Friday, July 20, 2012

38 öncesi Dêrsim bir sırdır

 ‘Gece Kelebeği’ romanıyla adını duyuran yazar Haydar Karataş’ın ‘On İki Dağın Sırrı’ adlı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıkıyor. Üçlemenin birinci cildi olan kitap, 38 öncesi Dêrsim’e odaklanıyor.
İsviçre’nin Zürih kentinde yaşayan yazar Haydar Karataş’ı Gece Kelebeği romanıyla tanıdık. 1938 sonrasında 5 yaşındaki kızı ile hayata tutunmaya çalışan bir kadının mücadelesi üzerinden dönemi anlatan roman, bir üçlemenin ikinci kitabıydı. Karataş, şimdi de birinci cildiyle okuyucuyla buluşuyor. ‘On İki Dağın Sırrı’ adlı kitap ise, 1938 Dêrsim Soykırımı öncesi döneme odaklanıyor. „Tarif edilmesi zor bir Dêrsim var“ diyor yazar; göç ettirilmiş Ermeniler, yeraltına sığınmış kilise papazları, Kızılbaşlığın başına buyruk halleri, göçebelikten yerleşikliğe geçişin sancıları, aşiretler arası çelişkiler, zapt edilmesi zor Dêrsim’in isyankar hali… Gözleri intikam ve öfke dolu bir erkek dünyası ve ulus devletlerin şekillenme yılları ile kaçınılmaz bir soykırım daha görünmektedir. „1938 öncesi Dêrsim’i bir sırdır“ diyen Karataş, romanın bu sır kapısını araladığını, böylece 38 Soykırımı’nın yaşanan acıların daha iyi anlaşılacağını belirtiyor. Haydar Karataş ile ‘On İki Dağın Sırrı’ adlı kitabını konuştuk. Kitap, 6 Temmuz’da İletişim Yayınları’ndan çıkıyor.

Üçlemenin birinci cildini bitirdiniz? Önce isminden başlayalım, neden „On İki Dağın Sırrı?“

Perperık-a Söe ya da Türkçe ismiyle Gece Kelebeği, büyük yıkım sonrası Dêrsim toprağını anlatıyordu. „On İki Dağın Sırrı“ ise öncesi dönemi anlatmaktadır. 1938 öncesi Dêrsim’i bir sırdır. Gerek sözlü tarih çalışmaları, gerekse yazılı aktarım süreci, o öncesi döneme uzanamıyor. Tarihsel travma çok derin, bu duygusal algı, bu felaketin neden Dêrsim’in başına geldiğini algılayamıyor. Bu roman, 38 öncesi Dêrsim’deki hayatın sır kapısını aralıyor. İsmi oradan gelir. Perperık-a Söe’deki büyük acı, ancak bu roman okunduğunda anlaşılacaktır.

Biraz hazırlık döneminden bahseder misiniz?

Tarihi romanların hazırlık süreci epeyce zordur. Birincisi romanda esas olan bir dil bulmalısınız, haydi oturup yazayım olmuyor. Edebiyatta esas şey üslupsa, tarihi roman yazan yazarın, o dönemin tarihsel bilgisini iyi bilmesi bir işe yaramaz, bunu bilmek bir disiplin işidir, tarih okumaları yaparsınız. Ama sözkonusu romansa, o tarihsel dönem dilini nasıl üreteceksiniz. Tarihi roman orada başlar. Gece Kelebeği’ni bir kız çocuğunun gözünden, anlatı roman olarak yazdım, oysa burada çok sesli bir stili tercih etmek zorundaydım. Çünkü farklı kimlikler var. O zamanın Dêrsim insanını merak eden insanlar için, önemli bir giriş roman diyorum ben buna. Ayaklanan bir insan ruhu görünür, insanlık şaşkın Dêrsim’de, cumhuriyetin ulusçu kadroları, Dêrsim’de çağdışı gördükleri bir hayatı bozguna uğratmıştır, Dêrsimlilerin davranışı bir intihar adeta, dünya da onu çeken hiçbir zanaat, iş, hayat yok. Toplu halde ölüme gidiyorlar. Romanı yazarken dahi, bu gidişe dur diyemedim, durmuyorlar. Zaten Dêrsim tarihimizde de hiç durmadı, haksızlıklara sessiz kalamıyor, şöyle bir geriye dönüp bakıldığında da görülür, bakarsınız sosyalist bir nefer, hapislerde fedai direnişçi, Kürt savaşında en önde ölüme gider, ama bu insan ruhu tarihsel olarak nereden gelir. Örgütünde dahi isyan halinde olan bu insan tipleri, edebiyatımızda bir boşluğu ifade ediyor.

1876-1936 yılları arasındaki Dêrsim’i anlatıyorsunuz. Okuyucularımız için romanın içeriğinden bahseder misiniz?

1938 büyük bir dram, bunu Gece Kelebeği romanında anlatıyorum, ancak o dramın arka boyutu… Roman, Ermeni olayları üzerinden henüz yirmi yıl geçmişken, kurulan yeni cumhuriyetin bunu bir kez daha deneme arzusunun arka boyutlarını irdeliyor. 1938 perdesi aralandığında, Dêrsim katliamının Dêrsimlilerin çokça övündüğü,“biz Rusları kovduk Anadolu’dan“ söylemine kendilerini inandırmışken, aynı tarihlerde Dêrsimlilerle cephelerde tanışan Osmanlı paşalarının onların idam fermanını verdiği görülür. Yeraltına sığınmış kilise papazlarından, başına buyruk, zapt edilmesi zor Dêrsimlilerin isyankar halidir bu romanda sözkonusu olan.  Nasıl bir Dêrsim ile karşı karşıyayız? İnanç, yaşam tarzı boyutuyla… Yeraltı kiliselerinden, Kızılbaşlığın başına buyruk hallerinden bahsediyorsunuz…
Tarif edilmesi zor bir Dêrsim var, Ermeniler göç ettirilmiş, geride boş topraklara kızılbaşlar yerleşmiş, haliyle yarı gezginci, neredeyse bütün yaz daha yüksek dağ yerlerine yaylalara çıkan bu yarı göçebe hayattan, yerleşik hayata geçişin sancıları görülür. Yarı göçebe hayatın insan çelişkisi daha az, biriyle kavga mı ettiniz, göçünüzü alıp başka bir dağa gidiyorsunuz. Oysa yerleşik hayat öyle midir, kalıcı olduğunuz gibi ortaya çıkan çelişki de kalıcıdır. Benim tahminime göre 1938 ile sonuçlanan büyük çatışkıların insan tiplemesi, daha doğrusu acımasız ikinci kuşak kızılbaşlar, ortaya çıkan toprak çelişkisiyle baş edemiyorlar ve aşiretler birbirine karşı hudutlar çiziyor. Bu hudutlar öyle sıradan belirlemeler değil, örneğin Kalanlar Seyit Rıza bölgesine geçemez, Seyit Rıza bilmem Kırgan toprağına; izinsiz birbirinin toprağına basmanın cezası epeyce de ağır.  Kendini bu iç kavgalara kaptırmış insanları birbirine düşüren bir devlet var ortada. Devletin memurları, sürekli aşiretler arası çelişki çıkarmakla adeta görevliler. Ve tabii bütün bunların yanında bir hayat var, Ermenilerin derin izleri hala varlığını sürdürüyor. Yıkılmış kiliseleri terk etmeyen Ermeni din adamları, onların hala Ermeni kimliğini sürdürme ısrarından korkan Aleviler, ne yapacağını bilemez bir haldeler, büyük bir çıkmazla yüzyüzeler. Kaçınılmaz bir katliam göz göre göre geliyor.
Aynı zamanda dünyanın da kaos ortamında olduğu bir zaman (dünya savaşı, ulus devletlere gidiş, faşizm). Dünyanın bu hali nasıl yansıyor kitaba.
Evet ulus devletler ve faşizmin şekillenme yılları, daha doğrusu artık modern ulus kendini tanımlamış, bu akli oluşumun düşmanları da bellidir. Kim bunlar denirse; uluslaşma sürecini tamamlayamamış halklar, toprağa dayalı inançlar… Dêrsim’de bu iki bileşen bir arada, etnik kimlik oluşumu daha zayıf, dinsel inançları toprağa dayalı, ziyaret kültü birleştirici tek öğe. Modern ulus teorisi, etnik olarak kendini tanımlayamayanın yok edilmesi gerektiğine kendini inandırmış zaten. Dêrsim kızılbaşlılığında inaçsal yaşam kültürü tek tanrılı dinin de ötesine gidiyor, bir nevi put perestlik olarak tanımlanabilecek bu dağa taşa inanma, modern ulusun aklına göre tamamen saçmalık, arkaik bir hayat. Bunların kendilerine direnmesini, yani kendileri gibi yaşamamasını ‘haydutluk’ ve ‘barbarlık’ olarak görüyor. Bunların renk olarak yaşaması gerektiğine inanmıyor, ulus denen ulvi kimlik bu alt kimliklerden kurtulmalıdır inancı; o zamanki dünyanın ortak fikriyatı. Dêrsim’de olanları dönemin Komüntern’inden Avrupa ulus devletlerine kadar bir sessizik içerisinde kabul görmesinin sebebi aslında tam da bu bakış açısı ile ilgilidir. Bu insan ruhunu tasavvur etmek lazım, bugün insanlığımız doğal hayata geri dönmekte, oysa o zamanlar, ottan, taştan medet uman çağdışı görülürdü. İnsanlığımız aslında dün yok etmeye çalıştığına bugün ağlamaktadır.

Gece Kelebeği’nden tanıdığımız kahramanlarla tarih yolculuğuna çıkıyoruz…

Gece Kelebeği romanında geçen bütün isimler neredeyse bu romanda da geçer. İnsanın içini burkan Bend yaylasında ölülere sarılıp yatan Ermeni bu anlatıda, başlı başına bir karakterdir. Tabii dönem farklıdır, daha çok bir erkek dünyası görülür. Oysa Perperık-a Söe’de, bu ‘erkek dünyasının’ yıkımı altında yeniden hayatı var eden kadınların yaşamı anlatılırdı. Burada erkekler görülür, vahşi gözleri intikam ve öfke dolu bir erkek dünyası. Başlarına gelenler, geçtikleri yollar o zamanın Dêrsim’idir.

Bu kitapta da sözlü kültüre dayanıyorsunuz…

Benim roman kahramanlarım, bir şekilde hayatın kendisinden alınmışlardır. Onlar vardırlar, anlatılmışlardır. Benim yaptığım, duyduğum, bildiğim bu sesleri, yaşadıkları tarihsel sürece dahil etmek. Roman eğer tarihsel bir dönemi anlatıyorsa, gıdasını esas olarak yaşanmışlıktan almak zorunda. Romandaki kişiler, resmi tarih arşivlerinde de vardır, sözlü anlatıda da, ancak roman denen şey, bir kurgudur, bir tarihsel olay yaşanmasa dahi, halk onu yaşanmış kabul ediyor ve o psikolojik travmaya kendini inandırmışsa, romancı o ruh halini vermekle mükelleftir. Tarih size ders verir, oysa roman hayattır.

Önce ikinci cildi yazdınız, şimdi birinci cildi, sırada üçüncü cilt var? Neden böyle bir yöntemi tercih ettiniz?

Bu roman serisi bir üçleme olarak düşünüldü. Yozgat cezaevi hücresinde başladım. Ancak o defterlerim gitti, biri bende kaldı, yeniden yazarken Gece Kelebeği’ne öncelik verdim, çünkü orada arka planda anlatılan annemdi, ölmeden hikayesini yazmak istedim. Bir vefa duygusu, 1930 doğumlu Dêrsimliler büyük felaketler yaşadılar, kıyımdan sonra yetim büyüdüler. İnlediler bütün hayatları boyunca, yaşayanları hala da inler gezer. Acı çekmiş insanlar, vefa duygusu ve hatırlanmak isterler. Edebiyat, bir hatırlatmadır. Hatırlansınlar ister. Bu insanların her biri başlı başına bir anlatıdır.

‘Beni Çağıran Rüya’ ve ‘Ölü Kuşlar’ adında bitmiş iki romanınız var, onlar yayınlanacak mı?

Beni Çağıran Rüya’ya son şeklini veriyorum. Dêrsim tartışmaları çok canlı ve insanı ister istemez içine çekiyor. Siyasal gruplar, dernekler sizi yanlarında görmek ister, bu romanlar daha farklı bir sessizliği dile getirirler.
Edebiyat suskunluğu bozar

Gece Kelebeği’nden beklediğiniz etkiyi yarattığını düşünüyor musunuz?

Ben, batılı okur cephesinde bilinmeyen bir boşluğu yazıyorum. Dêrsim batılı edebiyat okuru arasında bir boşluktu. Devletin ideolojik ihtiyaçlarını karşılama kaygısıyla yazılan eserler vardı. Bu okurun kafasındaki boşluğa hitap etmek epeyce zor. Batı Türkiye ile Doğu Türkiye’nin hikayesi epeyce farklı ve dünyamızın birbirine en yabancı diyarı buralar. Devletin kendisine verdiği bilgiyi gerçek kabul etmiş, Doğu Türkiye yani Kürt diyarı, Kızılbaş memleketleri öfkeliydi bu yabancılığa. Edebiyat okuru, politik metinleri de sevmez, kafasının sesini dinler. Seçiminde özgürdür, ben bu okura, onların alışık olmadığı bir dünyadan seslendim ve gördüm ki, okurken ağlıyorlar, çırpınıyorlar. Sadece okur değil, edebiyatçılar da olumlu tepki verdi, roman üzerine üçyüzün üzerinde makale çıktı. Murathan Mungan 24 yazarı bir araya getirerek Bir Dêrsim Hikayesi’ni oluşturdu, bu boşluğa doğrudan müdahil oldu. Bu edebiyatımızda bir ilktir. Gece Kelebeği’nin etkisi, edebiyat okuru arasında beklediğimden yüksek oldu, yazarını aşan bir etkidir bu. Devletin haydut ve öldürülmeyi hak ediyor dediği bu insanlara kucak açtı, batılı edebiyat okuru.

Türk edebiyatı bu kucaklaşmayı daha önce neden yapmadı, devletin çizdiği rotadan çıkamadığından mı?

On İki Dağın Sırrı’nda geçen roman kahramanları, devletin kendilerini nasıl susturduğunu yana yıkıla anlatırlar. Rejim onları susturmak istiyordu, susturarak bir cumhuriyet kurmak, resmi ideolojinin yarattığı suskunluğu bozan en büyük şey, romandır elbet. Sinema, tiyatro, şiir, romancının karakter oluşturmasıyla yol alır, ama romancımız yazamıyordu, susturuluyordu, Dêrsim yazılacaksa, onu Türk ulus eksenli edebi sınırlar içinde ifşa etmek lazımdı. Bu romanda, 1937 öldürülen Diyap Ağa’nın kardeşi Cemşi Ağa, Derviş Cemal ocağından Pir Kasım’la aralarında geçen bir konuşma var, bu susturmayı iyi anlatır okuyayım size:
“Pirim bu Abdullah Paşa’yı sen kendin gördün, senin gibi bir adamı dahi konuşturmadı, ağzını açmanla kükremesi bir oldu.”
Pir Kasım;
“Konuşturmazlar” dedi, “onlar kimseyi konuşturmazlar. Korkarım ki, sonra onlar konuşmak istesin de, o zaman da iş işten geçmiş olsun, konuşacak insan dahi bulamasınlar bu topraklarda. Acı ekmek kolaydır Cem Şah. O koca Osmanlı, insanı dinlemediği için gelip Anadolu’ya sığındı. Bu genç cumhuriyet beni hapis hapis gezdirdi. Gittiğim her hapishanede konuşmak isteyen insan seli gördüm, dillerine kilitler vurulmuş. İnsan hükümet olunca, yüreği körelir, kulakları sağır olur.”
Türkiye hükümetlerinin yürekleri kör, kulakları sağırdı. Bugün o sınırda duruyor toplumumuz, yüz yıllardır süren bu susturma, gelip tıkanmıştır. Şu Kürt meselemize bakın, tam da bu değil midir, konuşacak birini dahi bulamaz bir hale gelindi. Halkın konuşmasına izin vermeyen bu zihniyet, kendi yasakladığının tutsağı olmuştur. Ben bu romanın insan karakterlerinin kendi kendilerine konuşmasını bu sebeple çok anlamlı bulurum. Devletlere ve hükümetlere seslenmezeler, insanlığa, hala vicdan sahibi edebiyat okuruna seslenirler.
Yıkılmış Dêrsim’e dönmenin büyük kederi

Üçüncü cildin karakterleri de hazır sanırım. Biraz ipucu verir misiniz? Onlar da gerçek karakterler mi olacak?

Üçüncü cildin pek çok kahramanını tanıyorum, çocukluk yıllarımın insanları, sürgün sonrası geri döndüklerinde, yıkılmış Dêrsim’de neler gördüler. Murathan Mungan’ın Bir Dêrsim Hikayesi öykü kitabına verdiğim kısa hikayede, anlattığım Ali Kadir üçüncü cildin kahramanlarından biri. Bu karakterler tek tek not edilmiş. Kolay değil terk ettiğiniz toprağa geri dönmek. 1994 yılında Dêrsim boşaltıldı, yeniden inşa dernekleri ve Dêrsim federasyonu gibi daha pek çok kurum, toprağını terk etmiş bu insanları nasıl geri götüreceğiz diye tartışıyorlar. Üçüncü cilt, bir yıkıma geri dönmenin ne büyük keder olduğunu anlatıyor. Terk etmek kolaydır, ama geri dönmek, insan geriye döndüğünde, bıraktıklarının hiçbirini bulamaz. Ağaç dahi yok oluyor. 1938 sonrası sürgünden dönenler, mezar taşı dahi bulamazlar. Buhar olmuş bir insan ruhu vardır. Gözyaşı ile büyütürler çocuklarını, onlar da dağlara çıkıp isyan olur.

DENİZ BİLGİN