Alberto Toscano, İngiltere'de çıkan Historical Materialism dergisinin editörü ve Londra'daki Goldsmith's Üniversitesi'ndeki sosyoloji bölümünde öğretim üyesi, New Left Review'da yazıları yayımlanıyor, 2010'da Fanatizm başlıklı bir kitabı çıktı (Metis Yayınevi tarafından yayımlanacak), daha önce 2006'da yayımlanan Theatre of Production: Philosophy and Individuation between Kant and Deleuze adlı bir kitabı var.
Genel olduğu kadar güncel bir sorunla başlayalım, senin de ara
ara değindiğin gibi Marksizm ve radikal sol siyaset 70’lerin sonundan
itibaren bütün dünyada ciddi bir krize girerek güç kaybetti, bu krizi
neye bağlıyorsun ve bunu aşmak için ne öneriyorsun?
Şimdi Marksizmin krizi derken bunu doğru tanımlamamız ve bazı ayrımlar
yapmamız gerekir. Eğer işin teorik boyutundan söz ediyorsak bütün
kusurlarına rağmen Marksizm’in bir kriz yaşadığı söylenemez. Nitekim
kapitalizmin işleyişini Marksizm’den daha iyi açıklayan bir teori hâlâ
yok. Hatta bu bakımdan Marksizm son otuz yıldır bir kriz değil belki de
altın çağını yaşıyor. Sözgelimi David Harvey gibi bir düşünürün
yazdıklarına baktığımızda Marksizm’in dünyayı açıklama yetisini
derinleştirdiğini, olgulara bakış açısını geçmişe nazaran ciddi bir
şekilde çeşitlendirdiğini ve sonuç olarak sosyal bilimler ve teori
alanındaki entelektüel hegemonyasını sürdürdüğünü görüyoruz. Bu anlamda
Marksizm hâlâ kapitalizmi açıklamak için başvurulacak başlıca kaynak
olduğu gibi artık kendi kusurlarıyla daha dürüstçe hesaplaştığını göz
önünde bulundurursak bir yirmi sene öncesine göre çok daha sağlıklı.
Dolayısıyla Marksizm’in krizini salt teorik bir kriz olarak
tanımlayanlarla ben pek hemfikir değilim, ayrıca Marksizmin krizi böyle
tanımlayanların spesifik bir tarihsel momenti temsil ettiğini de
söyleyemeyiz, Marksist teorinin krizde olduğu 1890’larda da 1930’larda
da ileri sürülüyordu, buna karşılık Marksizmi 20. yüzyılın ilk yarısında
Gramsci gibi yirminci yüzyılın ikinci yarısında Yeni Sol hareket gibi
kavrayanlar da oldu. Ama gelelim meselenin diğer boyutuna. Şimdi
Marksizmin ve genel olarak sol siyaset teorisinin neyi ne kadar
açıkladığı her zaman somut bir siyasi gerçeklik düzeyinde belirlenir ve
doğrusu o bakımdan Marksizm’in siyasi izdüşümü pek iç açıcı değil, ama
tam da bu noktada belki de bir ayrım daha yapmamız gerekir:
Sovyetik/Stalinist hareketlerin Marksizmle hiçbir zaman organik ve
sahici bir ilişkileri olmadı, dolayısıyla onları ve onlardan koparak
bugün Marksizm’i topyekûn demonize eden düşünürleri başka bir kategoride
ele almalıyız, çünkü bu hareketlerin genel olarak siyasetten
anladıklarıyla bir felsefe olarak Marksizm’in siyaset tasavvuru arasında
çok temel farklılıklar vardır. 89 sonrasında Quebec’te, Porto Riko’da,
İngiltere ve Amerika’da ortaya çıkan savaş, piyasalaşma ve özelleştirme
karşıtı hareketlere, öğrenci muhalefetine veya
Occupy hareketi
gibi görünürdeki etkisiyle gerçek siyasi gücü arasında ciddi bir
orantısızlık olan sol gruplara baktığımızda ise somut siyaset düzeyinde
tamamen defansif bir pozisyon benimseyen yapılarla karşılaşıyoruz. Bana
göre bu hareketlere reformist demek bile çok iyimser olabilir, çünkü
reformist siyasetin bir şeyleri gerçekleştirme ufkuna paralel olarak
somut bir projesi vardır. Bu proje devletten çok fazla şey bekleyebilir
ama sonuçta bir projedir. 89 sonrasında ortaya çıkan radikal sol
grupların ne yazık ki projesizlikten ötürü devrimci olamadıklarını ve
defansif bir pozisyona hapsolduklarını görüyoruz. Avrupa’daki öbür irili
ufaklı sol hareketler de kendi ülkelerinde ne olduğundan ziyade başka
yerlerde ne olduğuyla ilgileniyorlar ve bu da etik olmakla birlikte bir
düzeyde devrimci olmaktansa diğerkâm bir siyasete işaret ediyor. Çünkü
enternasyonalist bir siyasetin temel unsuru önce kendi bulunduğun yer
üzerine düşünmektir. Diğer yandan Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerdeki
muhalif hareketlerin tam anlamıyla hangi siyasi formlarda örgütlendiğini
şimdilik bilemiyoruz, ama galiba orada olan biteni de 20. yüzyıldaki
Marksist veya reformist hareketlerin siyaset tahayyülüne atıfla
açıklamak mümkün değil. Gerçi az önce Marksizmin krizini konuşuyorduk,
bugün El-Cezire’den Mısır’la ilgili gelişmeleri izlediğimizde insanların
tartışma programlarında birbirlerine “karşı-devrim” gibi düpedüz
Marksist terimlerle bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyoruz. Arap
baharıyla birlikte kitleler bir kez daha siyasette söz sahibi olmak için
somut taleplerde bulunuyor, sosyal adaletin aciliyeti bir kez daha
yüksek sesle dile getiriliyor ve bu da Sovyetlerin çöküşüyle gündeme
gelen paradigmanın yavaş yavaş değişmeye başladığını gösteriyor. Ama
eski paradigmanın yerine kapitalizmin kendini otoriter olmayan
devletlerle restore ettiği bir paradigma da geçebilir, sonuçta
kapitalizmin kendi dayanıklılığını çoktan beridir kanıtladığını hepimiz
biliyoruz. Gene de gündelik yaşamın dilinden otuz yıl önce silinmiş
karşı-devrim gibi kelimelerin Ortadoğu’da canlanması başlı başına önemli
bir şey. Bugün Arap ülkelerindeki bazı internet sitelerinde insanlar
Gramsci’yi tartışıyor, böyle bir şey bir yirmi yıl önce hayal bile
edilemezdi.
Söz Arap Baharı’ndan açılmışken sen solun dine yaklaşımı üzerine epeyce kafa yoran birisin. Fanatizm
adlı kitabında tarih boyunca muktedirlerin özgürlükçü veya özgürleşme
potansiyeli taşıyan hareketleri bastırmak için fanatizm suçlamasını bir
silah olarak kullandıklarını anlatırken dini formda ortaya çıkan
özgürlükçü bir hareket olarak Alman Köylü Savaşı’na ve Thomas Müntzer’e
dikkat çekiyorsun. Bir din adamı olan Müntzer’in modern özgürlük
mücadelelerinin pre-modern bir habercisi olarak görülüp görülemeyeceği
Lukacs’tan Bloch’a çeşitli Marksist düşünürlerin ilgilendiği bir
konudur. Ayrıca Engels’in de “Almanya’da Köylü Savaşı” adlı
incelemesinde Müntzer’in önderlik ettiği hareketi birtakım
ateist-materyalist amaçlarla önemsediğini görürüz. Osmanlı tarihinde de
Avrupa’daki köylü isyanlarına paralel bir örnek olarak Şeyh Bedreddin
isyanı var, Bedreddin bana göre her şeyden önce günden güne bir
imparatorluk yapısına evrilen Osmanlı devletinin merkezileşme siyasetine
karşı çıkan lokal-kırsal unsurları temsil ediyordu, fakat Türkiye’de
özellikle ortodoks Marksist çevreler öteden beri onu bir devrimci figür
olarak gördü. Aynı şey Avrupa bağlamında Müntzer için geçerli. Bütün
bunlarda bir anakronizm tehlikesi yok mu? Yani pre-modern zamanlarda
yaşamış ve yerleşik otoriteye şu veya bu şekilde başkaldırmış kişiler ya
da hareketlere modern bir devrimci bilinç atfetmek neyi ne kadar
açıklar?
Bu soru sosyalist teorinin içindeki önemli bir tartışmaya tekabül
ediyor. Bloch ile Lukacs’ın konuyla ilgili tartışmasının yanı sıra
1970’ler ve 80’lerde E.P. Thompson ile Eric Hobsbawm modern deneyimin ve
bilincin on üçüncü veya on dördüncü yüzyıla ne ölçüde
atfedilebileceğini tartışmıştı. Şimdi anakronizmin ciddi bir cazibesi
vardır, hatta işi İsa’nın komünist olduğunu iddia edecek kadar aşırıya
götüren solcular olduğunu da biliyoruz. Ama Marks ve Engels’in, yani
tarihsel materyalizmi kuran filozofların ilkel komünizm üzerine
metinlerinde de meta-tarihsel ve antropolojik bir anakronizmle
karşılaşıyoruz. Anarko-primitist siyasetler için de aynı tespitte
bulunabiliriz. Anakronizm bir yerde sol düşünce geleneğinde periyodik
olarak ortaya çıkan sabit bir unsur. Fakat anakronizm eleştirisinin
haklılığını kabul ederken şunu unutmayalım: Tarihin çoğu döneminde
halkçı özlemler, radikal eşitlik arzuları, özel mülkiyetin feshine
yönelik talepler dini formlarda ifade edilmiştir ve bunları ciddiye
almak kural olarak anakronik bir tutuma işaret etmez.
Solun dinle ilişkisini belirleyen başlıca felsefi kaynak olarak
Aydınlanma’yı görüyorsun ve bu konuda sol hareketlere şu veya bu
reçeteyi önermesen de anladığım kadarıyla solun Aydınlanma’nın mirasını
topyekûn reddetmek yerine çok daha seçici ve eleştirel bir biçimde ele
alması gerektiğini savunuyorsun, bunun üzerinde biraz duralım.
Marx, dinin dinamikleri hakkında düşünmeye 1840’larda henüz yirmili
yaşlardayken başlıyor ve hayatının sonuna kadar devam ediyor, Yahudi Sorunu Üzerine’de
sekülerizmin belli bir varyantının dine yaklaşımındaki yapısal
sınırlılığı saptıyor ve son zamanlarda yapılan biyografik çalışmalardan
öğrendiğimiz kadarıyla ölmeden önceki üç senesini din üzerine hayli
yoğun antropolojik ve etnolojik okumalar yaparak geçiriyor; dinin
kapitalist toplumlarda üstlendiği kritik işlevin yanı sıra
pre-kapitalist ve kadim medeniyetlerdeki konumunu tahlil ediyor, ayrıca
Rusya’daki mir hareketi gibi daha kırsal denebilecek yapılarda ve
Avrupa dışındaki başka toplumsal formasyonlarda dinin ne ölçüde
belirleyici olduğunu anlamaya çalışıyor. Marx’la Engels’in dine
yaklaşımları farklı hatta çelişiktir, Engels komünizmi daha ziyade
kaybedilmiş bir cennete dönüş umudu gibi görür ve köylü isyanları gibi
hareketlerin dini söylemini bu hareketlere temel oluşturan komünist
düzen arzusunu maskeleyen, perdeleyen bir unsur olarak görür. Oysa
Marx’ın gözünde dini söylemler ve talepler bir tarihi zorunluluk içinde
anlamlıdır. Marks dini seküler alandan ayrışmış ve bulutlara yükselmiş
bir bağımsız alan, bir aldatmaca, bir yalan olarak değil gerçek
hayattaki somut ilişkilere ve bu ilişkilerin aldığı çok çeşitli
biçimlere tekabül eden bir şey olarak görür. Benim Marx’ın dine
yaklaşımında en önemli bulduğum şey bu. Marks’ı Feurbach ve Sol
Hegelcilerin materyalizm anlayışından ayıran da büyük ölçüde budur. Dine
buradan bakmayan bir sol hareketin toplumu anlama şansı hâlâ yok.
Elbette Marks son kertede dine ateist-materyalist ve nesnel bir
perspektiften bakıyordu, ama bu perspektifin dini seküler alandan
büsbütün dışlayan Aydınlanmacı perspektifle hiç ilgisi yoktur.
Türkiye’yi de İslamcı kökenlere sahip bir parti yönetiyor, bu parti
iktidarının ilk sekiz yılında Türkiye siyasetine vurulmuş en büyük
pranga olan askeri vesayetle savaştı, geleneksel Kemalist elitleri
geriletti, Kürt sorununun çözümü için Türkiye’de daha önce görülmemiş
bazı adımlar attı, ama 2010’dan bugüne milliyetçi/mukaddesatçı Türk
sağının bilindik ezberlerini tekrarlayarak sağcı devlet refleksleri
sergilemeye başladı, bu durum bugün de pek değişmiş değil. Bu tabloyu
nasıl yorumlamalıyız? Burada dinin rolü nedir?
Sahici bir sol siyaset olaylar karşısında birtakım apriori
tutumlar benimsemez. Marksizm bizden somut durumun somut tahlilini
yapmamızı ister, idealist felsefeyi aşmanın anahtarı olarak buna işaret
eder. Dolayısıyla mevcut konjonktürü ve siyasi pozisyonları göz önünde
bulundurarak siyasi tutum belirlemek doğru olanıdır. Az önce askeri
yönetimden söz ettin, herhalde bundan daha uğursuz çağrışımları olan bir
şey yoktur. Ama bunları söyledikten sonra Akp’nin bugünkü konumunu
tahlil ettiğimizde partinin despotça hareket ettiğini görüyoruz.
Erdoğan, Ortadoğu’da olanların Türkiye’yi ne kadar yakından
ilgilendirdiğinin farkında değil, farkındaysa bile durumu doğru tahlil
edemiyor. Eğer bu gidişat değişmezse Türkiye’de Suriye veya Mısır’daki
gibi bir kırılma yaşanmaz belki ama Akp özellikle Kürt illerinden aldığı
oyları bir sonraki seçimde kaybeder, bu da onlar için ciddi bir
gerileme anlamına gelecektir. Din meselesine gelince Fanatizm
adlı kitabımı 11 Eylül sonrasında Batı’nın herkesi terörist ve fanatik
olarak yaftaladığı bir dönemde yazmaya karar vermiştim, bu
demonizasyonun teşhir edilmesi gerekiyordu. Fakat var olan dini
hareketler de özgürlükçü bir alternatifi temsil etmiyor, tarihsel olarak
edemez demiyorum, ama bugünkü performansları ortada. Latin Amerika’da
ortaya çıkan özgürleşme teolojisi veya Polonya’daki Solidarność hareketi
gibi dini esaslara dayanan muhalif hareketlerde (ki Polonya’daki
hareket bugün çok kötü bir yere geldi) ciddi bir sol potansiyel
göremiyorum, Türkiye’de de Kemalist devletin sekülerizm siyasetinin
berbat olduğunu biliyorum ama AKP, Müslüman Kardeşler veya Hamas gibi
hareketlerin sosyal adalet, eşitlik gibi konulardaki bünyevi/içsel
sınırlılıkları apaçık ortada.
Şimdi bu sınırlılıklar Türkiye’de özellikle son üç dört senede resmen
ayyuka çıktı. Ama meseleye bir başka açıdan baktığımızda AKP’nin
tabanını otantik Anadolu burjuvazisinin çeşitli fraksiyonları, belli
başlı kapitalist gruplar ve “proleter” denebilecek geniş kitleler
oluşturuyor ve Türkiye’de sol-sosyalist bir siyaset ancak bu kitlelerle
dönüştürücü bir ilişki kurarak, bu insanları sola ikna ederek mümkün
olabilecek bir şey gibi görünüyor.
Türkiye gibi ülkelerde şöyle bir paradoks da var: İrili ufaklı bir sürü
sol grup olmasına rağmen solun bir anlamda hiçbir toplumsal temeli yok.
Şimdi sen insanları ikna etmekten söz ediyorsun, bu ikna liberal Batı
dünyasında ortaya çıkmış liberal bir kavramdır, önemini yadsımadığım
gibi yeri geldiğinde sosyalist hareketlerin de benimsemesi gereken bir
siyasete tekabül ettiğini düşünüyorum. Ama Türkiye veya Ortadoğu gibi
solun toplumsal temellerinin olmadığı coğrafyalarda salt ideolojik
ufuklara veya ikna siyasetlerine dayanarak solun ve muhalif hareketlerin
zemin kazanması çok zordur, belki de imkânsızdır. Hizbullah gibi
hareketlere baktığımızda normalde sosyal adaletçi devletten beklenen
hizmetleri ikame etmeye çalıştıklarını, mesela Beyrut’un güneyinde çöp
toplama sistemi kurduklarını veya insanlara sağlık hizmetleri
götürdüklerini görüyoruz. Demek ki Hizbullah gibi dini inançları,
söylemleri ve bağlılıkları olan hareketler somut bir maddi gerçeklik ve
çıkar düzeyinde hareket ederek ciddi bir siyasi güç hâline
gelebiliyorlar. İşçi sınıfı hareketinin çıkarlarını temsil eden
kooperatiflerin, sendikaların ve başka kuruluşların da tarihsel olarak
böyle bir kabiliyeti vardır, işte yapılması gereken tam da bunu yeniden
devreye sokmaktır. Maddi gerçekliğe/çıkarlara verilecek dolaysız
tepkileri kast ediyorum, bunu bir şeyler üreterek veya insanların kendi
emeklerini daha iyi koşullar altında yeniden ürettikleri belirli
kurumlar/kuruluşlar oluşturarak yapmak mümkündür, daha doğrusu Türkiye
veya Mısır gibi ülkelerde solun toplumsal temelleri ancak böyle bir
siyaset aracılığıyla kurulabilir diye düşünüyorum. İnsanları bazı soylu
ideallere ikna etmeye çalışmak gibi radikal liberal bir tutumdan veya
kendi siyasi iradesini ve motivasyonunu sergilemekten başka bir şey
yapmayan sözde sol bir tutumdan ziyade kitlelerin çıkarlarını doğrudan
savunan, bu çıkarların billurlaştığı bazı kurumlar oluşturmak ve bu
siyasi-kurumsal yapıyı ciddi bir siyasi projeyle pekiştirmek gerekir.