Sunday, November 6, 2016

‘Otoriter devlet, sokağa linç grupları ile yansıdı’

Son zamanlarda muhalif kesimlere dönük saldırıları ve linç girişimlerini Prof. Dr. Serpil Sancar ‘Linççiler o mahallenin delikanlıları değil, mahallenin delikanlılarını yönlendiren başka gruplar. Siyasal, organize bir iş bu yaşananlar’ diye yorumluyor
21.09.2015 09:25
NURCAN GÖKDEMİR
nurcangokdemir@birgun.net
Türkiye’de önemli bir kitlenin 7 Haziran seçim sonuçlarını “demokrasinin zaferi” olarak tanımlamasından kısa bir süre sonrasında Türkiye tarihinin en önemli siyasal krizlerinden biri ile karşı karşıya kaldı. Siyasal krizi derinleştiren diğer faktör de çatışmalı döneme girilmesi oldu. Türkiye tam anlamı ile kaos ve şiddetin hakim olduğu bir ortama sürüklendi. Çatışmanın dozajı ile birlikte giderek artan sayıda polis ve asker cenazelerinin gelmesi Kürtlerden “hesap sormak” için sokaklara dökülen bir başka kitleyi ortaya çıkardı. Bu kitle ülkenin Batısında yaşayan Kürtlere, onların iş yerlerine, tarım işçilerine, doğu illerine yolcu taşıyan otobüslere, parti binalarına saldırıldı. Son haftalardaki saldırı ve linç girişimleri “sıradan faşizm”, “kitle faşizmi” gibi kavramlarla açıklanmaya çalışıldı. Gerçekte ne yaşadık? Yaşananlar kısa ve orta vadede ne tür hasarlar bıraktı? Bir arada yaşama zemini kayboldu mu? Bu soruları Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Serpil Sancar’a sorduk.
7 Haziran seçimleri sonrası yaşanan çatışma ortamı hepimizi derinden endişelendirdi. Sanırım endişenin büyük bir korkuya yol açması Dağlıca ve sonrasına denk geliyor. Türkiye neler yaşıyor? Hesap sormak için sokaklarda terör yaratan bu aktörler kim?
Lümpen dediklerimiz sokaklarda. Polisin göz yumduğu birtakım örgütlenmeler tarafından organize edilen linç grupları, çeteler diyebiliriz. Türkiye’nin her yerinde saldırılar oldu, 400’den fazla olay meydana geldi. Geçici tarım işçilerinden, Kürt esnafa, dükkanlardan, parti binalarına birçok saldırı oldu. İnsanların arasında, Türkiye’nin her yerinde Türk-Kürt tartışması var. “Kürtler Türkiye’den ne istiyor, daha ne istiyorlar” diye soranlar çoğaldı.
Sorun tartışma değil, sorun döverek, öldürerek, linç ederek Kürtlerin yok edilebileceğini dair bir kitlenin yönlendirilebilirliği. PKK askere saldırıyorsa, Batı’da da Kürt vatandaşlara saldırılarak misilleme yapılması. Bunun kökeninde şiddet kültürü, kamplaşma ve düşmanlığa kışkırtma var.
Diğer taraftan da bu şiddet ortamında insanlar birbirleriyle kaynaşmak gerektiğini düşünüyor. Kürt-Türk dostluğu gereksiniminin eskisinden daha fazla olduğunu düşünüyorum. Ama bir taraftan da kışkırtılmış kitleler var.
Yıllarca yan yana yaşayan insanlar bugün düşman mı?
Yan yana oturanlar, aynı mahallelerde oturanlar bunu yapmıyor. Ben buna çok inanmıyorum. Bu çok istisnai bir durum. Linççiler o mahallenin delikanlıları değil, mahallenin delikanlılarını yönlendiren başka gruplar. Siyasal, organize bir iş bu yaşananlar.
Bu yaşananlar nasıl evrilir, en kötüsünü düşündüğümüzde neler olabilir?
İç savaş tehlikesi var, iç savaşın ucundayız. İç savaş başka bir savaşın uzantısı olarak örgütleniyor. PKK devlete karşı başkaldırıyor. Devletin silahlı güçlerini pusuya düşürüp öldürüyor. Buna misilleme olarak birileri de başka bir örgütlenme ile sokakta, kolaylıkla harekete geçirilebilecek genç erkek nüfusu harekete geçiriyor. Esas problemin orada olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de yaklaşık 16-17 milyon arası ortaokul, lise mezunu, 25 yaş altı, mesleksiz, işsiz, bekar, her sorunu güçle çözebileceğini düşünen bir erkek nüfus var.
Aynı kitle başka şeyler için de mobilize edilebilir. Faşizmin kitle tabanı bu. Lümpen dediğimiz, işsiz, güçsüz mesleksiz, güvencesiz kitle. Bu bilinçli bir organizasyon ile oluyor tabii. Gerçi kendiliğinden olmasından daha iyi. Bunu örgütleyenler vazgeçebilir. Tabi o zaman her eskiye, şiddetsizlik durumuna dönmez o da ayrı.şey ama kendiliğinden olursa zaten kontrol dışı demektir.

"SORUN CEZASIZLIK"
Bu grupları cesaretlendiren faktörler nedir?
Devletin buradaki esas sorumluğu bu kitlenin cezasız kalması. Birtakım kesimler bunu örgütlüyor. Bolu’da olduğu gibi kamu görevlileri saldırganları önlemiyor, sakinleştirmeye çalışıyor. Temel hak ve özgürlüklere tehdit var. İnsan hayatı söz konusu, birilerini öldürmeye çalışıyorlar. Bir tarafta ifade özgürlüğünü kullanmak için yürüyüş yapanları biber gazına boğuyorsunuz, başka insanları lince kalkışanlara vali “evinize dönün’’ diyerek sakinleştirmeye çalışıyor.
Cezasız kalacağını düşünürse kolaylıkla şiddete başvuruyor. Kadına şiddette de aynı şey var. Kadını öldüren erkek ciddi bir ceza almayacağına inanıyor. Bir tür sindirme gücü.
İki gruptaki şiddet uygulayıcıları birbiriyle benzeşiyor. Biri namusunu temizlediği için diğeri de devleti, bayrağını koruduğu için takdir edileceğine inanıyor.
Otoriter rejimlerin davranış şekli bu. Devletin otoriterliğinin, erkekliğin yansıması. Sosyal sorumluluk ve yasaların denetiminden azade bir erkek nüfus oraya, buraya saldırıyor. Bu faşizmin eril tabanı, faşizmin erkekçe hali, çok tehlikeli. Sokak gücü, Hitler zamanındaki SS’ler gibi. Her otoriter rejimde bu var. İran’daki başı açık kadınları döven ahlak polisleri gibi. Polis göz yumuyor, yargı cezalandırmıyor. Sokaktaki erkek yarın askere gideceğini ve ölme riski olduğunu, bedelli asker olamayacağını, bu parayı ödeyemeyeceğini biliyor. Zaten şiddet karşıtı bir kültürü yok, vicdani retçiliği duymamış, böyle bir eğitimden geçmemiş. Yapacağı tek şey düşman bellemek ve düşman gördüğünü bertaraf etmek. Mağdurların bir tarafı, aslında hem mağdur hem fail. “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez” sloganını atarken şehitliğe aday olanın kendisi olduğunu biliyor. Doğu’ya, Güneydoğu’ya asker olarak o gidecek, o çatışmaya girecek ve o ölecek. Bir taraftan bundan korkuyor da…

Çözümü nerede görüyorsunuz?
Bir başka siyaset tarafından yeniden kuşatılıp yeni bir şekilde inşa edilmedikçe bu genç nüfus, bu böyle devam edecek. Bunu ne seçim çözer, ne başka bir şey çözer. Türkiye’nin ne gelişmişlik düzeyi ne heterojen nüfus yapısı bunu kaldırır. Böyle giderse iki seneye kalmadan herkes birbirini boğazlar. Olmadı kendini öldürür. İçeri doğru çöküş diye bir şey vardır. Toplumsal cinnet noktasına doğru gidiliyor.

"ŞİDDET SIRADAN GELİYOR"
Son yılların yarattığı bu genç nüfusun toplumun daha da olumsuza doğru dönüşmesine nasıl etkisi olacak?
Daha bilmiyoruz. Bunların anne babaları köyde büyümüş, göçle kentlere yayılmış, birinci ya da ikinci kuşak gençler. Kentin modern olanaklarından yeterince yararlanamamış, en fazla ortaokul, lise okumuş, önünde üniversite öğrenciliği hayali yok. Bütün anlatıları, aile ilişkileri, tüm yaşamları şiddet üzerinden. Aşkı bile “Kızla çıkıyorduk, bana yamuk yaptı, çaktım” diye anlatıyor. “Çaktım, vurdum, bıçak çektim” lafları sıradan konuşma içeriği. Şiddet o kadar sıradan ki hayatlarında, inanılmaz.
Otoriter, faşist rejimlerin kitle tabanı bu grup insan. Gelir bunun üzerine sivil ama despotik denetim mekanizmalarını inşa edebilirler. Biz bu kitleyi şiddetten vazgeçirmedikçe, mesleklendirip, insanileştirmedikçe, hukuk içine çekmedikçe bu böyle sürer.
Bunları da hayatlarında haksızlığa karşı koruyan hiç kimse olmamış. Polis ya da ailesi haksızlıktan korumamış, çoğu babalarından dayak yemiş. Hayatlarında adalet, misilleme ile karşı güçle, karşı şiddetle sağlanıyor, düşmanı korkutup uzaklaştırırsın. Polise anlatmazsın, gelip polis çözmez, kendin çözersin. Bu, Türkiye’nin görmek istemediği alt kesimi, öteki kesimi.
Tek tek hayat hikâyelerine baktığınızda kaybedecek bir şeyleri olmadığını görüyorsunuz. Geleceği yok. Üniversite okuyamamış, ailesinin geliri yok, yeterince becerisi, aklı yok, çalışma niyeti yok, kendini zora sokmuyor. Yoksulluk travması yaşıyor. Ya tetikçi olacak ya bir yere kapılanacak. O kadar çok böyle genç var ki.
Sokaklarda sözünü ettiğiniz lümpen kesimin ortaya koyduğu şiddette ekonomik güçlükler belirleyici faktörlerden birisi diyebiliriz değil mi?
Türkiye’nin batısındaki yoksul sınıfa baktığımızda göçü görüyoruz. Geliyor bir yere takılıyor, orada tutunmak için yeterli kaynağı yok. Onun alternatifi ondan sonra gelen Kürtler. Kürtlerin dayanışmaları güçlü, daha fazla çalışmayı, daha az gelirle yaşamayı beceriyor. Küçücük bir pasta var.
Bu gerginlik nasıl sona erecek, bu kan ne zamana kadar dökülecek?
Değerler savaşını siyaset yoğurur, bundan nemalanmaya çalışır. Kamu sorumluluğu düzgün örgütlenebilirse sıradan insanların adil, eşit yaşaması o kadar kolaylaşır. Kendi aralarındaki sivil çatışmalar o kadar kolay çözülür. Çatışmanın esas nedeni kamunun adalet dağıtamaması, eşitsiz davranmasıdır. O vatandaş ayrı, bu vatandaş ayrı. Türkiye’de Kürt olduğunuzda başınıza gelen insan hakları ihlalleri konusunda bıyık altından hoş görülen bir şeydir. “Onlar hak ediyor’’ deyip hoş görürseniz onlar da sokağa çıkar. Onun da karşısına başkası çıkar. Hukuk değil, intikam hakim olur. Bu tutumdan vazgeçilene kadar bu kan dökülecek.


Friday, October 21, 2016

Fikret Başkaya: Üniversite sadece devlete karşı değil, sermayeye karşı da özerk olmalı

Fikret Başkaya ile üniversite ve ‘Özgür Üniversite’ üzerine söyleşi

Ahmet Çelik, yıllardır Özgür Üniversite ile alternatif bir eğitim modelini sürdüren Fikret Başkya ile 22 Ekim’de yeni derslerine başlamadan önce ABC Gazetesi için bir söyleşi yaptı.
Ahmet Çelik: Özgür Üniversite’de güz dönemi, sizin, ‘Yaratıcı ütopya zamanı: Kapitalizm dahilinde insanlığın bir geleceği yok” başlığını taşıyan dersinizle 22 Ekim Cumartesi başlıyor. İsterseniz genel bir giriş yapalım: Bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi için nasıl olması gerekiyor? Üniversite’nin devlet aygıtının diğer kurumlarından ne gibi bir ayrıksı özelliği olması gerekiyor? 

Fikret Başkaya: Bir kere üniversitenin özerk olması gerekir. Özerklik olmazsa olmazdır. Veya şöyle de denebilir: Özerk değilse, üniversite değildir. Zira, bilimsel bilgi üretimi emir-komuta zincirinde, bildik bürokratik çerçeve dahilinde mümkün değildir. Kendi kendini yönetemeyen bir kurumun, kapısında üniversite yazıyor diye üniversite sayılması gerekmez. Tabii bu üniversite üyesinin de bir “memur olmamasını” varsayar. İkinci olarak işim üniversite üyesini angaje eden bir yanı da vardır: Üniversite üyesi bilim namusuna, entellektüel dürüstlüğe sahip değilse, o kurum özerk olamaz ve üniversite tanımına uymaz. Bu da üniversite üyesinin ‘ayrıksı’ özelliğine gönderme yapar. Kaldı ki, bu sadece üniversite üyesi için değil, az-çok öğretmen için de öyledir. Zira öğretmenlik her hangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. Öğretmenin öğrenmeyi, öğretmeyi ve öğrenciyi sevmesi gerekir. Değilse o öğretmen değil bir “gardiyandır”. Öğrenmeyi sevmeyen de, ne öğretmeyi ve ne de öğrenciyi sevebilir…
Ahmet Çelik: Özerlik derken kime karşı özerklikten söz ediliyor? 
Fikret Başkaya: Devlet ve sermaye karşısında özerklik. Daha genel olarak da güç ve iktidar odakları karşısında özerklik.
Ahmet Çelik: O zaman üniversite açılışlarının cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, vb. tarafından yapılması saçma değil mi? 
Fikret Başkaya: Bir siyasetçinin bir çimento fabrikası, bir yol veya köprü açılışına katılması normaldir ama üniversite açılışına katılması asla kabul edilebilir değildir. Üniversite açılış dersi ekseri ya o üniversitenin en yaşlı ve saygın bir üyesinin, ya da parlak bir genç akademisyenin önemli bir toplumsal soruna dair verdiği dersle açılması gerekir. Siyasetçilerin açılış yapması üniversitenin inkârıdır. Zira, orası sivil savunma genel müdürlüğü gibi bir yer değildir.
Ahmet Çelik: Birinci vazgeçilmez koşulun özerklik olduğunu söylediniz başka neler gerekiyor ki, bir kurum üniversite sayılabilsin? 
Fikret Başkaya: İkincisi, üniversitenin kendine uygun/göre bir üslubunun ve geleneğinin olması gerekir. Bu onun “ayrıksı’ niteliğinin bir sonucudur. Üçüncüsü, üniversitenin kendini savunabilmesi gerekir. Tabii kendine mahsus yöntem ve araçlarla… Topla, tüfekle, füzeyle değil. Ve dördüncüsü, üniversitenin toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle kavuşması/örtüşmesi gerekir. Aksi halde toplum sorunlarına yabancılaşmış bir kurum üniversite sayılamaz.
Ahmet Çelik: Bu saydığınız koşullar karşısında “reel üniversitenin” durumu nasıldır? 
Fikret Başkaya: Reel üniversite bu koşulları hiç bir zaman karşılamadı. Bu yüzden de realite ile retorik arasında hep bir uyumsuzluk söz konusudur. Üniversiteler aslında egemenlik üreten devlet kurumlarıdır. Oysa, üniversitelerin ‘her türlü düşüncenin, özgürce ve sınırsız bir şekilde tartışılabildiği, evrensel bilimsel bilgi üretilen, her zaman toplumun bir kaç adım önünde kurumlar olduklarına’ dair bir tevatür üretilmiştir. Bu külliyen yalandır. Üniversiteler her türlü düşüncenin tartışıldığı, özgür düşüncenin filizlenip, geliştiği kurumlar değil, özgür düşüncenin boğulduğu kurumlardır. Türkiye’ye bak anlarsın! Her zaman egemen sınıfın ihtiyacı olan egemen ideolojiyi (bizde resmi ideoloji) üreten, yeniden üreten ve yayan kurumlardır. Egemenliğin ideolojik bekçileridir. Fakat, işlevleri sadece ideolojik alanı angaje etmez. Sanayinin, ticaretin ihtiyacı olan ‘yetişkin emeği’, devlet kadrolarını da yetiştirirler. Fakat şimdilerde üçüncü bir eşik daha aşılmış görünüyor: Artık, kapsamlı özelleştirmelerle, üniversiteler tam birer kapitalist işletmeye, bildik ticarethanelere dönüşüyorlar ki, ortada üniversite adına yakışır bir şey yok demektir.
Ahmet Çelik: O halde sadede gelirsek, Özgür Üniversite bu “reel duruma” bir tepki olarak doğdu mu demek lâzım, yada Özgür Üniversite’nin kuruluş amaçları ne idi? 
Fikret Başkaya: Türkiye’de boğucu, bağnaz bir resmi ideoloji ve resmi tarih dayatılmış durumdadır. Bir kere remi tarihi ve resmi ideolojiyi teşhir etmek gibi bir amacımız vardı. Zira, resmi ideoloji entelektüel/bilimsel yaratıcılığı dumura uğratıyor. Resmi ideolojinin geçerli olduğu yerde bilim yeşermez. Orada özerk kurumlara, özgür düşünceye yer yoktur. İkinci amaç, Türkiye’deki köklü ‘Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmaya’ dikkat çekmekti. Zira resmi ideoloji Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmaya da dayanıyor. Üçüncüsü, son dönemde “neoliberalizm” denilen emperyalist saldırı ve kuşatma karşısında bir karşı duruş oluşturma amacı vardı; ve nihayet, bir taraftan neoliberal saldırı, diğer yandan Sovyet Sisteminin çökmesi, komünist toplum ütopyasını ve perspektifini zayıflatmıştı. Ütopyanın yeniden canlandırması gereği de kuruluş amaçlarındandı diyebiliriz…
Ahmet Çelik: Özgür üniversite nasıl işliyor, finansman nasıl sağlanıyor, bildik kurumlardan ne farkı var? 
Fikret Başkaya: Çok önemli farklar var tabii.  Özgür Üniversite özerlikten de ötede tam bağımsızdır. Her şeyine kendi karar verir. Hiç bir dış baskıya veya etkiye tabi değildir. Sınav yoktur, diploma yoktur. Diploma yok zira, burjuva toplumunda diploma insanlar bir şey bildikleri için verilmez, tersine diplomaları olduğu için bir şeyler bildikleri varsayılır. Tabii bir belge isteyen olursa, “Eski öğrencimiz olmuştur” diye bir belge veriyoruz. Oraya gelenler bir meslek edinmek için gelmiyor, bilgiyi paraya çevirme amacı yoktur. Bize gelenler, “hayatımı nasıl kazanabilirim?.” sorusunu değil, “hayatımın anlamı ne olacak?” sorusunu soranlardır. Özgür Üniversite gönüllülük esasına göre işleyen bir kurumdur. Orada ders veren, seminer yapan, konferans veren, yazı yazan, çeviri yapan bunu gönüllü olarak yapar. Gerekirse cebinden katkı bile yapar. Öğrencilerden çok küçük bir katkı payı alınır. Onunla kira, telefon, doğal gaz, elektrik faturaları ve bir de sekretere mütevazı bir ödeme yapılır.
Ahmet Çelik: Son olarak, geride kalan dönemde ‘Özgür Üniversite neyi kanıtladı’ desem nasıl cevap verirdiniz? 
Fikret Başkaya: Aslında zahmet edip, Özgür Üniversite’nin Kuruluş Bildirgesi’ni okumanızı öneririm. Bu gün gelinen aşamada bilimsel bilginin ezilen ve sömürülen sınıflar (Büyük İnsanlık densin) tarafından üretilmesi ve onların hizmetine sunulması hayatî önem taşıyor. Zira, mevcut kurumlar tam birer gericilik yuvası haline gelmiş bulunuyorlar. Elbette bu eskiden matahtılar anlamına gelmez. Eleştirel bilgi/eleştirel düşünce elbette her zaman önemliydi ama hiç bir zaman bu kadar önemli olmamıştı. Zira, insanlık ve uygarlık tehlikeli bir kavşağa gelip dayanmış bulunuyor. Bizi bu durumdan çıkaracak olan eleştirel düşünce, eleştirel bilgi ve eleştirel düşünceye dayalı eylemdir. Onun için acilen, devletten ve sermayeden bağımsız eleştirel düşünce odaklarına, sıra dışı öğretim kurumlarına ihtiyaç var ve bu mümkün. Zira, Özgür Üniversite geride kalan dönemde, devletten ve sermayeden, güç ve iktidar odaklarından ‘tam bağımsız’ öğretim kurumlarının, eleştirel düşünce odakmarının mümkün olduğunu kanıtlamış bulunuyor.


Tuesday, June 7, 2016

Ömrünü hak ihlallerine adamış ‘Tesadüfen ayakta kalmış’ bir kadın

05 Haziran 2016 00:35

Faili meçhullerin, işkencelerin, tacizlerin, tecavüzlerin coğrafyasında adli tıp uzmanı olarak insan hakları için ömrünü mücadele etmeye adamış bir kadın Şebnem Korur Fincancı. ‘İdamlardan işkencelere, infazlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim’ diyor birçok şeyi göze alıp, devletlerin sakladıkları cinayetleri belgelerken korkusuzca
Faili meçhullerin, işkencelerin, ölümlerin eksik olmadığı bir coğrafyada insan hakları savuncusu olmak ve buna ömrünü adamak kolay olmasa gerek. “Bana uygun bir meslekti doktorluk, iyi ki doktor olmuşum, iyi ki insan haklarında görev alamışım” diyor insan hakları savuncusu Şebnem Korur Fincancı. Üniversite yıllarından beri ilgilendiği hak ihlalleri meselesi, sonrasında yaşamında mücadele alanı olmuş onun için ve yıllardır yılmadan, korkmadan tanıklıklarını dile getiriyor. Tehliklerle dolu bir coğrafyada kötülüklerin kendini teğet geçtiğini, doğru söyleme şansının da hep kendini bulduğunu dile getiriyor gülümseyen yüzü ve gözleriyle Şebnem Hoca. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ile insan hakları mücadelesini ve tarihe tanıklığını konuştuk.

* Sizi ve mücadelenizi tanımak istiyoruz hocam. Sadece mesleğinizi yapabilecekken neden insan hakları mücadelesi ve nasıl başladınız?
70’lerde, öğrenciliğimde, hak ihlallerinin çok yoğun olduğu dönemlerdi. İdamlardan işkencelere, infazlara bütün bunlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim. Çok yakın arkadaşlarımı kaybettim. Dolayısıyla tüm bunların karşısında durmamak, muhalif olmamak mümkün değildi. Bir olayın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyma yollarından biri adli tıp, yani durumu belgeleme. Adli tıpı düşünerek başlamadım tabi tıp fakültesine. Akademisyen olma hayalim vardı ama yavaş yavaş klinikteki sınırlılıklar beni rahatsız etmeye başladı. Çünkü mekanizma iyi işlemediğinde akademisyen olarak yapacağınız daha sınırlı. Ama belgeleme sürecinde yani adli tıpta öyle değil. Ne olursa olsun mekanizma iyi işlemese de siz eğer iyi bir gözlemciyseniz, delilleri toplama beceriniz iyi gelişmişse bu meknizmanın dışında gerçekleri ortaya koyabiliyorsunuz. O anlamda yapmak istediklerime çok uydu. Asistanlık döneminde bir işkence olgusunun nasıl örtbas edilebildiğine tanıklık ettim. O zaman kendime bir söz verdim, “Bu böyle örtbas edilebiliyorsa, ortaya da konulabilir. Onun için uğraşmak gerekir” diye.
İyi ki adli tıp!
80 sonrası ortaya çıkanlar, yaşananlar hepsi etkendi aslında. Cezaevlerinde çok ağır baskılar vardı. O ihlallerle ilgli ne yapılabillir diye çok sevdiğim ve bu konuda kafa yoran, abilerimiz ablalarımız vardı. Mesela Ata Soyer bunlardan birisi. Onunla başlayan bir süreç, sonrasında adli tıpta doğrudan bu alanı nasıl kullanabileceğimizi derinleştirdik. Üzerine çalıştık. Bu alanda çalışınca dünyanın değişik yerlerinden insanlarla bir araya geliyorsunuz. Bu anlamda bir ekip çalışmasıyla İstanbul Protokolü çıktı ortaya. Mesela şimdi mültecilerle başlayan yeni sorunlar var. Dünyada hak ihlalleri çok fazla var ve bu anlamda insan hakları savuncusu olmak, adli tıpta çalışıyor olmak bana göre bir işmiş diyorum. Birebir bir hastayla ilgilenmek yetmeyecekmiş bana, adli tıp çok daha fazla olanak sağlıyor. Bir kere siyaseten mücadele edebilme olanağı sağlıyor. Çünkü bu hak ihallerini gördüğünüzde aslında devletlerin gerçek yüzünü de ortaya koymuş oluyorsunuz. İkicisi, hekim kimliğimle hastalarıma ulaşabilme olanağı sağlıyor ve böylece hekim kimliğimi, araştırmacı kimliğimi doyuruyor. Bir hocam önermişti adli tıp yapmamı. Beni iyi tanıyormuş diye düşünüyorum. İyi ki yapmışım, başka da yapamazdım her halde...

* Tehlikeli değil mi? İnsanlar sokak ortasında alınıp kaybediliyor, öldürülebiliyor, bunu ortaya çıkarmak bu anlamda tehlikeli bir iş. Karşılaştığınız tehlikeler oldu mu?
Tehlike algımla ilgili problem var sanırım. Hakikaten böyle garip bir cesaretim var. 70’li yıllarda çok büyük rastlantılarla yaşadık aslında biz. Yani 1 saat önce ayrıldığımız arkadaşımız kaçırılmış Belgrat Ormanı’nda işkence edilmiş, cesedi bulundu. Evden çıkıyorsunuz, arkadaşınızla çay içmişsiniz, ev basılıyor, evi tarıyorlar. 16 Mart olduğunda İstanbul Üniversitesi kapısında, buluşmak için sözleşmişsiniz, otobüs gecikmiş, ders uzamış yetişilememiş. Belki bunun getirdiği bir duygudur, bir sürü şey teğet geçmiş diye düşünüyorum. Dolayısıyla şansılıyım ben. Tabi çok dolaylı bir takım şeyler yaşamadım değil. Ortaya çıkacak suçun delillerini aramaya Şebnem Korur Fincancı gider. Yani tesadüftür. Mesela Bosna’da toplu mezarlar için gittik. Benim çalışacağım mezarın doğal özellikleri sebebiyle cesetler sabunlaşmıştı. Bu şöyle bir anlam ifade ediyor: Çıkardığınızda bütün haldeler, üzerinden 4 yıl geçmiş. Normalde kemik çıkar ve dağılır dolayısıyla. Hangi eşya, hangi pozisyonda bilme şansınız yoktur. Bizimkiler elleri bağlı, gözleri bağlıydı. Bu şu anlama geliyor: Bu insanlar doğal nedenlerle ölmediler, yani savaşta salgın hastalık olabilir, başka doğal yollarla ölmüş olabilirler. Ve halk sağlığı için orada gömersiniz başka bir şansınız yoktur. Bizde ise tam tersine biz olayın bir katliam olduğunu söyleme olanağına sahip olduk.

Bizi tehdit etmek için geldi
Yani bu bir tesadüf ama, mesela Cizre’de de bodruma girdiğimde bir çene buldum ve bir çocuğun da orada olduğunu söyleme olanağım oldu. Mesela Bahreny’de de elektrik izine ulaşacağımı hiç bilmiyordum, hiç beklemiyordum.
‘Birgün halklar bu sistemin nasıl bizi tükettiğini görecek, biz hak ihlallerini görünür kıldıkça. Çünkü bu sistem krize girdikçe savaş çıkarıyor. Hak ihlalleri de sürüyor bu yüzden, biz de mücadele ediyoruz’ diyor Şebnem Hoca geleceğe dair umutlarını koruyarak...
Adli tıpta çalışırken ‘İstifa et’ dediler, aslında çok saçmaydı, çünkü benim istifa etmeme gerek yoktu görevden alırlardı ki aldılar sonrasında. O anlamda çok şey yaşamadım. Bahreyn’de yeşil pasaportum falan vardı, izliyorlarmış tabi ama temel güvenlik önlemlerini almıştık zaten. Otelde kalmadım çünkü adli tıp uzmanı bekliyorlardı. Orada şanslıydım kadın beklemiyorlardı ve Avrupa’dan beklemiyorlardı. Filipinler’de peşimizden ordu kuvvetleri geldi. Oradaki yaygın öldürme biçimlerinden biri motorsikletli birileri geliyor, kaskı karanlık, vuruyor gidiyor. Bizimle toplantı yaptı bir birlik, “Biz hak ihlali yapmıyoruz” diye. Bahçede sigara içiyorum herkes girdi içeri, ben bahçedeyim. Bir cip geldi, cipten bir kadın indi ama kadın motorsiklet kıyafetiyle indi ve elinde de kaskı var. Gelip bize biz hak ihlali yapmıyoruz diyen de bu kadın. Dediler ki bu kadın motorsikletle geldi, yok dedim ciple geldi ve bizi tehdit etmek için böyle giyinip geldi. Sonrasında bunu raporumuza yazdık özellikle. Ya da cezaevi raporu yazıyoruz askerler geldi uzun namulu silahlarıyla. “Niye geldiniz” diyorum, sizi korumuk için geldim diyor. Belli ki bizi korkutmak için gelmişler. Öyle şeyler yaşadım, yaşadık yani.

*Sizi en çok etkileyen dosya hangisi oldu?
Diyarbakır Cezaevi... 80’lerde orada işkence görenler ayrı bir yaradır. Ve hala bunun sıkıntısını, sağlık sorunlarını yaşıyor bu insanlar. Hrant Dink ve en son Tahir Elçi’nin öldürülmesi çok ağır geldi bana. Bu kadar pervasız, bu kadar insan yaşamının hiçe sayılması. Ve Hacı Lokman Birlik’in dosyası, fotoğrafları ağırdı... Aslında hepsi ağır, binlerle. Mesela Bahreyn’deki çocuğa çok üzüldüm. Çocuk şizofren. Aile bir şekilde siyasetle ilgileniyor, parlementoda milletvekilleri var ama çocuğun öyle bir kimliği yok. Şizofrenlerin öyle bir durumu var, kapatıyorlar kendilerini ve konuşmuyorlar, iletişim kuramazsınız. Muhtemelen iletişim kuramadılar ve bir şey saklıyor sandılar. Bu kadar mı pisi pisine olur. Çocuğa elektrik verince kendinden geçti onlar da öldü sandılar muhtemelen. Elektrik verdiklerinde kendinden geçince kurtulmak için denize attılar diye düşünüyorum. Çünkü canlıyken atmışlar denize, suda boğulma bulguları da var. Ona çok üzülmüştüm. Ve tabii çocuklar... Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol o kadar çok acı tarih ki insan hakları tarihi... Görünür olmalı bugün değilse de yarın. Ben Erdoğan ya da JÖH-PÖH değil, sistemin peşindeyim. Birgün halklar bu sistemin nasıl bizi tükettiğini görecek, biz bunları görünür kıldıkça. Çünkü kaptalizm krize girdikçe savaş çıkarıyor. Yani bunlar sürüyor, o yüzden biz de mücadele ediyoruz işte.

* Peki bu krizden çıkışın yolu nedir?
Hakikati kabul etmek, bu hakikatin üzerinden yürümek önemli. Halklar için merak etmek, soru sormak önemli. Özyönetim iradesini önemsiyorum. Gezi’de de aslında bir biçimde bunu denediler, çok farkında olmadan. Sorunlara ortak karar alma mekanizmlarıyla, paylaşımlarıyla denediler. Örtüştürebilseydik Kürtlerin mücadelesiyle, çünkü onlar çok şey öğrendiler. Ve bizi bir yere taşıdı. Gezi de öyleydi. Bunları birleştirerek bir şeyler yapmalıyız. Özyönetim devletin benim için ortadan kalkmasının vücut bulmuş halidir. İnsanlar paylaşarak sistemlerini kurabilirler diye düşünüyorum. Ne kadar sürer bilmiyorum ama dayanışmayı öğrenmek lazım, paylaşmayı bilmek lazım. Türkiye’de bu deneyimlerden yola çıkarak baktığımızda bütün siyasetlerde iktidar davranışı çok yaygın. İktidardan nasıl uzak duracağımızı bulmalıyız. Sistem kirletiyor bizi. Çok kolay değil ama başarabiliriz. Ben hocayım, bir seçenek olarak bırakıp gitmeli miyim ama böyle mi daha etkili olur, kalıp mücadele ederek mi? Sistemde kalıp, sisteme kapılmadan bunu yapmaya çalışıyorum. Her sene 500 öğrencime Kürdistan’da ne oluyor, Ermeni Soykırımı nasıl oldu. Paylaşmak çok önemli. 22 yıldır bunu yapıyorum. 94’te ders anlatırken “Kim asıl bebek katili” diye anlattığımı biliyorum.

* Karşılığı ne oldu hocam?
Çok örgüt yaşlanır ama Tabip Odası yaşlanmadı, çoğu benim öğrencim mesela. Adli tıp kolay değil ama bu anlamda çalışmak isteyen öğrencilerimiz oluyor ve çok güzel. Mülksüzüm bir arabam var, onu da herkes kullanabiliyor. Kirada oturuyorum. Benim seçimim bunlar ve bu anlamda insan hakları alanında olmaktan mutluyum... Herkesin yapabileceği bir şey vardır, benim de budur diye düşünüyorum.

* İlk tanıkılığınızla şimdiki tanıklığınız nasıl?
Gerilla ve asker ölümlerinde çok bir değişiklik olmamış. Çatışmalı dönemle aynı aşağı yukarı. Ama 2000’lerin başlarından 2015’e kadar 3-5 kişi öldü ama 2015’te birden yükseldi. Geçen sene İç Güvenlik Yasası çıktı. Onunla birlikte 2015’in ilk 3 ayında 5 sivil ölümü var. Ağostos’ta sokağa çıkma yasağıyla birlikte 300’ü aştı bu sayı. Bu yılki raporumuzda Nisan 21’de 338 sivil ölüm olduğunu söyledik. 90’lardan farkı bu. Şimdi halka yönelik bir saldırı var. Halk artık doğrudan mücadele ediyor. Eskiden kanaat önderleriyken, şimdi halk. Bu insanlar 90’larda zorla göç ettirilen çocuklar. Yaşadıklarımız Türkiye’nin bir arada yaşama şansını ortadan kaldıran bir durum diye düşünüyorum. Ama umutsuz olmamak lazım.

* Cizre’nin çocukları daha ağır şeyler yaşadı, ne olacak?
Yaraları onarmak kolay değil, bir arada yaşamak için çok çaba sarf etmek lazım. Benim herkesin iradesine saygım var nasıl istiyorsa yaşasın diye. Evinin yıkıldığını gören bir çocuk nasıl kendini güvende hissedecek de benimle oturup çay içecek? JÖH’ü PÖH’ü görüyor, tahtasına yazı yazanı görüyor, ablasını, kardeşini öldüreni görüyor. Oradaki JÖH-PÖH için de öyle, bu kadar şeyi yapmış biri nasıl karışacak topluma. Sokakta hasta tedavi edene kurşun sıkan, cenazeleri soyup teşhir edenlerle, nasıl bir arada yaşayacağız, nasıl sağlıklı olacaklar...
Reyhan Hacıoğlu


Wednesday, June 1, 2016

Rakka’yı kurtarmak Rojava’yı güvenceye almaktır’

RÖPORTAJ
01 Haziran 2016 04:59

Rakka operasyonunun hedeflerini, operasyonun ülkeler ve Kürtler açısından önemini, Suriye’yi yakından takip eden Gazeteci Fehim Taştekin ile konuştuk.

Faruk AYYILDIZ
İstanbul

Demokratik Suriye Güçleri (QSD), öncülüğünde Rakka'nın kuzeyine başlatılan operasyonlar devam ediyor. Koalisyon güçlerinin de hava desteği sunduğu Rakka operasyonunun hedeflerini, operasyonun ülkeler ve Kürtler açısından önemini, Suriye’yi yakından takip eden Gazeteci Fehim Taştekin ile konuştuk.

Rakka operasyonu başladı ve genişleyerek devam ediyor...
Rakka operasyonunun uzun bir geçmişi var. ABD bu işe girdiğinden beri Rakka’yı konuşuyorlar, tartışıyorlar. Bunun için özellikle Kürtlerin liderliğinde Suriye Demokratik Güçleri’ni oluşturdular. Sadece Rakka değil, Arap yoğunluklu bölgelere yönelik operasyonlarda böylesi bir çatı örgütü hem ABD operasyonlarını kolaylaştıracaktı hem de sahada IŞİD ya da başka örgütlerden temizlenen bölgelerin yönetimini üstlenecek bir altyapı oluşturacaktı. Kürtlerin, Kürt nüfusunun olmadığı ya da az olduğu yerlerde düzen kurmaya yardımcı olmaları isteniyordu ancak kalıcı olarak bu bölgeleri kontrol etmeleri çok tercih edilen bir şey değil. ABD de, Kürtler de bunu istemiyor. O yüzden daha geniş çerçevede Rakka’yı da kapsayan operasyon için yine Kürtlerin önderliğinde ama Arap ve Türkmen katkısının yüksek olduğu bir formül üzerinde çalıştılar. Rakka’ya yönelik operasyon bu şemsiyeyle yapılıyor ancak direkt Rakka’nın merkezine yönelik bir saldırı söz konusu değil, Ayn İsa’nın güneyinde 10 km’lik şeritte bu operasyonu yapıyorlar. Daha sonra Rakka’ya giden yolu bir şekilde temizleyecekler. Ayrıca Tel Abyad, Haseke ve Kobanê’ye yönelen saldırıların da bir şekilde önünü almış olacaklar. Bundan sonra ise muhtemelen Kürtlerin “Şehba” dedikleri bölgeye yönelik planlamalar yeniden öne alınacak. Daha önceden Kürtler açısından Cerablus, Menbic’i kurtarmak öncelikliydi, hala öyle ama Türkiye’nin itirazları yüzünden o plan ertelendi ve ABD yeniden Rakka’ya ağırlık verdi. Ama Rakka’yı almak o kadar kolay değil, olmayacak. Belki bunun için Ruslarla ve Suriye ordusuyla işbirliği gerekebilir, ve Rakka’yı aldıktan sonra da Rakka’yı yönetmek, düzen kurmak kolay olmayacak çünkü orası çok fazlasıyla karıştı, birçok insan orayı terk etti. Yeniden yapılanma çok uzun sürebilir. O yüzden Rakka zaferi için daha beklemek gerekecek.

Kürtlerin operasyondan beklenti ve hedeflerini biraz daha açar mısınız?
Kürtler, özelikle Efrin’e doğru güvenli geçiş elde etmek istiyorlar. Bunu Türkiye’de “Kürt koridoru” diye lanse ediyorlar ama tarihsel olarak da burası her zaman kopuktu. O yüzden Türkiye’nin korktuğu ya da dillendirdiği gibi bir “Kürt koridoru” oluşması kolay değil. Kürtlerin dillendirdiği ise Efrin’e insani, silah vs. yardımının sağlandığı bir geçiş şeridi oluşturmak. Bunun için Cerablus, Menbic ve el Bab’ın temizlenmesi gerekiyor. Kürtler açısından bu da yeterli değil. Efrin’i çevreleyen kuşak IŞİD’in değil, Türkiye’nin desteklediği grupların elinde. Kürtlerin kafasında daha bütüncül olarak Fırat’ın batısını Efrin’e kadar kurtarmak var. ABD, Türkiye’nin kaygılarını dikkate aldığında buna pek sıcak bakmadı. Hatırlarsın, Menbic operasyonu başlamak üzereydi ve durduruldu. Fırat’ın batısına geçti Kürtler. Menbic’in kırsalında belirli yerleri de ele geçirdiler ama Menbic’e yaklaştıkları zaman ABD durdurdu. Türkiye yüzünden yaptı bunu. Rakka’nın kuzeyindeki operasyon bittiğinde anladığım kadarıyla Menbic’e yönelecekler, belki el Bab’a kadar gelecekler. El Bab’ın içine yönelik bir operasyona şimdilik ABD bir katkı sunmayabilir ve gelişmelere göre ABD, Kürtlere göz de yumabilir. Yani bundan kastım bir izin, talimat ilişkisi değil. ABD, işbirliği yaparken de koordinasyon sağlıyor ve o koordinasyon tarafları bağlıyor bir şekilde. “Birlikte hareket edeceksek, kararları birlikte vereceğiz” gibi bir ilişki var. Ama Türkiye’nin mevcut politikaları değişmezse ABD Kürtlere “Ben havadan katkı sunmam ama kendiniz yapabiliyorsanız yapın” da diyebilir.

‘Kürtlerin Rakka ile ne alakası var. YPG, ABD’nin piyonluğunu yapıyor’ şeklinde de bir tartışma var... Siz bu yorumlar için ne söylersiniz?
Böyle bir ilişki yok şu anda. “Kürtler, ABD’nin piyonu” denilemez. Kürtler sahanın aktörü ve kendilerini dayatıyorlar. Eğer Kürtlerin eli bu kadar sağlam olmasaydı ABD’nin başka taleplerini hemen kabul etmeleri gerekirdi. ABD yönetimi, “Ben yardım ediyorsam sen de şunlara dikkat et” diyor ve Kürtler bunu şimdilik dikkate alıyorlar ancak Kürtler kendi planlarını da yürütüyor. Bu da Kürtleri piyon olmaktan çıkarır. Rakka ve çevresini IŞİD’den kurtarmak Rojava’yı güvence altına almak demektir. Çünkü Fırat hattında IŞİD olduğu sürece Rojava’ya saldırılar devam edecektir. O yüzden Kürtler, Rojava’yı tehlikeye atmadan IŞİD’i olabildiğince uzak yerlerde de yenilgiye uğratmak istiyor. ABD de şu an Kürtlerden bunu talep ediyor ama Kürtler, ABD istediği için değil kendi çıkarları için yapıyorlar ve yapacaklar. Ayrıca düne kadar “Kürtler, rejimin piyonu” deniliyordu. Şimdi de birdenbire ABD’nin piyonu oluverdiler. Rusya ile görüşüyor Rusya’nın piyonu deniyor. Her ülke nasıl başka ülkelerle ilişki geliştiriyorsa, saha hakimiyeti olan, kurumsal yapılar inşa etmiş bu örgütler de elbette çelişkili, çok boyutlu ilişkiler geliştirebilir, geliştiriyorlar da. Ortadoğu’da ilişkiler o kadar çelişkili ki düz mantıkla bunları anlamak mümkün değil. Çelişkili ilişkiler savaşların doğasında vardır, o yüzden de “İşbirliği yaptılar o zaman Kürtler piyon” diyemeyiz. Böyle bir ilişkiye evrilir mi, risk var mı? Elbette var. Kürtlerin kendilerinin tayin ettikleri bir stratejileri var, “kendi bölgemizi koruyacağız” diyorlar. Yarın bu konsepti değiştirirler de “Şam’da iktidarı devirmek için yürümeliyiz” yoluna girerlerse “Kürtler, ABD tarafından kullanılıyor mu?” sorusu meşru hale gelir, ama şu an yaptıkları iş doğrudan kendi kentlerini korumaya yönelik hamleler. ABD de, Ruslar da yardım ediyor. Fransa da, Türkiye de yardım ederse kabul ederiz diyorlar, ki Türkiye’den yardım istediler zaten. Şimdi Türkiye, PYD’nin çağrısına uyup YPG’ye silah verseydi Kürtler, Türkiye’nin mi piyonu olacaktı?

‘TÜRKİYE FARKLI DAVRANSAYDI, IŞİD BUGÜN SINIRIMIZDA OLMAYACAKTI’
Türkiye, Rakka operasyonunun neresinde?
Türkiye, Suriye sahnesinde, ancak obüs toplarının erişebildiği yere kadar “ben bu alana karışırım” diyebiliyor. Onun ötesine geçen operasyonlara zaten karışamıyor. Haliyle Rakka operasyonuna karışamaz. ABD’nin istediği desteği vermeyecek, onu biliyoruz. ABD daha fazla katkı istiyor ancak Türkiye katkısını sınırlamış durumda. Katkısını “İncirlik üssünü açtık, operasyonlarda kullanılıyor” ile sınırladı. Türkiye’nin iki derdi var: birincisi, Suriye ordusu, Türkiye sınırlarına bir daha yaklaşmasın ve bu bölgede hakimiyet kurmasın. Rejimi devirme hikayesi bitti artık, ona kendileri de inanmıyor, söylemiyorlar da. Ama oyunu uzatma derdindeler, barış-ateşkes olsun, istikrar gelsin gibi bir dertleri yok. Mültecileri kart olarak kullanıyorlar, o bölgenin de ikinci bir “Talibanistana” dönmesine hizmet edecek seçenekleri ısrarla sürdürüyorlar. İkincisi, “Aman Kürtler kesinlikle Cerablus bölgesine gelmesin, yaklaşmasın.” PYD liderliğindeki Kürtlerin kontrol ettikleri alanı genişletmesini, bu alanlarda oyun kurucu olmasını istemiyorlar, bütün dertleri bu. Bunun neticesinde de “Kürtler, Fırat’ın batısına geçemezler” şeklinde bir kırmızı çizgi deklare edildi. Hiçbir hukuki değeri ve geçerliliği olmayan bir deklarasyon. Uluslararası alanda karşılığı olan bir şey değil ancak bu politika IŞİD ile mücadeleyi yavaşlatan, gerileten bir sonuç doğurdu. Türkiye, Kürtlerle ilgili saçma sapan hassasiyetler geliştirmeseydi IŞİD bugün sınır hatlarımızda olmayacaktı. Türkiye kendisini bir şekilde IŞİD’e dolaylı olarak koruyuculuk sunan bir pozisyona sokmuş oldu. Rakka’ya dönecek olursak Türkiye herhangi bir askeri katkı sunmayacak. Türkiye, “Suriye Demokratik Güçleri, Kürtlerden ayrı organizasyon haline gelsin, Kürtler burada olmasın” diyor ama Kürtlersiz Suriye Demokratik Güçleri olabilir mi? İşin omurgası, organizatör gücü, cephe hattında asıl işi çeviren Kürtler. Türkiye yine olmayacak bir şeyi dayatıyor ve ABD de bunu görüyor. Kürtler çekilirse o yapı içerisinden ABD’nin daha önce deneyip, başarı elde edemediği “eğit-donat” çalışmasının bir benzeriyle karşı karşıya kalınacak. Bunlar daha seküler, cihatçılık boyutları olan gruplar değil fakat saha güçleri, deneyimleri yok. Kürtler ise savaşıyorlar ve deneyimleri var. Bu tecrübe Kürtlere büyük bir üstünlük sağladı. ABD’nin şu an gündeminde IŞİD’i temizleyerek uluslararası alanda kendi kredisini kurtarmak var. Elindeki malzemeyle bunu yapamayacağını biliyoruz, o yüzden Kürtlere fazlasıyla kredi açma gereği duyuyor.

Suriye rejiminin de Rakka’yı IŞİD’den kurtarmak istediğini biliyoruz. QSD’nin Rakka operasyonu Kürtler ile rejim arasındaki ilişkiyi nasıl etkileyecek?
Rakka’yı almak herkesin hedefi. Rejim de bir an önce Rakka’yı almak istiyor. Çünkü Rakka’yı Kürtler aldığı zaman Kürtlerin hakimiyet alanı Araplarla birlikte genişlemiş olacak ve bu rejim açısından da bir sorun. Bu, pazarlık konusuna dönüşecek, o yüzden Suriye ordusu Rusya’nın desteğiyle el Bab’ı, Rakka’yı almak istiyor ama Halep civarında çok büyük bir dirençle karşılaştılar ve bu direnci kıramadılar. Zaten o direnç kırılırsa hikaye çok hızlı şekilde değişecektir. O bölgede Suriye ordusunun ilerlemesini engelleyebilmek için Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan çok güçlü seferberlik içerisine girdi, geçtiğimiz aylarda cihatçı gruplar büyük saldırılar gerçekleştirdiler. Rusya’nın da çağrısı var “Rakka operasyonunu birlikte koordine edelim” şeklinde. Henüz Rakka’nın kuzeyinde bir alanda oluyor operasyonlar, şehir merkezine yönelik operasyonda Rusya’nın istediği şekilde bir işbirliği gelişirse durum değişir o zaman. Suriye ordusunun da kontrolü söz konusu olacaktır.

ABD bu duruma yanaşır mı?
ABD şu an istemiyor. ABD bir an önce Kürtlerle birlikte Rakka’yı düşürmek istiyor ve bu büyük bir prestij getirecek, Suriye üzerinde söz sahibi olacaklar. Cenevre dediğimiz bir süreç var ve bu süreç şimdiye kadar bir şey doğurmadı, ancak Rakka’yı ABD’liler düşürürse o zaman “Biz Suriye’deyiz ve bu oyunu birlikte kurmak zorundayız” diyecekler. Bunu Rusya da, Suriye de istemiyor. ABD, Rakka’yı düşürürse çok ciddi pazarlıklar yapılacaktır.

Rusya’nın operasyonları ortaklaştırma çağrıları sahanın önemli aktörlerinden İran’ı nasıl etkiliyor ya da rahatsız ediyor mu?
Herkes kendi oyununu oynuyor. Tabii oyun planları birbirine en yakın olan iki ülke Rusya ve İran. Rusya, Cenevre sürecinde nispeten çekildi. İran, sahada o açığı doldurdu ve çok sayıda askeri koordinatörüyle işin içerisine girmiş durumda. Halep civarında büyük bir İran yığınağı da söz konusu. İran’ın önceliği, mevcut dış politik tercihlerinin değişmeyeceği bir Suriye’nin yarına aktarılması. İran bu yapının korunması için çok ciddi bir katkı sunuyor. Bu, Rusya’nın da işine gelen bir şey sadece Rusya ile İran tercihleri arasında nüanslar var. Rusya, daha fazla toprak bütünlüğü ve düzenin devamlılığını istiyor, çok şahıslara takılma niyetinde değiller. “Bu yapı yarına Esad olmadan da gidebilir, buna Suriye halkı karar versin” diyor. İran benzer şeyleri söylese de politikası giderek isim koymaya vardı: “Bu yapıyı ancak mevcut kadro koruyabilir” diyor. İran’ın bütün derdi Suriye’nin mevcut ekseninde kalması. O eksen ABD, İsrail karşıtı bir eksen ve bu eksen çözülürse İran kaybetmiş olacak. Zaten savaşın nedeni de bu ekseni çözebilmek. O yüzden Rusya ve İran’ın Suriye’ye yükledikleri anlamlarda farklılıklar var ancak her ikisi de kendi müttefiklerini koruyor.

İran’ın Kürtler konusundaki tutumu nedir?
İran şu anda Kürtlere çok fazla bir şey söylemek istemiyor. Kürtlerin, Selefi terör örgütleriyle savaşıyor olmasını alkışlıyor ancak Suriye’de ABD’nin nüfuzunu arttıracak parçalanmaya yol açacak bir seçeneği de istemiyor. Bu konuda da hem Suriye hem de Rusya ile paralel tepkiler veriyor.

‘ABD, SEÇİMLERE KADAR RAKKA’YI DÜŞÜRMEK İSTİYOR’
Rakka’nın kuzeyindeki operasyonlar başarılı olursa merkeze yönelme durumu olacak mı?
Obama’nın önceliği Kasım’daki seçimden önce burada bir başarı elde etmek ve Kürtler de bunu istiyor. Seçimler sonrası yeni iktidar kiminle ne yapacak, Suriye politikası ne olacak belirsizlikler var. Şu an bir ortaklık tesis edilmişken, taraflar sonuç almak istiyor. O yüzden seçime kadar Rakka’yı düşürmek istiyorlar. Bu iş sadece Suriye ile sınırlı değil. ABD, hem Irak’ta hem Suriye’de IŞİD’e karşı operasyon içerisinde. ABD’nin bütün derdi çok gecikmiş olan Musul, Rakka operasyonlarını bir an önce tamamlayabilmek.

‘BÖLÜNME SENARYOLARI ÇOK GERÇEKÇİ DEĞİL’
Suriye’nin geleceğine ilişkin öngörüleriniz var mı?
Suriye’nin parçalanacağına dair senaryoları çok gerçekçi bulmadım şimdiye kadar. Suriye haritası şekillenirken 1920’lerdeki Fransızların modellemesi akla geliyor. O modellemeyle üç parçaya bölüyorlar: Lazkiye’de Alevi devleti, ortada Sünnilerin bulunduğu devlet ve kuzeyde Kürtlerin devleti. Şu koşullarda bu modelleme çok gerçekçi değil. Lazkiye’de bir Alevi devleti olmaz, Lazkiye, nüfusunun yarısından fazlası Sünni olan bir bölgedir. Ayrıca son krizde Tartus – Lazkiye hattı, milyonlarca mülteciyi barındıran bölgeler haline geldi ve bunlar Sünni mülteciler. Bu bölgede etnik, mezhebi ayrım üzerinden yapılanmaya müsaade edilmez. Kürtler açısından “Rojava, Suriye ordusunun kontrol edemediği fiili, ayrı bir yapı olarak mı kalacak”, “Rojava, müzakere sonucunda Suriye’nin bütünlüğü içerisinde, anayasal çerçeveye kavuşturulmuş özerk bölge mi olacak” soruları önemli. Suriye’nin bütünlüğü içerisinde çözüm bulunamazsa, ABD’nin uhdesinde Fırat’ın kuzeyinde bir bölge oluşmuş olacak. Bu parçalanma senaryosuna doğru ilerler mi? Hemen değil ama uzun yıllar içerisinde tabii ki böyle bir gelişme şekillenebilir. Kürtler ayrılmak istemiyorlar ancak şu anda 50 bin kişilik bir orduya sahipler ve bu güç bir şeyler ifade ediyor. Bu güç, kendisini nasıl dayatacak ve Şam yönetimi bu güç karşısında ne yanıt verecek? Savaşacak mı yoksa müzakere ile anlaşacak mı? Savaş hiç kimsenin tercihi değil. Eğer savaş başlarsa Rojava’nın sütunları çatlar. Suriye açısından da fazlasıyla deneyim sahibi 50 bin kişilik bir orduyla savaşmak kazanılabilecek bir savaş olmayabilir. O yüzden her iki taraf da daha büyük yıkımdan kaçabilmek için müzakereyi tercih edebilir. Kürtler burada bir şey elde etmekten asla vazgeçmeyecek. Suriye eninde sonunda bunu hazmedecek ya da fiili olarak bu şekilde yıllarca Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de “Fırat’ın kuzeyi güneyi” ya da “doğusu – batısı” şeklinde bir hat çizilmiş olacak.

CEPHELERDE SON DURUM
Suriye cephelerinde son durum nedir?
Rusya’nın devreye girmesiyle beraber birçok yerde dengeler değişti. Palmira, Halep’in güney cephesindeki birçok nokta, Lazkiye kırsalı tekrardan ordunun kontrolüne geçti. Türkiye, Katar, Suudi Arabistan’ın Fetih Ordusu ve Ürdün üzerinden güney cephesi girişimi hala Suriye ordusunu zorluyor, bloke ediyor. Birçok yerde ordu anlaşarak ya da kuşatma altında tuttuktan sonra anlaşarak çatışmaları durdurdu ve bitirdi. Otuzun üzerinde yerde çatışmaların bu şekilde bittiğini gördük. Son zamanlarda Şam kırsalında Suriye ordusu varlığını ciddi şekilde hissettirir hale geldi. Ancak her şey kaplumbağa hızında ilerliyor. Dera ve Şam kırsalında hala sorunlar devam ediyor ama Lübnan’a yaslanan bölgelerde Hizbullah’ın devreye girmesiyle yönetim lehine büyük gelişmeler yaşandı, kontrol sağlandı. Halep’in kuzeyinde çok büyük çatışmalar oluyor. Bir tarafta Suriye ordusu ile Nusra liderliğindeki gruplar, diğer tarafta Türkiye destekli silahlı gruplar ile Kürtler arasında çatışmalar var. En önemlisi de Suriye ordusu, iki Şii beldesinin etrafındaki kuşatmayı yardı ve doğudan batıya bir koridor açarak, silahlı gruplar arasındaki bağlantıyı koparmış oldu. IŞİD ise Tedmur’da ve önemli ölçüde Kürt bölgelerinde kaybetti. Deyrezzor’da durum kritik. Böyle korkunç ve dehşet dengesi içerisinde çok sayıda cephede aynı anda çatışmaların yaşandığı bir sahne var.

Saturday, May 21, 2016

Wim Wenders, Sebastião Salgado’nun peşinde



 ‘Paris Texas’, ‘Wings Of Desire’ ve ‘Buena Vista Social Club’un yönetmeni, dünyaca ünlü belgeselci Wim Wenders, gördüklerini fotoğraflarla belgeleyen diğer bir önemli sanatçı Sebastião Salgado’nun peşine takılarak “The Salt of the Earth” adlı nefes kesen bir belgesele imza attı. Wenders ayrıca, Rachel McAdams, James Franco ve Charlotte Gainsbourg’un rol aldığı ve bir aile dramını konu alan “Everything Will Be Fine”la da birkaç yıllık aranın ardından uzun metraja geri dönüş yapıyor.
Paris Match’a konuşan Wenders, Salgado ile yaşadığı deneyimi ve belgeselle kurgu arasındaki tercihini anlatıyor.

Gerçek mesleğinizin yönetmenlikten çok yolculuk olduğunu söylediniz. Sebastião Salgado’nun hayatına sahip olmak için mi oğlu Juliano’yla bu belgeseli yapmak istediniz?
Aslında ikimiz de büyük gezginiz. Sebastião’nun kim olduğunu öğrenmeden önce, sırf fotoğraflarına bakarak, o gezgin ruhunu, yolcuyu görebilmiştim. Öbür türlü bu göz kamaştırıcı fotoğrafları çekemezdi. Bu insanlarla yaşamak, madenlerin derinliklerindeki cehenneme inmek, kuzey kutbunda Eskimo’larla yaşamak anlamına geliyor… Fotoğrafları beni derinden etkiledi. Bundan neredeyse çeyrek asır önce iki tane fotoğrafını satın almıştım, oysa o zamanlar kim olduğunu bilmiyordum.

Brezilya’da, Ulusal Park’a çevrilen kendi topraklarında mı anladınız çevreci kimliğini ve Sebastião’nun kim olduğunu?
Evet. Son otuz yılda gezegenimize bakışımızı, “İnsan Eli” ve “Exodus” gibi serilerle şekillendiren birinin, son on yılda yaşadığı hayatı görmek gerçekten çok enteresan. Doğa onun için yeniden bir doğuş gibi oldu. Balkanlar’da ya da Ruanda’da o kadar çok ölü görmüş ki, insanlığa olan inancı yok olmuş. Amazon ormanlarına milyonlarca ağaç dikmek ve kendi çiftliğini tekrardan ayağa kaldırmak ona hayat vermiş, yeniden yaratmış. Eşi Lelia ile kendilerine “Peki neden süreci tersine çevirip kesilen her ağaç için bir fidan dikmiyoruz ki?” diyen ilk kişi olmuşlar. Onlardan önce, Tanrı dışında, tropikal bir orman yaratmak kimsenin aklına gelmemiş.

Siz de, bir fotoğrafçıyla evli olan bir fotoğrafçısınız. Peki Sebastião Salgado’dan neler öğrendiniz?
Benden çok farklı bir dünyadan geliyor. Önce ressam olmak istiyordu. Ekonomi eğitimi aldı ve Dünya Bankası’nda çalıştı. Ve 30 yaşında herşeyi bırakıp hayatına yeniden başladı. Bu bilgi zenginliği sayesinde ve dünyanın karmaşıklığını bildiği için bu kadar güzel fotoğraflar çekebildi.

Salgado’yu eleştirenler, dramatik durumları estetikleştirerek insanların yaşadıkları acıları patavatsızca ve ticari yollarla kullandığını söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bana da bu tartışma biraz patavatsız geliyor. Bazı savaş muhabirleri, uçağa biniyor, olay yerinde birkaç gün, bazen birkaç saat kalıyor ve çok tehlikeli olduğu için geri dönüyor. Salgado ise insanlarla aylarını geçiriyor. Çok farklı bir yakınlık boyutu. Aynı bir belgeselde olduğu gibi insanlar onu tanıyor, ona güveniyor. Cehennemi yaşayanlara yakınlaşarak, onlarla bir ilişki kurarak, kaybolmuş ve çalınmış haysiyetlerini geri veriyor. Bu cebinizdeki telefonla, çabucak fotoğraflar çekerek yapılacak bir şey değil. Bu bir estetik konusu da değil. Fotoğraf gerçekleri yansıttığı zaman güzel olur.

Altı yıldır yeni bir film yapmadınız. Yakın zamanda geri dönmeyi düşünüyor musunuz?
Evet, montajdan çıkıyorum. 2013 ve geçtiğimiz kış ayları boyunca, bir yazarı canlandıran James Franco ve Charlotte Gainsbourg’la beraber Kanada’da “Every Thing Will Be Fine” adlı bir film çektim. On dört yıla yayılan bir aile dramı…
Belgeseller size ne getiriyor? Soluklanmanızı mı sağlıyor?
Çok belgesel seyrediyorum. Eğer sinemada on salon kurgu film veriyorsa ve sadece bir tanesinde belgesel varsa ben belgeseli görmeye giderim! Dijital görüntüler çıktığından beri belgelsel tarzı çok gelişti, hatta baştan yaratıldı diyebiliriz. Aynı şeyi kurgu için söylemek zor. Bir filmde, yapım aşamasında, çekimlerde, beklenmedik şeylerin yaşanması hoşuma gidiyor. Bir belgeselci olarak çok sık kendimizi şaşırtıcı durumlarda buluruz. Bir kurgu yaptığınız zaman ise, çevrenizde onlarca insan olur ve herşey büyk bir makine gibi işlemektedir. Belgesel daha çok özgürlük tanır, daha fazla olasılık… Bana göre belgesel, bugün en çok yaratıcı olunabilecek sinema dalıdır. (ZETE)
Paris Match’tan çeviren Cem Gelgün

The Salt of the Earth Official Trailer 1 (2015) - Documentary HD



Tuesday, May 17, 2016

Asılacak oğlunu babasına seçtirdiler! Mete Tunçay


Dönemin İstiklal Mahkemeleri'ni anlatan Prof. Mete Tunçay'dan ürpertici örnek: Asılacak oğlunu babasına seçtirdiler!

Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'in ünlü tarihçi Profesör Dr. Mete Tunçay'la yaptığı söyleşinin üçüncü bölümünde Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan birbirinden ilgi çekici olaylara yer verildi. Cumhuriyet dönemi İstiklal Mahkemeleri'nin dehşet saçtığını anlatan Prof. Tunçay, o dönemde "biri eski bakan,iki İtihatçı mahkum oldular. Halkın içine mahkum olarak çıkamayız deyip karara itiraz edince tekrar yargılanıp asıldılar" diye konuştu.

Tunçay'dan bir başka ürpertici örnek: İstiklal Mahkemesi iki asker kaçağı kardeşi yargılıyor. Babaya 'Biri asılacak, biri askere gidecek. Hangisini asalım, seç' diyor...

İşte Düzel'in Tunçay'la yaptığı röportajın üçüncü bölümünün tam metni:

Takrir-i Sükun Kanunu, Cumhuriyet’te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama… Cumhuriyetin ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükun’un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

Takrir-i Sükun’un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?

Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyetin kimliği belirleniyor. Meclistekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükun öncesinde daha özgürlükçü olan cumhuriyet, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan’a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk Merkezi’nde buldum ve kitabımda kullandım.

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?

İçişleri Bakanı’na özetle şunu diyor. ‘İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. . Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. ‘Ne söylerseniz onu yapacağım ben’ diyor. Ve, Atatürk’ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya.... İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğula geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu...

Cumhuriyetin kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?

Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i alem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükun’dan sonra kurulan İstiklal mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?

Türkiye’nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde… İzmir’de Atatürk’e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme Başkanı, Karabekir’i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa’nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemeleri’nde korkunç şeyler yaşandı.

Atatürk’ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?

Haberi olmadan olmaz tabii.

İstiklal Mahkemeleri’nde neler yaşanıyor peki?

Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkum oluyorlar. ‘Biz memleketin içine sanık ve mahkum olarak çıkamayız. Mahkumiyet kararına itiraz edelim’ diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkum edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki’nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurt dışında olan Rauf Orbay da Atatürk’e suikast girişiminden on yıla mahkum oluyor. Ülkeye Atatürk’ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?

Herhalde halk dehşet duyuyordu.

İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?

Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemeleri’nin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi ‘zulüm’ denebilecek icraatları var. Hoca, ‘Frenk Taklitçiliği ve Şapka’ isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela… Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, ‘oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç’ diyor.

Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?

Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

Atatürk’ün en çok çekindiği kişi kim?

Karabekir’den de, Orbay’dan da çekineceğini sanmıyorum.

O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?

Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka’nın tüzüğünde, ‘bizim partimiz efkar ve itikat-ı diniye saygılıdır’ diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma’ya gidiyor olsa da, M.Kemal kadar Batı’ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk’ta anlatılanları yalanlar.

Atatürk, Nutuk’ta Cebesoy için ne diyor?

Ankara istasyonuna omuzunda flintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem’in maiyetine girmiş gibiydi’ diyor. Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden sonra yayınladığı anılarında, ‘Bu tamamen yalan. Beni Moskova’ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa’yla ben, Milli Mücadele için İstanbul’a karşı Doğu’da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul’la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa’yı ve Fevzi Çakmak’ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul’la uzlaşamazdı’ diyor.

Sizce bunlar gerçek mi?

Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, ‘Onu, Sakarya’da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya’da ‘çekilme’ emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu’ diyor.

Bazıları Nutuk’a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

Nutuk, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk’a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, ‘Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu’da benim sağladığım zaferdir’ diye yırtınıyor. Ama Nutuk’ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü’yle başlıyor.

Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?

Atatürkçülük, toplumun Batı’daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cumaya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün… İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, ‘Biraz Allah’tan, Peygamber’den bahset denildiğinde, ‘Allahaısmarladık diyeceğiz ya’ dedi.

Atatürk, cumhuriyeti bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?

Aynı şey. Bulgaristan’da, ‘Dimitrov, Bulgaristan’ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir’ diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, ‘Bizde olsa hemen ‘en’ kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz?’ diye sordum. ‘Olmaz’ dedi. ‘Dimitrov’a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?’ dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

Nasıl bir aydınlanma?

Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk’ün büyüklüğü, İsmet Paşa’ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, ‘Atatürk büyüktü sana ne oluyor?’ demeye başlıyorlar. ‘Atatürk büyüktü’ demek, ‘sen büyük değilsin’ demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve ‘tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu’ diyorlar. Böylece bir açık artırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

Atatürkçülük’de demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde ‘demokrasisiz’ bir yapıdan mı söz ediyoruz?

Evet.

Atatürk’ün kurduğu ‘tek parti’ rejimini ordu bugün hala savunuyor mu?

Resmen savunmuyor ama… Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip’i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hakimiyetlerini sürdürmek için de, ‘biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir’ diyorlar.

Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?

Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu.

Bugün de milletvekili yok… CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?

Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.

Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?

Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk’e, ‘Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu’ diye soruyorlar. ‘Yol yapın, ordu girebilsin’ diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

Özelliği nedir sizce?

1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. ‘Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum’ türünden mektuplar yazıyor.

Yani…

Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hakim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

İsmet paşa boyun eğdi mi?

Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.

İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi?

O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki… Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu.

Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?

Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına, ‘bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun’ diyor. Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.

Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir ‘geçici’ yasa vardır. Bu cumhuriyetin koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı’dan kalma bir yasa mıydı?

Osmanlı’dan kalma bir yasadır bu.

Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?

Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, ‘şeffaflığı ve hesap verebilirliği’ öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

Devlet görevlilerin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?

Atatürk’ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul’da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla cumhuriyetin kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?

Cumhuriyet’in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama… Atatürk’ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. Şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

Neyi Hissetti?

1930’da Fethi Okyar’a ‘benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. Şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası’ dedi.

‘Başka türlü olamazdı’ deniliyor. Olamaz mıydı?

Biraz daha cesur davranabilseydi... Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

Halktan korkuyor mu?

Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919’da Kaplıca’dayken tuttuğu defterde, ‘Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. Şimdi kendimi halkın derekesine mi indireceğim? Yok… Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek’ diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M.Kemal’in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.

Son soru… Darbecilik neden bizim ordunun yerleşik bir parçası haline geldi?

Sonuç veriyor da ondan. Uzun yıllar Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa’nın Babıali Baskını’yla 1913 yılında İttihatçılar tarafından sadrazam yapılması çok önemlidir. Babıali baskını, darbecilerin 1960 darbesinden önceki, ilk elbiseli provasıdır. Sonra 1960 oldu ve arkası geldi. Ama bundan sonra darbelerin yapılamayacağı görülüyor. Çünkü darbelerin eskisi gibi sonuç veremeyeceği anlaşılıyor.


Saturday, May 14, 2016

'Doğunun Limanları ' Ve Amin Maalouf Biyografisi

"Doğunun Limanları" bir vakitler Avrupalıların doğuya giriş yaptıkları, tespih taneleri gibi sıralanan ticaret kentlerine verilen addır. "Doğunun Limanları" kelime anlamı olarak "Doğunun Merdivenleri" olup, bazı Akdeniz limanlarına Fransızların taktığı addır.

Olay 1976 Haziranında bir metroda geçmektedir. Yazar, romana tablodaki bir resimden söz ederek başlamaktadır. Tabloda, deniz ve o maviliğin üstündeki gemi bulunmaktadır. Yazar, bu tabloya hayran kalmıştır. Metroda bu tabloyu hayran bir şekilde seyrederken gözleri, son derece ilgi çeken bir adama takılır ve o, bu adamı takip etmeye başlar. Bu takip neticesinde her ikisi Hubert Hugles sokağında karşı karşıya gelirler. Yazar, türlü yollarla bu adama yanaşmaya başlar. Adamın yabancı olduğunu sezer ve ona yardımcı olmaya çalışır. Bu yardımlaşma sonucunda her ikisi dost olurlar. Adamın amacı, Paris'te direnişçilerin adını taşıyan 39 cadde veya sokağı gezmektir. Bu arada yazar ile yabancı arasında koyu bir muhabbet başlar. Yabancı adam, yazarın sorularına da yanıt vermeye çalışır ve ona, Paris'te dört gün kalacağını söyler. Yazar ile adamın tanışması, çarşamba akşamına rastlamaktadır.

Yazar ile olayın anlatıcısı geceyi bir otelde geçirirler. Ertesi gün yazar, ondan kendi hayat hikâyesini anlatmasını ister. Yabancı adam bunu memnuniyetle karşılar yalnız, sözünün kesilmemesini yazardan istirham eder. Adamın adı: İsyan. İsyan, annesinin Ermeni, babasının ise Türk olduğunu söyler. Osmanlı torunu olan babası aynı zamanda çok zengin birisiymiş. İsyan, Adana'da dünyaya gelmiş ve daha sonra ailesiyle birlikte Lübnan'a taşınmışlardır. Babasının evliliğinden annesinin ölümüne kadar olan hayatı bu (birinci) bölümde anlatılmaktadır.

İsyan'ın söylediklerini yazar defterine not eder ve onun sözünü kesmemeye gayret eder. İsyan, Kitapdar Ailesi'ne mensup olduğu için aynı zamanda bu ad ile tanınmaktadır. O, Paris'te geçen öğrencilik günlerinden de söz etmektedir. Ne kadar başarılı bir öğrenci olduğunu vurgulamaktan da geri kalmıyor. Ayrıca, burada iç dünyasını da gözler önüne sermektedir.

Kitapdar, Paris'te Direniş Örgütü'ne girer ve birkaç ay sonra "Özgürlük" adlı gazeteyi arkadaşlarıyla beraber çıkarır. Son derece mülayim ve kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmayan bir insanın nasıl değiştiğini çok güzel bir şekilde gözler önüne sermektedir. Kitapdar, bu bölümde üyesi olduğu örgüt için nasıl çalıştığını anlatmaktadır. 1914-1918'li yıllarda yapılan savaşlardan da hatırlatmalarda bulunur. Bilinçsiz bir şekilde üyesi olduğu örgütten kendisini kurtarmayı tasavvur eder. Kendi mahallesine döndüğünde ne kadar ünlü biri olduğunu komşusundan öğrenir. Namı üniversiteye de yayılmıştır. Yani o, tam anlamıyla bir kahraman olmuştur.

Yazar üçüncü bölümde, İsyan'ın hayatı hakkında bazı incelemelerde bulunur. Fakat incelemeden öte onun anlattıklarıyla yetinerek bunları okuyucusunun, bizlerin, önüne sunar. İsyan'ın örgütteki lâkabı Bakü (gelecek, ati)'dür. O, gemiyle yaşadığı yer olan Beyrut'a döner. Limanda, aralarında babasının da bulunduğu büyük bir kitle tarafından coşkuyla karşılanır. Herkes onu övmektedir. Babası dört yıl zarfında olan biteni kendisine anlatır. Ailesi dağılmış; annesi, dayısıyla birlikte Avrupa'ya kaçmış, kız kardeşi de yabancı biriyle evlenmiştir. İsyan, babasına örgütte tanıştığı kız arkadaşı Clara'dan söz eder.

Yazar, otel odasında Kitapdar ile baş başadır. Onun söylediklerini kaydetmeye devam eder. Bu bölümde İsyan, Clara ile olan evliliğinden bahsetmektedir. 1947 yılında Filistin'in, Araplar ile Yahudiler arasında paylaşılması hâdisesinin gündemde olduğunu; Clara ile olan evliliklerinin de Yahudiler ile Arapların kaynaşmalarını sağladığını belirtir. İsyan, gençlik dönemindeki gençlere nasihatler vermektedir. İnsanın genç iken hiçbir şeyi dert etmediğini belirtir. Yalnız, yıllar geçince gençlik dönemindeki ateşleri, heyecanları da beraberinde götürdüğünü dile getirir. Gençlerin gelecekleri hakkında iyi plânlar yapmalarını tavsiye eder. Ayrıca aile içindeki uyuşmazlıklardan da yer yer bahsetmektedir.

O, beşinci bölümde babasının hastalığı dolayısıyla Beyrut'a dönüşünü ve babasının ölümünden söz etmektedir. Babasının ölümü ve eşinden ayrılışı İsyan'da ruhî bunalımlara sebep olur. Herkesin deli diye nitelediği İsyan'ı, kardeşi Salem tımarhaneye atar. Böylece ailedeki tek vâris Salem olur.

İsyan, otel odasında bekleyen yazara son akşamının olduğunu söyler. Anlatacaklarının son olabileceğini de ona hatırlatır. Kardeşi Salem, dört yıl sonra kendisini ziyarete gelir ve onu eve götürür. Ülkenin zenginlerinden biri olan kardeşi, bir zamanlar kendisini hapse atmaya çalışanlarla yatıp kalkmaktadır. Hayattan bıkan, eşine ve kızına kavuşamayan ve deli diye nitelendirilen İsyan, intihar etmek ister fakat arkadaşı Labo buna engel olur. Labo, şu sözleriyle İsyan'ı hayata bağlar:

"Ölüme son çare olarak bakmalısın. Hiç kimsenin seni alıkoyamayacağını bil. Ama ölüme gidebileceğin için onu yedekte tut; sonuna kadar.

Diyelim ki gece bir kâbus gördün. Bunun bir kâbus olduğunu bilirsin ve kurtulmak için başını biraz oynatman yeter. Her şey daha basit, daha dayanılır hâle gelir ve bir bakarsın en korktuğun şeyden zevk alır olmuşsun. Hayat seni korkutuyorsa, içini yakıyorsa, en yakınların çirkin maskeler takmışsa...

Hayat budur de, ikinci kez çağrılacağın bir oyun olduğunu söyle. Zevk verici ve acı çektirici bir oyun, inanç ve aldatmaca oyunu, maskeler oyunu. Onu sonuna kadar oyna, ister oyuncu olarak, ister izleyici olarak. İzleyici olman daha iyi, içinden kolay çıkarsın. "Son Kurtuluş Çaresi" yaşamama hep yardımcı olmuştur. Elimin altında olduğu için, bu çareye hiç başvurmadım.

Ama ahretin direksiyonu elimin altında olmasaydı, kendimi tuzağa düşmüş hisseder ve bir an önce kaçmaya bakardım."

İsyan'ın yirmi yıllık tımarhane hayatı vardır. Kardeşi son seçimlerde başkan olmuştur. Kızı Nadya, babasını kurtarmak için girişimlerde bulunur. Nadya, babasını tımarhanede ziyaret eder ve ona kitap içinde bir mektup verir. Bu mektup İsyan'ı ikinci kez hayata bağlar. O, buradan kurtulma hayallerini kurar. Nadya ise çalışmalarına aralıksız devam eder. Direnişçilerin eylemlerinden sonra İsyan, tımarhaneden kaçar, eski arkadaşı Bertrand'ı görür ve ondan Clara'nın adresini alır.

Bu son günde yazar ile İsyan vedalaşırlar. İsyan, Clara ile Horloge Rıhtımı'nda buluşacağını ona söyler. Yazar ise rıhtımın tam karşısında bulunan bir kafenin birinci katında oturup onların buluşacakları anı beklemeye başlar. Yazar elindeki dürbün ile İsyan'ı gözetler. Sonunda beklenen an gelir. Sevdiğinin yani Clara'nın karşıdan geldiğini gören İsyan'da titremeler başlar. Yazar, Clara ile İsyan'ın buluşmalarına şahitlik eder. İsyan ile Clara uzun bir müddet birbirlerine sarılı kalırlar. Bu durum karşısında çok etkilenen yazar, göz yaşlarını tutamadığını ve hüngür hüngür ağladığını da itiraf eder.

Amin Maalouf Kimdir ?

1949'da Beyrut, Lübnan'da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe  başladı. Lübnan'da iç savaşın çıktığı 1975'e kadar Lübnan'da gazetecilik yaptı. Bu tarihte Paris'e göç etti. Yazar halen Paris'te yaşamaktadır. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf, bugün vaktinin çoğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır.

Yapıtlarında çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, 1983 yılında yayımlanan ilk kitabı Arapların Gözüyle Haçlılar (Les Croisades vues par les Arabes) ile tanındı. Bu kitap, çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986'da yayımlanan ve aynı yıl Fransız - Arap Dostluk Ödülü'nü kazanan ikinci kitabı ve ilk romanı Afrikalı Leo (Léon l'Africain) bugün bir "klasik" olarak kabul edilmektedir.

Maalouf'un 1988'de yayımlanan ikinci romanı Semerkant (Samarcande) da coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. Maalouf'un sonraki kitapları da yine roman tarzındaydı: 1991'de yayımlanan Işık Bahçeleri (Les Jardins de Lumiére) ve 1992'de yayımlanan Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl (Le premier siècle après Béatrice).

Amin Maalouf, 1993'te yayımlanan romanı Tanios Kayası (Le Rocher de Tanios) ile Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü kazandı. 1996'da Doğunun Limanları (Les Echelles du Levant) adlı romanı ve 1998'de ise Ölümcül Kimlikler (Les Identités Meurtrières) adlı deneme kitabı piyasaya çıktı. Maalouf 2000'de Yüzüncü Ad - "Baldassare'nin Yolculuğu" (Le Périple de Baldassare) adlı romanını yayımladı.

Ayrıca 2002'de opera için yazdığı ve Finlandiyalı müzisyen Kaija Saariaho'nun bestelediği Uzaktan Aşk (L'Amour de loin) Maalouf'un ilk librettosudur. 2004'de yayımlanan Yolların Başlangıcı (Origines) adlı romanından sonra, 2006 yılında Adriana Mater adlı ikinci librettosunu yayınladı.

Kitaplarında genellikle doğuya ait öğeleri çok iyi işlemektedir. Doğuya ait gelenek ve görenekleri kitaplarında mutlaka tanıtır. Bir çok kitabında Osmanlı-Türkiye üzerine yorumlara da rastlanmaktadır. Kitaplarında doğu halklarının neden geri kalmış olduğu konusunda sürekli analizler ve tespitler yapmaktadır. Doğu halkları ile ilgilenen kişilerin mutlaka okuması gereken kitaplardır bunlar. Kitapları roman tarzında yazılmış da olsa sosyolojik temalar kitaplarında sürekli olarak işlenir.


Kitapları Türkiye'de YKY tarafından yayımlanmaktadır.

Wednesday, March 16, 2016

Prof. Harvey’le ‘kent ayaklanmaları’ üzerine

(Beril Eski/BBC Türkçe – 10 Nisan 2014)Profesör David Harvey’e göre dünyada bir volkan etkisi yaşanıyor, ne zaman hangi şehirde bir ayaklanma çıkacağı öngörülemiyor. Ama Prof. Harvey, ayaklanmaların devam edeceğini düşünüyor. Çünkü ona göre insanların çoğu, dünyanın gidişatından memnun değil.
Bugün, dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde yaşıyor. HABİTAT, 2010 yılında yayımladığı raporda bu oranın 2050 yılında yüzde 70’e çıkacağını belirtiyor.
Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi’nin 2013’te yayımladığı rapora göreyse, 2050 yılında 6 milyardan fazla insanın şehirlerde yaşayacağı öngörülüyor.
Kentleşme süreci ve kentlere göç hızla devam ederken, son yıllarda kent eylemleri yaygınlaşıyor. Geçen yıl İstanbul ve Rio ve Hamburg’da bu yıl ise Stockholm, Kiev ve Caracas’ta oldukça hareketli günler yaşandı.
Şehirlerde ne oluyor? İnsanlar neden ayaklanıyor? Ayaklanmalar siyasete ne kadar yansıyor? BBC Türkçe’den Beril Eski, bütün bu soruları, akademik dünyada özellikle “kent hakkı” ve “kent politikaları” üzerine yazdıklarıyla tanınan, New York Şehir Üniversitesi öğretim görevlisi Profesör David Harvey’e yöneltti.
Profesör Harvey, sizce Gezi protestoları neden İstanbul’da küçük bir parkta başladı?
Gezi Parkı İstanbul için sembolik bir merkez. Birçok insan o parktan geçmiştir. Taksim’in de hemen yanında. Aslında Gezi Parkı şehrin kalbi. Ve şehrin kalbindeki, insanların tanıdığı bir yeri yok etme önerisi pek çok insanı kızdırdı. Parkı korumak için eylem yapmalarına hiç şaşırmadım.
Çevre eylemi olarak başlayan Gezi protestoları neden kitlesel bir harekete dönüştü?
Bence bu, nüfusun önemli bir kısmının memnuniyetsizliğinin göstergesiydi. İnsanlar bir tür otoriter tavırlar sergileyen hükümetin davranışlarına karşı huzursuzluklarını ortaya koydular. Yapılan uygulamalarda kendilerine danışılmamasına tepki gösterdiler. Siyasi sürecin kendilerini gerçekten temsil etmediğini düşünen insanlar, kendilerini temsil edecek bir yol aradılar ve bu yol, sokağa çıkmaktı.
Gezi protestolarından hemen önce İstanbul’daydınız. Son olarak yerel seçimlerden önce de İstanbul’a gittiniz. Şehirdeki gözleminiz neydi?
İstanbul’un bir inşaat bombardımanı altında olduğu ve insanların yerinden edildiğini gördüm. Dolayısıyla pek çok aksaklık yaşanıyor. Görüştüğüm insanların çoğu da mahallelerinin yok edilmesinden ve alışveriş merkezleri yapılmasından rahatsızlığını dile getirdi. O nedenle bazılarının “Bu değişim çok hızlı, yavaşlayın” diyerek itiraz etmesi beklenen bir şeydi. Gezi, oradayken gözlemlediğim “çok hızlı kentleşiyoruz, dikkat etmemiz lazım” atmosferine denk gelen bir hareketti.
‘Gezi, polis tavrı nedeniyle büyüdü’
Hızlı kentleşmenin etkisinden bahsettiniz. Türkiye’deki büyük kentsel dönüşüm projeleri de Gezi’yi tetikledi mi?
Bence asıl sebebi hızlı kentleşme. Bu inşaat patlamasına rağmen, pek çok insan hala barınma ihtiyacını karşılayamıyor. İstanbul’da binlerce, binlerce boş apartman olduğunu ama aynı zamanda düşük gelirli kesimin barınma ihtiyacını karşılayamadığını duydum. Bazı düşük gelirli toplulukların şehir merkezinden 30 kilometre öteye gönderildiğini söylediler. Bu çok istikrarsız bir durum. Dolayısıyla insanların bunu çok saçma bulması, başka bir şey yapmak istediklerini söylemelerini anlayabiliyorum.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Gezi protestolarının Türkiye’de demokrasinin göstergesi olduğunu söylemişti. Kendisine katılıyor musunuz?
İlk başlarda demokrasiye dair izler vardı. Ama polis müdahalesi başladığında ve orantısız güç kullanıldığında, yaşananlar demokrasiden ziyade otoriterliğin göstergesi haline geldi. Bence pek çok kişi yeni bir tür siyaset yapma peşindeydi. Ancak ortaya çıkan demokrasi eksikliği oldu.
Kent ayaklanmalarının hükümetler için giderek büyüyen bir sorun haline geleceğini iddia ediyorsunuz. Hükümetler bunları nasıl kontrol edecek?
Şehirdeki düzeni korumak için gözaltı ve kontrol tedbirlerine yeni düzenlemeler getirildiğini görüyoruz. New York’taki “Occupy Wall Street” hareketinde bile polisin orantısız güç kullandığına şahit olduk. Bence Gezi’de de yaşanan ve daha fazla insanın katılmasına sebep olan polisin orantısız güç kullanmasıydı. Bazen polisin tavrı, asıl sorun kadar büyük bir sorun haline gelebiliyor.
image56-1024x576
‘Aşırı sağ, siyasi tıkanıklık nedeniyle yükseliyor’
Dünyanın pek çok farklı şehrinde de ayaklanmalar oldu. Rio, Hamburg, Stockholm, Kiev… Sizce dünyada neler oluyor?
İnsanların daha sık sokağa çıkıyor olmaları bence çok ilginç bir durum. Her bir bölgede, şehirde, sorunların farklı olduğunu görüyorsunuz. İnsanlar siyasi süreçte temsil edilmediklerini düşünüyorlar ve yeni bir tür siyaset yapmak istiyorlar. Bu ise sokağa çıkmak ve protesto etmekle mümkün. Son 15 yıla bakarsanız, buna benzer pek çok ayaklanma görebilirsiniz. Mesela Londra’da birkaç yıl önce büyük bir ayaklanma olmuştu. Dünyada bu tür ayaklanmalar daha sık yaşanır hale geliyor ve bir şeylerin yanlış gittiğine işaret ediyor. Ama art arda bu kadar şehir ayaklanmasını ben de tam olarak açıklayamıyorum.
Bu ayaklanmaların ortak noktaları var mı?
Genel bir memnuniyetsizlik atmosferi var. Farklı ülkelerde “Sizce dünya iyiye mi gidiyor?” diye sorarsanız, birçok insandan “Hayır, kötüye gidiyor” cevabını alırsınız. İnsanlar iyiye giden yolun ne olması gerektiğini bilmiyor ama kötüye gidişatın farkındalar. Bence Rio’da, İstanbul’da ve diğer yerlerde gördüğümüz ayaklanmaların ortak noktası bu.
İnsanların yeni bir tür siyaset yapmak istediğini söylüyorsunuz ama Avrupa’daki seçimlerde sağ kanat yükseliyor. Keza Türkiye’de de Gezi protestolarında hükümet eleştirildi ancak son seçimlerde AKP oyların yüzde 45’ini aldı.
Yeni tür siyaset yapmak, sola kanada veya sağ kanada yakın olarak tezahür edebilir. Özellikle Avrupa’da faşist partilerin daha da önemli hale geldiğini görüyoruz. Mesela Yunanistan’da Altın Şafak Partisi, Fransa’da Marine Le Pen (aşırı sağcı Ulusal Cephe Partisi’nin başkanı). Aslında bu da geleneksel siyasi süreçlerin çok da iyi işlemediğine, insanların ihtiyaç ve isteklerine yanıt vermediğine işaret ediyor.
image
Türkiye’de şehir eylemleri geleneği oluşuyor’
Hewsel bahçelerine gittiniz. Orada ne gözlemlediniz?
Oradaki Kürt gençlerinin çevre için örgütlenmesinden çok etkilendim. Gözlemlediğim, daha önce çevresel bir konuda bir araya gelmedikleriydi. Bence Hewsel’de yaptıkları, Gezi’de de yapılmaya çalışılan şeydi. Her ikisinde de çevresel bir bakış vardı. Yeni bir siyaset deniyorlardı. Gezi’den çok etkilenmişlerdi.
İleride yeniden Gezi benzeri bir kitlesel hareket yaşanır mı?
Bence benzer hareketleri dünyada da görüyoruz. Gezi, Türkiye’de daha önce yaşanmamış bir kitlesel hareket. Ama bir kere yaşandıktan sonra, her an tekrarlanabilir. Şu anda insanlarda ortak bir hafıza var, fark edilen ve etkili olan bir şeyler yaptıklarını hatırlıyorlar. İleride Gezi’yi taklit eden ayaklanmalar göreceğimizi düşünüyorum. Gezi’deki genç çocuk öldüğünde (Berkin Elvan), pek çok farklı şehirde eylemler oldu, bir volkan etkisi yarattı. Sadece İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de… Dolayısıyla Türkiye’de şehir ayaklanmaları geleneği oluşmaya başladı. Ayaklanmaların devam ettiğini görmek beni hiç şaşırtmaz.
Siz Gezi protestolarının etkili olmasını “şehrin kalbinde yer alan” bir eylem olmasına bağlıyorsunuz. Ancak Türkiye’de son dönemde yürüyüş ve toplu gösterilerin şehir merkezine uzak alanlarda yapılması gündemde.
Bence eylemlerin merkezi bir yerde yapılması çok önemli. New York’taki “Occupy hareketi” de Wall Street’in etrafındayken sürekli basındaydı ve gerçek bir etkisi olmuştu. Ama merkezden dışarı atıldığında, şehre uzak bölgelere görünmez hale geldi ve kayboldu. Arkasından New York’ta Sandy fırtınası yaşandı. Occupy Wall Street, fırtına sonrasında en çok zarar gören mahallelerde aktif bir şekilde yardım çalışmalarına katıldı. Ama şehre uzak oldukları için çoğu insan bunu fark etmedi ve politik etkileri azaldı. Dolayısıyla şehrin yapısı çok önemli. Şehirdeki alanlar, siyasi aktivizm alanlarına dönüştürülüyor. Bu kitle hareketlerinin bir tür coğrafi boyutu olarak da görülebilir. İnsanların merkezden uzaklaştırılması, muhalefetin yayılmasını önlemek ve etkisini azaltmak için izlenen bir yol.