Tuesday, August 27, 2013

Dersimlinin hep bir yanı eksik

Dersimli ozan Mikail Aslan belki de bir müzik arkeoloğu. Çünkü unutturulmaya çalışılan geçmişin peşinde. Pirlerin, dedelerin sesi soluğu oluyor kendini bildi bileli. Acıları ve katliamları hatırlatıyor. Hikâyesi sarp, özlemi ise hep Dersim. Şimdi de yeni albümü Xoza (Doğa) Kalan Müzik'ten yayımlandı.

Pazar Dergi - Mikail Aslan, “Dersimlilerin bir yanı sürekli eksiktir. Dağlara baktığımda asalet gelir hep aklıma, bir yandan da geri gelmeyecekler....” diyor, “ne şimdiyim, ne sonra ne de geçmiş. Sürekli bir göç halindeyim.” Başlıyor hikâyesini anlatmaya; “Sekiz yaşına kadar Türkçeyi köyümüze gelen askerlerden ve devrimcilerden duymuştum yalnızca. Bizim köy aslında ‘Taug’ diye bir köye bağlıydı. ‘Pekoy’ diyorlardı, Zazaca ‘Dağ arkası’ minvalinde. Terk edilmiş bir hali vardı hep. Sonra ismi çok kez değişti, Türkçeleştirildi.”
Peki, ya göç? Bir solukta anlatıyor; “10 yaşındaydım, baskı görüyorduk. Tabii gençler de sessiz kalmıyordu, kalamıyordu. Abimin de o dönem faaliyetler içine girmesiyle işler şiddetlendi. Abim cezaevine girdi ve biz de Kayseri’ye geldik, kaçtık, zorundaydık! Zaten Dersim’den çıkarılan aileler Kayseri’de toplanıyordu. Orada hayvancılık yapıyorduk, bir de arıcılık. Arılardan çok şey öğrendim. Mesela? O zamanlar devrimciler geliyordu dedim ya hep. Eşitlik ve sosyalizminden bahsediyorlardı ama neydi anlattıkları? Sonra baktım cevap arılarda. Birlikte çalışıyorlar. Kimse kimseyi çalıştırmıyor, çalışıyorlar! Erkek egemenliği de yok. Elimde kraliçe arı sevmişliğim vardır. Belki diyorum yıllar sonra arıcılık yaparım yine.”
İnsan hep kendi doğusunu özler
Aslan, ortaokul ve liseyi Kayseri’de okumuş. Sonra Malatya’da İnönü Üniversitesi’nde matematik bölümüne girmiş ama üniversite macerası iki yıl sürebilmiş, çünkü kavgalar ve çatışmalar hiç bitmemiş. “Ne zaman bana saldıracaklar?” diye düşündüğüm çok oluyordu diyor Aslan, “O sırada annem Almanya’ya kardeşinin yanına gitmişti. Bana bir şey olmasından korkuyordu. Gözaltına alınmıştım, okuldan uzaklaştırıldım. Ben de Almanya’ya gittim ve bütün aile oraya yerleşti. Sonra da müzik çalışmalarım başladı. Zihnimdeki müziği ağır ağır demledim. Anadilimde kendi ülkemde yapamadığım şeyi burada yapabilirim. Zazaca albüm yapacaktım! İçimdeki açlığı doyurmam kaçınılmaz olmuştu. Ama ilk başlarda her şey çok fluydu. Sonra hem matematik eğitimime hem de konservatuvara devam ettim. Armoniyi anladıkça matematikten
uzaklaştım ve hayalimi gerçekleştirdim, albümümü Zazaca yayımladım.” “Agerayîs” dönmek anlamına geliyor. “Sürgünden dönmek mi?” diye geliyor akla, Aslan yanıtlıyor; Bizde sürgün ‘Garp’ demektir, Bizim anadilimizde sürgüne giden insana Garb’a gitmiş derler. Gariplik de oradan geliyor hatta. Bizde hiçbir sürgün Doğu’ya gitmemiş. Biz de hep Batı’ya doğru gittik. Bedensel bir kopuş var ama tinsel olarak ailemin, politik ve siyasal çevremin bana dayattığı kimlikle varolmak istemiyordum ve müziğime sığınıyordum. Durdum ve ayağa kalktım, kulağıma sesimi verdim; “İnsan hep kendi doğusunu özler, esmer yanını yine de gizler” diye bir söz yazdım.

Su elbet yolunu bulacak


Gelelim yeni albüm Xoza’ya. Albüme ismini veren Xoza melodik yapısıyla, bir yandan bu topraklarda yaşanan katliamları bize hatırlatırken diğer yandan sıranın o insanları yıllardır besleyen doğaya geldiğini anlatıyor ve uyarıyor.

Aslan bu coğrafyadaki katliamlardan sadece insanların değil doğanın da çok etkinlendiğini anlatıyor. Aslan, “yaşadığımız bu acıların yanında doğanın yaşadığı acıyı fark etmedik. Üzerinde yaşadığımız bu tarlanın yeniden ekilmesi gerekiyor, çoraklaşan ve verimsiz hale gelen bu toprağın yeniden ürün vermesi için dinlenmeye ihtiyacı var, toprağı dinlenmeye bıraktım, yeniden doğuşunu gerçekleştirmesi için” diyor. Çem Vano’da ise Munzur derdini anlatıyor. “Her seferinde akışına müdahale edilen Irmak ısrarla meftunu olduğu denizine doğru yol alıyor, her seferinde ‘çekilin önümden, daha çok yolum var’ diyor. Kendi toprağının rengini gururla taşıyor, bütün ırmaklar gibi.
Ve Türkiye, Aslan şiir gibi özetliyor her şeyi; “Türkiye’de tüm dereler birleşiyor güçleniyor ama yolunu bulamıyor. Ama akıyor, aktıkça da berraklaşıyor. Elbette yolunu bulacak!”
Fotoğraf: Vedat Arık

Monday, August 26, 2013

Müslüman Kardeşler'in en büyük hatası aşırı İslamcılığı değil kibriydi

"Müslüman Kardeşler seçim zamanı halkı mobilize etme konusunda müthiş başarılı. Ancak gücü ele geçirdikten sonra kendisinden başka hiçbir güçle müzakere etmeyi beceremiyor."
Müslüman Kardeşler'in en büyük hatası aşırı İslamcılığı değil kibriydi
NEDEN
Doç. Dr. Carrie Rosefsky Wickham, siyaset bilimi eğitimini Harvard ve Princeton üniversitelerinde tamamladıktan sonra araştırma alanını Ortadoğu, Arap ülkeleri, Arap dünyasındaki anti-sistem partileri ve Mısır’daki İslami aktivizm olarak belirledi. Emory Üniversitesi’nde ders veren Wickham iki kitap yazdı, ikisi de Mısır siyasetiyle ilgili. İlk kitabı ‘İslamı harekete geçirmek: Mısır’da din, aktivizm ve siyasi değişim.’ Son kitabı ise Mursi’nin darbeyle düşürülmesinden 10 gün önce piyasaya çıkmıştı: ‘Müslüman Kardeşler: Bir İslami Hareketin Evrimi.’ Wickham’dan neyin ne olduğunun duygusal reaksiyonlarla gölgelendiği bir dönemde Mısır darbesinin soğukkanlı ve derli toplu bir analizini yapmasını istedim.

Darbeyi getiren  laikler ile İslamcıların kavgası değildi 
Foreign Affairs dergisi için yazdığınız analizde Mısır’daki darbenin arkasında çok etkenin varlığından söz ediyorsunuz. Nedir bu etkenler? 
Sıralamaya başlayalım: Devletin payı var. Hükümetin payı var. Seküler muhalefetin payı var. Ordunun payı var. Mursi hükümetinin aşil tendonu, temel yanlışı ideolojik aşırılık değildi. Evet, uygun gördüğü ahlak kurallarını topluma dayatmaya çalışıyordu ama aslında bu yaptıkları Mısır toplumunun geneline uyuyordu. Yani onların kafasındaki ideal yaşam tarzından uzak değildi. 

Öyleyse ne?
Müslüman Kardeşler’in (MK) yarattığı algı. Devlet gücünü partizan emelleri için kullanıyor ve kendisi gibi düşünmeyenleri dışlıyor algısı. Elbette bu da tartışmaya açıktır. Çünkü MK’ya sorduğunuzda “Biz seküler liberallere ulaşmaya çalıştık ama onlar yönetimde pay sahibi olmak istemediler” diye bir savunma duyuyorsunuz. Ki bu kısmen de doğru. Seküler liberaller etkin gücün Müslüman Kardeşler tarafından paylaştırıldığı bir yönetimde yer almayı istemediler.
Seküler muhalefetin de darbede payı var dediniz, o pay bu mu? 
Bir noktaya kadar sekülerlerin ifade ettiği endişeler son derece anlaşılabilirdi. Özellikle Mursi’nin 2012 yılında yargıda yaptığı değişikliklerle tek karar mercii olarak kendisini belirlemesinin ardından. İslamcıların hâkimiyetinde ve çoğunluğunda bir komisyon tarafından yazılan yeni anayasanın çarçabuk referanduma sokulması da.
Anayasayı İslamcıların yazmış olmasında nasıl bir sakınca var?
Yok. Aslında söz konusu anayasaya baktığımızda Mısır halkının hayat pratiğine uzak, agresif bir dayatmacılık da görülmüyor. Ama problem şuydu: Anayasayı yazan komisyon ülkenin farklı seslerini barındırmıyordu, aksine tek bir sesin, MK’nın sesi olmuştu. Ve bu durum anayasanın içeriğinden bağımsız bir rahatsızlık ve dayatma olarak algılanıyordu. Bir de tabii bu yazılmış anayasanın tartışılmasına ve üstünde çeşitli değişiklikler yapılmasına izin verilmemesi tepki çekti. Tüm bunların yanında yine de sekülerler farklı bir yol izleyebilirdi.
Ne yapabilirlerdi?
Mursi hükümetiyle demokratik süreç içerisinde yüzleşmeye devam etmeliydiler ama onlar ordunun müdahalesine bir bakıma hoş geldin dedi. Hatta bazılarına göre orduyla işbirliği yaptılar. Bu kısmından emin değilim. Ama şunu biliyorum: Sekülerler ordu ile fikir alışverişinde bulundu. Müdahaleden önce. Sonrasında ise seküler bazı figürler çıkıp “Ordudan başka çare yoktu, İslamcı bir diktatörlükle karşı karşıyaydık” diyebildi. Halbuki orduya hiçbir şartta müdahale etmesine sıcak bakmayacaklarını anlatabilir, kitleleri demokratik yöntemlerle mobilize ederek protestoları sürdürebilirlerdi. Böylelikle erken seçim baskısı yapabilirlerdi.
Düşürülmüş bir lider olduğu için Mursi’nin hatalarını konuşmak darbeci diye etiketlenme riskini getiriyor mu sizin çevrenizde?
Hayır, tam olarak anlayamadım. Niye öyle olsun! Evet, darbe bir ülkenin başına gelebilecek en kötü şeylerden biri ama buna yol açan sebepler arasında ana pay Mursi hükümetine ait bana kalırsa. Çünkü tüm ülkeyi temsil edebilecek, tüm ülkenin birliğini sağlayacak bir hükümet kurmak için yeterince vakti vardı. Öyle bir hükümetin seküler liberaller nezdinde de meşruiyeti olacaktı. Olmadı. 30 Temmuz’da milyonlar sokağa dökülüp onun istifasını istediğinde istifa edebilir yahut erken seçime gidileceğini söyleyebilirdi. Bunları yapsaydı darbe gibi büyük bir melanetle karşılaşmayacaktı ülkesi.
Tüm bu yaşananların laikler ve İslamcıların çarpışması olarak yorumlanmasına ne dersiniz?
Ciddi bir basite indirgemecilik derim. Mısır’daki darbeyi getiren laikler ve İslamcıların çarpışması değildi. Her şeyden önce bu meselede iki taraf değil üç, belki de dört taraf var: Derin devletin kurumları ve oralarda görevli yüksek rütbeli bürokratlar, ordu mensupları, seküler muhalifler ve İslamcılar. Ki İslamcılar da Müslüman Kardeşler ve Selefiler olmak üzere ikiye ayrılıyor. Ve tüm bunların ötesinde ama nedense birçok kişinin unuttuğu bir taraf daha var aslında: Mısır halkı. 30 Temmuz akşamı Mursi’nin istifasını isteyenlerin seküler muhalefeti desteklediğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Oradaydılar çünkü yiyecek lokmaları yoktu, kendileri de aileleri de açlık ve yoksulluk çekiyordu. Evet, Mursi’ye kızgındılar ama devleti kendi çıkarları uğruna ele geçirdi yahut yargı bağımsızlığını yerle bir etti diye değil. Gitmesini istiyorlardı çünkü Mursi onlara iş ve aş yaratamamıştı. Şunu da unutmayalım: Laikler Mısır halkının çoğunluğuna hitap eden bir mesaj ya da lider de çıkarmadı, çıkaramadı. MK’nın gözden düşüşüyle kitleleri bir çatı altında toplayacak siyasi bir teşkilât da kalmadı. Ordu dışında! Gerçekten de olay bu.
Mursi’nin düşüşü Arap Baharı ve bu baharda Müslüman Kardeşler rüzgârıyla ilgili ne söylüyor?
Arap Baharı otoriter rejimlerin hükmünde on yıllar geçirmiş ülkelerde tartışmasız en organize teşkilâtlanmanın İslamcılara ait olduğunu gösterdi. Hem devlet içinde önemli noktaları tutmuşlardı hem de davalarını halka anlatmak konusunda çok yoğun çalışabiliyorlardı. Kesinlikle halkın dilinden konuşuyorlardı. Bu bakımdan Ortadoğu’da genelde İslamcıların, özelde MK’nın eşdeğeri başka bir siyasi hareket yok. Ki bu Arap Baharı’yla test edilip görüldü. Dolayısıyla otoriter liderler indirildikten sonra yapılan ilk seçimi ancak MK gibi bir örgütlenme kaldırabildi ve böylelikle iktidarın sahibi oldular. Ama demokrasiyi getiremediler.
Sebep neydi?
Aslında MK değil de başka bir siyasi grup iktidar olsaydı da getiremeyecekti. Çünkü şu üç büyük zorlukla karşı karşıya kalınmıştı.
Bir: Bu ülkelerde derin devletin kurumları aynı şekilde iş görmeye devam ediyordu. Bu kurumların tek derdi kendi hükümlerini sürdürebilecek sistemin devamını sağlamaktı ve bu demokratikleşmenin, dolayısıyla seçilmiş liderin önünü tıkıyordu. İki: Mısır özelinde düşünürsek, Mübarek karşıtı koalisyonun muhteviyatı da sonrasında başa geçen Mursi için bir dertti. Bu koalisyonda seküler liberaller de vardı ve Mübarek indikten sonra yönetimde eşit derecede söz sahibi olmak istiyorlardı. MK ise onlara ancak uygun gördüğü kadar alan tanıyacaktı çünkü “Artık güç bizim elimizde, niye paylaşalım” ruh haline girdiler ve bu hatalı ruh haliyle çöküşlerini hazırladılar. Arkalarındaki kitle desteği seküler liberallerinkinden çok daha fazlaydı, evet. Ama bu vatandaşların bir bölümünü dışlayarak ülke gerçeklerini görmelerini engellememeliydi. Bu iklimi yarattıktan sonra seküler muhalifler de MK’nın attığı her adımı, makul ya da değil, netameli buldular. Ciddi bir güven bunalımı doğdu.

İslamcılar ve laikler arasındaki güven bunalımı Mısır’a mı özel?
Biraz öyle çünkü Tunus’ta bu iki kanat arasındaki güç dengesi daha doğru bir seviyede tutulabildi. Biri diğerine tam manasıyla üstünlük sağlayamadı. MK için üçüncü zorluğa gelirsek… Çökmek üzere olan ekonomi. Sadece mali sıkıntılardan değil sanayisinin global pazara uyum sağlayamaması gibi yapısal bozukluklardan söz ediyorum. Buğday ithalatından benzin kıtlığına kadar günlük hayatın akışını etkileyen sıkıntılar bitmiyordu. Sonuç olarak, İslamcı ya da seküler hangi ideolojiye sahip olursa olsun başa gelen iktidarın bu devasa sorunlarla baş etmesi çok zor olacaktı. Dolayısıyla Mursi’nin düşmesini, Müslüman Kardeşler ideolojisinin düşmesi gibi yorumlamak hata olur. Bir yandan da bu hatalı yorumlara yol veren MK’nın kendisidir.
O ne demek? 
Gücü ve devletin imtiyazlarını başka hiçbir siyasi oluşumla paylaşmamayı tercih ettiği için aslında herkesin altında ezileceği sorunlarla tek baş edemeyen kendisiymiş gibi bir tablo oluştu. Böylelikle davasına zarar verdi. Bana kalırsa Müslüman Kardeşler’in en büyük hatası aşırı İslamcılığı değil kibriydi. MK seçim zamanı insanları mobilize etmek konusunda müthiş başarılı ama gücü ele geçirdikten sonra kendisi dışındaki hiçbir görüşle müzakere etmeyi beceremiyor. Evet, demokratik haklara ve çoğulculuğa önem veren dil değişimlerine rastlıyoruz ama henüz gücü paylaşmak, toplumun tamamını ilgilendiren bir konuda tartışmak, müzakere etmek gibi bir alışkanlığı yok. Farklı görüşe sahip siyasi oluşumları eşit bir partner olarak görmüyor. Tüm bunları topladığınızda toplumun diğer katmanlarında bir güvensizlik yaratmasını normal karşılarsınız.
Batı’nın aksine, Türkiye’de AK Parti’nin ve harekete geçirdiği bir kısım seçmeninin Mısır’daki darbeyi çok şiddetli biçimde kınadığının farkında mısınız?
Evet ve darbeye böyle bir tepki verilmesini çok da doğru buluyorum. Fakat Türkiye’de Mısır’daki meselenin iyi analiz edilmeden, bir tür indirgemecilikle iç siyasete yarayacak biçimde kullanıldığını da söylemek zorundayım. Mısır’da yaşanan şey, anlatmaya çalıştığım gibi son derece karmaşıktır ve ‘Darbenin arkasında İsrail var’ demek dev bir basite indirgeme örneğidir. Elbette Mısır ordusunun İsrail ve ABD ile ilişkileri vardır. Yoktur diyemem. Ama lütfen bir bakalım; Ortadoğu’da hangi ülkenin yok ki? Türkiye’nin yok mu?! İsrail stratejik olarak darbeden memnun olabilir ama bu darbeyi planladığını göstermez, hele ki diğer tüm faktörler masadayken. Bu tür argümanların MK hareketinin hatalarını tespit ve tahlil etmesini perdeleyeceğinden endişe ederim. 
Batı’nın darbeye darbe demesi, sert tepki vermesi niye uzun sürdü sizce? Mursi’ye göre Sisi’yi mi tercih eder Batı?
Hiç sanmıyorum. Obama’nın Mursi’ye düşmanca davrandığına dair hiçbir kanıt yok, hatta şans da tanıdığını düşünüyorum. Avrupa ve ABD’nin tepkisinin gecikmesinde temel sebep şuydu: Sisi’nin Mursi’yi indirdikten hemen sonra kenara çekilip seçimlerin yapılacağını açıklayacağı zannedildi. Halbuki o bırakın seçimi, Mursi’yi protesto eden sivil halkı öldürmeyi tercih etti. Sanırım Batı’nın durumun vahametini anlaması gecikti.

Wednesday, August 21, 2013

Hüseyin Bul: “Bayrağın olduğu yerde hep bir erk olmuştur.



Hüseyin Bul: “Bayrağın olduğu yerde hep bir erk olmuştur. Bayraklar özgürlüğün aksine sınırları simgeler”.
 

Söyleşi: Rifat Mertoğlu

Hüseyin Bul’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Kar Suyu isimli romanı devlet içindeki bazı kirli ilişkilere ışık tutuyor. Hüseyin Bul ile ilk romanı Kar Suyu üzerine söyleştik.
Roman içinde kitabın adını çağrıştıracak bir ipucu yok, “Kar Suyu” adının belli ki alegorik bir göndermesi var, okurlara bu konuda yardımcı olmak gerek. Neden Kar Suyu?
Aslında alegorik gönderme konusunda haklısın. Sanıyorum edebiyat ya da sanat biraz da bu dili kullanmaktır. Günlük dili yeri geldiğinde yumuşatmak, yeri geldiğinde daha da yalınlayarak estetikle buluşturmaktır. Gülmecelerin, karikatürlerin ve hicivlerin böyle bir ayağı hep olmuştur. Romanın bütününe baktığımızda bir tür vodvil de diyebileceğimiz bölümler olduğunu göreceğiz; komik, kimin nerede ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan, yer yer eğlenceli ve okuyucunun gözüne merteği sokacak kertede abartılı karakterler… Kar Suyu ismi de biraz okuyucuyu dürtmek, kışkırtmak amaçlı biraz da romandaki Ayhan karakterinin uzun süreden beri aradığı birini, karlı bir havada farkında olmadan bir yerden bir yere bıraktıktan sonra aklına takılan soruyu kendine sormasıyla ilgili bir durumu özetlemesi. Kulağına kar suyu kaçması yani.
Romanda da birçok yerde izlerini gördüğümüz gizli bir gücün nefesi sürekli kahramanların ensesinde… Takip edilme, ölüm korkusu, tehdit insanların ruh yapısını da değiştiriyor. Bu bağlamda soracak olursak; ülkemizde derin devlet, toplum psikolojisini nasıl biçimlendirdi?
Aslında derin devlet dediğimiz gerçeklik biraz da bizim içimizde. Okulda, sokakta, evde. Tehditkâr bir yönümüz cebimizdedir her daim. Yaptırım gücü olarak miras aldığımız bir kültürdür. Bu miras bize –Türkiye toplumundan bahsediyorum– ta Teşkilat-ı Mahsusa’dan kalan, devam edip gelen bir mirastır. Bu aynı zamanda bir iletişimsizlik ve anlayamama, anlamama halidir ve sonucu yıkımdır, korkudur, sindirmedir, evcilleştirmedir ve içtimaya çekmedir. Şiddet gören insan şiddet uygular ve bunun doğru olduğunda şiddetle ısrar eder. Şiddetin her türlüsünü yaşamış bu toplum insanları kendilerini ifade etmekten mümkün mertebede çekinmişlerdir. Solcu, Alevi, Kürt, olduklarını saklamaya çalışan –düne kadar dindar olduklarını saklayanları unutmadan– insanlardan oluşan bir cehennemdir bu coğrafya. Bu şiddet kültürüyle büyüyen insanlarız ve hep bir sınırımızın olduğu sokuldu gözümüze. Bazen özgürlük alanlarımızı belirleyen bir çizgi oldu bu sınırlar, bazen de gözümüze sokulan bayraklar oldu. Bayrağın olduğu yerde hep bir erk olmuştur. Bayraklar özgürlüğün aksine sınırları simgeler. Özetle şuraya gelmek istiyorum; derin devlet el değiştirse de bu topraklarda gelenek değişmedi. Ülkesini terk etmek zorunda kalan aydınlar geleneği Nazım’dan bu yana devam ediyor. Sürgünde hayatını kaybeden sanatçı ve aydın damarı Yılmaz Güney’le son bulmadı ne yazık ki.
Kar Suyu’nda farklı bir teknik yakaladığınızı düşünüyorum; sorgulamalar üzerinden toplumsal yapıyı; derin devlet, mafya, politika ilişkisini irdeliyorsunuz; tıkandığınız ya da zorlandığınız anlar oldu mu?
Farklı teknik konusunda hepimiz daha önceden denenmişi tekrarlıyoruz kanımca. Konularımız ufak farklılıklar göstermiş olsa da yöntemlerimiz merdiveni oluşturan basamaklara benzer, kimi düz kimi yarı döner kimi de sahanlıklı merdivenlerdir ve sonuçta biz hepsine merdiven deriz. Merdivenlerin iki yönü vardır; iniş ve çıkış yönü. Çıkış yönü yaratıcılığı simgeler bende. Çıkış yönünün çileli olmasının sebebi bundandır. Romanla yeni bir dünya kurduğumuzu düşünürsek ki bu bazen hayal ettiğimiz bazen de kaçtığımızdır, zorlandığımız anlar, yerler, karakterler elbette ki olacak. Bazen yardımımıza kurgu bazen dil bazen teknik yetişiyor ya da çağırıyoruz. Derin devletin Komiser Ayhan üzerindeki baskısının dozajı konusunda zaman zaman zorlandığımı söyleyebilirim. Doğru zamanda ve yerde doğru dille anlatmak meşakkatli bir işti. En kolayı sanıyorum ki sorgu kısmıydı. (Burada gülüyor.)
Kar Suyu’ndaki kahramanlar, özellikle komiser Ayhan, romanın başkarakteri olmasına rağmen silik kişilikli. Sorgu sırasında insanların statülerine veya tavırlarına göre hemen renk değiştirebiliyor, onların alayına, küçümsemesine, tehdidine maruz kalabiliyor. Böyle durumlarda pek bozuntuya da vermiyor, bu bilinçli bir seçim mi?
Evet, bilinçli bir seçim. Komiser Ayhan karakteri yetkilerinin de sınırlarının da farkında olan memur zihniyetli biri. Fazla ileri gidemeyeceğinin farkında. Ne zaman kulağının çekileceğinin bilincinde. Damarına basılmadığı sürece mesaisini doldurma derdinde. İdealleri, tutkuları, hırsları olmayan sıradan, düz bir adam. Diğer karakterlere gelirsek Tikilek ve Köşetaşı, romanın en komik ve renkli simaları. Gözümü kaparım vazifemi yaparımcılardan. Cantekin karakteri Veli Ok’un aksine romanın omurgasını oluşturuyor. Dikkatli okuyucu Mahmut Cantekin ve Veli Ok karakterlerinin gerçek hayatta kime tekabül ettiğini anlar. Romanı inandırıcı yapan hayal ürünü de olsa karakterlerin gerçekçi olmalarıdır. Yeni bir dünya kuramadığınız sürece roman havada sallanır. Ayakları vardır iyi bir romanın, karakterler bu ayaklardan biridir.

Romanda bireysel, siyasal, dinsel, ulusal ve toplumsal kimlik ne ifade eder?

Genelde edebiyat özelinde roman yazıldığı çağın siyasal ve toplumsal değişikliklerini, psikolojisini, duyarlılıklarını bireyler üzerinde anlatmayı denediği için bize ipuçları verir o toplumun, kültürü, ahlakı ve siyasal yapısı hakkında. Okurun kurguyla oluşturulmuş dünyadaki karakterler üzerinden kendini yeniden yaratması, üretmesi romanın gücünü gösterir. Okurun romanlarda kendine seçtiği bir karakter mutlaka vardır. Artık neredeyse formüllerle yazılmaya başlandı diyebiliriz çok satan romanlar. Çok satmaya, piyasaya yönelik oluşturulan romanların şifrelerine bakın biri diğerinden farklı değildir. Hiçbir iddiasının olmadığını düşündüğümüz romanlar en politik romanlardır. Alt metinleri siyasidir, ideolojiktir. Bu romanlardaki karakterlerin nötr gibi görünmeleri okuyucuyu yönlendirmekten başka bir amaç gütmüyordur. Okuyucuyu çektikleri en zararsız liman bile dilin bozulduğu tersanelerdir ki bu da işin en başıdır. Dolayısıyla romanda kimlik saf değildir, bir parça yazarın estetik bakışıdır, politik duruşudur, kanayan yarasıdır.
Kar Suyu’nda sizden izler var mı? Kendi görüşünüzü ne kadar kattınız romana? Yazar sorumluluğu olmalı mı?
Yazar sorumluluğu elbette ki vardır, olmalı mıdır, doğrusu bu konuda çok da emin değilim, yazar toplum mühendisi değildir. Yazar aynı zamanda aydın mıdır ha bu konuda düşünülmelidir. Günümüzde yılda ne kadar kitap ya da roman basıldığına, yayınlandığına baktığımızda yazarın öyle çok da etkisinin olmadığını –elbette ki etkisiz eleman değildir– görebiliyoruz. Bunca yayınlanan kitaplara rağmen iki toplumun boğalaşması biraz garip değil mi?
Kendi görüşümü romana ne derece yansıttığımı sanıyorum beni tanıyanlar bilirler. Ben ne söylesem romana paralel duracaktır çünkü. Hayatımdan izler var mı, elbette ki var. Zaten inşaat alanını seçmem hâkim olduğum bir konu, mesleğim çünkü.
Romanda abartılardan, ayrıntılardan özellikle kaçındığınız görülüyor. Dil ne ifade ediyor sizin için? Dili yeniden yaratmak ya da özgün bir dil oluşturmak gibi bir kaygınız var mı?
Sartre’ın dediği gibi, insan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır. Burada yazar olduğumu söylemekten çok Sartre’ın dediği “belli bir biçimdeki” kastının dibinde yatan içine dili de alan uzun ve zahmetli bir uğraştan bahsediyorum. Dil kendi olanakları içinde zorlandıkça açılır ama yerel olmadan evrensel olmayacağına inanıyorum. Anadiliyle yazmak daha verimli ve lezzetlidir. Aslında yazarın bir ülkesi varsa bu diliyle oluşturduğu, kurduğu yerdir. Bir aidiyetten bahsedeceksek bu dilin ta kendisidir. Kaygısı derdi olmayan yazamaz gibime geliyor. Bu kiminde yeni bir dildir kiminde başka bir şeydir. Roland Barthes’ın de dediği gibi sözcükler herkesindir, cümle sadece yazarındır.
Avrupa ve Amerika’da çok satan listelerinde polisiye romanlar ilk sırada. Örneğin Agatha Christie’nin kitapları yıllarca çok satanlar listesinden inmedi. Ülkemizdeki polisiye roman yazarlarının durumu nasıl?
Kafka’nın arkadaşını polisiye roman okurken görmesi sonucunda neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Polisiye ya da dedektiflik ya da nam-ı diğer “katil” romanlarına bakışımız yeraltı edebiyatına bakışımızla aynı. Biraz çekiniriz, biraz utanırız ve belki biraz da kınanmaktan korkarız. Edebiyattan mı saymıyoruz ne? Gülmece gibi üvey evlat muamelesi görmüştür her daim. Son dönemlerde yavaş yavaş kendine bir alan açan polisiye romanlar için yayınevleri de çeviri edebiyatıyla ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Çok satanlar listelerine ülkemizde de polisiye romanların girmesi oldukça sevindirici.
E. Allan Poe’dan bu yana iki yüzyıl geçti. Suç, gerilim edebiyatı oldukça yol kat etti. Daha gidecek çok yolumuz olsa da bu türdeki romanların nitelikleri de satışları da umut verici. Polisiye türdeki romanları okuyucu elbette ki sadece katilin kim olduğunu öğrenmek için okumuyor. Aslında okuyucuyu cezbeden dilsel kurulum, öykü yapma tekniği ve kurgudur.

Neden bir politik polisiye roman ile edebiyata giriş yaptınız?

Aslında 2010 yılında gölge adlı öykü kitabımla edebiyata giriş yaptım diyebiliriz. Tabii bunu “kitaplı yazar” olarak düşündüğümüzde böyle, ama doksan üçten bu yana çeşitli kültür sanat-edebiyat dergilerinde yazıyorum.
Polisiye roman olarak özel bir tercihim yoktu, uzun süreden beri biriktirdiğim, tasarladığım bir projeydi, hazır olduğumda da oturup ortalama bir yıl süren bir çalışmayla ortaya çıkan bir roman oldu. İlginçtir Alamut romanını okuduktan sonra gelişen bir projeydi. Gerçi bire bir düşündüğümü kitaba aktaramasam da gelen tepkilerden memnunum. Bir de bu alanda bizde çok da öyle aman aman yazılmış romanlar yok maalesef. 90-95 yılları arasındaki Çiller-D.Güreş dönemindeki faili meçhul cinayetlerin artması ve kaotik bir ortamın yaratılması en az 12 Eylül 80 darbesi kadar iç karartıcıdır. 80 darbe sonrasında az da olsa bu dönemi anlatan romanlar yazılmasına rağmen Çiller dönemindeki faili meçhullerin, örtülü ödenekle tırmandırılan savaşta evini yurdumu terk edenlerin öyküleri, romanları pek yazılmadı. Kar Suyu biraz da Çiller’in elindeki tasfiye edilecek Kürt işadamları listesine bir gönderme niteliğinde. Derin devletin pervasızlının deşifresi desek çok da abartmış olmayız.
Bazen politikanın, tarihin yapamadığını sanat yapabiliyor, bu anlamda Kar Suyu toplumsal bilincimizde unutuluşa terk ettiğimiz gerçekleri yüzümüze vuruyor, çok teşekkür ediyorum bu anlamlı söyleşi için…
Ben de teşekkür ederim, çok keyif aldığım bir söyleşiydi.

Tuesday, August 20, 2013

VİCDANINI DİNLE ASKERLİĞİ REDDET

M eydan Gazetesi olarak, Dünya Vicdani Retçiler günü olarak da bilinen 15 Mayıs 2013 tarihinde yasal olarak kurulan Vicdani Ret Derneği’nin Eş başkanları Oğuz sönmez, Merve Arkun, vicdani retçi Ali Fikri Işık ve Avukat Davut Erkan’la gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Meydan: Askerlik çağına gelen bir erkek, vicdani reddini açıkladığında neyle karşılaşıyor?
Davut Erkan: Askerlik çağına gelen bir erkek, öncelikle vicdani ret metnine göre bir yaptırıma maruz kalabilir. Metnin içeriğine göre TCK 318. madde uyarınca yargılanabilir. Metinde devlete ya da orduya hakaret niteliğinde sözler yer alırsa yine ilgili madde uyarınca yargılanabilir. Genelde vicdani ret açıklayan kişilere yönelik bu gibi davalar açılması düşük ihtimallerdir. Yine yargılanmaya bağlı ceza çıkma oranı da düşüktür. Ancak kişi askere çağırılıp yoklamasını yaptırmadığında, teslim olmadığında hakkında yoklama kaçağı yani bakaya kalmaktan dolayı idari para cezası kesilebiliyor. Şayet idari para cezası ödemeyip askere gitmemeye devam ederse hakkında aynı suçlardan kamu davası açılabiliyor. Bu kamu davası sonucunda kısa sureli hapis cezaları alabiliyor veya bu hapis cezalarının paraya çevrilmesi şeklinde idari para cezalarına çarptırılabiliyor.
Ali Fikri Işık: Devlet bu zorunlu askerlik yasasından hareketle kişiyi taciz edebiliyor ve istediği gibi hırpalayabiliyor. Tabi ki devletin bunu yapmaya hakkı yok. Ama bu böyledir diye de geri çekilmeye gerek yok. Sistemi bu yanlarıyla, bu zayıflığıyla sonuna kadar zorlamak gerekiyor ve ben sonuç alabileceğimiz inancındayım. Ayrıca eskiden vicdani reddini açıklayan insanlara gerçekten çok kötü muameleler yapılıyordu ama bugünün Türkiye’si o Türkiye değil, dolayısıyla geçmişteki hikâyeler gözümüzü korkutmamalı, bizleri pasifize etmemeli, tam tersine bugünkü gelişkin vicdani ret hareketi ve Vicdani Ret Derneği aracılığıyla öyle sanıyorum ki bu süreç çok daha kolay, çok daha sıkıntısız atlatılabilecek koşul ve imkânlara sahip.
Meydan: TCK 318. madde uyarınca halkı askerlikten soğutma suçlamasıyla hem vicdani retçilere hem vicdani retçilerle dayanışma gösteren sanatçı, yazar, gazeteci vb. birçok kişiye dava açıldı. Nedir bu 318?
Davut Erkan: 318 “halkı askerlikten soğutma suçu” olarak Ceza Kanunu’nda yer alıyor. Burada kişilerin zorunlu askerliğe karşı dile getirdikleri düşüncelerin bastırılması, orduya bir dokunulmazlık zırhı kazandırılması amaçlanıyor. Ancak bütün uluslararası sözleşmelerde, anayasada insanların düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı vardır. Bu madde bu haklara aykırıdır. Kişilerin düşüncelerini toplumla paylaşma, propaganda yapma, telkin ve teşvikle bile olsa insanlara ulaştırma hürriyeti vardır. İnsanlara “askere gitmeyin” demek kişinin görüşüdür. Bunu ifade etmesi en doğal hakkıdır. Demokrasinin de olmazsa olmazıdır. Bu anlamda 318. madde ifade özgürlüğüne aykırı bir maddedir. Türkiye’de vicdani retçilere ve vicdani retçileri destekleyenlere karşı bir kılıç olarak kullanılmaktadır. 318 bir tehdit unsuru olarak halen varlığını devam ettirse de bu suçun bir suç olarak işlenmesinden bizi alıkoyamaz. Çünkü yasaların üzerinde her şeyden önce, insan hakları vardır. Halkı askerlikten soğutmak bir hak ve özgürlük ifadesidir.
Meydan: Müslüman, milliyetçi, Kürt, kadın ve benzeri ön belirlenimlerle açıklanan vicdani ret nasıl ortak bir paydada ortak bir harekete dönüşebildi? Bu konuda görüşleriniz nelerdir?
Merve Arkun: Türkiye’de vicdani ret, ilk defa anarşistlerin vicdani ret açıklamalarıyla duyuldu. Bu da son derece normaldi. Çünkü anarşist bir kişinin askerliği, orduyu ve emir-komuta gibi itaat mekanizmalarını kabullenerek bu alanlarda yer alması mümkün değildir. Ancak ilerleyen süreçte farklı çevrelerden, farklı görüşlerden, farklı gerekçelerle insanlar vicdani retlerini açıklamaya başladı. Bu süreç özellikle 2009 yılında kurulan Barış İçin Vicdani Ret Platformu’nun etkisiyle oluştu diyebiliriz. Platform vicdani reddin toplumsallaşmasına yönelik çalışmalar gerçekleştirdi. Enver Aydemir gibi Müslüman kimliği dolayısıyla vicdani reddini açıklayan ya da Muhammed Serdar Delice gibi milliyetçi görüşe sahip ya da Kürt kimliğini ön planda tutan, farklı kimliklerden birçok vicdani retçiyi, Kürt halkına yönelik sürdürülen savaşın askeri olmayı reddeden retçileri bir araya getirdi. Platform aynı zamanda farklı ideolojik görüşe sahip kişilerin, mesela sosyalistlerin ve anarşistlerin de bir arada çalışabilme zeminini yarattı. Vicdani ret zorunlu askerliği reddetmek iken, savaşı, ölmeyi ve öldürmeyi reddetmekken yani yaşamı savunmaya yönelik bir politik duruşken, burada kişinin kimliğinin ne olduğu önemli değildir. Ortak bir payda vardı, bu savaş karşıtı bir duruştu ve vicdani ret savaşın sonlanmasında en etkili adım olarak görülüyordu. Bu noktada da kendini farklı kimliklerde tanımlayan kişilerin vicdani ret açıklaması, hareketin toplumsallaşmasında oldukça önemliydi. Bu son 4-5 yıldır böyle, ancak umuyorum ki Vicdani Ret Derneği ile birlikte bu toplumsallaşma giderek daha da büyür, yaygınlaşır ve vicdani retlerimiz görmezden gelinemeyecek bir reddedişe dönüşür.
Ali Fikri Işık: Sevgili Tayfun Gönül’ün mücadelesi gerçekten ilham vericiydi. Deyim yerindeyse onun mücadelesi zihnimize bir tür cesaret aşısı yaptı. Tabi ki bu, geleneğin başlangıcına büyük bir katkıdır. Karşınızda müthiş organize militer bir güç var. Türkiye bu militer yapısıyla hayatı bloke etmiş, yasa tanımamış, darbe yapmış, saldırmış… Ancak siz bu orduya karşı vicdanınızla karşı geliyorsunuz. Bu vicdan tek bir kişide yok ki! Müslümanında da var, anarşistinde de var, sosyalistinde de var. Mesele birleştirici bir duyarlılık meselesi. Kürtler açısından söyleyeyim, çünkü ben bir Kürdüm. Öncelikle zorunlu askerlik Kürtler için iki kere zulümdür. Toplumsal hayatımızda şiddetin yavaş yavaş en belirleyici rol aracı olmaktan çıkmasıyla birlikte bu vicdanı zorunlu olan reddetmek, siyasal kültürümüzün çok önemli bir unsuru haline gelecek.
Davut Erkan: Barış İçin Vicdani Ret Platformu’nun önemi birleştirici olmasıydı. Farklı görüşlere sahip olan insanlar, platformla birlikte birbirlerine de sahip çıktılar. Müslüman vicdani retçi bir arkadaşımız vicdani ret konusunda yaşadığı baskı karşısında Müslümanlar tarafından dışlanırken, onun yanında anarşistler ya da sosyalistler vardı. Yani farklı da olsa aynı temeldeki mağduriyetler üzerinden oluşan dayanışma, bu ortaklaşmayı da sağlamış oldu. Vicdani Ret Derneği olarak da bu anlayışı sürdürmeye devam edeceğiz.
Meydan: Vicdani Ret Derneği nasıl kuruldu, ne amaçlıyor, çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Oğuz Sönmez: Vicdani Ret Derneği, diğer arkadaşlarımın da ifade ettiği gibi farklı görüşteki vicdani retçileri ya da kendini vicdani retçi olarak tanımlayan herkesi kapsayan, vicdani retçilerin sorunlarına sahip çıkan ve vicdani reddin bir insan hakkı olarak tanınmasına yönelik mücadele etmek amacıyla kurulmuştur. Ancak vicdani ret zorunlu askerlik sistemiyle bire bir ilişkilidir. Derneğimiz aynı zamanda zorunlu askerlik sisteminin kendisini ele alan, sorgulayan, askerliğin dayattığı her tür baskıyı, işkenceyi hatta son zamanlarda daha sık duymaya başladığımız şüpheli asker ölümleri gibi konuları da kendisine dert edinerek çalışmalarını sürdürecektir. Bunlar dışında içinde yaşamakta olduğumuz savaş, çevremizdeki savaş tehlikeleri, savaşın bütün unsurlarıyla birlikte yani silahlanma, silahların üretilmesi, satışı gibi konular da derneğimizin uğraş alanlarında olacaktır. Tüm bunlarla beraber Vicdani Ret Derneği savaşın olmadığı bir dünyanın ancak barışçıl bir yaşamla anlamlı olacağını, bu barışçıl yaşamın da militarizmin karşısında, militarist kültür ve yapılanmalar dışında mümkün hale gelebileceğini savunmaktadır. Amaçlarımızda da belirttiğimiz gibi eylemlerimiz sivil itaatsizlik çerçevesinde, iç yapılanmamız ise anti hiyerarşik ve konsensüse dayalı olacaktır, bunları tüzüğümüzde de açıkça belirttik.
Merve Arkun: Ali Fikri’nin tutuklandığı süreçte yeterince organize olamayışımız, yeterince örgütlü bir tepki gösteremeyişimiz, mahkemeler sürecini de yeterince sahiplenemeyişimizle birlikte uzun zamandır aklımızda olan dernek fikri, kendini zorunlu olarak hissettirdi. Özellikle de hukuki süreçlerde bu tarz yapılanmalar, hukuki destek ve dayanışmayı yükseltmek anlamında oldukça önemli.
Ali Fikri Işık: Mesela 12 Haziran günü benim davam var. Vicdani ret bu yasaların bana tanıdığı bir yasallık ben de bu derneğin kurucularından biriyim ve ben mahkeme heyetine bu yasallığın altını ısrarla çizeceğim. O zaman ya benim yasallığımı kabullenecekler ya da bu kez ben “sizi tanımıyorum” diyeceğim.
Meydan: Kışlalarda şüpheli intiharların, psikolojik travmalar yaşayanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Ayrıca Türkiye’de bir milyona yakın asker kaçağı var. Dernek bu konuda ne gibi çalışmalar yapmayı düşünüyor?
Oğuz Sönmez: Düşünsenize 3 ayda 20 er intihar ediyor. Şüpheli asker ölümleri artık herkesin duyduğu ve olayın vahametine artık herkesin inandığı bir mesele. “Savaşta bu kadar insan ölmedi ama intihar eden asker sayısı çok daha fazla”. Birçok defa bu şekilde ifadelerle karşılaştık. Zorunlu askerlik sistemi içine aldığı insanları yok ediyor. Yani yıllardır militarizm öldürür diyoruz, ama görüyorsunuz gerçekten öldürüyor. Yalnızca asker de değil, korkunç derecede astsubay intiharı var. Astsubaylar Derneği Başkanı bir açıklama yaptı, bu konuda tepki de aldı; “askerler öldüğünde neredeydiniz” şeklinde. Bir teğmenin, bir askerin eline pimi çekilmiş el bombasını vermesi sonucu 4 askerin ölümüne yol açması, yasak olmasına rağmen subayların mayın döşeyip kendi askerlerini öldürmeleri… Bu gibi örnekler var. Yine bir yüzbaşının askeri eğitim adı altında askerin kafasına elma koyup nişan almasının görüntüleri medyaya yansıdı. Yani insanlar evlatlarını yetiştirip 20 yaşında askere gönderiyorlar ve acaba gelebilecek mi diye endişeleniyorlar. Tabi ki bizim de bu konuyu dillendirmemiz, toplumda bu duyarlılığı arttırmamız şart.
Merve Arkun: Kışlalar ölme ve öldürme üzerine kurulu yapılanmalardır. Oradaki askerlere de bu dikte edildiğinden, gelen her ölüm haberi oranın “normalliğini” gösteriyor bizlere. Ortada “bir savaş yokken” bile, barış halinde de insanların intihar etmeleri aslında bu yapılanmaların ne kadar kirli ve tehlikeli olduğunun kanıtı. Kaldı ki bu ölümlere kaza ya da er Sevag Şahin Balıkçı cinayetinde gördüğümüz gibi şakalaşma sonucu dense de, devlet bu ölümleri araştırıp sorgulamaktansa, katillerine ödül gibi cezalar veriyor. Cezalandırma tabi ki kesin bir çözüm değil, giden geri gelmeyecek ama önemli olan bu durumu deşifre ederek toplumda bu farkındalığı yaratmak. Zaten Vicdani Ret Derneği kurulduğundan bu yana askerliği devam eden insanlar bir şekilde bize ulaşıp yaşadıkları baskılardan bahsederek vicdani ret açıklamak istediklerini belirtiyorlar. Derneğimiz askerlikteki hak ihlallerine karşı da gerekli çalışmaları yapacaktır.
Davut Erkan: Türkiye’deki asker kaçakları sivil ölüm denilen şeyi yaşıyorlar, yani süresiz bir kaçak hayatı. Sivil hayatın içine hiçbir şekilde dâhil olamıyorlar yani bir anlamda öldürülüyorlar. Dernek aynı zamanda bu insanların kendilerini meşru bir şekilde açığa çıkarmada bir alan olacaktır. Dernekle birlikte bu insanlar “vicdani ret bir haktır” diyerek, yaşadıkları sivil ölümü sonlandıracaklar.
Ali Fikri Işık: Askere alma yasası, bir heyet tarafından sizin askerliğe elverişli olup olmadığınızın saptanmasını zorunlu kılıyor ki bunların hiçbiri o yasaların emrettiği şekilde yapılmıyor. Hatta çoğu insan değil heyet yüzü, doktor yüzü bile görmeden eline silah verilerek askere alınıyor. Askeri hastaneler ise tam bir rezalet. Psikiyatri servislerinde insanlar maç kuyruklarındaki bekliyorlar ve neredeyse bir kişiye bir dakika bile düşmeden geri gönderiliyorlar. Ben bunları bizzat kendim yaşadım. Yani TSK kendi uygulamalarında hiçbir yasa tanımadan tamamen keyfice ve usulsüzce davranıyor. Aynı zamanda TSK içinde ırkçılık, ayrımcılık gibi durumlar ciddi şekilde yaşanmakta ve bu durumlar da intiharlara sebebiyet verebiliyor.
Meydan: Coğrafyamızda özellikle devletin Kürt halkına yönelik yıllardır sürdürdüğü bir savaşın barış süreci olarak adlandırıldığı bir dönemdeyiz. Vicdani Ret Derneği olarak barış sürecine ilişkin neler düşünüyorsunuz?
Oğuz Sönmez: Derneğimiz elbette savaşın sonlandırılmasını istemektedir. Ancak gizli kapaklı, odalarda gizli toplantılarla, uzmanların bir takım numaralarıyla yürüyen bir barış süreci olmaz. Bu süreçte, ilgili tüm kesimlerin yani bu savaştan mağdur olmuş, acısını çekmiş insanların bizzat yer alması gerekir. Hükümet ise süreci gizli kapaklı geçiştirerek adeta bir mühendislik çalışması gibi kotarmaya çalışıyor. Halk içinse açıklık son derece önemli, bu yüzden sorunların ortaya konması, görünür hale getirilmesi, çözülmesi yönündeki çabaların belirginleşmesi gerekiyor.
Ali Fikri Işık: Bu savaş her şeyden önce son derece vicdansız bir savaştı. Koca bir halkın tüm demokratik hakları, terörizm etiketiyle şeytanlaştırıldı. Sonuç; 50 bin insanın ölümü. 17 bin insan faili meçhul olarak öldürüldü, 5 bin köy yakıldı, 4 milyon insan yerinden yurdundan edildi. Her vicdani retçi savaş karşıtıdır ve savaş karşıtlığını sürdürmelidir. Vicdani reddin bir anlamı da bütün toplumsal ilişkilerimizden şiddeti dışlamaktır. Yaşadığımız savaş için artık ödenecek bir bedel yoktur, kalmamıştır, yetmiştir.
Davut Erkan: Vicdani retçilerin mücadelesi bir taraftan savaşı bitirme mücadelesiydi. Türkiye’ye ya da dünyaya baktığımızda vicdani ret savaşa karşı bir duruş olarak sergilenmiştir. Vicdani ret metinlerinin çoğu, yaşadığımız savaşın sonlanmasına değinmiştir. Silahlı savaşın bitiyor olması tabi ki vicdani retçilerin olumlayacağı bir şeydir. Ancak bu bir son değildir, silahlı savaş bitiyor olsa da vicdani ret mücadelesi devam edecektir. Çünkü vicdani ret mücadelesi aynı zamanda militarizme karşı bir mücadeledir. Silahsız savaş, toplum üzerinde militarizmin tüm aygıtlarıyla yürütülmeye devam ediyor. Okullarda, sokaklarda her yerde militarizmin savaşı sürüyor. Bu silahsız savaşa karşı da vicdani ret bir duruş olarak kendini ortaya koymaktadır.
Dernekle iletişim kurmak için;
Adres: Vicdani Ret Derneği / Hüseyin Ağa Mah. İstiklal Cad. Tokatlıyan Han. No:76 Kat:4 Daire:28 Beyoğlu/İstanbul
E-mail: vrdernegi@gmail.com
Facebook: https://www.facebook.com/VicdaniRetDernegi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.

Monday, August 12, 2013

GÖRÜNÜŞÜN ALTINDA

Emma Goldman, 1923
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.
"Emma Goldman'ın Hayatı"
İki haftadan beridir dinlemekte olduğum dehşetli hikaye, adeta bir fırtına gibi üstüme çöktü. Hayatım boyunca inandığım, çok istediğim ve başkalarının faydası için uğraştığım devrim bu muydu; yoksa onun bir karikatürü müydü --benimle alay etmeye ve dalga geçmeye gelen çirkin bir canavar mı? Altı ay boyunca karşılaştığım Komünistler --fedakar, çalışkan ve yüce ideallerle doluu o erkek ve kadınlar-- suçlandıkları gibi ihanet edebilecek ve dehşetli şeyleri yapabilecek nitelikte kişiler mi? Zinoviev, Radek, Zorin, Ravitch ve tanıştığım pekçok diğerleri --ülküsel bir yalan uğruna, lekeleyip, eziyet edip, öldürebilirler mi? Ama, öyleyse --Rusya'da idam cezasının kaldırıldığını baana söyleyen Zorin değil miydi? Ve yine varışımın hemen ertesinde, yeni kararnamenin yürürlüğe girdiğinin gecesinde yüzlerce insanın kurşuna dizildiğini, yani işin doğrusu Çeka'nın kurşuna dizmelerin hiç sonlanmadığını öğrendim.
Yani, arkadaşlarım Çeka'nın yaptığı işkencelerden bahsederlerken abartmıyorlarmış, diğer kaynaklardan da öğrendim. Petrograd hapishanelerindeki dehşetli koşullar hakkındaki şikayetler o kadar fazlalaşmıştı ki, Moskova durumdan haberdar edilmişti. Bir Çeka müfettişi soruşturma için geldi. Konuşmaktan korkan mahkumlara dokunulmazlık sözü verilmişti. Ancak müfettişin gitmesinin üzerinden çok geçmemişti ki, Çeka'nın yaptığı vahşetten sözünü hiç sakınmadan bahseden genç bir mahkum hücresinden dışarı çıkarıldı ve acımaszıca dövüldü.
Peki Zorin neden yalanlara başvurdu? Benim uzun süre karanlıkta kalmayacağımı şüphesiz ki biliyordu. Ve sonra, Lenin aynı yöntemlerin suçlusu değil miydi? "Hapishanelerimizde düşünce anarşistleri yok" diye bana güvence vermişti. Ama o bunları söylerken, çok sayıda Anarşist Moskova ve Petrograd ve diğer pekçok Rus şehrindeki hapishanelere doldurulmuştu. Mayıs 1920'de çok sayıda [anarşist] Petrograd'da tutuklandı; aralarında birisi 17 diğeri 19 yaşında olan iki genç kız da vardı. Mahkumlardan hiçbirisi karşı-devrimci hareketlerden suçlanmadı: onlar (Lenin'in tabiriyle) "Düşünce anarşisti"ydiler. Pekçoğu Sosyalist Cumhuriyet'in fabrikalarındaki dehşetli koşullara dikkat çeken 1 Mayıs manifestosunu yayınlayanlardandı. Henüz yürürlüğe girmiş olan "emek defteri"ne [ing. labour book] karşı el bildirileri dağıtan iki genç kız tutuklanmıştı.
Emek defteri, Bolşevikler tarafından en büyük Komünist başarılardan birisi olarak ilan edildi. Bu eşitliği sağlayacak ve asalaklığı ortadan kaldırılacaktı, öyle iddia ediliyordu. Aslında emek defteri, Çarlık rejiminde fahişelere verilen sarı kağıt benzeri bir şeydi. Bir kimsenin attığı her adım kaydediliyordu, ve o olmadan da bir adım bile atılamıyordu. Sahibini işine, yaşadığı şehre, oturduğu odaya bağlı kılıyordu. Bir kimsenin siyasi inancını ve partiye bağlılığını, ve kaç defa tutuklandığını [üstüne] kaydedilmişti. Kısacası, bir sarı kağıt. Bazı Komünistler bile bu aşağılayıcı keşfe içerlemişlerdi. Bunu protesto eden anarşistler Çeka tarafından tutuklandılar. Konuyla ilgili olarak bazı önde gelen Komünistlere başvurulunca, Lenin'in "Düşünce anarşistleri hapishanelerimizde" lafını tekrarlayıp duruyorlardı.
Komünistlerden nur yağıyordu. Hepsi amacın araçları mübah kıldığına inanıyor gözüküyordu. Radek'in Üçüncü Enternasyonal'in ilk yıldönümünde, dinleyicilerine "Komünizmin Amerika'daki olağanüstü yayılışından" bahsettiği bildiriyi hatırlıyorum. "Amerikan hapishanelerinde elli bin Komünist var" diye hiddetle bağırıyordu. "Hepsi Komünist olan, onsekizindeki genç kız Molly Stimer ve erkek arkadaşları, Komünist faaliyetleri yüzünden Amerika'dan sınırdışı edildiler". O zamanlar Radek'in yanlış bilgilendirmiş olduğunu düşünmüştüm. Ancak yine de bu gibi ifadeleri kullanmadan önce gerçeklerden emin olmaya uğraşmaması bana garip gelmişti. Sahtekardılar, ve Molly Stimer ile Anarşist yoldaşlarına karşı yapılan bu hakaret, onların Amerikan plütokrasisinin ellerinden çektikleri adaletsizliğin üstüne eklendi.
Geçtiğimiz aylar boyunca Komünist psikolojiyle olduğu kadar Bolşeviklerin kuram ve yöntemleriyle de bir nebze aşina olacak kadar şey gördüm ve işittim. Makhnoya karşı olan ikiyüzlü tavırları, Çeka'nın uyguladığı vahşetler ve Zorin'in yalanları hakkındaki hikayeler artık şaşırtmıyordu beni. Komünistlerin, Cizvit formülü olan amaca giden her yol mübahtır formülüne örtük bir şekilde inandıklarının farkına vardım. Aslında, bu formülü yüceltiyorlar. Yeni bir toplumsal düzenin temelleri olarak ileri sürülen insan yaşamının değerine, karakterin niteliğine, devrimci bütünlüğün önemine dair herhangi bir öneri; devrimci proje içinde hiçbir yeri olmayan "burjuvazi duygusallığı" olarak reddediliyordu. Bolşevikler açısından amaç Komünist bir Devlet idi, veya sözde Proletarya Diktatörlüğü. Bu amaca doğru giden herşey haklı ve devrimciydi. Bu nedenle Leninler, Radeksler ve Zorinler oldukça tutarlıydılar. İmanlarının yıkılmazlığını inanarak, kendilerini tamamıyla buna adayarak, aynı anda hem kahramanca hem de alçakça davranabiliyorlardı. Sadece ringa balığı ve çayla günde yirmi saat çalışabiliyor, ve masum erkek ve kadınların boğazlanması emredebiliyorlardı. Zaman zaman ise cinayetlerini bir "yanlış anlama"ymışçasına davranarak gizlemeyi amaçlıyorlardı; nihayetinde amaçlar araçlı haklı kılmıyor muydu? İşkence yapabiliyor ve sonra da soruşturmaları engelleyebiliyorlardı; yalan söyleyebiliyor ve iftira atabiliyorlardı, ve yine de kendilerini idealist olarak niteliyorlardı.Kısacası, devrimci bakış açısından herşeyin yasal ve doğru olduğuna; diğer herhangi bir politikanın zayıf, duygusal veya Devrim'e ihanet [etmek demek] olduğuna kendilerini ve diğer herkesi inandırabiliyorlardı.
Bir vesileyle, burjuvazi kökenli olsalar bile nihayetinde birer insan oldukları ve fiziki sağlıklarının dikkate alınması konusunda ısrar ederek, narin kadınların sokaklardaki karı küreklemeye zorlanmasındaki merhametsizliği eleştirdiğimde, bir Komünist bana şunları söylemişti: "Kendinizden utanmalısınız, siz ki yaşlı bir devrimcisiniz ve yine de hala çok duygusalsınız". Bu bazı Komünistlerin Angelica Balabanov'a karşı takındıkları tutumun aynısı, çünkü o mümkün olan her yerde yardımcı olmaya istekli ve hevesliydi. Kısacası, Bolşevikler bir tek kendilerinin dünyayı kurtarmakla görevlendirildiklerine samimiyetle inanan toplumsal püritenlerdiler [püriten: ahlaki ve dini konularda sofu olan]. Bolşeviklerle aramdaki ilişkiler giderek gerginleşti, Devrime karşı olan yaklaşımımın giderek daha eleştirel olduğunu fark ettim.
Bir şey giderek belirgin bir hale geliyordu benim için: kendimi Sovyet Hükümeti'nin bir parçası [üyesi] olarak göremiyordum; kendimi Komünist makinanın denetimi altına sokacak hiçbir görevi kabul edemezdim. Eğitim Komiserliği bu makinanın o kadar hakimiyeti altındaydı ki, ondan rutin işlerden daha başka bir şey beklemek umutsuzcaydı. Gerçekte, birisi Komünist olmadıkça, hiçbir şeyin üstesinden gelemez. Yüksek bir mevkide bulunan Komünistler arasında en iyi yetişmiş ve en az dogmatik olarak gördüğüm Lunacharsky'e katılmakta oldukça hevesliydim. Ancak Lunacharsky'nin kendisinin de makinanın içindeki çaresiz bir dişli çarkı olduğunu fark ettim; çabaları devamlı surette kırpıldı ve sınırlandırıldı. Okulların yönetiminde ve çocuklara karşı davranışlarda devam etmekte olan rüşvetçilik ve kayırmacılık sistemi hakkında da bayağı bir şey öğrendim. Bazı okullar harika koşullara sahipti; çocuklar iyi besleniyor ve iyi giydiriliyor, konserlerden, tiyatrolardan, danslardan ve diğer eğlencelerden faydalınıyorlardı. Ancak okul çocuklarının çoğunun evleri sefil, kirli ve bakımsızdı. "Tercih edilen" okullardan sorumlu olanlar değişiklikler için gerekli olanları bulmakta pek az sorunla karşılaşıyorlardı; sıkça da fazlasını elde ediyorlardı. Ancak sıradan okulların yöneticileri bir hafta boyunca bir resmi daireden diğerine giderek zamanlarını ve enerjilerini harcıyorlar, en asgari gereksinimleri dahi elde edebilmek için bitip tükenmeyen beklemeler yüzünden cesaretleri kırılıyor ve yılgınlığa kapılıyorlardı.
İlk önceleri işlerin bu halini gıda ve malzemenin kıtlığına bağlıyordum. Ambargo ve müdehalelerin bundan sorumlu olduğunun söylendiğini fazlasıyla duydum. Bu büyük ölçüde doğruydu. Rusya bu kadar kıtlık içinde olmasaydı, kötü yönetim ve rüşvet bu kadar ölümcül sonuçlar yaratmayacaktı. Ancak yaygın kıtlığın Komünist propagandanın hakim bir sanısı olduğu da eklenmeli. Hatta çocuklar bile bu amaç için kullanılıyorlardı. İyi bakılan okullar, Rusya'yı ziyaret eden yabancı misyonlara ve delegasyonlara şov yapmak içindi. Bu okullardaki herşey, diğer okulların paylarından kesilerek bollaştırılmıştı.
Mayıs'taki Petrograd Pravda'sında yayınlanan, okullardaki korkunç koşulları ifşa eden bir makalenin Petrograd'daki herkesi nasıl yerinden sıçrattığını hatırlıyorum. Genç Komünist örgütler komitesi bu kurumların bazılarını denetlemişti. Çocukların kirli, bit dolu pis çarşaflar üzerinde uyuduklarını, sefil gıdalarla beslendiklerini, gece boyunca karanlık odalara kilitlenerek cezalandırıldıklarını, akşam yemeği yemeden uykuya yollandıkları ve hatta dövüldükleri ortaya çıkmıştı. Okullardaki görevli ve çalışan sayısı da oldukça fahişti. Örneğin bir okulda 125 çocuğa karşı 138 [çalışan] vardı. Bir başkasında ise 25 çocuğa karşı 40 [çalışan]. Bu asalakların hepsi, talihsiz çocukların ağızlarındaki ekmekten besleniyorlardı.
Zorins, hep bana Petrograd Eğitim Dairesi sorumlusu olan bir kadından, Lillina'dan bahsediyordu. Onun işine bağlı ve yetenekli, harika bir işçi olduğu söyleniyordu. Pekçok defa onun konuşmalarını dinlemiştim, ancak etkilenmemiştim: fazlasıyla resmi ve kendini beğenmiş, tipik bir püriten okul bir müdiresine benziyordu. Ancak onunla konuşana kadar bir görüş oluşturmayacaktım. Okul ifşaatlarının yayınlanması üzerine Lillina'yı görmeye karar verdim. Soruşturulan okullar hakkında, eğitimin genel sorunları, özürlü çocukların sorunları ve eğitimleri hakkında bir saate yakın konuştuk. "Genç yoldaşların kusurları abarttıklarını" söyleyerek okullardaki suistimalleri hafife aldı. Zaten suçluların okullardan uzaklaştırıldıklarını da ekledi.
Diğer sorumlu pekçok Komünist gibi, Lillina da kendisini işine adamıştı, tüm zamanını ve enerjisini buna ayırıyordu. Tabiatiyle, herşeyi kişisel olarak kendisi yönetemezdi; ona göre şov [yapmak için ayırılan] okullar en önemlileriydiler, zamanının çoğunu onlara ayırıyordu. Diğer okullar ise, işe uygunlukları büyük ölçüde siyasi faydalarına göre değerlendirilen çok sayıdaki asistanına bırakılmıştı. Bu sohbet, Bolşevik Eğitim Heyetinin çalışmasının bir parçası olamayacağım yönündeki inancımı kuvvetlendirdi.
Sağlık Heyeti gerçek hizmet --şov hastahaneleri yararına veya hastanın siyasi görüşlerine göre ayrımcılık yapmayacak bir hizmet-- anlamında pek az fırsat sunuyordu. Bu ayrımcılık ilkesi, ne yazık ki hasta odalarında bile hüküm sürüyordu. Tüm diğer Komünist kurumlar gibi, Sağlık Heyeti de siyasi bir komiserin, Doktor Pervukhin'in başkanlığı altındaydı. Benim yardımımı sağlamak için oldukça istekliydi; bana bir fabrikanın, dispanserin veya ilçe kreşininin sorumlusu olmamı öneriyordu --oldukça gururlandırıcı, cazip ve benim oldukça beğendiğim bir teklif. Doktor Pervukhin ile defalarca konuştum, ancak pratik bir sonuç ortaya çıkmadı.
Onun dairesini her ziyaret ettiğimde erkekli kadınlı grupların bekleştiğini, bitmezcesine beklediklerini gördüm. Bunlar, çeşitli tıbbi branşlarda çalışan aydın --hiçbirisi komünist değildi-- doktor ve hemşirelerdiler, ancak zamanları ve enerjileri siyasi Komiser Doktor Pervukhin'in bekleme odasında ziyan oluyordu. Bir zamanlar Rusya'nın çiçekleri olan bu erkek ve kadınlar oldukça hüzünlü, keyifsiz ve kederliydiler. Siyasi boyunduruğu kabullenerek, bu trajik gidişata katılmalı mıydım? Boyunduruğun devrimci sürecin bir zorunluluğu olduğundan emin oluncaya kadar değil en azından. Öncelikle partizan karakterde olmayan, Rusya'nın koşullarını inceleyebileceğim ve halkla, işçilerle ve köylülerle doğrudan ilişkiye geçebileceğim bir iş bulmam gerektiğini hissediyordum. Ancak böylece içine düştüğüm zihinsel keder ve şüphe kaosunun içinden bir çıkış yolu bulabilirdim.
Çeviri: Anarşist Bakış

Kaynak: "Beneath the Surface", Rusya'daki Hayal Kırıklığım içinde, Kısım 12 (1923).

Thursday, August 8, 2013

Anton Corbijn


Голландский фотограф Антон Корбайн вот уже на протяжении тридцати пяти лет снимает культового американского музыканта Тома Уэйтса.