Monday, July 30, 2012

Bukowski bu kez tembelliği anlatıyor

Önemlidir. Tembellik etmeyi bilmek lazım.

İşin özü tempodur. Yaptığından tamamen uzaklaşıp doğru zamanda mola almazsan her şeyi kaybedersin.
İster aktör ol, ister ev kadını, fark etmez…
Doruk noktalarının arasında hiçbir şey yapmadığın boşluklar olmalı. Yatağa uzanıp tavanı seyret. Bu çok, çok önemlidir…
Hiçbir şey yapmamak, çok çok önemli. Ve bu çağdaş toplumda kaç kişi yapıyor bunu? Çok az. Bu yüzden herkes kaçık, saldırgan, öfke ve nefret dolu.
Eskiden, evlenmeden önce, bütün perdeleri çekip yatağa girer, üç-dört gün yataktan çıkmazdım. Sıçmak için kalkar, konserve fasulye yiyip tekrar yatağa girerdim. Üç-dört gün yatakta kalırdım. Sonra kalkar, giyinir ve dışarı çıkardım. Pırıl pırıl bir güneş olurdu dışarda, harikulade sesler. Güçlü hissederdim kendimi, şarj edilmiş bir akü gibi. Ama canımı sıkan ilk şey ne olurdu, biliyor musun? Kaldırımda gördüğüm ilk insan yüzü. Şarjımın yarısını kaybederdim o anda.
Kapitalizmle yüklü devasa, boş, aptal ve duygusuz bir yüz -”öğütülmüş” Ve içimden, “Ahhhh, yarısını götürdü!” derdim. Yine de değerdi ama, öteki yarısı benimdi. Evet, tembellik. Öyle derin düşüncelere dalmaktan filan da söz etmiyorum. Serbest düşünce, bir yere varmaya çalışmadan… salyangoz gibi. Harikuladedir!

Bukowski yalnızlığı anlatıyor

Hiç yalnız hissetmedim kendimi.
Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim? ya da birkaç kişinin.
Başka bir deyişle, yalnızlık beni hiçbir zaman rahatsız etmemiştir, çünkü yalnız kalmaya doyamam.
Ben kendimi insan dolu bir odada ya da tezahürat yapan seyircilerle dolu bir tribünde en yalnız hissederim.
Ibsen’den bir alıntı yapacağım: “En güçlü insanlar genellikle yalnızdır.” Hiçbir zaman içimden, “şuh bir sarışın içeri girince kendimi daha iyi hissedeceğim,” diye geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, “Hey, Cuma akşamı, ne yapacağız? Burda kös kös oturacak mıyız?” Evet, kesinlikle. Çünkü yok dışarıda bir şey.Aptallık sadece.
Aptal insanlarla fingirdeyen aptal insanlar. Geceye koşa koşa çıkmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadım hiçbir zaman. Barlarda gizlendim, çünkü fabrikalarda gizlenmek istemiyordum. Hepsi bu. Milyonlarca insan adına özür dilerim, ama ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim. Kendimden hoşnutum.
Bildiğim en iyi eğlence kendimim. Biraz daha şarap içelim!
Interview, Eylül 1987

Merhaba Arkadaş,



 Karlı bir İstanbul akşamında yazıyorum bu satırları sana. Ölü bir şaire yazmak zor, tuhaf, yaralayıcı. Ölümle tamamlanan, ölümle yarım kalan bir hayat, bir şair, bir şiir var karşımda. O yarım kalmışlığın hüznü bulaşıyor işte yazarken ellerime, sonra bütün benliğimi sarıyor… Senin o hiç duymadığım incecik, kırılgan sesin yankılanıyor içimin sokaklarında. O çok sevdiğin şarkıyı söylüyorsun yine: “açık bırak pencereyi”. Pencereyi açıyorum, içimde yüzlerce pencere açılıyor bir anda. Avucuma intihar dalışı yapan kar tanelerini izliyorum, ellerimin ağır ağır hüznün rengine çalışını. Açık pencereden sokağa doğru yayılırken sesim, elimde kitabının sayfaları dönüyor. Sokak lambasına bakıyorum, solgun, titrek… Ağlamaklı oluyorum birden. Ben zaten ne zaman ölü bir şairden yaşam dolu dizeler okusam, bir ölünün hayat kokan ağzını öpüyorum, gözümden süzülen yaşlarla. Karda izler bırakan bir çift geçiyor sokaktan sarmaş dolaş. Cilveleşerek, sarmal bir yay gibi uzanıyor ayak izleri. Gecenin sessizliği içinde ölümü düşünüyor, şiirin ölümsüzlüğüyle avunuyorum.

İlk nerde tanışmıştık seninle, anımsayamıyorum. Kitabın nasıl ve nerden gelip girmişti kitaplığımıza kim bilir. Okunmaktan yıpranmış bir nüshasının nasıl elden ele dolaştığını, yüksek sesle ve heyecanla nasıl okunduğunu gün gibi anımsıyorum (Şarabı helvayla içmeyi de Merhaba Canım’dan sonra denemiştik ilk defa, güzeldi, ama elmayla içmeyi daha bi severim ben). Öğrenci evimizin o derin yoksulluğunda en büyük zenginliğimizdi okumak. Nasıl şiir gibi dövüşürdük yoksa! Umutluyduk, sevgi doluyduk, uğruna yaşadığımız düşlerimiz vardı, Rosinante’ın sağrısıydı bacaklarımızın arasında seğiren. İsyandık, başıbozuktuk “esas duruş”a. Nice arkadaşımız gencecik yaşlarında ölümle tanıştırıldı bu yüzden… Nicemiz gökyüzüne hasret yıllar geçirdik içerde… “Göğü kucaklayıp getirdim sana / kokla açılırsın” diye çınlayan görüş kabinleri tanıktır gücüne dizelerinin.

Üniversite yıllarımda senin ironiyle yüklü, çocuksu, o güzelim “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” adlı şiirini bestelemiştim, şarkımı Kadıköy sokaklarında bağıra çağıra nasıl söylediğimi Gökçeçiçek kardeşim gözlerinde sevinçli bir ışıltıyla anlatır hâlâ: “yanaklarım Yul Bryner şimşir tarak ister misiniz?”.                  

Doksanlı yılların ortalarında Kadıköy’de açtığımız kafeteryaya senin adını vermiştik: “Arkadaş Kafe”. Sonrasında araya hapislik girdi, uzun yıllar buralardan uzak kaldım. Çıktığımda hiçbir şeyi bıraktığım gibi bulamamanın burukluğuyla sokaklarda dolaşırken, kafeteryanın defalarca el değiştirmesine karşın hâlâ aynı adla varlığını sürdürdüğünü görmek beni nasıl da mutlu etmişti.

Yaşasaydın nasıl bir şiir yazardın acaba? Ölümünle yarım kalan şiirin nerelere evrilirdi? Ne acı, bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

“alnını/ dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü/ kanla yıkayan dostum/ senin/ uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun”. Aşkla Sana adlı şiirinin bu dizeleri geçtiğimiz yıl yeniden yankılandı, bir kardeşimizi sokak ortasında, sırtından, güpegündüz, kalleşçe vurduklarında… Ortada birkaç sümüklü tetikçi vardı, onlara yardım eden, yakalandığında eline bayrak tutuşturdukları katille birlikte hatıra fotoğrafı çektiren bazı kolluk güçleri vardı, lafı götünden anlayıp onun Türk düşmanı olduğuna kanaat getirenler vardı (oysa kardeşliği el üstünde tutan bir güvercindi o), hedef gösteren gazeteler vardı, yalnızlaştıran bir suskunluk vardı, göz göre göre gelen bir cinayet vardı ve aslında hepimiz, hepimiz biraz katildik! Susmak, sessiz kalmak, onaylamaktı, ortak olmaktı çünkü. Yeni cinayetlerin suskun ortakları olmamak için, cenazesinde “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!” diyerek mahşeri bir kalabalıkla yürüdük. Olağanüstü bir gündü, Arkadaş. Sen de aramızdaydın, o nice ergen cenazesine eşlik eden dizelerinle: “alnını/ dağ ateşiyle…”

Gökdelenler nasıl da yükseliyor her yerde, sana bunu söyleyecektim… Yurdun üvey doğusunda bitmek bilmez bir iç kanama, sana bunu…

Yine de umudu bir pankart gibi dalgalandırıyorum gözlerimde, yönetenler kapıları sımsıkı kapatsa da, halkların kapıları, pencereleri ardına dek açık çünkü, barışa, kardeşliğe, dostluğa!

“Sahi bizim yüreklerimiz var bir de”, Arkadaş… Sahi bizim şiirimiz var bir de! Çiçekli dallarını kör kuyuya uzatan bir ağaç değil midir şiir? Çiçeklenir insan da…

Seni bu karlı İstanbul akşamında şiirin ateşi, direnci, ölümsüzlüğü ve çoğaltan güzelliğiyle selamlıyorum. Arkadaşça…

Kenan Yücel


sakalsız bir oğlanın tragedyası

charles chaplin bir savaşta yitirdim sakalımı
çıkmazlığın grev sesi umutlarımı vururken
yendirdim bıyıklarımı papağan kuşkulara
biraz elma şekeriyle kazıdım sakalımı
lohusa şerbetiyle kazıdım sakalımı
yanaklarım paprika lahmacun ister misiniz
al işte sana böyle yüze böyle güz
demeyin deseniz de sakal yok ya ucunda
bu güz vermedi tarla seneye bıyık kerim
ben ettim siz etmeyin sakal veririm size
iğne iplik elimde bıyık dikerim size
yanaklarım taşlıtarla kurabiye yer misiniz

sayın bayan dursanıza gözünüze kuş kaçmış
bu bıyık hiç gitmemiş sesinizin rengine
sakalınız uzamış inmiş ta belinize
at kuyruğu yapınız ya da örgüleyiniz
kedinizin bıyığını usturayla kesiniz
yanaklarım bileytaşı ispirto sever misiniz
yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben
sizde güneş bulunur mu biraz kaktüs alıcam
saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de
çok üşüdü güneşten şizofreni olucak
çabuk olun lütfen dikenleri solucak
yanaklarım gobi çölü soğuk su içer misiniz
yüzüm eski bir artist yaşlandıkça shirley temple
elimde bir baş soğan bir baş sarımsak
ah ne kadar şakacısınız hiç hamlet oynamadınız mı
olmak ya da olmamak bütün sorun bu
yanaklarım yul bryner şimşir tarak ister misiniz

Sunday, July 29, 2012

Barzani: Çözüm olamazsa, Kürdistani bir çözüme gideriz



29 Temmuz 2012 Pazar / Saat 03:42

Irak Kürdistan Bölgesi Bakanı Mesud Barzani, Irak’ın durumu ve yaşanan sorunlar ile ilgili yaptığı açıklamada,Sorunumuz, diyalog diliyle anlaşma yerine silah dilini tercih eden zihniyetledir.'' dedi.

Barzani, Bağdat yönetiminin Kürdistan Federal Bölgesi'ne asker kaydırma girişimine ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, Irak'taki mevcut siyasi kriz ve bölgesel yönetim ile Bağdat'taki merkezi hükümet arasındaki gerilimi değerlendirdi. Newroz'da yaptığı konuşmaya atıfta bulunan Barzani, “raktan yana bir çözüm olamadığını gördüğümüzde, ozaman Kürdistani bir çözüme gider ve halkın görüşlerini alırız” dedi.

''Maliki ile şahsi sorunum yok''

Bazı çevrelerin anayasaya uymaktan kaçtığını ve iktidarı kendi tekellerine geçirmeye çalıştığını savunan Barzani, Başbakan Nuri Maliki ile arasındaki anlaşmazlığa da değinerek şu ifadelere yer verdi:

''Zaman zaman bu kriz, sanki benimle Maliki arasındaki şahsi bir meseleymiş gibi görülüyor. Ancak benim Maliki ve krizin diğer taraflarıyla hiçbir sorunum yok. Maliki yıllarca Kürt bölgesinde yaşadı, benim yakın arkadaşımdı ve sürekli irtibat halindeydik. Sorunları onunla anlaşarak çözmeye çalıştım, ancak hiçbir anlaşmaya uymadı. Sorunumuz, diyalog diliyle anlaşma yerine silah dilini tercih eden zihniyetledir.''

“Kürtler Irak’ın  başta gelen halklarında biridir ve özgürleşme sürecinde ve sonrasında yeni ırak’ın inşaa edilmesine büyük katkılar sonmuştur. Irak’ta birlikte yaşamanın tek yolu ve harcı anayasadır. Bizler bu anayasa çerçevesinde haklarımızı ve hukumuzu beliryor ve talep ediyoruz. Ancak bazılarının ayakları yere basmaya başlayınca, iktidarı tamamen ele geçirmenin peşine düştü. Ve kendilerini anayasanın üstünde sanıyorlar. Bazen Sayın Maliki ile şahsi sorunum varmış gibi yansıtılıyor. Benim ne Maliki neden başka biri ile şahsi sorum yok ve olmazda.Maliki bir yıl Kürdistan’da kalmıştır ve biz ona bir dost olarak sahip çıkmışız ki onunla birlikte  sorunlarını çözmek için uğraşmışım.Ancak kendisi vermiş olduğu hiçbir sözünün arkasında durmamıştır. Tek adam gibi hareket etmeye başlamıştır.

Maliki 2008 yılında Xaneqin’e Irak ordusunu göndrerek peşmergeyle karşı karşıya getirdiğini hatrlaran Barzani, “İşte ozaman ben Maliki’den umudu kestim. Silaha inanan bu zihniyet şimdi değil ama ilerde büyük bir sorun haline gelecek. Bizler bu yıl bu zihniyete karşı gerekli tavrımızı aldık ve anlatıldığı gibi yeni bir sorunda çıkarmadık. Bizim taleplerimiz vardı ve bu talepler için gerekli olan tavrı takınmamıştık.Kaç yıldır anayasanın gerekliliklerini yerine getirileceğine dair bize söz verildi. 140. Madde, bütçe , peşmerge gibi bir çok konu var ama bunların hiç biri yerine getirilmiş değil. Hewler’de bir anlaşma yapıldı ancak bu anlaşmanında hiçbir maddesi uygulamaya konmadı.Yapılan tek şey diktatörlük zihniyetinin geritilmesidir. Verilen tüm sözlerin ardında Başkanlık ve Bakanlar kurulu iç düzünde yapılacak olan değişiklikler yapılmadı  ve tersine yapılan Maliki’nin tekliğinin tüm kurum ve kuruluşlarda uygunlamasıdır. Irak sisteminde Başbakan değil, Bakanlar kurulu Başkanı vardır ki bu Başkanı istediklerini yapma değil, Bakanlar kurulunun aldığı kararları uygulaması anlamına gelir. Ancak yapılan Irak sistemine aykırıdır”dedi.

Yapılan petrol anlaşmalarına da değinen Barzani “Herkesin şunu çok iyi bilmesini istiyorum ki bir yıldır, Bölge’nin ve Irak merkezi hükümetinin yapmış olduğu petrol anlaşmalarını inceleyecek bir komisyon kurulmasını istiyoruz. Acaba Bölge petrolü üzerinde koparılan bu yaygara kamuoyunu yanlış yönlendirmiyor mu? Bu sayede Irak petrol Bakanlığı'nın yapmış olduğu petrol anlaşmalarının gündeme gelmesinin önüne geçilmek isteniyor.” dedi.

"Iraktan yana bir çözüm olamadığını gördüğümüzde, ozaman Kürdistani bir çözüme gideriz"

Şimdiye kadar sorunların anayasal çerçevede diyalog yolu ile çözmesini istediklerin velirten Barzani, “Ancak Iraktan yana bir çözüm olamadığını gördüğümüzde, ozaman Kürdistani bir çözüme gider ve halkın görüşlerini alırız. Bu newroz bayramında benm verdiğim mesajda buydu.” dedi.

Barzani Maliki’yi iktidardan uzaklaştırma projesinin kendisine ait olmadığını ancak kendi projesi gibi sunulduğuna dikkat çekerek, “Bu proje başka birilerine ait. Ben Irak yönetim sisteminde kökten değişiklikler yapılması önerisinde bulundum. Ben demokrasi ve hoşgörü sisteminin yerleştirilmesine ve geliştirilmesini istedim. Ancak Sayın Devlet Başkanının katılımı ile siyasi taraflarla yapılan toplantıda, Maliki’nin  Bakanlar Kurulu Başkanlığından uzaklaştırılması kararı çıktı. Bende üzerinde uzlaşılan bu fikri destekledim. Çünkü herkes bu fikirde hemfikir oldu. Bu fikri nedenle destekledim, çünkü Maliki ile geçirilmiş olan zamanda ve yapılan anlaşmaların yerine getirilmemesinden de anlaşıldı ki bu süreç Maliki ile yürütülemeyecek.” dedi.

Maliki'nin iktidardan uzaklaştırma projesinin iç siyasetin bir malzemesi haline getirildiğini belirten Barzani, “Kürt halkının meşru haklarına karşı yapılmış bir şeydir ki aynı şekilde Kürdlerin Irak’ta sahip olduğu konuma zarar vermiştir. Ben bu tavrı ulusal bir görev olarak bildim ve bu yükü yüklendim. Çünkü şuanda Bağdat’ta vuku bulan şeylerin yarın çok daha tehlikeli bir noktaya ulaşacağı uyarında bulunmak istedim .Ben bunun üzerinde özellikle duyudum ve sürekli gündemimde tutum. Herkesin bu tehlikeyi görmesini istedim.”

"Halk sorun değil hizmet bekliyor."

Maliki'nin iktidarı boyunca halka hizmet etmek yerine sorun çıkardığını belirten Barzani, “Bu yıl ellerinin altında yarım trilyon dolar para bulunuyordu. Ama maalesef halka sunulan bir hizmet yok. Bu bütçe, yani halkın parası nereye giti? Irak halkı soruyor nerde kalıkınma nerde hizmet? Sadece bir yıl için 20 milyar dolar elektiriğe ayrıldı, peki nerde elektirik? Hükümet diğer siyasi taraflarla ve ve Bölgeyle (Irak Kürdistan bölgesi) sorun çıkamaya ayıracağı zamanı, halka hizmet etmeye ayırsın. Halk sorun değil hizmet bekliyor.” dedi

"Irak'ın eski günlerine geri dönmesine izin vermeyeceğiz"

Barzani Irak eskigünlerine asla dönülmeyeceğinin altını çizerek “Bir daha ordu, polis ve istihbaratla halkımızın esir alınmasına yani Irak'ın eski günlerine geri dönmesine izin vermeyeceğiz. Kürdistan ve Iraklı diğer halkların geleceklerinin bölgelsel ajandalara ve şahsi hırsalara kurban edilmesine göz yummayacağız.

"Kürdlerin birliğinin bozulmasına izin vermeyeceğiz"

Barzani, açıklamaının sonunda ise “Bölgede büyük değişimler yaşanıyor. Biz halkların iradesinin kazanmasını desteklerken, Kürdlerin birliğinin bozulmasına izin vermeyeceğiz. Tüm tarafların ulusal ve vatani çıkarları, küçük dar çıkarların üstünde olmalı. Irak ve Bölgede(ortadoğu) yaşanan sorunlar, tarafların her şeyi birbirne karşı kullanaması ve siyasi malzeme yapmasından kaynaklanıyor. Bu taraz yaklaşımlar Kürt halkının Bölgdeki (ortadoğu) durumunu ve çıkarlarını tehlikeye sokcaktır. Bu durumda tüm taraflara tarihi bir sorumluluk düşüyor. Ben Kürdistan ve Irak’a karşı olan sorumluluğumun bilincindeyim. Ay zamanda kendimi Kürdistan vatandaşlarının özgürlüğünün savunucusu olarak görüyorum ve bu sorumluluktan gurur duyuyorum. Umut ediyorum hepimiz elele verekek ulusumuzu, silahların gölgesinden kurtarak, huzur ve barış içinde tutarız.” dedi.
 Kaynak: http://imc-tv.com/haber-barzani-cozum-olamazsa-kurdistani-bir-cozume-gideriz-3919.html#.UBURyVGB_qw.facebook#ixzz220TYrq18

Friday, July 27, 2012

Hozatlı Ahmet Dede - Eşrefoğlu Al Haberi (Alevi Fıkrası)

AB Çökerse Yeni Bir Hitler Doğabilir” – Geoffrey Roberts

“AB Çökerse Yeni Bir Hitler Doğabilir” – Geoffrey Roberts

Geoffrey Roberts, bizi Avrupa Birliği’nin ekonomik ve siyasal krizinin Avrupa’ya yeni bir Hitler getireceği konusunda uyarıyor. Yükselen aşırı milliyetçiliğin aynı zamanda Avrupa ve dünya demokrasisi için bir sınav olduğunu ve bunun sonuçlarının önceden kestirilemediğini dile getiren Roberts, aşırı milliyetçiliğin mevcut yükselişinin 1930’daki Avrupa’da yaşanan olayların bir tekrarı olduğunu söylüyor. Marx’ın da dediği gibi, tarih tekerrür ediyor, bu sefer komedi olarak.

1952 doğumlu Geoffrey Roberts, İkinci Dünya Savaşı konusunda çalışmalar yapan İngiliz Profesör. Şuanda İrlanda’daki College Cork Üniversitesi’nde modern tarih dersi veriyor. Son kitabı ise 2006 yılında Yale Üniversitesi yayınları tarafından çıkarılan “Stalin’s Wars: From World War to Cold War, 1939-1953”. Yazarın Türkçe’ye çevrilmiş eseri bulunmuyor.

RT: İkinci Dünya Savaşı’nda bulunan insanlar günümüzde hala yaşıyor ve savaşın hatıraları hala taze. Bu savaş hepimize iyi bir ders oldu, fakat milliyetçi aşırı sağın Avrupa’da yükseldiğini görüyoruz. Bunun sorumlusu ne?

Geoffrey Roberts: Avrupa’daki milliyetçi aşırı sağ hareket yeni bir fenomen değil. Son zamanlarda milliyetçiliğin siyasal etkisi oldukça güçlü olmuştur, özellikle de Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde gittikçe büyüdü. Ben, bunun AB’nin tüm geleceği için korkunç bir tehdit oluşturan ve Avrupa’nın şuan karşı karşıya olduğu ekonomik ve siyasal sorunlarla çok ilgili olduğunu düşünüyorum.

Zaman geçtikçe, savaş hafızalardan siliniyor ve bugünden uzaklaşıyor ve savaşla aradaki zaman giderek arttıkça insanların çarpık savaş söylentilerini dillendirmeleri için daha çok olanak oluşuyor. Bu da kısmen, milliyetçi aşırı sağın Avrupa’daki gelişmesi savaşa olan mesafesiyle açıklanabilir. Fakat bu asıl sebep değil. Asıl sebeplerden biri güncel siyasetin ve ekonominin tarihten önde olması. Elbette bu, tarihin önemli olmadığı anlamına gelmiyor, zira birçok tarihsel ders günümüzün krizleriyle ilişki içinde.

RT: Eğer bu Avrupa’nın son kriziyse, milliyetçi duygular daha da yükselecek demektir.

GR: Bu büyük bir tehlike. Avro bölgesi çökerse, AB çökerse, milliyetçilerin farklı cephelerde yer alması en muhtemel senaryo olarak karşımızda. Pek yerinde olan soru ise milliyetçiliğin türlerinin ne olduğu ve milliyetçilerin nasıl aşırı ve tehlikeli olacaklarıdır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce olanlar, özellikle de günümüzdekine benzer bir krizin yaşandığı 1930’lardakiler tarihsel bir ders. Bunun sonucu ise aşırı milliyetçiliğin yükselişi, birçok otoriter ve Nazi türünden rejimlerin Avrupa’da ortaya çıkışı olmuştur.

Bu tarihsel dersin büyük tehlikesi bugün yeniden gelişiyor. Ben bu tehlikenin kaçınılmaz olduğunu düşünmüyorum. Bence, geçmişle bugün arasındaki fark, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Avrupa’ya göre daha demokratik bir kültürün, daha demokratik kurumların güçlü bir şekilde bulunmasıdır. Pek emin değilim, ama Avrupa demokrasisinin bu krizi atlatacağından umutluyum.

RT: Anti-demokratik görüşlere sahip bir siyasetçinin demokratik kurumları kullanarak iktidara geleceğini düşünüyor musunuz?

Aslında Hitler’in durumunda tam da böyleydi. Hitler, bu şekilde iktidara geldi. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında birçok ülkede gerçekleşen de bu. Farklı bir olasılık da bu mücadelenin Batı demokrasisi için bir test olacak olması. Sadece Batı demokrasisi için değil, Avrupa ve uluslararası demokrasi için de bu test geçerli. Demokrasi gerçekten de ekonomik çöküş ve siyasal bozulma koşullarında ortaya çıkan milliyetçilik sınavını atlatabilir mi?

RT: Avrupa’yı birlikte tutmak, milliyetçiliğin yükselişine karşı sihirli bir değnek işlevi görebilir mi?

GR: Bunun her derde deva olacağını düşünmüyorum, fakat umudum Avrupa Birliği’nin dağılmaması. Çünkü bütün hatalarına rağmen, AB aşırı milliyetçi alternatiften çok daha iyidir. Kimse ne olacağını biliyor mu? Bence, muhtemelen AB ayakta kalacak, öyle de umuyorum zaten.

Eğer Rus olsaydım, AB’nin çökmesini ve milliyetçiliğin aşırıcı türlerinin Avrupa’da yükselmesini isterdim, çünkü bu Rusya için anlamlı bir mücadele olabilirdi.

Stalin’in SSCB’si: Süper güç olmanın ağır bedeli

RT: Rusya’da Joseph Stalin hakkında iki farklı görüş var. Bir kısım, Stalin’in İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan ve ülkeye muazzam bir destek verdiğini söylerken, başka bir kısım da Stalin’in SSCB’nin çöküşüne sebep olan ekonomik krizin asıl sebebi olduğunu söylüyor. Bu konuda ne diyeceksiniz?

GR: Stalin öldüğünde Winston Churcill “Stalin Rusya’yı tahta sabanla buldu ve atom bombasıyla bıraktı” demişti. Bu ifade Stalin’in başarısını özetliyor diye düşünüyorum. Bu başarı, Sovyetler Birliği’nin modernleştirilmesi, kentleştirilmesi ve sanayileştirilmesidir. Bu başarı, 1941 yılında Alman işgaline karşı bir ülkenin temellerinin oluşturulması ve faşizme karşı zafer ve ayrıca savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin temellerini nükleer bir süper güç olmasıdır.

Eğer Rusya halen dünyada önemli bir rol oynayan bir ülkeyse ve gelecek için büyük bir potansiyele sahipse, bunun nedeni Stalin zamanında oluşturulmuş temellerdir.

Bunu söylerken elbette, Rusya’nın modernizasyonunun acımasız olup olmadığı hakkında birçok soru sorulabilir, tartışma yapılabilir. Çünkü elbette Stalin Rusya’yı ve Sovyetler Birliği’ni modernize edebilirdi…

RT: Savaş sonrası Rusya’yı kastediyorsunuz, değil mi?

GR: Hayır, savaş öncesi Rusya’dan bahsediyorum. Stalin aynı zamanda milyonlarca insanın ölümünden de sorumluydu. Bunun bedeli hakkında başka bir tartışmayı ele alın, yaşanan olaylardan ders çıkarılıp çıkarılamayacağı hakkında bir tartışma yapabilirsiniz, bu Stalin’in amaçladıklarından belki de daha etkili olabilir. Ama yine de sonuç olarak çok acımasızca da olsa Sovyetler Birliği’nin modernizasyonu Stalin zamanında başarıya ulaşmıştır.

RT: Yani, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, gerçekten de Stalin’den sonraki liderler yüzünden mi oldu?

GR: Elbette, Stalin’in kurduğu ve ölümünden sonra da devam eden sistemin kitlesel terör gibi acımasız bazı yanları Stalin’in ölümünden sonra yok oldu. Esasında bu Stalin’in sistemiydi. Fakat sistem birçok açıdan yetersizdi. Bu yetersizlikten sonunda Sovyetler Birliği’nin çöküşüne sebep oldu.

RT: Bu Stalin’in Sovyetler Birliği’nde kurmaya çalıştığı, ölümünden sonra da çöküşe sebep olan zihniyet miydi?

GR: Bu ne tür bir zihniyetten söz ettiğinizle alakalı. Stalin bir komünistti ve sosyalizme inanırdı, komünist ütopyaya inanırdı, Sovyet sistemine inanırdı. Onun inandığı Sovyetler Birliği bütün dünya için bir modeliydi. Kimse Stalin’in görüşlerini ve inançlarını kabul etmek zorunda değil, fakat onun vizyon gücünü tanımak zorunda. Bu vizyon gücü Sovyetler Birliği’nin tarihsel gelişimi içinde çok önemli.

Ne olduysa Gorbaçov başa geldiğinde sordukları, geleneksel Sovyet imajı için çabaları ve sistemi radikal bir yoldan reform yapmaya çalışmasıyla oldu. Bunun sonucu olarak da sistem çöktü.

RT: Batı’daki insanlar Stalin’i genellikle Rusya’ya liderlik eden ve İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan bir siyasetçi olarak görüyorlar. Rusya’da savaşın kazanılmasıyla ilgili bir kuşku yok. Rusya’sız savaş kazanılamazdı. Batı’nın bu konuda kuşkuları var mı?

GR: Batı’da bunu inkâr etmek isteyecek bazı insanlar var. Çünkü bu onların yüzleşmekten korktukları bir gerçek. Evet, bu otoriter sosyalist rejim, diktatör Stalin Hitler’in yenilmesinin sorumlusuydu.

RT: Nazilere karşı olarak mı?

GR: Bu tür insanlar, Nazizim ve Komünizm, Stalin ve Hitler arasında çok büyük bir farkın olmadığını söylerler, hangisinin birbirinden daha kötü olduğunu tartışırlar. Ben bunun en yaygın görüş olduğunu düşünmüyorum. En yaygın görüş, Nazizm ve Komünizm, Hitler ve Stalin arasındaki farkları kabul eden görüştür. Hitler, dünya için Stalinden katbekat daha tehlikeli bir diktatör.

Ben Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı’ndaki rolünün günümüzde daha çok kabul edildiğini düşünüyorum. Tabii ki, İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili farklı ve çarpık görüş sunmak isteyen insanlar hep olmuştur.

RT: Stalin hakkında oldukça bilgili ve ders vermiş birisiniz. Batı’da Stalin ve Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı hakkında bilgi eksikliği bulunduğunu söylemediniz.

GR: Sadece Batı’da veya Rusya’da değil, tüm dünyada tarih konusunda bilgi eksikliği bulunuyor. Ben bu bilgi eksikliğinin o kadar büyük olduğunu düşünüyorum. Dediğin gibi, günümüzde İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler’in rolü günümüzde daha çok kabul görüyor, özellikle de Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana.

Soğuk Savaş boyunca devam eden ideolojik bir mücadele oluştu. Bu ideolojik kavga Nazileri yenen Sovyetler’in rolünü inkâr eden “Batılı Soğuk Savaşçılar” tarafından gösterilen bir çabanın ürünüydü. Batı’nın Soğuk Savaş dönemi görüşleri hala geçerli ve hala aynı argümanları üretip duruyor, ama bunlar artık eskisi kadar yaygın ve etkin bir şekilde kullanılamıyor.

Çeviren: Can Semercioğlu

Geoffrey Roberts - toplumsol | Temmuz 26, 2012
Kaynak: RT.com (http://www.rt.com/news/roberts-ussr-eu-nationalism-818/)

Thursday, July 26, 2012

İşkencecilerin en kibarı


    
Tuğba Tekerek

İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne terörle mücadeleden sorumlu Müdür Yardımcısı olarak atanan Sedat Selim Ay’ın işkence mağdurlarından Ayşe Yılmaz tok sesiyle sakin sakin anlattı: Gözaltındayken kendilerine sürekli porno film seslerinin dinletildiğini, 20 yaşındaki gencecik insanların vajinasına giren parmakları, öldürülen arkadaşı Süleyman Yeter’in işkencede delinen yüzünü nasıl öptüğünü... Şimdi İnsan Hakları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Komite Türkiye Temsilcisi olan Yılmaz’a göre Ay, tüm bunların ve daha pek çok olayın sorumlusu ekibin iki numaralı ismi. Ekibin başında sürekli küfürlü konuşan Bayram Kartal var, Ay ise “okumuş, entelektüel ve sakin.” 1997’de gözaltına alınıp, işkenceli 14 günün ardından serbest bırakılan, gördüğü işkenceye karşı etkin soruşturma yapmayan Türkiye’yi AİHM’de mahkum ettiren Yılmaz “Ay’ın terör şefliğine getirilmesi beni üzmez, Türkiye gerçeğini bir kez daha gösterir” diyor.

Öncelikle gözaltı sürecinde yaşadıklarınızı sormak istiyorum...

Ben önce size şunu söyleyeyim. Ben, karşınızda bütünlüğü olan bir insan olarak oturuyorum. Ama o dönemde yaşayan bazı arkadaşlarımız artık yok. Süleyman Yeter, 6 martta gözaltına alındı 2 gün sonra cesedini verdiler. Ben o cesedi gördüm. Süleyman’ı sarıldım öptüm. Şakaklarında delikler vardı, sanki demir mengeneyle sıkıştırılmış gibi... Korkunç ağır işkenceyle öldürüldü bu insan. Hasan Ocak yine bu ekip tarafından gözaltına alındı, işkence yapıldı, Beykoz ormanına atıldı. Kimsesizler mezarlığında 58 gün mücadele ederek bulabildik Hasan’ı. Asiye Zeybek Güzel’e tecavüz edildi. Kişiliği parçalandı, istediği kıvama getirmenin yolu yöntemi olarak bu işkence uygulandı. Tüm bunları görmüş geçirmiş biri olarak karşınızda oturuyorum ben. “Benim gördüğüm ne ki” diyorum.

“Ne ki” olsa da anlatır mısınız?

Ben de dayak yedim, gözüm bağlandı, küçücük çocuğum ortada bırakıldı. Eşimle birlikte gözaltına alındım. 14 gün boyunca neden gözaltına alındığımızı bilmedik, işkence gördük, eşimin üç kaburgası, burnu kırıldı, kafası nerdeyse paramparça edildi. Her tarafı kan revandı ilk gördüğümde. 5 gün hücrede zincirli tutuldu benim eşim. Suçu; kendisini dövenlere karşı mukavemet göstermiş. O insandır ya, insan. Sen küfredeceksin, döveceksin, işkence yapacaksın karşındaki elini kolunu bağlayıp duracak. Yok öyle bir şey. Ve bunun için benim eşim bayıltılana kadar dövülüyor ve zincirleniyor. 5 gün insanî ihtiyaç dediğimiz tuvalet ihtiyacı bile görülmüyor. Her gün hücrenin demirlerinden dışarıya işiyor. Ancak “Büyüğümü de buraya yapacağım” dediğinde zincirlerini çözüyorlar.

Gözaltına alınmanız nasıl oldu?

22 şubatta gece saat dört buçukta dış kapımız kırılarak, uzun namlulu silahlarla girildi bizim evimize. Oğlum o zaman 7-8 yaşındaydı, hemen yatağıma aldım. Yatak odama daldıklarında çok sinirlendim, “Burada çocuk var, çıkın” dedim. Epey bir tartıştıktan sonra çıktılar yatak odamdan. Evin her tarafını talan ettiler. Sonra “Giyinin götürüyoruz” dediler. O arada oğlumu kucakladım alt komşuma götürdüm, ama önce “Götüremezsin” dediler, silah dayadılar belime. “Ya beni öldürürsünüz ya çocuğumu alırsınız” dedim. Bunun üzerine alt komşuma bırakabildim çocuğumu. Sonra beni ve eşimi Vatan Emniyet’e götürdüler.

Orada ne oldu?

İlkin Bayram Kartal, Sedat Selim Ay ve bir kişinin daha olduğu bir odaya alındık. Ay’ı şahsen gördüğümde tanırım. İlk sorguya alındığımda gözlerim açıktı. Beni sorgulayan oydu. Verdiğim bir yanıttan dolayı dayak da yedim aynı odada ben. “Sen devlet memurusun, devlete hainlik ediyorsun” denince ben de “Vatanseverim diyenlerin Susurluk’ta tahlillerinde uyuşturucu çıktı” diye yanıt verdim. O gerginlikle söylüyorsun böyle şeyler. Bunun üzerine bana giriştiler, dövdüler.

Sonra?

Sonra koridor gibi bir yere, salona getirdiler bizi. Çok kalabalıktı. Gözlerimiz bağlı yüzümüz duvara dönük ayakta durduk orada. Beş gün aynı yerde kaldım, işkence sesleri, televizyon sesleri, yemeden, içmeden, oturmadan, yatmadan, ayakta. Sürekli Kral FM’i açıyorlardı. Bir parça vardı, o zaman çok nefret ediyordum. Unutmak istedim ve unuttum. Çok pis bir parçaydı. Bağıra bağıra, binlerce kez dinlettiler bize. Sorgudan getirilen, askıya alınıp getirilen baygın insanlar ayaklarımızın altına atılıyordu. Üşüyor titriyor, insan olarak çıkarıyorsun kabanını, üstünü örtmeye kalktığında gelip dövüyorlardı.

Erotik film sesini nerede dinlettiler?

Vatan Emniyet’teki o salonda. Kiminle görüşürseniz hepsi söyleyecektir bunu. Mukaddes Hanım (Çelik) da söyleyecektir, Birsen (Kaya) de, Sultan (Arıkan) da... Mesela, Sultan’ın işkence davası görüldüğünde açıkça söylediği şeyler vardı: “Parmaklarıyla bana tecavüz ettiler, vajinama parmaklarını soktular.” Polisler ayıplattılar mahkeme salonunda bunu böyle söylemesini... İşin komiği, bunu yapmak ayıp olmuyor da bunu ifade eden kadın ayıplanıyor. Bu tür şeyleri de yaşadık biz.

Salondan sonra nereye alındınız, orada kimlerle kaldınız?

Beni, Sultan’ı ve Birsen’i A-7 hücresine koydular. Gülnaz diye gencecik bir çocuk daha vardı hücrede. O da çok tedirgin, berbat bir durumdaydı, çok ağır işkenceler görmüştü. O süre zarfında Sultan’ın ve Birsen’inin tuvalet ihtiyaçlarını ben gördürdüm. İkisinin de kolları çalışmıyor, ters ve düz askıya alınmaktan ötürü. Her tuvalete gittiklerinde yanlarında gidiyordum, pantolonlarını açıyorum, oturtuyorum ve geri kaldırıyorum. Çok genç çocuklardı daha, 21 yaşında. Böyle yaşadık biz 13-14 gün. Gönül’le (Karagöz) de tuvalette karşılaştığımda durumu çok kötüydü.

Nasıldı?

Vücudunun her tarafında yara vardı. Bayram Kartal Gönül’ü gırtlağından tutarak boğmuş. Bu Bayram Kartal’ın işkence yöntemiymiş; bayıldıktan sonra bırakıyor, sonra boğulan kişi ani bir nefesle kendine geliyor. Öldürme korkusunu yaşatarak baskı yapıyor. O zaman, ekibin şefiydi Bayram Kartal. Adli Tıp’a Gönül’le beni kelepçeleyip götürmüşlerdi. Biz, iki kadın orda kelepçeli beklerken içeri bir polis girdi, ona “Müslüman faşist” deniyordu. Saçları briyantinli, esmer, orta boylu... O adamı gördüğünde Gönül titremeye başladı. Ve çok uysal olan Gönül “şerefsiz” diye küfrederek fırladı. Gönül’e de aynı şeyi yapmışlar... (Sessizlik) Yani tecavüz etmeye kalkmışlar.

Tüm bunları yapan TİM 3. Bu ekip hakkında neler biliyorsunuz?

Her illegal örgüte bakan TİM’ler varmış. TİM 1-2-3-4... TİM 1 PKK’ya bakıyor, TİM-3 MLKP’ye... Başında Bayram Kartal vardı, yardımcısı da Sedat Selim Ay’dı. Onun dışında “Ahmet” diye, “Lale” diye, biraz önce sözünü ettiğim “Müslüman faşist” diye bir sürü takma isimler kullanan insanlar vardı. Bayram Kartal esmer, bazen bıyıklarını keser bazen çok komik bıyıklar bırakır. Her zaman yüz yüze olduğumuz, toplumsal olaylarda, işkence davasında sürekli gördüğümüz biri. Sadece bizi gözaltına alması değil, geçmişinde bayağı namlı işler yapmış. Kars’ta Cemil Kırbayır’ın gözaltında kaybedilmesinin, Turan Sağlam’ın gözaltında işkenceyle 12 Eylül’de öldürülmesinin faillerindendir. Kars’ta o işleri yapıyor sonra terfi olarak buraya yollanıyor. Oradayken ismi Kemal Kartal, İstanbul’a gelince Bayram Kartal oluyor.

Peki Sedat Selim Ay?

Okumuş, entelektüel bir tip, üniversiteye gitmiş galiba. Ben o zaman kırklı yaşlardaydım, o da otuzun üzerinde bir insandı. Uzun boylu. Daha sakin gibi görünüyor ama ekibin esas adamının o olduğu belliydi. Sorgulara falan o giriyordu.

Selim Ay için “İyi adamdır” açıklamaları var. Böyle diyenlere ne diyorsunuz?
Devlete göre iyidir. Devletin has adamıdır. Kritik işlerini demek ki onunla çözecek. Diyarbakır’daydı “işkenceye sıfır tolerans” diyen AKP şimdi buraya getirdi. Bundan sonra İstanbul’u bir işkenceciyle yönetmeye çalışacak. Evet dışardan baktığında üniversiteli, insan gibi insan diyorsun ama öyle olmadığını ben yaşayarak gördüm, biliyorum ve söylüyorum.

26 Tem. 12, Taraf

İyilik ve Kötülük


Yaşlı kızılderili reisi, kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyordu... Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve 12 yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesinin önünde boğuşup duruyorlardı... Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar... Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli görünürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.... O merakla sordu dedesine... Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı...

"Onlar," dedi, "benim için iki simgedir evlat..."
"Neyin simgesi?" diye sordu çocuk...
"İyilik ile kötülüğün simgesi... Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük, içimizde sürekli mücadele eder durur... Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm... Onun için yanımda tutarım onları..."

Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

"Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?.."

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:

"Hangisi mi evlat?.. Ben hangisini daha iyi beslersem o kazanır...”

Benim için yazmak yaşamaktır

Kürt Edebiyatı’na önemli eserler kazandıran Menaf Osman, Kürtçe yazmanın asimilasyon politikalarına karşı geliştirilen kültürel direnişin önemli boyutu olduğunu belirtiyor. Yazının özgür bir ülke ve özgür bir halk gerçeğini anlatması gerektiğini ifade eden Osman, „Benim için yazmak yaşamaktır“ diyor.

Uzun yıllardır cezaevinde bulunan Menaf Osman’ı gerek resim sergileri, gerekse de yazınsal çalışmalarıyla tanıyoruz. Kürt Edebiyatı ve Kürtçe yazmak konusunda düşüncelerini merak ettiğimiz Osman ile cezaevinden cezaevine söyleşi yaptık. Yazdığı çok sayıda kitap ile Kürt Edebiyatı’na önemli katkılar sunan Osman, Kürtçe yazmanın egemenlerin geliştirdiği asimilasyon politikalarına karşı direnişin önemli ayaklarından biri olduğunu söyledi. Kültürel olan her şeyin otantik bir yerelliğe sahip olmadan evreselliği de yakalamayacağını kaydeden Osman, özgürlüğü olmayanın evrenselliğinin de olamayacağına vurgu yapıyor.

„Bire Şera“ adlı kitabınız Aram Yayınları’ndan yayınlanmıştı. Son zamanlarda ise „Şînok“ kitabıyla okuyucularınızın karşısına çıktınız. Kürtçe yazmaya nasıl başladınız? Neden Kürtçe yazmayı tercih ettiniz?

Kürtçe yazmaya 1993’ten sonra başladım. Yani hapise düştükten sonra. Aslında Kürtçe yazmayı çok önce düşünmüştüm, istemiştim de. Ama hazır el altında bir dilin varolması, yeni bir dili (yazmak için söylüyorum) yeni baştan öğrenmek büyük bir çaba ve daha önemlisi de, bol zaman isteyen bir iştir. Bu da her zaman mümkün olmaz. Benim Kürtçe yazma tercihim ilkeseldir. Mücadelesini verdiğim kutsal bir davanın parçası olan dili ihmal edemezdim. Namaz kılmayan, oruç tutmayan bir mümin gibi oluyor Kürtçe yazmayıp, başkasından da Kürtçe yazmasını istemek. Kendimden çok utanır, büyük bir eksiklik hissederdim içimde. Sonunda zindan gibi avantajlı bir ortamla karşılaştım ve ilk fırsatta bu zaafımı gidermeye çalıştım, hala da bir içgüdünün dürtüsüyle sarılıyorum dilime. Kısacası, kendi anadilimle yazmak, benim için bir tercihten çok, bir zorunluluk olarak algılıyorum. Yani bizim gibilerin başka bir tercihi yok, çünkü bu dili inkar etmek isteyen egemenler kadar, onu kurtarmak isteyen devrimciler de, meseleye kültürel yanından çok siyasi yanını görmek zorunda. Ama Kürdistan’daki yaşamanın adı direnmek ise ve her konuda direnmeden yaşanılmıyorsa, bu kural edebiyatımızın için de geçerlidir. Edebiyatımızın temel karakteri de direniş olmak zorundadır.

Türkçe yazan Kürt yazarları, Kürtlerin, Kürtçe’nin maruz kaldığı yasakçı politikalar karşısında „aydın yazar sorumluluğunu“ nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkçe yazan birçok arkadaşım da var. Ve ne yazık ki onları üzmek zorundayım bu soruya cevap verirken. Kürt halkının nasıl bir mücadele içerisinde olduğu ortadayken, kimilerinin ‘makul’ gerekçeleri ne yazık ki bana inandırıcı gelmiyor. Özgür bir ülke ve özgür bir halk gerçeğimiz olsaydı, sadece Türkçe yazan Kürt yazarlar değil, her dilde yazanlara da bir şey denemezdi. Hatta belki de kimilerini teşvik ederdik, bizi dış dünyaya anlatsın diye. Ama Kürdün varlığı bile hala doğru dürüst kabul görülmüyorsa, aydınım diyenin bu dile sırf çevrilmesinin ne anlama geldiğini herkes biliyordur aslında. Çok trajik bir durumdur. Aydın sıfatına talip olanların, tarih boyunca bu durumdaki diğer halkların aydınlarına baksınlar. Kendi dillerinde, her biri birer devrimci ve sıkı bir muhalif olduklarını görecekler.

‘Sanatın, edebiyatın dili evrenseldir’ ‘Asıl olan anlaşılmaktır’ şeklinde yaklaşımlarla Türkçe yazanlar var. Bu yaklaşımları nasıl değerlendirmek gerekir?
Bu, dili mekanik bir iletişim aracı olarak görenlerin yaklaşımıdır. Elbette aslolan anlaşılmaktır. Hatta anlaşılmadan önce de, estetik ve ahlaki değerlerin toplumsal bağlamı içinde okuyucuya ulaştırmaktır. Bu amacın kendisi edebiyatın icra edildiği dilden kopuk olması anlamına gelmiyor. Mizah anlayışından, ahlak ve tasvirlere kadar, her dil kendi içinde belli özgünlüklere sahiptir. Kültürel olan her şey, otantik bir yerelliğe sahip olmadan evrensel de olamaz. Bir kere özgürlüğü olmayanın evrenselliği de olmaz. Evrensel olarak görenler -farkında olsalar da olmasalar da- doğrudan veya dolaylı bir şekilde egemenlerin asimilasyon politikalarını destekliyorlardır.

Sizce yazmak nedir? Yazmak neyi ifade ediyor?

Benim için yazmak, yaşamaktır. Sözgelimi ve mecaz olarak söylemiyorum. Gerçekten de yazdıkça yaşadığımı hissediyorum. Boşuna her yazar kendini yazıyor denilmiyor. Gerçek yaşanmışlıklarla hiçbir bağlantısı olmasa bile, bir kurguyu icra ettiğin zaman, o kurgudaki  tüm rolleri, tipleri, iyilik ve kötülük düzeylerine göre seni etkiliyor.

Anadiliniz dışında bir çok dil biliyorsunuz? Farklı dilleri bilmeniz sizde ne gibi duygular yaratıyor?
Anadilim Kurmancî’nin dışında Sorani ve biraz Zazaki de biliyorum. Hatta en büyük hayalim, Kürtçe’nin bu üç lehçesini de, okuma-yazma düzeyinde öğrenmektir. Ne yazık ki hala bunu başarmış değilim. Kürtçe dışında çok iyi bir Arapçam var, orta düzeyde de Türkçe ve Fransızca biliyorum. Kendimi en iyi ifade ettiğim dil, elbette öğrenimini yaptığım Arapça’dır. Ama Kürtçemi de geliştirmeye devam edeceğim.

Menaf Osman kimdir?
 1965 yılında, Haseki’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Haseki’de tamamladı. Şam Üniversitesi’nde Jeoloji bölümünü okudu. 1988 yılında Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne katıldı. 1993’te tutuklandı. Müebbet hapis cezasına çarpıldı. Hala Adıyaman E Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunmaktadır. Kürtçe iki kitap yazdı. Çalışmalarına hala devam etmektedir.
RAMAZAN DEBE

Wednesday, July 25, 2012

Suriye'nin kuzeyinde iktidar Kürtler'e geçiyor'

Suriyeli Kürt liderden çarpıcı açıklamalar

PKK'nın Suriye'deki kolu olarak tanınan PYD'nin eş başkanı Salih Müslim BBC Türkçe'ye özel açıklamalarında ülkedeki Kürtlerin son dönemde attığı adımlarla ilgili önemli mesajlar verdi. İTÜ mezunu bir kimya mühendisi olduğunu da açıklayan Müslim, "Benim Türkçem o yüzden İstanbul Türkçesidir Urfa Türkçesi değildir" diye konuştu.Mahmut Hamsici

BBC Türkçe 
Suriye'nin başkenti Şam'da 18 Temmuz'da düzenlenen, Savunma Bakanı Davud Raciha, yardımcısı Asıf Şevket, Kriz Masası Başkanı General Hasan Türkmani ve Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Hişam Bahtiyar'ın ölümüyle sonuçlanan saldırının ardından Suriye krizinde yeni bir sürece girildi. 
Saldırılardan sonra gerçekleşen en önemli gelişmeyse ülkenin kuzeyindeki Kürt güçlerinin, Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerdeki kentlerin kontrolünü ele geçirip kendi yönetimlerini kurmaya başlaması oldu.
PKK çizgisindeki Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) de içinde olduğu Halk Meclisi ile çeşitli Kürt örgütlerinden oluşan Kürt Ulusal Konseyi, Mesud Barzani'nin ev sahipliğiyle 9-10 Temmuz tarihlerinde Erbil’de yapılan görüşmelerin ardından güçlerini ortaklaştırma kararı almıştı.
Bu kararın ardından yeni bir politik süreç hazırlığı içine giren Kürtler, bombalı saldırıda dengelerin sarsılmasının ardından kendi öz yönetimlerini kurmaya başladı.
Süreçteki en önemli aktör, PKK çizgisinde olmasıyla tanınan PYD (Demokratik Birlik Partisi) oldu.
Bugüne kadar hem Esad yönetimine hem de silahlı muhalefete mesafesini koruyan PYD bu hamlesiyle süreç içinde bölgede önemli bir politik aktör haline geldi.
Ulusal çapta Esad yönetimi ile Özgür Suriye Ordusu gibi silahlı muhaliflerin çatışmalarının belirleyici olduğu süreçte bundan sonra Kürt hareketi de çok önemli bir aktör olacağa benziyor.
Kürt bölgelerinde yaşananalarla ilgili bölgeden birbiriyle çelişen haberlerin geldiği bir dönemde PYD Eş Başkanı Salih Müslim BBC Türkçe'ye konuştu.
Suriye'de rejime yönelik bombalı saldırının ardından en önemli politik gelişme Kürt bölgelerinin yönetimlerinin teker teker Kürt Ulusal Konseyi ve PYD'nin (Demokratik Birlik Partisi) kontrolüne geçmesi oldu. Suriyeli Kürtler ve özel olarak PYD bu adımla neyi hedefliyor?Bizim Kürt toplumu olarak durumu bir okumamız vardı. Bu yüzden daha baştan beri tedbirlerimizi aldık. Halkımızı örgütledik, yerli komiteler oluşturduk. Bu da daha önceki çabamızın bir devamıydı. Bu süreçleri karşılamak içindi. Örgütlü halk, örgütlü insanlar hangi durumlarla karşılaşırsa daha etkili olabilir. Çatışmalar yayılıyor, bütün Suriye’ye yayılıyor, neredeyse Kürt bölgelerine de ulaştı, çatışmalar kapıya dayandı. Bu çatışmaların bizim bölgelere sıçramaması için bu yerel komiteler devreye girdi. Halk kalktı, oradaki rejimin kurum ve kuruluşlarını dışarıya çıkardı. 'Biz kendi kendimizi yönetebiliriz, o güçteyiz' diyerek dışarıya çıkardı.
Yani yönetimlerin Suriye devlet güçlerinin elinden alınması hamlesi, asıl olarak, 'devlet güçleriyle Özgür Suriye Ordusu arasındaki çatışmalar Kürt bölgelerine yayılmasın ve Kürt halkı zarar görmesin' diye mi gerçekleştirildi?Bu bir önlemdir. Bu Afrin’le başladı, Kobani’ye yayıldı. Oradaki halk rejimin kurum ve kuruluşlarına el koydu, güvenlik güçlerini dışarıya çıkarttı ve kendi kendini yönetiyor. Aynı durum sonra Derik’te de çıktı. Şimdi halk artık bütün kurum ve kuruluşlara el koymuş durumda, kendini yönetiyor. Bunun amacı halkı korumaktır.
'Kan dökülmeden boyun eğdiler'
Bölgeden ulaşan bilgilere göre devlet güçleri, yönetimlerin alınmasına karşı ciddi bir silahlı direnişte bulunmadı. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Bir iki yerde bulundular. Bizim şehitlerimiz de oldu. Biri Kamışlı’da oldu, biri Derik’te oldu, yaralılar var. Öbür taraftan da ölenler var. Çatışmalar böyle küçük çapta oldu. Kobani’de, Afrin’de onlara çıkmaları için 12 saat mühlet verdiler. Onlar da baktı ki bütün halk ayaklanmış.
Yani çok fazla kan dökülmemesinin nedenlerinden biri de doğrudan çatışmaya girmeyip önceden uyarı yapmanız mı oldu?Evet, 'Kürt bölgelerinden çıkacaksanız yoksa tavrımız farklı olur' diye uyardık. Onlar da baştan bizim yürüyüşleri biliyorlar, halkın isteklerinin ne yönde olduğunu görüyorlar. Onun için kan dökülmeden boyun eğdiler. Bu da iyi oldu, kan dökülmedi ki zaten biz de istemiyoruz. Başka şehirlerde de, mesela Kamışlı’da kan dökülmesin diye bekliyoruz. Kanlı saldırıların olmamasını istiyoruz. Ama halk kendi kendini yönetiyor.
'Bölücü politika izlemiyoruz. Bağımsızlık talep etmiyoruz'
Peki çatışmaların bölgeye zarar vermesini engellemek dışında PYD’nin siyasi talebi nedir? Birleşik bir ülke içinde, Suriye'nin kuzeyinde özerk bir yönetim mi hedefliyorsunuz?
Öncelikle düzelteyim, biz bölgeye Batı Kürdistan diyoruz. Bizim isteklerimiz önceden belliydi. Biz demokratik çerçeve içinde, yani Suriye’nin bütünlüğü içinde, Kürt halkının anayasal olarak tanınması ve oradaki ulusal hakların (okuma, yazma, anadil gibi) verilmesini kapsayacak bir proje üzerinde dört yıldır çalışıyoruz. Buna da demokratik özerklik diyoruz. Bu demokratik özerklik otonomi manasına gelmiyor. Bunun broşürünü dağıttık, herkese verdik. Bu sadece Kürtler için değil eğer onlar isterse diğer bölgeler için de geçerli olabilir tabii.
Esad yönetiminin demokratik özerklik talebine yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?Onlar dört senedir 'bu bölücülük anlamına geliyor' diye düşünüyor. Biz öyle düşünmüyoruz tabii. Biz Suriye’nin bütünlüğü içerisinde demokratik haklar çerçevesinde bunu düşünüyoruz. Biz ayrımcı ya da bölücü bir politika izlemiyoruz. Bildiğiniz gibi bizim Arap muhalefetiyle de ilişkilerimiz vardır. PYD olarak Ulusal Koordinasyon Konseyi içindeyiz. Bağımsızlık talebimiz olmadığı gibi federalizm talebimiz de yok. Bu demokratik özerklik, coğrafi anlamda herhangi bir sınır öngörmüyor.
'Özgür Suriye Ordusu'yla aramız iyi'
Özgür Suriye Ordusu’nun Türkiye'den Zaman gazetesine konuşan üst düzey bir yöneticisi, PYD'nin Suriye'nin kuzeyinde bir bağımsız devlet kurmak istediğini belirtti ve PYD'yi kıyasıya eleştirdi. Bu açıklamayı nasıl yorumluyorsunuz?
Bizim Özgür Suriye Ordusu’yla ilişkilerimiz iyidir. Bu bildiri, Özgür Suriye Ordusu’nu temsil etmiyor. Özgür Suriye Ordusu’nun davranışı böyle değildir. Ben birinci isminden bahsediyorum. Onlardan, 'Kürt halkı da devrimin bir parçasıdır, Kürtler’i tebrik ediyorum' gibi güzel laflar duyduk. Ve bundan da çok mutluyuz.
Yani siz Suriye'deki merkezi rejim kimin elinde olursa olsun asıl olarak demokratik özerklik için mi mücadele edeceksiniz?Doğrudur. Tabii biz Suriye’de demokratik bir yönetim istiyoruz. Şimdiki yönetim hiçbir zaman demokratik olmadı ve olacağını da sanmıyoruz ama bizim isteklerimizin gerçekleşmesi için Şam’da da demokratik bir hükümetin olması gerekiyor.
Mevcut muhalefetin böylesi bir demokratik rejimi kurabileceğini düşünüyor musunuz?Muhalefet parça parçadır. Bizim ilişkide bulunduğumuz muhalefet bizim isteklerimizi kabul ediyor ve çok makul görüyor.
Özgür Suriye Ordusu da onların içinde mi peki?O da onların içindedir. Diğer muhalefet, dışa bağlı güçler kabul etmiyor. Ama demokratik muhalefet, Suriye içindeki muhalefet, hepsini kabul ediyor.
Bildiğimiz kadarıyla siz son süreçte Suriye yönetimi tarafında yer almadınız ama Özgür Suriye Ordusu gibi muhalefet güçleriyle birlikte rejime karşı silahlı mücadeleye de girmediniz. Talepleriniz kabul ediliyorsa neden bu güçlerle birliktelik kurmadınız?Bu doğru değil. Biz 2003’te kurulduğumuzdan beri parti olarak mücadele içindeyiz. 2004, 2005 ve 2006'da şehitlerimiz oldu. Suriye devrimi ya da Arap baharı ya da halkların baharı diyelim başladığında rejimin hapishanelerinde bizden 1550 kişi vardı. O yüzden onun yanında yer almamız mümkün değildir. Savaşıyorduk da ama biraz kendimizce tabi.
Sizce Kürt bölgelerindeki yönetim değişikliği Türkiye’nin bölgeyle ilişklerini nasıl etkiler?İlk önce şunu söyleyeyim, biz halkların kardeşlik bağlarını sağlamlaştırmasını bekliyoruz ve onun için çalışıyoruz. Bizim Türk halkıyla herhangi bir sorunumuz yoktur. Burada aldığımız tedbirler kendi halkımızı korumak içindir, herhangi bir tarafa karşıdır. Ama maalesef Türk yöneticilerde bir Kürt fobisi vardır. Nerede bir Kürt hak elde edince o haksız oluyor. Biz Suriye’nin demokratikleştirilmesini ve bu gerçekleşinceye kadar halkımızı korumaya çalışıyoruz. Bu bizim en doğal hakkımızdır. Bunu kimsenin eleştirmeye hakkı yoktur.
'Bize saldırı gelmedikçe kimseye saldırmayacağız'
Bundan sonraki süreçte de Suriye yönetimine karşı doğrudan silahlı eylemler düzenlememeye devam edecek misiniz?
Bize saldırı gelmedikçe kimseye saldırmayacağız.
Irak Kürt Yönetimi’yle ilişkiniz ne düzeyde?Onun (Mesud Barzani) davetiyle bölgemizdeki İki meclis oturdu anlaştı. Bu çabayı harcadığı için teşekkür ediyoruz. Ama o hiçbir zaman bizim iç işimize girmedi. Bu anlaşmaya göre bir komite oluşturuyoruz. İlk toplantısını yapacak. Daha sonra alt komiteler de oluşturulacak. Ama bu, Suriye Kürtleri’nin kendilerine öngördükleri çizgidir.
Bu yapı içerisinde birçok örgütün ismi var ama süreçteki en önemli aktör PYD mi?PYD bir siyasi partidir. Buna PYD değil halk meclisi diyelim, Batı Kürdistan’ın halk meclisi. Bir de Ulusal Kürt Meclisi var. Bu öbür meclisin atında on beş tane parti vardır. Bu tarafta da da sivil kuruluşlar vardır ve PYD vardır. PYD adına yapılan bir şey yoktur iki meclis arasında yapılmıştır.
'PKK ile organik bağımız yok'
Türkiye medyasında PYD için 'PKK’nin Türkiye’deki kolu' tabiri kullanılıyor. Bu tanımı siz de doğru buluyor musunuz?
Bizce felsefi olarak, ideolojik olarak bir yakınlaşma vardır. Bunu biz de zaten açıkça söylüyoruz. Ama herhangi bir organik bağımız hiçbir kimseyle yok. Bir de birçok söylenti var. PKK’liler dışarıdan geldi deniyor. Tek bir kişi bile dışarıdan gelmedi. Hepsi asılsızdır. Bizim kendi gücümüzle, kendi halkımızın gücüyle komiteler işi idare ediyor. Bu zaten son günlerde ilan edildi. Halk Savuna Birlikleri adı altında bazı birlikler oluşturuluyor. Bunların da zaten hepsi gençlerdir. Halkı korumak içindir, kimseye yönelik değildir.
Ne kadar silahlı gücünüz olduğuyla ilgili bilgi verebilir misiniz?Sayı olarak bilemiyoruz ama bütün Batı Kürdistan’a yayılmış. Halkın büyük bölümü bizimledir, bizi destekliyor.
'Türkler'le beraber bir tarihimiz var'
Son olarak bir ekleme yapmak ister misiniz?
İlk önce Türk halkına söyleyeyim... Biz hiçbir zaman Türk halkına düşman olmadık, olmayacağız. Beraber bir tarihimiz var. Türk yöneticilerine diyorum ki kendi Kürt fobilerinden kurtulsunlar ki Ortadoğu’ya biraz barış gelsin. Diğer Ortadoğu halklarına da söylüyorum… Biz hiçbir zaman hiçbir halkın karşısına çıkmak istemiyoruz. Hakların kardeşliğini istiyoruz, halkların birliğini istiyoruz. Demokratik olarak birbirlerini tanımalarını istiyoruz.
Siz Suriyeli bir Kürtsünüz. Türkçeniz düzgünlüğü nereden kaynaklanıyor?Kimya mühendisiyim. İTÜ’den mezun oldum. Benim Türkçem o yüzden İstanbul Türkçesidir Urfa Türkçesi değildir!

Tuesday, July 24, 2012

Bir günde 70 kişiye satıldım

 Sıradışı bir yaşam öyküsü...

Baştan söyleyelim; bu söyleşi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü geleneksel medya şenliklerine uygun değil. Söyleşi konuğumuz Ayşe Tükrükçü, “Tek taşımı da aldım, kariyer de yaptım” içerikli demeçler vermiyor. Bir holdingin üst düzey yöneticisi ya da Harvard Üniversitesi’ni bitirdikten sonra aile şirketinin tepesine geçmek yerine idealleri uğruna (!) organik ürünler yetiştirmek için Güney sahillerine yerleşen postmodern kapitalist, röfleli, hippi bir kadın da değil.

Ayşe Tükrükçü, dokuz yaşındayken öz amcası tarafından tecavüz edilen, 23 yaşında yaptığı ilk evliliğini dayak ve kayınbirader tacizi nedeniyle noktalayan, takibinde evlenmek üzere olduğu kişi tarafından Mersin Genelevi’ne satılan, nakil edildiği yedinci şehrin genelevinde bir müşterisiyle evlenebilmek için 877 kez daha kendini satan eski bir seks işçisi. Buradaki “eski” sıfatı onun için değerli. Çünkü hatırlayanlar olacaktır; Tükrükçü’nün 2007 genel seçimlerinde İstanbul 2. Bölge’den milletvekili adayı olduğu günlerde bu “eski” sıfatı kimileri tarafından görünmez olsa da o seçim bölgesinden 196 oy almış, tekrar “yeni” bir hayat kazanmıştı.

Tükrükçü, bugün 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un genelevler “başkenti” Zürafa Sokak’ta son bulacak bir protesto yürüyüşü yapacak. Sebebini şöyle açıklıyor; “Genelevlerin en yoğun olduğu saatte orada olmak istedik ki hiç değilse bizim trafiğimizden bir iki müşteri az olsun Kadınlar Günü’nde.”

Tanıdığı evlere gündeliğe giderek, bildiği lokantalarda bulaşık yıkayarak para kazanan, Şefkat Derneği, Hayatı Çalınmış Hayatsız Kadınlar Komisyonu Başkanı Ayşe Tükrükçü, www.t24,com.tr için anlattı; Kadınlar Günü’nü, kim, neden, nerede, nasıl kutlamaz?

 2007 genel seçimlerine bağımsız aday olarak katılmış ve 196 oy almıştınız. Bugün Kadınlar Günü vesilesiyle protesto için Zürafa Sokak’a gideceksiniz. Kaç kişi olacağınız umurunuzda mı?

Değil elbette.

Neden?

Çünkü büyük olasılılıkla sokağın kapısında tutulacak ve içeri alınmayacağız zaten. Sonra nasıl o 196 oy benim için binlerce kişi demekse, bu protesto yürüyüşü de öyle olacak. Düşünsenize ilk kez Kadınlar Günü’nde genelev kapısına gidecek ve oradaki arkadaşlarımıza onların hakları için uğraşan birileri olduğunu hatırlatacağız.

 Kimler yürüyecek sizinle?

“Eğer daha önce genelevde çalışan başka kadınlar da yürüyecek mi?” diye soruyorsanız, hayır. Şefkat Derneği, Emekçi Hareket Partisi, seçim döneminde beni tanıyan duyarlı anneler, kadınlar, öğrenciler, Galatasaray’da buluşup Zürafa Sokak’a kadar yürüyeceğiz. Unutmadan akşamüzeri saat altıda buluşacağız, bu saati de özellikle seçtik.

‘Protesto için Zürafa Sokak ve akşam altıyı seçtik çünkü…’

 Özel bir anlamı mı var?

Genelevlerin en yoğun olduğu saatte orada olmak istedik ki hiç değilse bizim trafiğimizden bir iki müşteri az olsun kadınların bugününde.

Sizin hafızanızda genelevde geçirdiğiniz 8 Mart’lardan bir kare var mı?

Aslında doğru olan şu; biz orada doğum günümüzü, cenazemizi, ailemizi unuturuz. 8 Mart’larda da genelevde hayat, genelevi hayatıdır. Hiçbir şey fark etmez.

 Bir şeylerin farklı geçtiği günler olmaz mı?

 Olmaz mı; mesela her zamanki yoğunluğun üstüne çıkıldığı çok yoğun günler olur.

‘Bayramlar, asker sevkiyatı, maç günleri genelevin en yoğun olduğu günlerdir. Bir günde 70 kişiye satıldım’

 Hangi günlerdir bunlar?

 Bayram günleri, asker sevkiyatının olduğu zamanlar, seçim dönemleri, miting günleri ve futbol maçlarının olduğu gündüzler. Bunlar çok yoğun zamanlardır. Özellikle küçük şehirlerde ( Ayşe Tükrükçü, Mersin, Eskişehir, Gaziantep, Konya-Ereğli, Bursa, Adana, Kütahya’daki genelevlerde çalışmış) bir maç oynanıyorsa, o maçı izlemek için otobüslere doluşup o şehre gelen birçok erkeğin sorduğu ilk şey şudur: “Genelev nerede?” Sürülerce erkeğin akın ettiği böyle bir günde, 24 saatte 70 kişiye satıldım. Nasıl unutursunuz; bunu yaşayan bilir.
‘En seyrek gün nüfus sayımı zamanıdır ama genelevi kafasına koyan erkeğe o da fark etmez’

 Şunu düşünmek yersiz değil o halde; nüfus sayımı yapıldığı günler genelev çalışanları için “bayram günü” sayılabilir mi?

(Gülmek ve ağlamak arasında ama gür bir sesle cevaplıyor) Doğru, sayım günleri en seyrek zamandır ama genelevi kafasına koyan erkeğe hiçbir şey fark etmez. 1995 nüfus sayımında Adana’da bir evde çalışıyordum. Oraya nüfus memurları geldi mi sanıyorsunuz? Nüfus sayımlarında bu kadınlar sayılıyor mu sizce? Her nedense sayım bölgesinde genelev olan memurlar hep kadınlara denk gelir. Kadın memurlar da geneleve giremez. Genelevlerde gerçek bir sayım yapıldığına beni kimse inandıramaz. Orada kaç kişi çalışır, yaşar; bu bilinmez. “Sermaye” bile bilmez bunu. Bakın resmi kayıtlara göre şu anda Türkiye’de 61 genelev var, peki gerçekten kaç kadın var orada; bilmiyoruz. O kadınlar orada nasıl bir muamele görüyor; devlet bunu umursuyor mu, öğrenmek istiyor mu gerçekten? Toplum, “Onlar da kötü yola düşmeseydi canım?” demeden o kadınların oraya nasıl satıldıklarını ve daha sonra neler yaşadıklarını duymaya gönüllü mü? (Susuyor)

‘Mesai saati sabah 10, akşam müşteriler bitene kadar’

Buyurun, genelevde çalışan kadının bir gününü anlatın…

İki buçuk yıl çalıştım ben. Benim için 25 yıl demekti. Ayık kafa ile çalıştım ben. Unutmadan, sarhoş olmadan. Genelevde ayık kafa ile çalışmak zordur, bitmez; hatırlarsınız. Ben yaptım bunu. Ayık çalıştım. Çünkü dokuz yaşında uğradığım tecavüz… Kendinde olmayan bir sarhoş yaptı önce bunu bana. Ama ben sarhoş olmadım, uyuşturucu kullanmadım. O yüzden seçilmek için beklerken, o yerlerde kafayı bulmadan durdum. Camın önünde kadınlar, memesini gösteriyor, bacağını açıyor. Hapsız, uyuşturucusuz, içkisiz olanlar ve “Gel canım” diyenler yok mu; var. Ama çoğunluğun kafası iyi, çünkü ancak öyle katlanıyor. Ters ilişki isteyen, hakaret isteyen, şiddet uygulamak isteyen, hepsi var. Biliyor musunuz; tamamen ters ilişki için çalışan kadınlar var. Neden? Çünkü o kadar çok doğum yapmışlar ya da doktor kontrolünde hiç doğum yapmamışlar ki kadınlık organlarını kullanamıyorlar. Patron, “sermaye”sini yine de işletiyor; “O zaman ters ilişki için çalışsın!” Senenin 12 ayı, günde 15 saat işte burada çalışmak! Uyuduğu odada iki yatak var. Birinde uyuyor, diğerinde çalışıyor. Bu kadınlar böyle yaşıyor. Sabah 10’da kapılar açılıyor, akşam müşteriler bitene kadar. Artık kaçta biterse?



‘Bir kişiyle beraber olmanın karşılığı 7,5 lira’

 Birlikte olduğu müşteri sayısına göre mi kazanıyorlar?

Fiks vizite ücreti üzerinden hesaplanır. Vergi levhasını unutmayın, resmidir, asılıdır. Markalar da paradır.

 Bağışlayın; vizite ücreti ne kadar?

Seçim döneminde, 2007’de, bize gelen telefonlardan biliyoruz, İstanbul’da Zürafa Sokak’ta vizite 25 liraydı. Şimdi olsun, 35 lira. O 35 liradan o arkadaşın eline düşecek para en fazla 7,5 liradır. Yani bir kişiyle beraber olmanın karşılığı 7,5 lira. Yani 20 kişiyle birlikte olursa 150 lira. O da eline geçerse.

 Para yerine marka mı kullanılıyor?

Şöyle, müşteri seni beğeniyor. Odaya çıkıyorsun, parayı alırken, “Soyun sen, ben geliyorum” diyorsun. Aldığın vizite parasını kasadaki vekile (Genelev sahibinin yardımcısı-kasayı bekleyen kişi) veriyorsun. Vekil parayı alınca marka verir. Biz ise akşam kapanışta markaları teslim ederiz. Kaç marka verdiysen, vekil hesaplar, karşılığını verir. Tabii ağzı da boş durmaz, 24 marka verdiysen, “Seda (Tükrükçü’nün genelevde çalıştığı sırada kullandığı isim) kendine çeki düzen ver” diyerek uzatır parayı. Bu bir ihtardır.

 Kaç marka ihtar almaz?

Doymaz gözleri.

‘Günde 25 kişiyle yatarsanız sakindir’

 Oradaki kadın için kaç marka sakin geçen gündür?

 Günde 25 kişiyle yatarsanız sakindir.

 Bayram günlerinde nasıl olur markalar?

 Dedim ya, bayramlar en yoğun zamanlardır. Komik, şimdi gülüyorum ama siz düşünün şunun bedelini, ne dini bayram, ne milli bayram, ne de senelik izin tatili. 12 ay, her gün 14 saat! Şimdi biz, hiç değilse “Kadınlar Günü’nde genelevleri kapatın” desek ne olur; kapıda bekleyen polis o gün rüşvet alamaz. Devlet de bir günlüğüne bile orayı kapatmaz ki “vergi sayacı” durmadan işlemeye devam etsin! Peki gelelim işin başka noktasına, oradaki kadınları kanunlar mı koruyor yoksa bu kadınların geliştirdikleri usuller mi?

Hangi şık daha gerçekçi?

Gerçek şık, rahmetli Nurten Kaşıkçı ablamızın şeker tedavisi. Zeytinyağına batırdığın kesme şekeri gece uyumadan önce rahmine yerleştirmek! Sabah daha az ağrın olsun, rahmin yumuşasın, müşteriye çıkabilesin diye. Şimdi gelelim yasalara. Yasayı (Genel Kadınlar ve Genelevlerin Tabi Olacakları Hükümler ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Tüzüğü 1961’de yayımlandı) koydun, “Regl döneminde çalışmak yasak” dedin. Biz niye kanamalı çalıştık o zaman? Yasayı koydun, “Sigorta yapılacak” dedin. Geneleve giriş ve çıkış tarihimi vesikayla resmileştirdin. Neden sigortam ödenmedi? “Korumalı çalışılacak” dedin, neden sekiz defa kürtaj oldum, neden kürtaj masasından kalktıktan hemen sonra müşteriye sunuldum? “Bu kadınlar düzenli olarak resmi muayeneye gidecek” dedin, neden ben hiç tedavi görmedim. Bırakın frengiyi AİDS’li olarak devletin resmi genelevinde çalışan arkadaşlarımız var.

 ‘Genelev hiyerarşisindeki 2P, patron da vekil de pezevengim demez’

Bu şıklara neden olan genelev hiyerarşi nasıl işler?

 Genelev hiyerarşisi nedir; önce 2P. Ne patron, ne de vekil “Ben pezevengim” demez. Ondan bu 2P’nin birinin adı patron, diğerininki vekildir. Kadının oradaki konumu ise orospu olmaktır. Kadın değilsin, cinsiyetin yok, orospusun. O da cinsiyetsiz bir şey, sermaye.

Müşteriler için de cinsiyetsiz bir “şey” olma geçerli midir?

 Bakın ben şuna senelerce ağladım; anlatayım ne olduğumuza, onların ne olduğuna siz karar verin. Adam “Allah kurtarsın” diyor sonra benimle yatıyor. Ya da o beş dakikalık işlemden sonra merak ediyor: “Nasıl orospu oldun?”

 Bu soruyu “Nişanlım sattı” diyerek cevaplarsanız?

“Bu nasıl erkeklik?” diyerek erkekleşenler olurdu! Ne erkekleşmek ama! Genelde cevaplamazdım bu soruları. Çünkü bir de şey var; soru aynı ama soranın yaşına göre değişir: “Abla buraya nasıl düştün? Teyze ne zamandır buradasın?”

 ‘70 yaşındaki hayat kadınının vizitesi 10 lira’

 Maksimum yaş nedir genelevde çalışan kadınlar için?

Nurten Abla 70 yaşındaydı, nur içinde yatsın. Çalışıyordu. Kimdi onun müşterileri; 80 yaşında, 90 yaşındakilerdi. Şaşırmayın. Böyle. Normal vizite 35 lira ise 70’liklerin, 60’lıklarınki 10 lira olur, 15 olur.

 ‘Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan, Zürafa Sokak’ı denetlesin’

Ya kadın patronlar?

 Onlar süstür. Gerçek patron bellidir; erkek. O kadın patronlar eski “sermaye”dir. Ya da patron şöyle düşünür; “Ben ortada olmayayım, bu hem kızları içeride denetlesin, hem de bana çalışsın.” O kadın patronlar da, kadınlar da horlandıkça erkekleşir. Kadını sormayın, kadın filan yok orada. Yeri geliyor 80 yaşında adam, yeri geliyor 16 yaşında çocuk seninle yatıyor. Kadınlığını sata sata o duygu bitiyor. Kadın olduğunu hissetmiyorsun. Bacağını açıyorsun, süresi beş dakika. Sonra git yıka oranı, sonra yine. Satıldın, direndin, tecavüze uğradın, satıldın, kaçtın, dayak yedin, kaçtın. Sonra? İş başvurusunda bulunduğunda, en son çalıştığın yer sorusuna “genelev” diyemiyorsun. Dediğin zaman yine aynı şeyler sırada. Ya kapının önü ya da şansını bir başka şekilde denemek isteyen “işveren”. Vesikam olduğu için ailem beni istemiyor. Ben 1993 yılında 240 milyon liraya satıldım. O zaman Mersin’de bu para Pozcu semtinde iki ev ve bir de Tempra araba ediyordu. Benim, kadın olarak 17 yıl önce Türkiye’deki değerim buydu. 240 milyon! Ne para, ne para! Şimdi diyorum ki, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı, hadi Zürafa Sokak’a bir baskın yapın, denetleyin. Avrupa’nın kültür başkenti İstanbul’daki, oradaki kadınlar neler anlatacak? Devletin yasaları nasıl uygulanıyor genelevlerde?

 ‘Kadınlar ve erkekler arasındaki fark: Kadınlar genelevlere o erkeklerle yatmaya gitmez’

 Ayşe Hanım, cevaplarınızda tanıklıklarınıza dayanan sorularınız oldu konuşmamız boyunca. Yüzyıllardır var olan bir sektör fuhuş. “25 yıla denk 2,5 yıl çalıştım bu sektörde” dediğiniz o hayatta şu soruya bir cevap buldunuz mu; kadın ve erkek arasındaki fark nedir?

Tanık olduğum, bulduğum cevap ne biliyor musunuz; hiçbir kadın, genelevlere öyle şartlarda yaşayan, var olan erkeklerle yatmaya gitmez. Gitmemişler hiç. Fark bu. Ben feminist arkadaşlara da hep diyorum; erkeklerden nefret edecek olan bir kişi varsa o da benim. Ama etmiyorum, babama aşığım. Hayatta olmayan babamı seviyorum.

Bir şansınız daha olsa yine dünyaya gelecek olsanız?

 Kadın olmak isterim.

Neden?

Gerçekten kadın olarak yaşamak için. Tecavüze uğramadan, satılmadan, dövülmeden, yaşamak için. Şunu da yazın, “Orospuya bak geçmiş karşımıza ağlıyor” diyenler için. Resmi kayıtlar diyor; Türkiye’de 61 genelev, 32 devlet sığınma evi var. Sığınma evi sayısı insanların kulağına az mı geldi, soralım; 61 çok mu? Devlet buradaki kadınları en son gerçekten ne zaman saydı?

(Selin ONGUN / T24)