Saturday, August 3, 2013

“Duvara Çarpmadan Kim Olduğunu Bilemezsin”


Etgar Keret adını ilk kez Fırat’tan duymuştum. Bu sayfalarda Şişe öyküsünü paylaşmıştı. İlgimi çekmişti ama kitabını aldıracak kadar değil. Aylar sonra bir masa üzerinde terk edilmeye bırakılmış gibi duran ve günlerce dokunulmamış Gazze Blues’u görmüştüm. Okuduktan sonra getirmek vaadiyle alıp, tek seferde okuyup bir daha da geri götürmemiştim kitabı.
Etgar Keret bir okuyucu olarak çok farklı şeyler sunmuştu bana. Yazdıkları benim için daha önce hiç açılmamış bir pencere gibiydi. Basit cümlelerle öyle değişik evrenler yaratıyordu ki okurken ufkum açılıyordu. Zaten “yazmak” hem etken hem de edilgen bir eylem olduğu için Etgar’ın yazdıkları neyi nasıl anlatmam gerektiği konusunda da ciddi fikirler vermişti bana.
İnsanın çok sevdiği bir yazar hiç görmediği ama özel bir bağ kurduğu dostu haline gelebiliyor. Onun için Etgar Keret’le söyleşi yapacak olmak benim için çok önemliydi. Bana O’nun ismini ilk duyuran kişi olarak bu söyleşiyi Fırat’la gerçekleştirecek olmamız da önemliydi. Fakat hasta olduğu için gelemedi (İlginç şeyler öğrenmemize neden olan sorularını sordum tabii ki.) Bu durum benim üzerimdeki gerginliği arttırsa da Etgar Keret’le konuşmaya başlayınca o gerginlikten eser kalmadı.
Çok sıcakkanlı ve sevecen birisi Etgar Keret. Aynı şehirde otursanız sürekli ziyaretine gitmek, yolda görseniz çevirip çay-kahve ikram etmek isteyeceğiniz türden birisi. O halini görünce yazdıklarını daha da benimsiyorsunuz. Yazarın içinizdeki yeri daha da korunaklı ve özel bir hale geliyor.
Masaya oturduğumuzda bir metre bile yoktu aramızda. Kolumu uzattığımda dokunabileceğim mesafedeydi. Bana inanılmaz geldi bu durum. En sevdiğim yazarlardan birisiyle yan yanaydım. Rüyamda görsem gerçekleşmeyeceğini bildiğim için üzüleceğim bir durumdu bu. Ama kanlı canlı yanımdaydı adam. Bakıyor, gülümsüyor, İngilizce bilmediğimi söylememe rağmen bir şeyler anlatıyordu.
Yazar olarak hayatınızı kazanmadan önce neler yapardınız?
İnşaatta ve bir plak dükkanında çalışırdım üniversiteye giderken. Matematik ve Felsefe okudum. Boş zamanlarımda da inşaatlarda evlerin dış cephelerini mermerlerle kapladığım bir işim vardı.
Yazım maceranızın nasıl başladığını merak ediyorum.
Zorunlu askerliğim sırasında yazı yazmaya başladım. Ondan önce yazıyı hiç düşünmemiştim ve bir şey yapmaya çalışmamıştım. Lisede fen okumuştum, mühendis olmam gerekiyordu, bunu planlamıştım. Ama askerde bir gün Borular öyküsünü yazmaya başladım. Yazdığım ilk şey buydu, garip bir tecrübeydi benim için. Çünkü yazmaya başladığımda bile bunların basılıp kitap haline getirilebilecek şeyler olduğunu düşünmemiştim. Bu bağlantıyı yapmam epey zaman aldı.
Nasıl bir gençlik geçirdiniz? İçe kapanık mıydınız yoksa dışa dönük müydünüz?
Daha çok yanlış anlaşılan ve dışa dönük bir tiptim. Hayatımın çoğunluğu boyunca çok konuştum ama insanlar genelde neden bahsettiğimi pek anlamadılar.
Hayalgücünüzün kaynağını merak ediyorum. Sizin dünyanızda her an her şey olabiliyor. Belli bir kalıba sığmıyor yazdıklarınız. Nedir bunun sebebi? Çocukken çok mu hayalperesttiniz mesela?
Hayatım boyunca soyut şeylerle sorun yaşadım. Anlamlandıramadıklarımı açıklayabileceğim, anlatabileceğim şeylere dönüştürmek adına bir şeyler uydurma zorunluluğu hissederdim. Katzenstein adlı öyküm bunun için güzel bir örnektir. Askerliğim sırasında bir gün otostop yapmaya çalışırken otobüs durağında bekliyordum ve yirmili yaşlarda çok güzel bir kadınla yetmişli yaşlarda bir adamın yan yana oturduğunu gördüm. Rusça konuştukları için dediklerini anlayamıyordum. Tek anladığım şey, adamın arada bir “katzenstein” dediğiydi. Kız da adamın bu söylediği karşısında pek mutlu görünmüyordu. İlk başta “katzenstein” sadece cümlelerin arasından seçilirken sonra adam sürekli “katzenstein katzenstein katzenstein” demeye başladı. Kız da ona tokat atıp yürüyüp gitti. Böyle bir şey olduğu zaman hiçbir şey anlamadığım için öyle geriliyorum ki bir şey uydurup dünyayı tekrar anlaşılır kılmak zorunda hissediyorum kendimi. Çocukluğumdan beri böyleydim. Anlamadığım bir şey gördüğümde illa ki bir öykü yazardım.
Kneller’in Mutlu Kampı’nı ne zaman yazdınız?
1996 – 97 arasında yazdım. Askerden yeni gelmiştim. Yazarken o dönemle ilgili değil, o dönemki hayat tecrübemle -yirmi, yirmi bir yaşlarındaki- ilgili düşünerek yazdım. Şu hisse dair: Yirmi bir yaşındasın ve görebileceğin her şeyi gördün. En yakın arkadaşının intihar ettiğini gördün, birilerinin öldüğünü gördün, bütün uyuşturucuları denedin, yapılacak her şeyi yaptın ve hayatın sana sunabileceği başka bir şey olmadığını hissediyorsun. O hisse dair. Sanki bir elektrik fişi var ve akım o kadar yüksek ki kısa devre yapıyor. O hissi düşünerek yazdım. Benim açımdan öyle bir dönemden sonra hayata nasıl yeniden bağlandığıma dair bir öykü aslında. Tekrar nasıl geri döndüğümle ilgili.
Bu yazı yazma ihtiyacı nereden geliyor?

Hayattaki en büyük sorunum şimdiki zaman içinde varolabilmek. Hiçbir zaman anın içinde olamıyorum. Şimdi bile otururken “Karım nerede? Beni buldu mu? Nereye gitti bu kadar saattir? Temsilcim buraya nasıl gelecek?” gibi sorular geçiyor kafamdan. Hep böyleyim. Yaptığım en büyük keşif de yazı yazarken tamamen anın içinde olabildiğimdir. Yazarken bana bir başkası soru bile sorsa cevap veremem. O denli içine girmiş olurum anın. Eğer korkmuş, tahrik olmuş, üzülmüş birisinden bahsediyorsam öykümde tamamen onu yaşarım, o hissin içinde olurum. Anı yaşadığım dört tane şey var hayatımda: Yazı yazmak, ot içmek, çocuğumla oynamak ve sevişmek. Ot içmek elbette yazı yazmak kadar derin veya güçlü bir şey değil ama ana tutunmak, o anın içinde olmak anlamında benzerlikleri var.
Gerek tam olarak, gerekse kıyısından köşesinden askerlikten bahsettiğiniz öyküleriniz var. Askeriyenin, asker olmanın sizin için anlamı ve önemi nedir?
İsrail’de zorunlu askerlik üç sene vezorunlu. Hoşuma gittiğini söyleyemem. Muhtemelen hayatımın en karanlık dönemiydi. Ama beni bugün olduğum insan yapmış olabilir. Yani askere gitmemiş olsaydım muhtemelen yazı yazıyor olmazdım. Bir ablam ve abim var, üç kardeşiz biz. Üçümüz de askere gittik ve bambaşka kişiler olarak geri döndük. Kız kardeşim askerdeyken silah operatörüydü ve aynı zamanda askerde olan nişanlısını Birinci Lübnan Savaşı’nda kaybetti ve bunun ardından bir sorgulama dönemi geçirerek askerden sonra ortodoks olmaya karar verdi. Şu anda kırk sekiz yaşında. On bir çocuğu ve beş torunu var. Abim de askerdeyken Suriye’de bir savaş uçağını havaya uçurarak iki pilotu öldürdü. Bu olaydan yirmi altı yıl sonra oldukça radikal bir barış aktivisti ve antisiyonist.. Belki askere gitmeseydik üçümüz beraber bir mühendislik şirketi kurardık. Hayatında bazı anlar vardır; duvara çarpmadan kim olduğunu bilemezsin. Belli engeller vardır, onlarla karşılaşmadan kim olduğunu bilemezsin ve bence bu da onlardan biriydi. Çatışma olmadan yaşadığın bir dünyada kim olduğunu, ne istediğini, ne yapmak istediğini anlaman mümkün olmayabilir.
Çalışma disiplininiz nasıldır? Bir oturdunuz mu saatlerce yazar mısınız? Yoksa biraz daha esnek misiniz? Yazmanız için belli şartların oluşması gerekir mi? Yazacağınız ortamın sessiz ya da gürültülü olması ne derece önemli?
Bir grup yazarla İtalya’daydım ve otobüsle oradan oraya geziyorduk. Bütün gün benim ne kadar tembel ve disiplinsiz olduğumu konuştuk. Hepsi bana ağzımın payını verdiler.
Hikayeyi kafamda oluşturmadan oturup yazamam ben. Mesela son öykümü beş ay önce yazdım. Önce kafamda gelişmesi gerekiyor. Bu biraz hediye almak gibi. İnsanlara kendinize zorla hediye aldırtamayacağınız gibi ben de oturup zorla hikaye yazamam. Aklıma gelmesi gerek.
Yazarken etrafımda kimsenin olmasını istemem. Uyuyor bile olsa dairemin içinde kimsenin olmasına katlanamam. Ama diğer hiçbir şey – temizmiş, pismiş, şöyleymiş, böyleymiş – umurumda olmaz. Yeter ki tam anlamıyla sessizlik olsun, kimse olmasın etrafımda.
Bir yazar konferansındaydım, iki hafta sonra bir arkadaşım beni ziyaret etti. Bilgisayarımın ve masamın nerede olduğuna bakıp bana dedi ki “Üç penceren var. Birinden ormanı, birinden dağı, birinden bahçeyi görüyorsun ve sen masanı tuvalete bakan yere kurmuşsun!” Ben de ona dedim ki oturup yazdığım zaman zaten burada değilim. Onun için baktığım yerin bir önemi yok.
Yaratıcı yazarlık dersleri verdiğinizi okudum gazetede. Yazar olmak isteyenlere ne gibi tavsiyeleriniz olur? Ne tür şeyler öğütlersiniz?
İnsanlara nasıl yazılacağının öğretilebileceğine inanmıyorum. Ama yazı yazan insanların desteklenebileceğine ve destek mekanizmaları kurmalarını öğrenmelerine yardım edilebileceğine inanıyorum. Vereceğim en önemli tavsiye “kendin gibi yaz” olur. Yani okuru düşünerek değil ya da bir başkasının yaptığını yaparak değil de kendi anlatmak istediğin gibi kendin olarak yaz. Çünkü “kendin olmak” söz konusu olduğunda dünya  şampiyonu sensin zaten.  Senin yapabileceğin en iyi şey kendin gibi yazmak. Eğer beceriye karşı özgünlük ve tutkuyu koyarsak beceri daha sonra gelir diye düşünüyorum. Özgünlük ve tutku her zaman becerinin üstündedir. American Idol gibi programlar var televizyonda. Bob Dylan şarkısı söyleyen birisini görüyorum mesela. Televizyondaki programda şarkı söyleyen insan Bob Dylan’dan çok daha güzel şarkı söylüyor, hiç kimse Bob Dylan kadar kötü şarkı söyleyemez. Ama televizyondaki adamı dinlediğiniz zaman iyi söylüyor olmasına rağmen kulağa iğrenç geliyor. Bunu düşündüğün zaman cevabı çok basit. Bob Dylan şarkıyı söylediği zaman o şarkıyı söylemeyi düşünüyor. Ama American Idol’daki adam iyi söylemeye çabalıyor. Aradaki fark birinin onu ifade ediyor olması, diğerinin de belli bir şablon üzerinden performans gösteriyor olması. Bana göre anlatmaya değeceğini düşündüğün şeyi anlatmalısın. Senin için önemli olan şeyi yazmalısın. Tutkuyla o bağlantıyı kurabilmek önemli. Eğer senin anlatacak bir hikayen varsa stil kendi kendine oluşur zaten. Stil oluşturup sonra hikaye anlatmaya çalışmak zordur. Anlatacak şeyin olmalı ki o kendi kendini bir şekilde anlatsın.
Meduzot’u çok beğendim. Senaryoyu eşinizin yazmış olmasına rağmen öykülerinizdeki tadı alıyordu insan. Seyirciyi mutlu etmek adına filmdeki tüm öyküler mutlu sona bağlanmıyordu. Bu tarafı hoşuma gitti. Hem hüzünlü hem de komikti. Acı tatlı bir tarafı vardı yani. Tıpkı öykülerinizde olduğu gibi sinema diliniz de yalın ve vurucuydu.
Ben ve eşim 13 yıldır beraber yaşıyoruz. Doğalarımız açısından da çok farklı insanlarız. Ama birisiyle bu şekilde beraber yaşadığın zaman onun bazı özellikleri sana da sirayet ediyor. Shira’nın yaptığı şeylerde kendimden bir iz yakaladığımda acaba ben mi ondan etkilendim, yoksa o mu benden, pek emin olamıyorum. Çünkü bu kadar sene beraber yaşadıktan sonra dönüştüğüm insanı ne kadarı benim, ne kadarı onun diye parçalara ayıramıyorum. Ama hissettiğim şeyi sorarsan ve yazı olarak değerlendirirsek – ben bir düzyazı yazarıysam Shira şairdir. Ve bir düzyazı yazarı öncesinde ne olduğuyla ve sonrasında ne olacağıyla ilgilenir. Çünkü düzyazı yazdığınız zaman konu önemlidir. Shira ise neredeyse her zaman, % 100, yaşadığı anın içindedir. Öncesinde ne olduğuyla ve sonrasında ne olacağıyla ilgilenmez. Şiirde her şey hissedilen ve algılanan üzerine kuruludur. Anlatılan da genelde budur, öncesinde ve sonrasında şeklinde değil. Bu anlamda Meduzot’un başarılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben onu bir hikaye formatına soktum. Eşim de her bir anın kendi şiiri olması için çabaladı.
Çok sevdiğiniz sinemacılar kimler? İzlemekten bıkmadığınız filmler hangileri?
Terry Gilliam filmleri. Hemen hepsi başarısızdır ama izlemesi heyecan vericidir.
Söyleyince fark ettim: Sizin öykülerinizle onun filmleri arasında yarattığınız evren açısından uzak bir akrabalık kurabiliriz sanırım.
Evet, iyi olmadıkları zaman bile çok çarpıcı olurlar.
Coen Kardeşler’in ilk dönem filmlerini severim. Blood Simple, Miller’s Crossing, Barton Fink. Aki Kaurismaki filmlerini severim. Bu konuda saatlerce konuşabilirim aslında ama bunlar şimdilik yeterli.
Oğlumla Yellow Submarine filmini seksen kez seyretmiş olabilirim. John Cassavetes’in A Woman Under the Influence filmini beş kere seyrettim ama her seyrettikten sonra üç dört yıl kadar kendime gelmem gerekti. İçinde müzik olan Yellow Submarine gibi filmleri günde üç kere izleyebilirim. Kimi filmler sizi doldurur, bittiğinizde tekrar izlersiniz. Kimisini de üst üste izlersiniz.
Sevdiğiniz şarkıcılar kimler? En son hangi konsere gittiniz?
Şarkıcılarda tercih hakkımı öykü anlatanlardan yana kullanırım. Benim için müzik tecrübesi müziği dinlemenin ötesinde hikayeyi de dinlemektir. O yüzden Tom Waits, Elvis Costello, Radiohead, Pixies, Randy Newman gibi sanatçıları dinlerim. Son gittiğim konser Susanne Vega’nındı.
Yazımı en uzun süren öykünüz ve kendi favoriniz hangisi?
Yazımı en süren öyküm Nimrod Çıldırışları’ndaki Öykü Biçiminde Bir Düşünce adlı öyküm oldu. Babamın bana çocukken anlattığı bir öyküydü bu. Benim için hem babamın anlattığı şekilde özünü muhafaza etmek hem de kendi kalemimden yeniden yazmak güç olduğu için uzun sürdü yazımı. Dokuz sene boyunca her dört ayda bir oturup bu öyküyü yazmaya çalışırdım ve hep yarım kalırdı.
Genelde favorin olan öykü senin en sevilen öykün olmayabilir. Sen seversin sadece. En sevdiğim öyküm Borular. Çünkü ilk yazdığım oydu ve sanki yazıyor olmamı ona borçluymuşum gibi hissediyorum. Onun için özel bir yeri var.
Okuduğunuz Türk yazarlar kimlerdir?
Türk edebiyatını o kadar iyi bilmiyorum ama Orhan Pamuk okudum. Ayrıca en sevdiğim filmlerden birisi Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmi.
En sevdiğiniz yazar?
Kafka.
Öykülerinizin tümü kurgu mu yoksa direkt anılarınız da var mı?
Yazdığım hemen her şey tamamen biyografik ve tamamen kişisel, ama belli bir kodlamayla değiştirip dönüştürerek yazıyorum. Kaynaklandığı nokta benim kişisel hayatımdan gelmiş oluyor.
Tom Waits’e özel kitap yazmak ister misiniz?
Yazıya geldiğimde tamamen egosantriğim ve tamamen kendim için yazıyorum. O yüzden hiç kimseye özel kitap yazmam. Ona bir hediye almak ya da pasta yapmak falan isterim ama yazım tamamen bana ait. (Gülüyor.)
Jonathan Safran Foer ile arkadaş olduğunuzu duymuştum. Kendisi çok sevdiğim bir yazardır. Tanıdığınız kadarıyla nasıl birisi Jonathan Safran Foer?
Jonathan bir keresinde bir toplantıda aramızdaki en önemli noktanın ikimizin de oturup yazmaya başladığında ne olacağı hakkında hiçbir fikrinin olmayışı olduğunu söylemişti. Jonathan çok iyi bir yazar ve daha önemlisi çok iyi bir insan. Bu çok önemli çünkü gerçekte hıyarın teki olan çok fazla iyi yazar var dünyada.
Sinema ve edebiyat alanındaki gelecek projeleriniz nelerdir?
Yeni bir kitabım çıktı, Suddenly A Knock On the Door. (Seneye Siren Yayınları’ndan çıkacak.) Şu anda yeni projemin ne olacağını bilmiyorum. Bir novellam var ve bunun üzerinde çalışmayı düşünüyorum.
Roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Yazdığım şeyin asla ne kadar uzun olacağını bilemem. Başladığımda roman olacağını düşündüğüm bir hikaye iki sayfa sonra adama araba çarpması sonucu bitebiliyor. Yani roman yazmayı planlamak yaşlandığımda ölmeyi planlamak gibi bir şey. Benim tekelimde değil, başıma gelirse olacak bir şey.
Kaç yıl daha yazmayı planlıyorsunuz?
Hikayeler geldikçe yazacağım. Kasıtlı gerçekleşen bir şey değil yazı. Onlar geldikçe, hikayeler üredikçe yazmaya devam edeceğim. Yazmazsam ne yaparım ki?
Siren Yayınları’na ve Sanem Sirer’e her şey için teşekkür ederiz. Onlar olmasaydı bu söyleşi de olmazdı.
Pınar İlkiz’e fotoğraf makinesi ve ses kayıt cihazı için kucak dolusu sevgiler, saygılar.
akincetin@tramvayduragi.com