük kaçamak sözlerimiz, hepsi damgalanıyor. O zaman dışarıda telefonda nasıl rahatsam öyle rahat olmanın ruh sağlığım için en iyisi olduğuna karar verdim ve daha ikinci haftada yazmaya (mektup ve yazı) ve göndermeye başladım.

-Çok mektup geldi herhalde…

-Kasım, aralık ve ocak aylarında çok mektup geldi. Bir seferinde bir hafta içinde bir gün 117, ikinci bir gün 70 kadar mektup kart aldım. Bunların üzerinde adres olanlar yüzden fazlaydı ve hepsine cevap verdim. En çok Eğitim-Sen üyelerinden ve hapishane “sakin”lerinden mektup aldım, sonra da meslektaşlarımdan. Şubattan sonra yurtdışı dayanışma mektupları başladı, 50’den fazla mektup ve kart geldi; en çok da ABD, Fransa, Almanya, İngiltere ve Yunanistan’dan.

-Kendi bilimsel çalışmalarını nasıl sürdürebildin?


-Anayasa çalışmalarına devam etmek istiyordum, ama gereken bilgiler uzun bir süre gelemedi, her nedense! O sırada araştırma yazılarına da başladım ve bilgisayar ihtiyacı daha da arttı. Devamlı düzeltme gerekiyor bu tür yazılarda. Şubat başı başvurmuştuk, mayıs ortasında izin geldi. Önceki iki sefer Adalet Bakanlığı izin verilmesini istediyse de hapishane idaresi reddetti. Nihayet izin çıktı.

-Ama izni de kısıtlı verir onlar…

-Evet, İkinci Müdür çağırdı ve “iyileştirme” kapsamında haftada 2 saat bilgisayar kullanabileceksiniz dedi. Ben de, gerek yok 2 saatte hiçbir şey yapılmaz, dedim. Bu durumda -artık izin Bakanlık’tan gelmiş- 4 saati kabul ettiler.

-“İyileştirme” ilginç bir tanım…

-Ben de “iyileştirme” lafına takıldım zaten, “Ben kötü müyüm?” dedim. “Yazdıklarınız takip edilecek” dediler. “Vazgeçelim” dedim, “çünkü tepemde her kitabı, her notu görmek isteyecek yetkili insan olamaz”. Kalktım, odadan çıkarken, “Elle yazmaya devam ederim. Zaten ben bu zihinsel şiddeti yaşadım, bir daha yaşamam. Kimse etrafımda dolaşmayacak, uzakta duracak ve bastıklarıma da bakmayacak, bitirince kendi imzamı koyduktan sonra mektup gibi gönderdiğimde okursunuz” dedim. Kabul ettiler. 5 hafta kadar kullanabildim rahatça. Hem anayasa yazısı yazdım hem de savunmanın altyapısı olacak bilgileri derledim, “ifade özgürlüğü ve bilimsel özgürlük” konularında.

-Hayal kuruyor muydun?


-Tek hayalimiz barış, demokrasi koşulları idi, yani onurlu bir yaşamı hayal ediyorduk. Bu hayalimizi bazen şarkı ve türkülerle bazen de kahve falıyla kuruyorduk. Bahar gelince de bu hayal çiçeklere yöneldi. Toprak yapıp çiçek ekmeye başladık. Bilgisayar esaretinden tamamen kopmuştuk, telefon esaretinden de, sadece “devlet rehineleri” olarak verimli günler geçirmek, kitaplarla yakın ilişki kurmak ve sevdiklerimize, arkadaşlarımıza mektuplarla derinden ulaşmak uğraşısı içindeydik.

-Dışarıda yaşananlar nasıl etkiliyordu seni?

-Dışarda yaşanan acılar peş peşe geldi, dolayısıyla bizi dışarıdan koparamadılar. Uludere olayıyla 2012’ye girdik, yazın da Urfa Cezaevi’ndeki olay bizi çok sarstı, o gece ağladım. Ayrıca bahar aylarındaki “yüz nakilleri”, organ nakilleri bizi düşündürdü. Sabahları televizyonu açınca “iktidar lider(ler)i” tarafından azarlanıyorduk. En büyük kopuş o anlarda oluyordu.

-Pek çoğumuz, çok uzun süredir, elimize kalem alıp yazma alışkanlığından koptuk nerdeyse. Yeniden kalemle buluşmak nasıldı?

-Kalemle buluşma sonucu bir ay içinde bir-iki parmakta nasırlanma oluyor.

Gelen mektupların hiç olmazsa yüzde 90’ına cevap vermek zorundaydım, öyle de istiyordum. Aslında yazmak büyük eğlence, mektup farklı, bilimsel makale farklı, edebi deneme farklı, mesaj farklı. Sonra yavaş yavaş kitap da yazabileceğimi düşünmeye başladım. Rehinelik devam etseydi öyle yapacaktım. Şimdi dışarıda tabii daha kolay, değiştire değiştire, pekiştire pekiştire…

-Ne yazmayı düşünüyorsun?

-Devletin hapishaneleri doldurma deneyimiyle ilgili bir kitap düşünüyorum! İçinde ben de varım!

-Tutuklu kaldığın süre boyunca pek çok kitap okuduğunu biliyorum. Bir kitabı içeride okumak ile dışarıda okumak arasında nasıl bir fark var sence? Ya da içeride yazı yazmak ile dışarıda yazı yazmak arasında? Ne bileyim, dışarıda okuyup yazarken genellikle yalnızdır insan. İçeride ise, en azından 30-40 kişilik bir koğuştasın. Ya da yalnızca yalnız kalamamak da değil. Birçok şeyin baskısı altında olduğun bir ortam…


-İçerde kitap okuyunca seyahatler artıyor, yalnızlaşmak için yolculuğa daha çok boyutlu çıkıyor insan. Cezaevinde dikkatle bir şey yazmak ve okumak için akşam sessizliğini beklemek daha iyi geliyordu başlarda, sonradan alıştım. Hayatımın esası 24-25 kadınla birlikte yaşamak oldu ve o zaman gençler penceremin önünde bağıra çağıra voleybol oynarken de savunma yazabiliyordum mesela, hele mektupları çok kolay yazıyordum.

-Anladığım kadarıyla, hocalığını içeride de sürdürdün. İlim hapiste de olsa… diyeceğim geliyor. Hapiste hocalık nasıldı?

-Evet 4.5 ay ders verdim, önce siyaset bilimine giriş niteliğinde bir ders. Sonra da Siyasal İdeolojiler dersi. İdeolojilerin tekil değil de çoğul olduğunu her an hatırlamamız ve birbirimize hatırlatmamız gerekiyor. Tekçiliğe çok meyilli bir toplumda, ülkede yaşıyoruz. Felsefe ve kadın çalışmalarına büyük ilgi var cezaevlerinde.

-Bedeni tutuklanıyor da, aklı tutuklanamıyor değil mi insanın?


-Cezaevinde akıl tutuklanmadığı gibi akıl kendi yolunda kuvvet kazanır, akıl pazıları çok canlanır. Bunu sen de bilirsin. Ben şimdi toplam 3 yıl 2 ayı tamamladım. 40 yılda bir cezaevine girmişim! 1972 Nisan ve 2011 Kasım! Bu, Türkiye’de özellikle Kürtler ve sosyalistler için kısa bir süre sayılır, ancak demokrasi olan ülkelerde 1-2 ay desen insanların şaşkınlıktan gözleri yerinden uğruyor.

-Okuduğun kitaplarla ilgili düşüncelerin, bağımsız iletişim ağı Bianet’te yayımlandı. Orada, Leylâ Erbil’in son kitabı Kalan’dan yola çıkarak yazdığın bir yazı vardı. Kalan’ı okurken yalnızca aklında kalanların canlanmadığından, aynı zamanda kalmayanların da birer birer canlandığından söz ediyordun.

-“Kalan” kitabını okuyunca ilk aklıma gelen kalmayanlar oldu, çünkü kelime oyunlarını çok severim. Kitap bizim kuşağın yaşadığı İstanbul âlemini sosyal/politik düzeyden içerden yaşatıyordu. İstanbul’da geziye çıkmak beni hüzünlendirebilirdi, ben de herhalde güçlü bir savunma mekanizmasıyla İstanbul’da gezmek yerine çocukluğumdaki farklılıkların peşinden koşma halimi zihnimde kalmamış olan ayrıntılarıyla hatırlamaya başladım.

-İlk ağızda neler hatırladın?


-Sanki peş peşe sökün etti mahalle ve okul ortamındaki “azınlık” olarak adlandırılan ve bana daima “çoğulluk” getiren insan gruplarını ve tabii içlerinde sevgiyi paylaştığım çocukları ve gençleri. Zaten Leylâ Erbil de bir Yahudi arkadaşının özellikleriyle giriş yapmıştı kitaba. Bu girişteki çoğulluk dünyamın zihinde kalmayan kısımlarını yola çıkardı hafızamda.