Friday, July 6, 2012

93’ten bu yana adalet arıyorum’

19 YILDIR SÖNMEYEN ATEŞ: SİVAS KATLİAMI -4
Sultan Özer
  • Babası Dr., Şair Behçet Aysan Sivas’ta diğer ‘can’larla birlikte katledildi. Babasının adını televizyonda duydu, ancak inanmak istemedi, “Çünkü O, Sivas’a şiir okumak, söyleşi yapmak, Pir Sultan Abdal adına düzenlenen bir etkinliğe katılmak için gitmişti.”
    Ama ertesi gün iri puntolarla ölenlerin arasında babasının da adını görünce kendi deyimiyle, “Sanki beyninden biri kurşun sıkmıştı. Acımasız ve kanlı bir gerçekle karşı karşıyaydı.”
    Sivas Şehitlerinden Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan, katliamın 19. yılında duygularını gazetemize anlattı; sorularımızı yanıtladı: “Beni yıllarca hiçbir şey sarsmadı, bir gün dertleşirken, o gün iki çocuğunu, Koray ile Menekşe’yi kaybeden annenin, “Ben her gün çocuklarımın tozunu alarak güne başlıyorum” cümlesi kadar… Düşünün bir kere bir anne on dokuz sene her gün çocuklarının fotoğraflarını silerek hayatta kalmaya çalışıyor. O an, gözlerimden yaş değil, ateş fışkırdı!”

    Babanı kaybettiğinde kaç yaşındaydın? Nasıl öğrendin?
    Sivas Katliamı olduğu zaman, çocukluktan çıkıp, ilk gençlik yıllarına adım atıyordum. On altı yaşındaydım. O kara gün, babamla telefonda konuşmuştuk, saat 11.00 sularıydı. “Ortalık gergin, hemen geleceğim” demişti bana. Ama sesi tedirgin değildi. Akşam saatlerinde televizyonda haberlerde, Sivas’ta olaylar çıktığını, 22 yaralının olduğunu öğrendik. Gece saat onda ise otelin yakıldığı, 40’a yakın kişinin öldüğü haberlere yansıdı.
    Daha sağlıklı haber almak için annemle yollara düştük. Babam aynı zamanda doktor olduğu için onun Kızılay’daki muayenehanesine gittik. Gece 24.00 haberlerinde dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu ölenlerden ilk sekiz kişinin kimliğini açıkladı. Behçet Aysan dördüncü isimdi. TRT spikeri Gazioğlu’na “Ölenlerin arasında Behçet Aysan gibi başka sanatçılarımız var mı?” diye sordu. Gazioğlu uzun bir susuştan sonra “evet” yanıtını verdi. O an, daha çok korktum. Çünkü babam dışında da pek çok tanıdığımız, sevdiğimiz, görüştüğümüz insan vardı otelde.
    İlk haberler son derece sağlıksızdı. Kim sağdı, kim ölüydü belli değildi. Annemle Sivas’a gitmek istedik, ancak sıkıyönetim ilan edilmiş, kente giriş- çıkışlar yasaklanmıştı.
    Son ana kadar babamın öleceğine inanmadım. Çünkü O, Sivas’a şiir okumak, söyleşi yapmak, Pir Sultan Abdal adına düzenlenen bir etkinliğe katılmak için gitmişti, Sivas şehrinin misafiriydi. “Tanrı misafiri” kavramını çok iyi bildiğim için, şehre etkinlik adına gelmiş konukların yakılacağı aklımın ucundan geçmiyordu.
    Eve geldikten sonra sabaha kadar odamda babamı bekledim. Belki bir yanlışlık olmuştur diye… Sabah elime aldığım gazetenin manşeti: “Şeriat Ayaklanması” idi. Altında iri puntolarla “Ölenler arasında Şair Behçet Aysan ile Ozan Hasret Gültekin de var” yazıyordu. Sanki beynime biri kurşun sıkmıştı. Acımasız ve kanlı bir gerçekle karşı karşıyaydım. Kalbimden aklıma doğru giden ince bir sızıyla baş başaydım.   

    O an hissettiklerin?
    ‘93’den bu yana adalet arıyorum. Hukuka, yaşama hakkının kutsallığına, bu hakkın ortadan kaldırılmasının affedilmez bir insanlık suçu olduğuna inanan, vicdan sahibi tüm toplum kesimlerine sesleniyor, birilerinin hukuk sistemi tarafından “korunmayacağı” bir ülkede yaşamak istiyorum.
    Yakarışımla birlikte acılarım azımsanamayacak kadar çok…  Yangından kısa bir süre sonra annemin hastalanmasını ve ardından ölümünü de içimde taşıdım. Ne yazık ki bizim gibi ülkelerin tarih sayfalarında aydınların nasıl hunharca katledildiği yazar. Babam da “Sesler ve Küller” kitabını “Yüzyıldır ülkemizde güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere” adamıştı. Kendisinin de aynı acılar ve kıyımlar yolunda gittiğini görmek bu ülkenin kaderinin hiç değişmeyeceğini düşündürüyor bana. En azından O hayattayken umudum vardı. 2 Temmuz ‘93 günü on altı yaşındaki bir çocuğun kalbinde onulmaz yaralar açtı, kafasında da birçok soru işaretleri bıraktı. Bugün hâlâ o sorular geçerliliğini koruyor. Başta da “Biz bu ülkeye bütün bunları hak edecek ne yaptık?” sorusu geliyor.

    Ailen hakkında bilgi verir misin? Örneğin kaç kardeşsiniz?
    Tek çocuğum. Bu ülkedeki kara darbeye, 1980’e dört yıl kala dünyaya geldim. Babam 12 Mart sonrasında tutuklanmış, ağır işkence görmüştü. Bu nedenle de üniversiteden atılmıştı. Yıllar sonra afla Ankara Tıp Fakültesine döndü ve psikiyatri ihtisası yaptı.
    Annem Türk Dil Kurumunda (TDK) çalışıyordu, dil bilimciydi. Pek çok sözlükte, İlkokul Sözlüğünden, Kısaltmalar Sözlüğüne, Türkiye’de Kadın ve Erkek Adları sözlüğüne kadar onun imzası vardır. Darbeye kadar TDK’yle iç içe çalıştı. Daha sonra dil bilimci olarak çalışmalarını özel alanda sürdürdü.
    Böyle bir karanlık zaman diliminde çok çocuğa eğitim sağlamak büyük sorumluluktu. Bizim içinse lükstü. Her şeye rağmen, masallardaki kadar değilse bile mutlu bir aileydik.   

    Anneni de hastalıktan kaybettin galiba...
    Annem Adviye...Annemin hastalığı çileli bir süreçti... Yıllarca yurt dışında tedavi gördü ve onun için iki buçuk yıl ABD’de yaşadık. Çünkü beynindeki tümör milyonda bir görülen bir türdü. Türkiye’de tedavisi mümkün değildi.Aslında anneme ilişkin konuşmak çok zor geliyor bana... O’nu düşününce gencecik bir kadının babamın ölümünden sonra yaşadığı büyük acı geliyor aklıma...

    Babanı özlüyor musun?
    Kız çocukları babalarına aşıktır. Ben de öyle…  Babama karşı özlemim, yalnızca onun fiziki kaybından kaynaklanmıyor. Bir insanın ölümüyle yaşadıkları, deneyimleri, birikimleri de toprağın altına gömülüyor. Babam Behçet Aysan tam bir aydındı. Edebiyatçılığının yanı sıra bir de bilim adamıydı, doktordu. Yalnızca çevresindekilere değil eşine ve çocuğuna nasıl yaklaşması gerektiğini çok iyi bilirdi. Şimdi birkaç cümleyle büyük bir yaşantıya dair söz söylemenin acısı içindeyim. Keşke yaşasaydı da onunla pek çok şeyi tartışabilseydim, düşüncelerini öğrenebilseydim. Beni yarım bırakan en büyük noktalardan biri budur.

    Sivas’ta yakınlarını kaybeden ailelerle sanki kocaman bir aile oldunuz. Acılarınızı paylaştınız. Hâlâ görüşüyor musunuz?
    Ben onların her biriyle yalnızca kader ortağı, dert ortağı olmadım. Biz, her birimizin on dokuz yıl süren davamız sürecinde annesi, kardeşi, ablası, evladı olduk. Sivas Katliamı yalnızca orada öldürülen aydınlarla birlikte ( Babam, Metin Altıok, Asım Bezirci, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Uğur Kaynar) anılmamalı! Çünkü Sivas, aynı zamanda bir çocuk katliamı… Orada on iki yaşındaki Koray’dan, on yedi yaşındaki Nurcan’a kadar pek çok genç beden yandı, kavruldu. Beni yıllarca hiçbir şey sarsmadı, bir gün dertleşirken, o gün iki çocuğunu, Koray ile Menekşe’yi kaybeden annenin, “Ben her gün çocuklarımın tozunu alarak güne başlıyorum” cümlesi kadar… Düşünün bir kere bir anne on dokuz sene her gün çocuklarının fotoğraflarını silerek hayatta kalmaya çalışıyor. O an, gözlerimden yaş değil, ateş fışkırdı! 

    MADIMAK OTELİ’NDE ÖLDÜRÜMÜ ANLATAN MÜZE OLMALI

    19 yıl geçti katliamın üzerinden. Buradan bir mesajın olacak mı?  

    Şu bir gerçek ki, bizler, bu ülkede payımıza düşen acıları ta can evimizde yaşamak zorunda kaldık. Bizi acılarda akraba ettiler. Düşüncelerimiz, yaşama bakışımız farklı olsa da; evimizin, yüreğimizin içine düşen korla, ortak paydamız olan acımızla birleştik. Bizim yerimize adalet konuşmalıydı. Biz konuşuyorsak adalet yoktur. Ama vicdani olarak da Madımak Otelinde öldürümü anlatan müzenin mutlaka hayata geçmesi gerekir.
    Bunu söylerken bir duygumun altını çizmek istiyorum. İntikam sözcüğünü hiç düşünmedim. Aydın babaların çocukları olarak koşulsuz sevgiyle büyütüldük. Yapılacak müzede ülkemizde bütün aydın cinayetlerine, bunların temel değer ve niteliklerine ilişkin argümanlar olursa toparlayıcı bir yaklaşım olur.
    Bu arada Bakan Faruk Çelik bir müzenin olması için sergilenmeye nitelikli ürünlerin de olması gerektiğini dile getirmiş. Sayın Çelik eğer arzu ederse kendisine babamın, Metin Altıok’un ve Asım Bezirci’nin kitaplarıyla, Hasret Gültekin, Muhlis Akarsu ve Nesimi Çimen’in yapıtlarını yollayabilirim. Bu da müzenin nelerle oluşacağının bir bilgisini sunabilir kendisine…
    Şu da var: Madımak Oteline babam ve babamın öldürülen arkadaşlarının yanına katillerinin adları da çakılmış. Mağdurla katili nasıl yan yana koyarsınız? Sonra da bizim nasıl vakur durmamızı beklersiniz? Bu, babamı yüz bin kere daha öldürmek demektir. Gerekli yasal işlemi başlattım. Söktüreceğim oradan babamın adını… Devlet, kendi şairini, yazarını diri diri yaktığı yetmezmiş gibi bir de yok sayıyor. Varsın adı orada olmasın… Babamın adı kitaplarında, şiirlerinde zaten yaşayacak. ALINTI