Tuesday, May 21, 2013

D. Tılıç: Medya iktidarla bütünleşti!

 
Gazeteci Doğan Tılıç Medya Günlüğü’nün “pazartesi sohbetleri”nin bu haftaki konuğu. Doç.Dr. Tılıç, 1980’lerden başlayarak kabuk değiştiren gazeteciliğin günümüzde geldiği noktada aslında geleneksel görevi iktidarı eleştirmek olan medyanın  hem sahiplik yapısı anlamında hem de düşünsel olarak iktidarla bütünleştiğini düşünüyor. Tılıç, en küçük eleştiride bulunanların bile işini kaybedebildiğini, Reyhanlı olayının gösterdiğini gibi medyanın iktidarın tespitlerini dile getirdiğini söylüyor. Yeni bir gelişme larak kendilerini tehdit altında gören gazetecilerin örgütlenmeye başladığını belirten Tılıç, Medya Günlüğü’nün sorularını şöyle yanıtladı:


-Türkiye’de medya hem sahiplik hem de basın ve ifade özgürlüğü açısından sizce ne durumda?


-Aslında duruma 1980’den itibaren bakmak gerekir. Çünkü 1980 sadece Türkiye için değil küresel açıdan da geleneksel medya sahiplik yapısı açısından bir milat oldu. Yeni bir medya sahiplik yapısına geçiş yaşandı. Nedir geleneksel sahiplik yapısı? Geleneksel yapı medya sahiplerinin asıl işinin gazetecilik olduğu dönemdi. Yeni medya dönemi ise, gazete sahiplerinin gazetecilik dışında her işi yaptıkları, gazeteciliğin asıl yaptıkları işlerin yanında bir teferruat olduğu düzen... 80’den sonra dünyanın her yerinde büyük holdingler başka işlerin yanında gazetecilik de yapmaya başladı. İfade özgürlüğü bugüne kadar iktidarların baskısıyla zedelenirken patronajın da doğrudan ifade özgürlüğünün önünde bazen hatta devletlerden daha ciddi bir tehlike haline gelmesine yol açtı. Yeni patronlar sanayinin her dalında, hatta silah sanayinde, kimya sanayinde, bankacılıkta oldukları ve bu sektörler de iktidarla iyi ilişkiler gerektirdiği için haberin niteliği, doğruyu söylemek… tüm bunlar ikinci plana düştü. Medya patronlarının medyayı diğer sektörlerdeki işlerinin önünü açmak için bir araç olarak kullandıkları bir dönem olmaya başladı.
Bu yeni dönemde bir tarafta belli kuralları, etik kodları ve doğruyu söyleme olarak tanımlayabileceğimiz bir mesleğin erbabı olan gazeteciler diğer taraftan da bu yeni  patronun ücretli işçisi durumuna geldi. Gazeteciler bu gerilimi her gün yaşamaya başladı. Doğruyu söyleme işini mi yapacak, yoksa doğruyu söylemenin patron çıkarına ters düştüğü dönemde işini kaybetme riskini göze mi alacak?


-Türkiye’de bu dönem Özal’la başladı, değil mi?

-Evet. Türkiye’de Özal ile birlikte bu dönem başlarken, son dönemde ise AKP iktidarıyla buna ilave bir şey oldu. Medya sahiplik yapısı bu defa siyasal iktidara bağımlı olarak da büyük bir değişim gösterdi. Tayyip Erdoğan ve AKP iktidara gelene kadar hemen hemen ana akım medyanın tamamına yakında hedef halindeydi. Diğer bütün liderlere soy isimleriyle hitap edilirken, bugünkü Başbakan’a “Tayyip” diye hitap edilirdi. Ama başbakan olduktan sonra bu durum bir günde değişti. Ana akım medya sahiplik yapısı değişmeden birden bire dilini “Tayyip”ten “Erdoğan”a değiştirdi. Fakat ana akım medyanın iktidara göre kendisini ayarlaması herhalde iktidar için yeterli olmadı. Medya sahiplik yapısını da AKP iktidarı döneminde Sayın Başbakan’ın ifadesini kullanırsak, AKP fikriyatına yakın patronların hakim  olduğu bir yapıya dönüştürdü. Bu gerek devlet destekli kredilerle gerekse nüfuzun doğrudan kullanımıyla ana akım medyanın ağırlıklı bir kısmı bu sefer siyaseten de iktidarın yanında yer aldı. Dolayısıyla bu ifade özgürlüğü açısından katmerlenmiş  yapısal bir engel anlamına geliyor. Bütün bunlardan bağımsız olarak 10 yıllık dönemler içinde bakarsak 90’larda Türkiye dünyada en fazla gazetecinin öldürüldüğü ülkeler arasında yer alıyordu. Bugün ne mutlu ki öldürülen gazetecilerden söz  etmiyoruz. Türkiye artık gazetecilerin öldürüldüğü bir ülke değil ama öbür taraftan bugün Türkiye dünyada en fazla gazetecinin hapiste bulunduğu bir ülke. Dünyada en fazla gazetecinin hapsedilmesi ifade özgürlüğü açısından son derece vahim bir yerde olduğumuzun göstergesi. Medyaya genel olarak baktığımızda sektörün en dokunulmazlarının bile en ufak bir eleştiride işlerini kaybettiği  bir süreç yaşandı. Özetle hem sahiplik yapısı itibariyla hem de düşünsel olarak iktidarla bütünleşmiş bir medya yapısının olduğu Türkiye’de son derece vahim ve geri bir noktadayız. O kadar geri bir noktadayız ki, medyanın temel sistemlerinden biri iktidarı eleştirmekken bugün iktidara en küçük bir eleştiriyi bile yöneltmenin cesaret istediği bir ülke haline geldi Türkiye.

-Silivri’de bulunan gazeteciler konusuna gelirsek, içerde bulunan ve gazeteci kimliğini taşıyan birinin Jitem komutanına yakın bir meslektaşıyla ilgili bilgi verdiğini öğreniyoruz. Gazetecilerin büyük bölümünde bu tutuklamalara karşı sessizlik gözlenirken Ahmet Şık ve Nedim Şener olayında ise bu sessizliğin yerini kapsamlı bir tepkinin almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 -Her meslekte olduğu gibi gazetecilikte de dönem dönem işini başka işlerle karıştıran kişiler ortaya çıkmakta. Türkiye’de de gazetecilik kimliğini başka kimliklerle karıştıran kişiler oldu. Bunda çok şaşılacak bir durum yok. Diğer taraftan belki 20 yıldan fazla Türkiye ve dünyadaki örgütlü gazetecilik mücadelesi içindeki bir olarak şunu söylemek mümkün: Son 5-6 yıl içinde Türkiye’deki gazeteciler hiç bir dönem olmadığı kadar bir araya geldiler ve ortak bir refleks göstermeye başladılar. Hiç unutmuyorum Ankara’da “Gazetecilere Özgürlük Patformunu’nun” bir eyleminde meslek hayatı boyunca Kürtlere hakaret etmiş bir gazetecinin elinde Özgür Gündem gazetesiyle yürümek zorunda kaldığını gördük. Gerçekten Türkiye’de ilk defa 100’e yakın gazetecilik örgütü bir platform oluşturdular. Bu gazetecilik örgütleri ideolojik olarak birbirlerinden çok farklı yerde duran örgütler. Ama bu şunu göstermekte, demek ki Türkiye’de bu kadar yaygın bir kesim kendisini tehdit altında hissetmeye başladı ve bu tehdit altında hissetmenin sonucu bir araya geldiler. 

-Gazetecilerin de çok ciddi bir özeleştiri yapması gerekmiyor mu? Daha önce gazeteciler arasında da “beyaz” ve “zenci” diyebileceğimiz bir sınıflandırma vardı. Bugün cezaevinde bulunan gazetecilerden eskiden cezaevine atılan veya baskıya uğrayan Sosyalist ve Kürt gazetecilere yönelik bir tepki gösterilmiyordu. Sizin bu tespitinizden söz konusu gazetecilerin de özgürlüğün herkes için gerektiğini özümsediği anlamını çıkarabilir miyiz?

 -Bir ölçüye kadar öyle. Türkiye’de böyle bir gelişme yaşandı. Nerdeyse genlerine sinmiş, mesleki olmaktan çok ideolojik olan bir meslek biçimi var Türkiye’de bir kısım gazeteciler. Dolayısıyla Kürt meslektaşlarımız, Kürt gazeteciler başlarına bir takım problemler geldiğinde hiçbir zaman diğer çevrelerden destek görmeyebiliyorlardı. Aynı şekilde sosyalist basın destek görmeyebiliyordu. Ama bu son dönemde, “Gazetecilere Özgürlük Platformu” çerçevesinde bunun epeyce değiştiğini gözledik. Bu epeyce değişmiş olması yeterli mi? Hayır. Hala bugün KCK davasında yargılanan gazetecilere gösterilen ilgi ve sahiplenme ve Silivri’de yarılanan gazetecilere gösterilen ilgi ve sahiplenme arasında ne yazık ki bir fark var. Benim söylemek istediğim bu belki geçmişten biraz daha farklı. Geçmişte KCK davasına hiç ilgi göstermeyecek gazetecilerin de bugün böyle bir bir ilgiyi gösterdiğini görüyoruz. Bunun nedeninin de çok geniş bir kesimin kendisini tehdit altında hissetmesi. Sorunun cevabı, evet Türkiye’de ortak paydası gazetecilik olan değil  ideolojik pozisyonlar olan ve buna göre refleks gösteren bir gazetecilik var.

-Yugoslavya’daki çatışmaları da yakından izlediniz. Orayı da gözönünde bulundurursak Türkiye’de bugün 30 yıldan fazla süren bir çatışma çözüm süreci başlığı altından sonlandırılmaya çalışılıyor. Basının genel pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümetin de özellikle nefret dilinin kullanımının engellenmesi yönünde bir müdahalesi var. Basının pozisyonu ve bu müdahaleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

 -Bu konuda yine genel manzaraya baktığımızda, geçmişe nazaran bir olumluluk olduğunu söylemek mümkün. Savaş, nefret dili, ötekileştirme, özellikle Kürt sorunu çerçevesinde son dönemdeki çözüm süreci, barış süreci nasıl adlandırırsak adlandıralım bu çerçevede ana akım medyasının geçmişteki çizgisine taban tabana zıt olumlu anlamda bir çizgi izlediğini söylemek mümkün. Ama bu ne kadar gazetecilik tavrı, işte ondan kuşkum var. Değişmeyen bir şey var: Geçmişte o negatif dili kullanan medya aslında iktidarın diline paralel bir söylem kullanıyordu. Bugün de kullandığı dil iktidarın diline paralel bir dil. Dolayısıyla şunu sormak zorunda kalıyorum. Acaba iktidar bugün tavrını değiştirse, hiç de uzak olmayan bir geçmişte Başbakan meydanda elinde iple dolaşıyordu… İktidar yeniden böyle bir rotaya girse acaba medya şimdi sürdürdüğü barışa, çözüme dönük tavrı devam edecek mi?

-Devam eder mi?

 -Hayır bundan çok ciddi kuşkum var.  Bilemem tabii, müneccim değilim. Keşke bu tavra devam etse ama bundan kuşku duyduğumu söylemek zorundayım. Bugünkü dili de dünkü dili de bir noktada değişmedi. İktidarın diline paralel bir çizgi izliyor.

-Reyhanlı’da meydana gelen patlamadan medyanın neredeyse tamamı yakını çok net bir şekilde El Muhaberat’ı suçluyor...

 -Biraz önce söylediğim gibi, iktidar neyi işaret ediyorsa onu gören bir yaklaşım. Televizyonlardan izlediğim kadarıyla Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı aynı şeyi söylüyor ve medyada bu oayda iktidar tespitlerini dillendiriyor.

-Bütün iktidarlar basını kontrol etmek ister. Önemli olan medya çalışanlarının da bu konuda ne yaptığıdır. Yakın zamanda Anadolu Ajansı’nda çalışanlar Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndan (TGS) istifaya zorlandı. Bu baskıya karşı dayanışma göstermesi gereken bir başka sendikanın aksine o iş yerinde zorla çıkarılan bir sendikanın yerini almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 -AKP iktidarının bir özelliği var. İronik olacak. Örgütlülüğü çok seviyor. Sendikaları seviyor. Her türden örgütlülüğü çok seviyor. Adeta toplumun tüm kesimi örgütlü olsun diye elinden gelen her çabayı göstermekte. Yalnız burada bir koşul var. O örgütlenmenin, meslek örgütüyse, sendikaysa, gazetecilik örgütüsüyse iktidardan yana olmasını istiyor. İktidarın çizgisine paralel  ve uyumlu bir çizgi izlemesini istiyor. İktidar gerçekten, sendikalar da, barolar da, mimar odaları da olsun diyor. Ama “hepsi benim çizgimde olsun” diyor. Anadolu Ajansı’nda da olan da  bir tarafta bir sendika yok edilirken, diğer taraftan da bir başka sendika olabildiğince desteklendi. Burdaki fark yeni sendikanın iktidar çizgisinde olması.

-Geleneksel medya yapısı değişiyor, yazılı basının tirajı ve gelirleri düşüyor. Gazeteciliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

 -İnternetin devreye girmesi tekerleğin icadı gibi bir devrim gibi görüldü. Beklenti de internetle birlikte yeni medyayla, yeni mecralarla birlikte, herkes Her türlü bilgiye kolaylıkla erişecek gibi bir algı oluştu. Dolayısıyla basın özgürlüğü açısından son derece önemli bir ortam doğacağı algısı oluştu. Ne yazık ki geçen bu süre zarfında bu umutvar hava son derece değişti. Dünya genelinde bir defa en önemli problem iletişim açısından bilgi zenginleri ve bilgi yoksulları arasındaki uçurumdu. Ve umuldu ki internetle beraber bilgiye ulaşmanın kolaylaşması sonucu bilgi zenginleri ve bilgi yoksulları arasındaki uçurum ortadan kalkacak. Ancak bütün uluslararası kuruluşların raporlarına baktığımızda ne yazık ki bu olmadı. İnternet bilgi zengini ve yoksulu arasındaki uçurumu daraltmadı. Bu uçurum belki daha da açıldı. ikincisi internet belli bir noktaya geldiğinde, bağımsız bilgiler belli bir düzeye ulaştığında dünyanın büyük holdinglerinin de ilgi alanına girmeye başladı. Onlar tarafından da kontrol edildi. Ya satın alındı ya da başka yöntemlerle kontrol edilmeye çalışıldı. Bu açıdan bağımsız girişimcilerin özgür sesi olması açısından başlangıçtaki umutların çok fazla yerine geldiğini söyleyemeyiz. Öbür taraftan ilgi çekmek kaliteli olmak mutlaka bir finansman da gerektiriyor. Dolayısıyla internet denen mecrayı yalnızca ekonomik gücü zayıf olanlara bırakmadılar. Bu alana da girdiler ve bu alanda da başkalarında çok daha etkin oldular. Elbette teknolojiden bir takım fırsatlar doğuyor. Teknolojiye sırtını tamamen dönmek budalalık olur. Kullanmak lazım. Ama teknoloji ne kendi başına devrimcidir ne de karşı devrimcidir. Mutlaka onu kullananlarla, onun etrafındaki ideolojilerle bir anlam kazanır. İnterneti kendi başına olumlu ya da olumsuz değerlendirmek bence mümkün değil.

-Peki bu bağımsız medya nasıl yaratılacak? Anayasa görüşmeleri devam ederken gazeteci örgütlerinin basın özgürlüğü konusunda herhangi bir girişimi var mı?

 -Bir defa medya atmosferi dediğimiz bir ülkedeki siyasal iktidar, demokrasinin gelişmişlik düzeyi, özgürlüklere dair farkındalık, kültür.. bunların hepsini  devletin niteliğini, otoriter olup olmadığı bunların hepsini bir medya atmosferi olarak değerlendiriyorum. Dolayısıyla bu atmosferin nasıl olduğu nasıl gazetecilik yapılacağı açısından önemli. Yani özgür bağımsız bir gazeteci faaliyeti yalnızca gazeteciliğe ait bir şey değil. Aynı zamanda genel olarak medya atmosferinin, bir ülkenin demokratikleşmesinin, özgürlüğünün ifade özgürlüğü alanının genişlemesinin de göz önünde bulundurulması gereken unsurlar olduğunu düşünüyorum. Hemen medya atmosferinin altında medya sahipllik yapısı var. Onun altında medya kurumları var. Onun altında da birey olarak gazeteciler var. En altta da bütün bu sürecin üretimini kullanan, gazetecilerin ürettiği haberleri kullanan kitleleler var. En altta medyanın ürettiğini tüketenler bir farkındalık geliştirir, bir araya gelir, örgütlenir, nitelikli ve doğru haber taleplerini güçlendirirlerse, bu örgütlü kaliteli haber talebi, gazetecilerin örgütlenmesi ve doğru dürüst gazetecilik yapma talebiyle bütünleşirse aşağıdan yukarı medya sahipliğine ve iktidara karşı bir baskı oluşturabilir. Ben bir umut beslenecekse aşağıda vatandaşların daha doğru haber talep etmesiyle gazetecilerin bu gazetecilik yapma taleplerinin örgütlü bir mücadeleye dönüşebileceği umudundayım. Bu umut üzerinde de alternatiflerin yaratılmasında bir çözüm olabilir. Alternatif dediğimiz de ana akım medyanın diline alternatif, savaş diline karşı barış dili, cinsiyetçi bir dile karşı cinsiyetçi olmayan eşitlikçi bir dil. Holdinglerin, patronların oluşturuduğu sahiplik yapısına karşı daha yaygın geniş katılımlı bir sahiplik… Bütün bunlar aşağıdan yukarıya bir araya geldiğinde, gazetecilerden ve vatandaşlardan bir örgütlü talep bir araya geldiğinde belki gazeteciliğin saydığımız sorunlarına bir çözüm bulunabilir.


Doğan Tılıç kimdir?

1960 yılında Niksar'da doğdu. 12 Eylül'de ODTÜ Sosyoloji Bölümü'ndeki eğitimine zorunlu ara verdi. 1984 yılında üniversiteye döndü. 1997'de doktor unvanı aldı. Gazeteciliğe 1987 yılında 2000'e Doğru dergisinde başladı. 1990 yılında Demokrat dergisini çıkaranlar arasında yer aldı, Ankara temsilciliğini yaptı. 1988 yılında Alman Radyosu ARD için, bir yıl sonra da halen Türkiye temsilciliğini sürdürdüğü İspanya Uluslararası Haber Ajansı AGANCIA EFE için çalışmaya başladı. Çalıştığı kurumlar için Afganistan'daki çatışmaları izledi. Körfez Savaşı sırasında Irak ve Suudi Arabistan'dan haberler geçti. 1992 yılı boyunca Yugoslavya'nın parçalanma sürecine tanıklık etti. Azeri-Ermeni çatışmalarını izlemek üzere Azerbaycan ve Karabağ'da bulundu. BBC Dünya Servisi'ne Türkiye'den haberler geçti. 1995-96 yıllarında Siyah-Beyaz gazetesinde "Dünya ve Politika" adlı köşesinde düzenli olarak dış politika yazıları yazdı. Mürekkep dergisinin yayın kurulunda yer aldı. 1996 yılında, 25 ülkeden 2500 gazeteciyi bünyesinde toplayan Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Uluslararası Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi. Halen AEJ Yürütme Kurulu üyeliği yanında AEJ Basın Özgürlüğü İzleme Komitesi başkanlığını da yapıyor. İngilizce, Almanca ve İspanyolca olarak da baskıya hazırlanan “Utanıyorum ama Gazeteciyim” Tılıç'ın ilk kitabı. Kitap, Yunanistan'ın önde gelen yayınevlerinden Livanis tarafından da basıldı.