Tuesday, June 7, 2016

Ömrünü hak ihlallerine adamış ‘Tesadüfen ayakta kalmış’ bir kadın

05 Haziran 2016 00:35

Faili meçhullerin, işkencelerin, tacizlerin, tecavüzlerin coğrafyasında adli tıp uzmanı olarak insan hakları için ömrünü mücadele etmeye adamış bir kadın Şebnem Korur Fincancı. ‘İdamlardan işkencelere, infazlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim’ diyor birçok şeyi göze alıp, devletlerin sakladıkları cinayetleri belgelerken korkusuzca
Faili meçhullerin, işkencelerin, ölümlerin eksik olmadığı bir coğrafyada insan hakları savuncusu olmak ve buna ömrünü adamak kolay olmasa gerek. “Bana uygun bir meslekti doktorluk, iyi ki doktor olmuşum, iyi ki insan haklarında görev alamışım” diyor insan hakları savuncusu Şebnem Korur Fincancı. Üniversite yıllarından beri ilgilendiği hak ihlalleri meselesi, sonrasında yaşamında mücadele alanı olmuş onun için ve yıllardır yılmadan, korkmadan tanıklıklarını dile getiriyor. Tehliklerle dolu bir coğrafyada kötülüklerin kendini teğet geçtiğini, doğru söyleme şansının da hep kendini bulduğunu dile getiriyor gülümseyen yüzü ve gözleriyle Şebnem Hoca. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ile insan hakları mücadelesini ve tarihe tanıklığını konuştuk.

* Sizi ve mücadelenizi tanımak istiyoruz hocam. Sadece mesleğinizi yapabilecekken neden insan hakları mücadelesi ve nasıl başladınız?
70’lerde, öğrenciliğimde, hak ihlallerinin çok yoğun olduğu dönemlerdi. İdamlardan işkencelere, infazlara bütün bunlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim. Çok yakın arkadaşlarımı kaybettim. Dolayısıyla tüm bunların karşısında durmamak, muhalif olmamak mümkün değildi. Bir olayın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyma yollarından biri adli tıp, yani durumu belgeleme. Adli tıpı düşünerek başlamadım tabi tıp fakültesine. Akademisyen olma hayalim vardı ama yavaş yavaş klinikteki sınırlılıklar beni rahatsız etmeye başladı. Çünkü mekanizma iyi işlemediğinde akademisyen olarak yapacağınız daha sınırlı. Ama belgeleme sürecinde yani adli tıpta öyle değil. Ne olursa olsun mekanizma iyi işlemese de siz eğer iyi bir gözlemciyseniz, delilleri toplama beceriniz iyi gelişmişse bu meknizmanın dışında gerçekleri ortaya koyabiliyorsunuz. O anlamda yapmak istediklerime çok uydu. Asistanlık döneminde bir işkence olgusunun nasıl örtbas edilebildiğine tanıklık ettim. O zaman kendime bir söz verdim, “Bu böyle örtbas edilebiliyorsa, ortaya da konulabilir. Onun için uğraşmak gerekir” diye.
İyi ki adli tıp!
80 sonrası ortaya çıkanlar, yaşananlar hepsi etkendi aslında. Cezaevlerinde çok ağır baskılar vardı. O ihlallerle ilgli ne yapılabillir diye çok sevdiğim ve bu konuda kafa yoran, abilerimiz ablalarımız vardı. Mesela Ata Soyer bunlardan birisi. Onunla başlayan bir süreç, sonrasında adli tıpta doğrudan bu alanı nasıl kullanabileceğimizi derinleştirdik. Üzerine çalıştık. Bu alanda çalışınca dünyanın değişik yerlerinden insanlarla bir araya geliyorsunuz. Bu anlamda bir ekip çalışmasıyla İstanbul Protokolü çıktı ortaya. Mesela şimdi mültecilerle başlayan yeni sorunlar var. Dünyada hak ihlalleri çok fazla var ve bu anlamda insan hakları savuncusu olmak, adli tıpta çalışıyor olmak bana göre bir işmiş diyorum. Birebir bir hastayla ilgilenmek yetmeyecekmiş bana, adli tıp çok daha fazla olanak sağlıyor. Bir kere siyaseten mücadele edebilme olanağı sağlıyor. Çünkü bu hak ihallerini gördüğünüzde aslında devletlerin gerçek yüzünü de ortaya koymuş oluyorsunuz. İkicisi, hekim kimliğimle hastalarıma ulaşabilme olanağı sağlıyor ve böylece hekim kimliğimi, araştırmacı kimliğimi doyuruyor. Bir hocam önermişti adli tıp yapmamı. Beni iyi tanıyormuş diye düşünüyorum. İyi ki yapmışım, başka da yapamazdım her halde...

* Tehlikeli değil mi? İnsanlar sokak ortasında alınıp kaybediliyor, öldürülebiliyor, bunu ortaya çıkarmak bu anlamda tehlikeli bir iş. Karşılaştığınız tehlikeler oldu mu?
Tehlike algımla ilgili problem var sanırım. Hakikaten böyle garip bir cesaretim var. 70’li yıllarda çok büyük rastlantılarla yaşadık aslında biz. Yani 1 saat önce ayrıldığımız arkadaşımız kaçırılmış Belgrat Ormanı’nda işkence edilmiş, cesedi bulundu. Evden çıkıyorsunuz, arkadaşınızla çay içmişsiniz, ev basılıyor, evi tarıyorlar. 16 Mart olduğunda İstanbul Üniversitesi kapısında, buluşmak için sözleşmişsiniz, otobüs gecikmiş, ders uzamış yetişilememiş. Belki bunun getirdiği bir duygudur, bir sürü şey teğet geçmiş diye düşünüyorum. Dolayısıyla şansılıyım ben. Tabi çok dolaylı bir takım şeyler yaşamadım değil. Ortaya çıkacak suçun delillerini aramaya Şebnem Korur Fincancı gider. Yani tesadüftür. Mesela Bosna’da toplu mezarlar için gittik. Benim çalışacağım mezarın doğal özellikleri sebebiyle cesetler sabunlaşmıştı. Bu şöyle bir anlam ifade ediyor: Çıkardığınızda bütün haldeler, üzerinden 4 yıl geçmiş. Normalde kemik çıkar ve dağılır dolayısıyla. Hangi eşya, hangi pozisyonda bilme şansınız yoktur. Bizimkiler elleri bağlı, gözleri bağlıydı. Bu şu anlama geliyor: Bu insanlar doğal nedenlerle ölmediler, yani savaşta salgın hastalık olabilir, başka doğal yollarla ölmüş olabilirler. Ve halk sağlığı için orada gömersiniz başka bir şansınız yoktur. Bizde ise tam tersine biz olayın bir katliam olduğunu söyleme olanağına sahip olduk.

Bizi tehdit etmek için geldi
Yani bu bir tesadüf ama, mesela Cizre’de de bodruma girdiğimde bir çene buldum ve bir çocuğun da orada olduğunu söyleme olanağım oldu. Mesela Bahreny’de de elektrik izine ulaşacağımı hiç bilmiyordum, hiç beklemiyordum.
‘Birgün halklar bu sistemin nasıl bizi tükettiğini görecek, biz hak ihlallerini görünür kıldıkça. Çünkü bu sistem krize girdikçe savaş çıkarıyor. Hak ihlalleri de sürüyor bu yüzden, biz de mücadele ediyoruz’ diyor Şebnem Hoca geleceğe dair umutlarını koruyarak...
Adli tıpta çalışırken ‘İstifa et’ dediler, aslında çok saçmaydı, çünkü benim istifa etmeme gerek yoktu görevden alırlardı ki aldılar sonrasında. O anlamda çok şey yaşamadım. Bahreyn’de yeşil pasaportum falan vardı, izliyorlarmış tabi ama temel güvenlik önlemlerini almıştık zaten. Otelde kalmadım çünkü adli tıp uzmanı bekliyorlardı. Orada şanslıydım kadın beklemiyorlardı ve Avrupa’dan beklemiyorlardı. Filipinler’de peşimizden ordu kuvvetleri geldi. Oradaki yaygın öldürme biçimlerinden biri motorsikletli birileri geliyor, kaskı karanlık, vuruyor gidiyor. Bizimle toplantı yaptı bir birlik, “Biz hak ihlali yapmıyoruz” diye. Bahçede sigara içiyorum herkes girdi içeri, ben bahçedeyim. Bir cip geldi, cipten bir kadın indi ama kadın motorsiklet kıyafetiyle indi ve elinde de kaskı var. Gelip bize biz hak ihlali yapmıyoruz diyen de bu kadın. Dediler ki bu kadın motorsikletle geldi, yok dedim ciple geldi ve bizi tehdit etmek için böyle giyinip geldi. Sonrasında bunu raporumuza yazdık özellikle. Ya da cezaevi raporu yazıyoruz askerler geldi uzun namulu silahlarıyla. “Niye geldiniz” diyorum, sizi korumuk için geldim diyor. Belli ki bizi korkutmak için gelmişler. Öyle şeyler yaşadım, yaşadık yani.

*Sizi en çok etkileyen dosya hangisi oldu?
Diyarbakır Cezaevi... 80’lerde orada işkence görenler ayrı bir yaradır. Ve hala bunun sıkıntısını, sağlık sorunlarını yaşıyor bu insanlar. Hrant Dink ve en son Tahir Elçi’nin öldürülmesi çok ağır geldi bana. Bu kadar pervasız, bu kadar insan yaşamının hiçe sayılması. Ve Hacı Lokman Birlik’in dosyası, fotoğrafları ağırdı... Aslında hepsi ağır, binlerle. Mesela Bahreyn’deki çocuğa çok üzüldüm. Çocuk şizofren. Aile bir şekilde siyasetle ilgileniyor, parlementoda milletvekilleri var ama çocuğun öyle bir kimliği yok. Şizofrenlerin öyle bir durumu var, kapatıyorlar kendilerini ve konuşmuyorlar, iletişim kuramazsınız. Muhtemelen iletişim kuramadılar ve bir şey saklıyor sandılar. Bu kadar mı pisi pisine olur. Çocuğa elektrik verince kendinden geçti onlar da öldü sandılar muhtemelen. Elektrik verdiklerinde kendinden geçince kurtulmak için denize attılar diye düşünüyorum. Çünkü canlıyken atmışlar denize, suda boğulma bulguları da var. Ona çok üzülmüştüm. Ve tabii çocuklar... Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol o kadar çok acı tarih ki insan hakları tarihi... Görünür olmalı bugün değilse de yarın. Ben Erdoğan ya da JÖH-PÖH değil, sistemin peşindeyim. Birgün halklar bu sistemin nasıl bizi tükettiğini görecek, biz bunları görünür kıldıkça. Çünkü kaptalizm krize girdikçe savaş çıkarıyor. Yani bunlar sürüyor, o yüzden biz de mücadele ediyoruz işte.

* Peki bu krizden çıkışın yolu nedir?
Hakikati kabul etmek, bu hakikatin üzerinden yürümek önemli. Halklar için merak etmek, soru sormak önemli. Özyönetim iradesini önemsiyorum. Gezi’de de aslında bir biçimde bunu denediler, çok farkında olmadan. Sorunlara ortak karar alma mekanizmlarıyla, paylaşımlarıyla denediler. Örtüştürebilseydik Kürtlerin mücadelesiyle, çünkü onlar çok şey öğrendiler. Ve bizi bir yere taşıdı. Gezi de öyleydi. Bunları birleştirerek bir şeyler yapmalıyız. Özyönetim devletin benim için ortadan kalkmasının vücut bulmuş halidir. İnsanlar paylaşarak sistemlerini kurabilirler diye düşünüyorum. Ne kadar sürer bilmiyorum ama dayanışmayı öğrenmek lazım, paylaşmayı bilmek lazım. Türkiye’de bu deneyimlerden yola çıkarak baktığımızda bütün siyasetlerde iktidar davranışı çok yaygın. İktidardan nasıl uzak duracağımızı bulmalıyız. Sistem kirletiyor bizi. Çok kolay değil ama başarabiliriz. Ben hocayım, bir seçenek olarak bırakıp gitmeli miyim ama böyle mi daha etkili olur, kalıp mücadele ederek mi? Sistemde kalıp, sisteme kapılmadan bunu yapmaya çalışıyorum. Her sene 500 öğrencime Kürdistan’da ne oluyor, Ermeni Soykırımı nasıl oldu. Paylaşmak çok önemli. 22 yıldır bunu yapıyorum. 94’te ders anlatırken “Kim asıl bebek katili” diye anlattığımı biliyorum.

* Karşılığı ne oldu hocam?
Çok örgüt yaşlanır ama Tabip Odası yaşlanmadı, çoğu benim öğrencim mesela. Adli tıp kolay değil ama bu anlamda çalışmak isteyen öğrencilerimiz oluyor ve çok güzel. Mülksüzüm bir arabam var, onu da herkes kullanabiliyor. Kirada oturuyorum. Benim seçimim bunlar ve bu anlamda insan hakları alanında olmaktan mutluyum... Herkesin yapabileceği bir şey vardır, benim de budur diye düşünüyorum.

* İlk tanıkılığınızla şimdiki tanıklığınız nasıl?
Gerilla ve asker ölümlerinde çok bir değişiklik olmamış. Çatışmalı dönemle aynı aşağı yukarı. Ama 2000’lerin başlarından 2015’e kadar 3-5 kişi öldü ama 2015’te birden yükseldi. Geçen sene İç Güvenlik Yasası çıktı. Onunla birlikte 2015’in ilk 3 ayında 5 sivil ölümü var. Ağostos’ta sokağa çıkma yasağıyla birlikte 300’ü aştı bu sayı. Bu yılki raporumuzda Nisan 21’de 338 sivil ölüm olduğunu söyledik. 90’lardan farkı bu. Şimdi halka yönelik bir saldırı var. Halk artık doğrudan mücadele ediyor. Eskiden kanaat önderleriyken, şimdi halk. Bu insanlar 90’larda zorla göç ettirilen çocuklar. Yaşadıklarımız Türkiye’nin bir arada yaşama şansını ortadan kaldıran bir durum diye düşünüyorum. Ama umutsuz olmamak lazım.

* Cizre’nin çocukları daha ağır şeyler yaşadı, ne olacak?
Yaraları onarmak kolay değil, bir arada yaşamak için çok çaba sarf etmek lazım. Benim herkesin iradesine saygım var nasıl istiyorsa yaşasın diye. Evinin yıkıldığını gören bir çocuk nasıl kendini güvende hissedecek de benimle oturup çay içecek? JÖH’ü PÖH’ü görüyor, tahtasına yazı yazanı görüyor, ablasını, kardeşini öldüreni görüyor. Oradaki JÖH-PÖH için de öyle, bu kadar şeyi yapmış biri nasıl karışacak topluma. Sokakta hasta tedavi edene kurşun sıkan, cenazeleri soyup teşhir edenlerle, nasıl bir arada yaşayacağız, nasıl sağlıklı olacaklar...
Reyhan Hacıoğlu