Monday, July 30, 2012

Merhaba Arkadaş,



 Karlı bir İstanbul akşamında yazıyorum bu satırları sana. Ölü bir şaire yazmak zor, tuhaf, yaralayıcı. Ölümle tamamlanan, ölümle yarım kalan bir hayat, bir şair, bir şiir var karşımda. O yarım kalmışlığın hüznü bulaşıyor işte yazarken ellerime, sonra bütün benliğimi sarıyor… Senin o hiç duymadığım incecik, kırılgan sesin yankılanıyor içimin sokaklarında. O çok sevdiğin şarkıyı söylüyorsun yine: “açık bırak pencereyi”. Pencereyi açıyorum, içimde yüzlerce pencere açılıyor bir anda. Avucuma intihar dalışı yapan kar tanelerini izliyorum, ellerimin ağır ağır hüznün rengine çalışını. Açık pencereden sokağa doğru yayılırken sesim, elimde kitabının sayfaları dönüyor. Sokak lambasına bakıyorum, solgun, titrek… Ağlamaklı oluyorum birden. Ben zaten ne zaman ölü bir şairden yaşam dolu dizeler okusam, bir ölünün hayat kokan ağzını öpüyorum, gözümden süzülen yaşlarla. Karda izler bırakan bir çift geçiyor sokaktan sarmaş dolaş. Cilveleşerek, sarmal bir yay gibi uzanıyor ayak izleri. Gecenin sessizliği içinde ölümü düşünüyor, şiirin ölümsüzlüğüyle avunuyorum.

İlk nerde tanışmıştık seninle, anımsayamıyorum. Kitabın nasıl ve nerden gelip girmişti kitaplığımıza kim bilir. Okunmaktan yıpranmış bir nüshasının nasıl elden ele dolaştığını, yüksek sesle ve heyecanla nasıl okunduğunu gün gibi anımsıyorum (Şarabı helvayla içmeyi de Merhaba Canım’dan sonra denemiştik ilk defa, güzeldi, ama elmayla içmeyi daha bi severim ben). Öğrenci evimizin o derin yoksulluğunda en büyük zenginliğimizdi okumak. Nasıl şiir gibi dövüşürdük yoksa! Umutluyduk, sevgi doluyduk, uğruna yaşadığımız düşlerimiz vardı, Rosinante’ın sağrısıydı bacaklarımızın arasında seğiren. İsyandık, başıbozuktuk “esas duruş”a. Nice arkadaşımız gencecik yaşlarında ölümle tanıştırıldı bu yüzden… Nicemiz gökyüzüne hasret yıllar geçirdik içerde… “Göğü kucaklayıp getirdim sana / kokla açılırsın” diye çınlayan görüş kabinleri tanıktır gücüne dizelerinin.

Üniversite yıllarımda senin ironiyle yüklü, çocuksu, o güzelim “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” adlı şiirini bestelemiştim, şarkımı Kadıköy sokaklarında bağıra çağıra nasıl söylediğimi Gökçeçiçek kardeşim gözlerinde sevinçli bir ışıltıyla anlatır hâlâ: “yanaklarım Yul Bryner şimşir tarak ister misiniz?”.                  

Doksanlı yılların ortalarında Kadıköy’de açtığımız kafeteryaya senin adını vermiştik: “Arkadaş Kafe”. Sonrasında araya hapislik girdi, uzun yıllar buralardan uzak kaldım. Çıktığımda hiçbir şeyi bıraktığım gibi bulamamanın burukluğuyla sokaklarda dolaşırken, kafeteryanın defalarca el değiştirmesine karşın hâlâ aynı adla varlığını sürdürdüğünü görmek beni nasıl da mutlu etmişti.

Yaşasaydın nasıl bir şiir yazardın acaba? Ölümünle yarım kalan şiirin nerelere evrilirdi? Ne acı, bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

“alnını/ dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü/ kanla yıkayan dostum/ senin/ uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun”. Aşkla Sana adlı şiirinin bu dizeleri geçtiğimiz yıl yeniden yankılandı, bir kardeşimizi sokak ortasında, sırtından, güpegündüz, kalleşçe vurduklarında… Ortada birkaç sümüklü tetikçi vardı, onlara yardım eden, yakalandığında eline bayrak tutuşturdukları katille birlikte hatıra fotoğrafı çektiren bazı kolluk güçleri vardı, lafı götünden anlayıp onun Türk düşmanı olduğuna kanaat getirenler vardı (oysa kardeşliği el üstünde tutan bir güvercindi o), hedef gösteren gazeteler vardı, yalnızlaştıran bir suskunluk vardı, göz göre göre gelen bir cinayet vardı ve aslında hepimiz, hepimiz biraz katildik! Susmak, sessiz kalmak, onaylamaktı, ortak olmaktı çünkü. Yeni cinayetlerin suskun ortakları olmamak için, cenazesinde “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!” diyerek mahşeri bir kalabalıkla yürüdük. Olağanüstü bir gündü, Arkadaş. Sen de aramızdaydın, o nice ergen cenazesine eşlik eden dizelerinle: “alnını/ dağ ateşiyle…”

Gökdelenler nasıl da yükseliyor her yerde, sana bunu söyleyecektim… Yurdun üvey doğusunda bitmek bilmez bir iç kanama, sana bunu…

Yine de umudu bir pankart gibi dalgalandırıyorum gözlerimde, yönetenler kapıları sımsıkı kapatsa da, halkların kapıları, pencereleri ardına dek açık çünkü, barışa, kardeşliğe, dostluğa!

“Sahi bizim yüreklerimiz var bir de”, Arkadaş… Sahi bizim şiirimiz var bir de! Çiçekli dallarını kör kuyuya uzatan bir ağaç değil midir şiir? Çiçeklenir insan da…

Seni bu karlı İstanbul akşamında şiirin ateşi, direnci, ölümsüzlüğü ve çoğaltan güzelliğiyle selamlıyorum. Arkadaşça…

Kenan Yücel


sakalsız bir oğlanın tragedyası

charles chaplin bir savaşta yitirdim sakalımı
çıkmazlığın grev sesi umutlarımı vururken
yendirdim bıyıklarımı papağan kuşkulara
biraz elma şekeriyle kazıdım sakalımı
lohusa şerbetiyle kazıdım sakalımı
yanaklarım paprika lahmacun ister misiniz
al işte sana böyle yüze böyle güz
demeyin deseniz de sakal yok ya ucunda
bu güz vermedi tarla seneye bıyık kerim
ben ettim siz etmeyin sakal veririm size
iğne iplik elimde bıyık dikerim size
yanaklarım taşlıtarla kurabiye yer misiniz

sayın bayan dursanıza gözünüze kuş kaçmış
bu bıyık hiç gitmemiş sesinizin rengine
sakalınız uzamış inmiş ta belinize
at kuyruğu yapınız ya da örgüleyiniz
kedinizin bıyığını usturayla kesiniz
yanaklarım bileytaşı ispirto sever misiniz
yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben
sizde güneş bulunur mu biraz kaktüs alıcam
saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de
çok üşüdü güneşten şizofreni olucak
çabuk olun lütfen dikenleri solucak
yanaklarım gobi çölü soğuk su içer misiniz
yüzüm eski bir artist yaşlandıkça shirley temple
elimde bir baş soğan bir baş sarımsak
ah ne kadar şakacısınız hiç hamlet oynamadınız mı
olmak ya da olmamak bütün sorun bu
yanaklarım yul bryner şimşir tarak ister misiniz