Friday, May 24, 2013

Mete Tunçay ile Murat Paker Söyleşti: Fanatizm İlkelliktir


Me­te Tun­çay: Ben fa­na­tizm ko­nu­sun­da dü­şün­dük­le­ri­mi ya­zı­mın ba­şın­da bi­raz an­lat­ma­ya ça­lış­tım. Me­se­la fa­na­tik­lik bel­li gö­rüş­le­re öz­gü mü yok­sa her şe­yin fa­na­ti­ği olur mu? İs­ter­sen ora­dan baş­la­ya­lım.

Mu­rat Pa­ker: İs­ter­se­niz da­ha ön­ce fa­na­tiz­mi psi­ko-po­li­tik açı­dan na­sıl çer­çe­ve­le­ye­bi­li­riz, özel­lik­le­ri ne­ler­dir, on­dan baş­la­ya­bi­li­riz. Son­ra da ora­dan so­ru­lar­la ay­rın­tı­la­rı­na ge­çe­riz.

M.T.: Ta­bi­i.

Fa­na­tik­lik eleş­ti­rel me­sa­fe­li­lik­ten uzak bir tarz­da, nes­ne­si­ne me­sa­fe ko­ya­ma­dan, ta­kın­tı­lı bir coş­ku, he­ye­can eş­li­ğin­de, bir da­va­ya, –po­li­tik ya da di­ni ola­bi­lir– ya da bir ko­nu­ya –spor­tif ola­bi­lir, ho­bi­ler­le il­gi­li ola­bi­lir– ge­nel sos­yal norm­la­rı hi­çe sa­ya­cak de­re­ce­de aşı­rı bağ­lan­ma ha­li ola­rak ta­nım­la­na­bi­lir. So­nuç ola­rak bu bir in­san­lık du­ru­mu­dur, he­pi­miz­de po­tan­si­yel ola­rak mev­cut­tur. Bu po­tan­si­ye­lin ger­çek­le­şip ger­çek­leş­me­ye­ce­ği ken­di ki­şi­sel ta­ri­hiy­le, ge­li­şim öy­kü­süy­le ve de ta­bi­i için­de yer al­dı­ğı sos­yo-po­li­tik bağ­la­mın, bir sü­rü de­ği­şik fak­tö­rün kar­ma­şık kom­bi­nas­yo­nuy­la, et­ki­le­şi­miy­le be­lir­le­nir. Bel­li bir in­sa­nın, bel­li bir za­man­da, bel­li bir ko­nu­ya da­ir fa­na­tik­li­ğe ne ka­dar yat­kın ya da fa­na­tik­lik­ten ne ka­dar ba­ğı­şık ol­du­ğu bu bi­rey­sel ve sos­yo-po­li­tik fak­tör­le­rin et­ki­le­şi­mi so­nu­cu or­ta­ya çı­kar. Her­hal­de fa­na­tizm için ilk plan­da vur­gu­lan­ma­sı ge­re­ken en önem­li şey, bu­ra­da bir mut­lak­lık al­gı­sı, mut­lak­lık id­dia­sı ol­du­ğu. Fa­na­tik de­di­ği­miz ki­şi, mut­lak doğ­ru­ya sa­hip ol­du­ğu­nu var­sa­yan ve bu­na uy­gun tarz­da dav­ra­nan ki­şi­dir. Bu­ra­da as­lın­da epis­te­mo­lo­jik an­lam­da, ya­ni bil­gi­nin na­sıl üre­til­di­ği ve ida­me et­ti­ril­di­ği an­la­mın­da çok öz­gül bir ko­num var. Fa­na­tik ki­şi, “ben mut­lak bil­gi­ye sa­hi­bim. Ben mut­lak bil­gi­ye sa­hip­sem bu­nun dı­şın­da­ki her şey mut­lak ola­rak yan­lış­tır” dü­şün­ce­sin­de­dir. O an­lam­da kuş­ku­ya yer yok­tur; kuş­ku­nun ve kuş­ku­cu­lu­ğun in­kâ­rı ve bu­nun­la bir­lik­te kar­ma­şık­lı­ğın in­kâ­rı söz ko­nu­su­dur. Müp­hem­lik­le­re, be­lir­siz­lik­le­re, çe­liş­ki­le­re, çe­liş­ki­le­rin bir ara­da­lık­la­rı­na yer bı­rak­ma­ma, ta­ham­mül ede­me­me, kriz­le­re ta­ham­mül ede­me­me; kay­gı­ya ta­ham­mül ede­me­me gi­bi özel­lik­ler sa­ya­bi­li­riz bu mut­lak­lık­la bir­lik­te ge­len.

Bir de yan­lış an­la­ma­la­rı en­gel­le­mek için şu­nu vur­gu­la­mak ye­rin­de ola­bi­lir her­hal­de: He­ye­can­lı/coş­ku­lu tarz­da bir da­va­ya/ko­nu­ya bağ­lı­lık gös­ter­mek her du­rum­da fa­na­tik­lik an­la­mı­na gel­mez. Bir bi­lim in­sa­nı, bir sa­nat­çı, po­li­ti­kay­la uğ­ra­şan bi­ri, mes­le­ği­ni/işi­ni se­ven bi­ri sık­lık­la he­ye­can­lı bir şe­kil­de dert et­ti­ği me­se­le­le­re, da­va­sı­na bağ­lı bi­ri ola­bi­lir. Bu tek ba­şı­na bir fa­na­tizm öl­çü­tü de­ğil­dir. Tam ak­si­ne bu in­san­lar ge­nel­lik­le ol­duk­ça fay­da­lı, ya­ra­tı­cı fa­ali­yet­ler ya­par­lar. Bu­ra­da­ki kri­tik nok­ta, bir da­va pe­şin­den git­sek bi­le, o da­va­ya da­ir eleş­ti­rel bir me­sa­fe­ye sa­hip olup ol­ma­dı­ğı­mız­dır.

M.T.: Şim­di, çağ­daş za­ma­na ka­dar ya­ni bü­tün Es­ki Çağ­da, Yu­nan’ıy­la, Ro­ma’sıy­la, İs­la­mi­yet’le, Or­ta­çağ’la, hat­ta Ye­ni Ça­ğın da or­ta­la­rı­na ka­dar hü­küm sü­ren ‘ha­ki­kat tek­tir; yan­lış ce­vap­lar çok ola­bi­lir ama tek bir doğ­ru var­dır’ an­la­yı­şı da bu­nun­la il­gi­li her­hal­de. Ya­ni, oto­ma­tik ola­rak her­han­gi bir di­ne, her­han­gi bir si­ya­si aki­de­ye bağ­lı olan­lar çok ya­kın za­man­la­ra ka­dar, tek doğ­ru­yu ara­yıp, ken­di­le­ri­nin­ki­nin o ol­du­ğu­nu dü­şün­müş­ler. Ya­ni “fark­lı­lık bir zen­gin­lik­tir” çok ye­ni bir fi­kir gi­bi ge­li­yor ba­na. Böy­le bir ta­rih­sel pers­pek­ti­fi de var fa­na­tik­li­ğin.

Da­ha ge­le­nek­sel olan dü­şün­ce tar­zı fa­na­tik­li­ğe yat­kın. Çok ya­kın za­man­la­ra ka­dar bir Ka­to­lik için, bir Müs­lü­man için fa­na­tik ol­ma­mak müm­kün de­ğil; o za­man­lar hoş­gö­rü bel­ki an­cak ta­ham­mül dü­ze­yin­de, kat­lan­ma dü­ze­yin­de; say­gı dü­ze­yin­de de­ğil. Hat­ta “çe­şit­li­lik iyi bir şey­dir” gi­bi bir fi­kir çok ay­kı­rı.

Her­hal­de ora­da mec­bu­ren kat­la­nı­lan, mec­bu­ren ta­ham­mül edi­len bir du­rum söz ko­nu­su. Bü­yük bir oto­ri­te, dev­let var; bü­yük bir si­ya­si bi­ri­mi ida­re et­me­ye ça­lı­şı­yor­su­nuz, eko­no­mik çı­kar­lar var, mec­bu­ren ta­ham­mül edil­me­si ge­re­ken fark­lı un­sur­lar var ama de­di­ği­niz gi­bi say­gı te­me­lin­de de­ğil bun­lar. Fa­na­tik­li­ğin bi­rin­cil özel­li­ği olan “mut­lak doğ­ru­ya sa­hip ol­ma” ko­nu­sun­dan de­vam ede­lim: Bu ta­bi­i müt­hiş bir dog­ma­tizm, müt­hiş bir ka­tı­lık ge­ti­ri­yor. Ak / ka­ra tar­zın­da al­gı­la­ma­lar ge­ti­ri­yor, ara ton­la­rın, gri ton­la­rın yok sa­yıl­ma­sı, on­la­rın gö­rül­me­me­si, ku­tup­laş­ma ge­ti­ri­yor. Bu­ra­da, fa­na­tik­li­ğin nes­ne­si ne ise –po­li­tik, di­ni ya da baş­ka bir şey– o alan­da, o ko­nu­da çok net doğ­ru­lar ve yan­lış­lar olu­yor ve ki­şi ya da o grup ken­di­si­ni doğ­ru­nun, hak­lı­nın ta­ra­fın­da mut­lak bir bi­çim­de ko­num­lan­dı­rı­yor; onun dı­şın­da­ki bü­tün ko­num­lan­ma­lar çok net, sert, ka­tı bir şe­kil­de öte­ki­leş­ti­ri­li­yor ve bu öte­ki­leş­tir­me ma­sum bir öte­ki­leş­tir­me de de­ğil ar­tık, ba­ya­ğı düş­man­laş­tı­ran tarz­da bir öte­ki­leş­tir­me. Düş­man­laş­tı­ran tarz­da öte­ki­leş­tir­me de ta­bi­i ge­rek­ti­ğin­de, yo­ğun teh­dit al­gı­la­rı söz ko­nu­su ol­du­ğun­da, bu düş­man şek­lin­de kod­la­nan ki­şi­le­re ya da grup­la­ra yö­ne­lik çok yo­ğun bir nef­re­tin, sal­dır­gan­lı­ğın bo­şal­ma­sı­nın da önem­li ka­nal­la­rın­dan bi­ri olu­yor.

M.T.: Ben bu kü­çük de­ne­me­de bir şey söy­le­me­ye ça­lış­tım. Fa­na­tik­li­ği il­le de ah­la­ki açı­dan kö­tü gör­me­miz ge­rek­me­ye­bi­lir; bi­ri­si ken­di­si­nin doğ­ru­yu bil­di­ği­ne iç­ten­lik­le ina­nı­yor­sa, kar­şı­sın­da­ki için doğ­ru ola­nın da bil­gi­si­ne sa­hip ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yor­sa, o ki­şi­yi doğ­ru­ya zor­la­ma­yı, bir iyi­lik yap­mak, onun ya­ra­rı­na olan bir şe­yi ona zor­la yap­tır­mak gi­bi de al­gı­la­ya­bi­lir. De­ğil mi? İşin şim­di bir de bu ta­ra­fı var. Ya­ni sı­kı bir din­dar, o ka­dar emin ki ken­di inanç­la­rın­dan, bu inan­cı pay­laş­ma­yan­la­rı bu inan­ca ge­tir­mek on­la­rın da le­hi­ne­dir, on­la­rın da ya­ra­rı­na­dır duy­gu­suy­la da ha­re­ket edi­yor ola­bi­lir.

Ta­bi­i. Çe­şit­li ras­yo­na­li­zas­yon­lar za­ten bu­la­cak­tır ama bu da so­nuç­ta fa­na­tik­li­ğin dı­şı­na çık­mak an­la­mı­na gel­mez. Çün­kü bu­nu iyi ni­yet­le yap­tı­ğı­nı dü­şü­nür ni­ha­ye­tin­de...

M.T.: Ya­ni, iyi ni­yet de müm­kün fa­na­tik­lik­te.

Ta­bi­i. Ço­ğu fa­na­tik ben­ce “kö­tü ni­yet­li” de­ğil.

M.T.: Ama iş­te, kö­tü­lü­ğe (Ce­hen­ne­me) gi­den yol­lar iyi ni­yet­le dö­şe­li­dir…

Bu nok­ta­da şu­nu söy­le­mek la­zım: Bir yan­dan fa­na­tizm için ak-ka­ra, tüm­den-iyi, tüm­den-kö­tü gi­bi al­gı­la­ma­lar ge­çer­li der­ken, fa­na­tik ka­te­go­ri­si­ne so­ka­bi­le­ce­ği­miz in­san­la­ra da ay­nı şe­yi yap­ma­ya­lım. Bir fa­na­tik­ler var, bir de fa­na­tik ol­ma­yan­lar var di­ye iki­ye ayır­ma­mak la­zım. Bu­nu bir sü­rek­li­lik üze­rin­de ya­ni “az ya da çok fa­na­tik” di­ye dü­şün­mek la­zım. Yok­sa de­di­ğim gi­bi, he­pi­miz­de az ya da çok, po­tan­si­yel ola­rak en azın­dan, nü­ve­le­ri var bu fa­na­tizm de­nen şe­yin. Özel­lik­le dik­kat et­me­miz, ken­di­mi­zi da­ha ba­ğı­şık ha­le ge­tir­mek için ba­ya­ğı bir uğ­raş­ma­mız da ge­re­ki­yor. Kıs­men fa­na­tik ola­rak gö­re­bi­le­ce­ği­miz ço­ğu in­san için ilk ba­kış­ta, dı­şar­dan ba­kıl­dı­ğın­da öy­le çok bir kö­tü ni­yet fa­lan gö­re­me­ye­bi­li­riz de. İş­te bir fut­bol ma­çın­da­ki kırk bin ki­şi­lik se­yir­ci gru­bu­nu dü­şün­dü­ğü­müz­de, bir olay çık­tı­ğın­da bun­la­rın sa­de­ce bel­ki birkaç ta­ne­si ta­ne­si ci­na­yet iş­le­ye­cek de­re­ce­de gö­zü ka­ra­dır ama bun­la­ra ar­tık uç nok­ta fa­na­tik di­ye­bi­li­riz. Ta­bi­i o kırk bin ki­şi­lik gü­ruh ey­le­mi­nin içe­ri­sin­de­ki fa­na­tik­lik yal­nız­ca bu birkaç ­ki­şiy­le sı­nır­lı de­ğil. O kırk bin ki­şi­nin muh­te­me­len çok önem­li­ce bir ke­si­mi –du­ru­ma gö­re de­ği­şe­bi­lir bu oran– o bir iki ki­şi­nin yap­tı­ğı ey­le­mi or­ta­ya çı­kar­ta­cak kit­le­sel, fa­na­tik­çe bir ha­let-i ru­hi­ye­yi oluş­tu­ran ana un­sur. Ya­ni öy­le bir ko­lek­tif ik­lim var ki ora­da, so­nun­da bir iki ki­şi de çı­kıp bu­nu ya­pa­bi­li­yor. Ve muh­te­me­len o kırk bin ki­şi için­de­ki çok sa­yı­da ki­şi “he­lal ol­sun ço­cu­ğa” da di­ye­bi­li­yor. Ya da iş­te ayıp­lan­mı­yor, ce­ma­at / ca­mi­a dı­şı­na atıl­mı­yor. Za­ten bir sü­rü­sü ya­ka­lan­mı­yor; hu­ku­ken de bir şey ol­mu­yor on­la­ra; do­la­yı­sıy­la yal­nız­ca bi­rey­sel ba­zı uç du­rum­lar­da dav­ra­nan in­san­la­rın bi­rey­sel dav­ra­nış­la­rı gi­bi gör­me­mek, o bi­rey­sel dav­ra­nış­la­rı or­ta­ya çı­kar­tan, en azın­dan en­gel­le­me­yen, bel­ki son­ra­dan des­tek­le­yen, pe­kiş­ti­ren o ge­nel ko­lek­tif al­gı sis­tem­le­ri­ni, ha­let-i ru­hi­ye­yi de dü­şün­mek la­zım. Bu an­lam­da me­se­la Tür­ki­ye, ço­ğu za­man kan­lı bir şe­kil­de son­la­nan po­li­tik ve di­ni fa­na­tik ey­lem­le­ri or­ta­ya çı­kar­mak açı­sın­dan çok be­re­ket­li bir top­rak. Ge­nel top­lum­sal ha­let-i ru­hi­ye­si açı­sın­dan bu­na çok el­ve­riş­li. Med­ya­sın­dan po­li­tik ik­ti­da­rı­na, di­ğer anaa­kım po­li­tik ak­tör­le­ri­ne ka­dar. Lin­çe va­ran ey­lem­ler olu­yor Tür­ki­ye’de; özel­lik­le son bir­kaç yıl­da, çok sık bir şe­kil­de ve so­nun­da iş­te “Ma­lat­ya’da­ki ci­na­ye­ti bir­kaç sa­pık yap­tı” dü­ze­yin­de yan­sı­tı­la­bi­li­yor. Ama as­lın­da bi­raz da­ha ge­niş ve de­rin­le­me­si­ne bak­tı­ğı­mız­da o bir­kaç ço­cu­ğun ar­ka­sın­da çok da­ha ge­niş, ko­lek­tif bir suç or­tak­lı­ğı ol­du­ğu­nu gö­rü­yo­ruz.

M.T.: Top­lum­sal des­tek…

Top­lum­sal des­te­ği de var, po­li­tik ma­ni­pü­las­yo­nu da var; ve öy­le bir top­lum­sal ik­lim, sos­yo-psi­ko­lo­jik ik­lim ya­ra­tı­lı­yor ki, o ik­lim içe­ri­sin­de bi­ri­le­ri­nin bir­kaç gö­re­ce kü­çük adım at­ma­sı­na ka­lı­yor her şey. Ve o adı­mı ata­cak de­re­ce­de fa­na­tik, ya da bi­rey­sel psi­ko­lo­ji­sin­de so­run­la­rı olan in­san di­ye­lim, öy­le bir ik­lim­de za­ten her du­rum­da bu­lu­na­bi­lir. Mü­him olan öy­le bir sos­yo-psi­ko­lo­jik ik­li­min ya­ra­tıl­ma­ma­sı. O ik­lim ol­duk­tan son­ra bir sü­rü ci­na­yet işlenmesi, kat­li­am yapılması, işin zor kıs­mı de­ğil, ko­lay kıs­mı. Zor olan kıs­mı, o sos­yo-psi­ko­lo­jik ik­li­min ha­zır­lan­ma sü­re­ci, top­lu­mun bu­na yat­kın ha­le ge­ti­ril­me­si, ses­siz ha­le ge­ti­ril­me­si vs.

M.T.: Bun­dan 30 kü­sur yıl ön­ce Fel­se­fe Ku­ru­mu’nun bir top­lan­tı­sın­da dog­ma­tizm ko­nu­lu bir bil­di­ri oku­muş­tum. Ora­da, o za­man ba­na hay­li doğ­ru ge­len –şim­di de fark­lı dü­şün­mü­yo­rum– bir şey söy­le­miş­tim: “Ke­ma­list po­zi­ti­vizm” zih­ni­yet ola­rak as­lın­da bir ikin­ci İs­lam gi­bi ol­muş­tur; çün­kü kav­ram­lar de­ğiş­mek­le bir­lik­te zih­ni­yet ka­lı­bı de­ğiş­me­di­ğin­den ay­nı ke­sin­lik­le, kes­kin­lik­le bir şey­le­re ina­nıl­mış­tır. Hat­ta o za­man­lar Tür­ki­ye’de ye­ni ye­ni tar­tı­şı­lan sos­ya­lizm de, ade­ta bir üçün­cü İs­lam gi­bi be­nim­sen­miş­tir – zih­ni­ye­ti­ni de­ğiş­tir­me­den, sa­de­ce kav­ram­la­rı de­ğiş­ti­re­rek be­nim­se­nir; ama kav­ram­la­ra bağ­lı­lık da ade­ta di­ne bağ­lı­lık gi­bi­dir. Bu­nu fa­na­tik­lik ko­nu­sun­da da söy­le­ye­bi­li­riz: bir zih­ni­yet, bir ta­vır al­ma söz ko­nu­su, kav­ram­lar de­ği­şi­yor ama ka­lıp, şe­be­ke de­ğiş­mi­yor.

Ke­sin­lik­le... Zih­ni­yet ay­nen de­vam edi­yor çün­kü ken­di içi­ni ve dı­şı­nı ho­mo­jen­leş­tir­me­ye ça­lı­şan bir zih­ni­yet ka­lı­bı bu. İçi­mi­zi iyi şe­kil­de, tüm­den iyi şe­kil­de ho­mo­jen­leş­ti­ri­yo­ruz. Biz mut­lak iyi­yiz, mut­lak doğ­ru­ya sa­hi­biz, bi­zim dı­şı­mız da mut­lak kö­tü ola­rak kod­la­nı­yor. Bu­nu böy­le kod­la­dı­ğı­mız za­man, ya­ni bi­zim de ba­zı yan­la­rı­mız kö­tü ola­bi­lir, prob­lem­li ola­bi­lir, bi­zim dı­şı­mız­da­ki­le­rin ba­zı yan­la­rı da iyi ola­bi­lir, or­tak bir sü­rü de­ğer var­dır, or­tak prob­lem­ler var­dır, do­la­yı­sıy­la an­la­ya­bi­li­rim, em­pa­ti ku­ra­bi­li­rim, bağ­lan­tı ku­ra­bi­li­rim gi­bi me­ka­niz­ma­lar dev­re­de ol­ma­dı­ğın­da, ide­olo­ji ne olur­sa ol­sun, din, po­li­tik gö­rüş ne olur­sa ol­sun, ben­zer bir zih­ni­yet me­ka­niz­ma­sı dev­re­ye gi­rip, fa­na­tik­li­ği çok da­ha ra­hat üre­ten, fa­na­tik ey­lem­le­ri, dav­ra­nış­la­rı ve ni­ha­i nok­ta­da kan­lı ey­lem­le­ri, he­sap­laş­ma­la­rı çok da­ha ra­hat üre­ten bir or­tam sağ­lı­yor.

M.T.: Se­nin bu de­di­ğin­de fa­na­tik­li­ğe kar­şı bel­ki en et­ki­li şe­yin ken­di­ni baş­ka­sı­nın ye­ri­ne ko­ya­bil­me ye­te­ne­ği­ni ge­liş­tir­me, o em­pa­ti­yi ge­liş­tir­me ol­du­ğu or­ta­ya çı­kı­yor; ken­di­ni öte­ki­nin ye­ri­ne ko­ya­bi­lir­sen, ken­di po­zis­yo­nun­da fa­na­tik­çe du­ra­maz­sın.

Ta­bi­i ki… Ama ken­di­ni öte­ki­nin ye­ri­ne ko­ya­bil­mek ile­ri bir aşa­ma, on­dan ön­ce öte­ki di­ye bir şe­yin var ol­du­ğu­nu ka­bul et­mek, an­la­mak var… Çün­kü bu tür uç fa­na­tik dü­zey­de­ki dav­ra­nış­lar­da öte­ki di­ye bir şe­yin var­lı­ğı za­ten pek ka­bul edil­mi­yor. Nar­si­sis­tik bir ko­num­lan­ma mev­cut, çok sert ve ka­tı bir an­lam­da “Bir tek ben va­rım” ya da ko­lek­tif dü­zey­de ko­nu­şu­yor­sak “Biz va­rız”; di­ğer­le­ri, di­ğer in­san­lar, grup­lar fa­lan var ama on­la­rın ger­çek­ten on­to­lo­jik ve duy­gu­sal bir var­lı­ğı ol­du­ğu­nu ben, bel­ki laf dü­ze­yin­de söy­lü­yo­rum ama, his­set­mi­yo­rum. Ya­ni on­la­rın fark­lı bir po­zis­yon­la­rı ola­bi­lir, his­le­ri ola­bi­lir, can­la­rı acı­ya­bi­lir, on­lar ay­rı bi­rer öz­ne­dir­ler… Duy­gu­la­nım­sal dü­zey­de on­la­ra “ay­rı bir öz­ne” ko­nu­mu­nu ve­re­mi­yo­rum. Bu uç dü­zey, nar­si­sis­tik bü­zül­me di­ye­bi­le­ce­ği­miz bir şey. Öte­ki­ni, baş­ka bir öz­ne, ben­den fark­lı, do­la­yı­sıy­la fark­lı dü­şü­ne­bi­len, fark­lı his­se­de­bi­len bir öz­ne ola­rak ko­num­lan­dır­ma­dı­ğım za­man, ona is­te­di­ği­mi ya­pa­bi­li­rim. Onu yal­nız­ca ba­na ne ka­dar ben­ze­yip ben­ze­me­di­ği üze­rin­den de­ğer­len­di­ri­rim. Ba­na ben­zi­yor­sa za­ten be­nim bir uzan­tım, bir par­çam ola­rak de­ğer­len­di­ri­li­yor. Ba­na ben­ze­mi­yor­sa o za­man za­ten çok cid­di bir teh­dit un­su­ru çün­kü bir tek ben va­rım, ben ol­ma­lı­yım; öte­ki it­laf edil­me­si, ber­ta­raf edil­me­si ge­re­ken bir şey.

M.T.: Ama o ben­ze­me de bi­raz teh­li­ke­li bir şey. Ba­na ben­zi­yor­sa ve be­nim dü­şün­dük­le­ri­me ay­kı­rı bir şey be­nim­si­yor­sa o da­ha bü­yük bir teh­li­ke. De­ğil mi?

Ta­bi­i, o za­man ben­ze­mez olu­yor iş­te. O za­man ta­bi­i me­se­le… Biz bu­ra­da dört ki­şi fa­na­tik bir gru­buz di­ye­lim. Bel­li bir dün­ya gö­rü­şü­müz, ide­olo­ji­miz var, bir sü­re son­ra ara­mız­dan bi­ri çı­kıp ay­kı­rı laf­lar et­me­ye baş­lı­yor. O an­da o ar­tık biz­den de­ğil. Dı­şa­rı atıl­ma­sı, iliş­ki­si ke­sil­me­si ge­re­ken iç ha­in, iç düş­man mu­ame­le­si gö­rü­yor.

M.T.: İş­te iç düş­man, dış düş­man­dan da­ha kö­tü du­rum­da.

Ta­bi­i ki, ta­bi­i ki.

M.T.: Ya­ni, dış düş­man na­sıl­sa gâ­vur. Bu, Müs­lü­man ol­du­ğu hal­de, Türk ol­du­ğu hal­de böy­le bir kö­tü fik­re sa­hip.

Yek­pa­re­li­ği, ho­mo­jen­li­ği çok teh­dit eden bir şey ol­du­ğu için o da­ha da kö­tü ta­bi­i. Ve ta­bi­i Tür­ki­ye’de iç düş­man­lar-dış düş­man­lar me­se­le­si gün­de­lik ha­ya­tı­mız­da bi­ze dö­ne dö­ne bel­le­ti­len, ar­tık her­ke­sin hiç dü­şün­me­den ez­ber­le­di­ği, sin­dir­di­ği, iç­sel­leş­tir­di­ği bir ref­leks ol­muş du­rum­da. Her ye­re yan­sı­mış du­rum­da. Me­se­la, Kürt me­se­le­si­nin bu ka­dar şid­det­li ya­şa­nı­yor ol­ma­sı ve ar­tık iyi­ce zı­va­na­dan çık­mış ol­ma­sı­nın, ras­yo­nel her­han­gi bir ka­lı­ba sı­ğa­ma­ya­cak dü­ze­ye çık­mış ol­ma­sı­nın si­zin de­min de­di­ği­niz­le bağ­lan­tı­sı var. Şim­di­ye ka­dar Kürt­ler, Türk­leş­ti­ri­le­bi­lir, ay­nı­laş­tı­rı­la­bi­lir, asi­mi­le edi­le­bi­lir bir un­sur ola­rak dü­şü­nü­lü­yor­lar­dı; Kürt­lük­le­ri yad­sı­nı­yor­du, Kürt­çe yad­sı­nı­yor­du ama Türk­leş­tik­le­ri öl­çü­de, “Ne mut­lu Tür­küm di­ye­ne” di­ye­bil­dik­le­ri öl­çü­de de ka­bul gö­rü­yor­lar­dı. Son 20-30 yıl­da bu­nun ol­ma­ya­ca­ğı, ya­ni Kürtle­rin var­lı­ğı­nın ar­tık in­kâr edi­le­me­ye­ce­ği, baş­ka bir şey­ken “Tür­küm” de­me­ye zor­la­na­rak her­han­gi bir mut­lu­lu­ğun gel­me­di­ği ayan be­yan or­ta­ya çık­tı iş­te. Do­la­yı­sıy­la içi­miz­de ve­ya içi­miz­den bi­ri ola­bi­le­cek, asi­mi­le edi­le­bi­le­cek bir un­sur, ar­tık asi­mi­le edi­le­mez­li­ğiy­le ve iş­te id­di­ala­ra gö­re “dış düş­man­lar­la da iş­bir­li­ği için­de”, yo­ğun bir iç düş­man ha­li­ni al­mış ve o iç ho­mo­jen­leş­me­yi çok cid­di de­re­ce­de teh­dit eder ha­le gel­miş du­rum­da. Ku­şak­lar bo­yun­ca Kürt­ler yok­tur de­miş­si­niz, Kürt­çe yok­tur de­miş­si­niz, bir sü­rü ku­şa­ğı mil­li eği­tim sis­te­min­den ge­çir­miş­si­niz, med­ya­nız böy­le ça­lış­mış vb. Şim­di bel­ki hü­kü­met is­te­se bi­le, ör­ne­ğin ya­rın Tay­yip Er­do­ğan de­se ki “Ar­ka­daş­lar bir yan­lış yap­tık şim­di­ye ka­dar, sek­sen yıl­dır Kürt­ler ko­nu­sun­da, Kürt­çe ko­nu­sun­da yan­lış yap­tık, özür di­li­yo­ruz. Ve bun­dan son­ra de­ği­şik bir şey­ler ya­pa­ca­ğız ar­tık. İn­kâr et­tik şim­di­ye ka­dar, ayıp et­tik, ar­tık gös­ter­me­lik ola­rak de­ğil sa­hi­den say­gı gös­te­re­ce­ğiz ve bu­nun ge­re­ği­ni ya­pa­ca­ğız” de­se bi­le mil­yon­lar­ca in­san, “Hop bir da­ki­ka, na­sıl ya­ni, siz on yıl­lar bo­yun­ca bi­ze ni­ye ya­lan söy­le­di­niz, na­sıl ya­lan söy­le­di­niz, kim yap­tı bu­nu, ni­ye yap­tı, bun­ca in­san bo­şu­na mı öl­dü?” di­ye sor­maz mı? Bu me­se­le­nin çö­zü­mün­de ilk plan­da so­rul­ma­sı ge­re­ken asıl so­ru­lar da bun­lar. Ko­lay de­ğil bu­nu böy­le bir an­da hal­let­mek. Do­la­yı­sıy­la in­san­la­rın on yıl­lar­dır ayak­la­rı­nı bas­tık­la­rı bu ze­min, –bü­yük öl­çü­de ya­lan­lar üze­ri­ne ku­ru­lu bir ze­min– cid­di sar­sın­tı ge­çi­ri­yor bu Türk-Kürt me­se­le­si üze­rin­den. Kim bu ya­lan­la­rın so­rum­lu­su? Ne­den, na­sıl ve kim­ler ta­ra­fın­dan bu ya­lan­lar üre­til­di de, Kürt­le­rin ve Kürt­çe­nin var­lı­ğı in­kâr edi­le­bil­di? Bu yüz­leş­me bü­tün açık­lı­ğıy­la ya­pıl­ma­dan bi­zim bu me­se­le­yi çöz­me­miz çok müm­kün de­ğil.

M.T.: Ora­da ta­rih­sel bir şey var. Kürt­ler asi­mi­le edi­le­bi­le­cek, Türk­leş­ti­ri­le­bi­le­cek bir grup ola­rak gö­rü­lü­yor­du de­din. Cum­hu­ri­yet dö­ne­mi için bu doğ­ru, ama on­dan ön­ce biz ay­nı mil­let­ten­dik. Ya­ni Türk Mil­le­ti, Kürt Mil­le­ti ay­nı İs­lam Mil­le­ti için­dey­di. Ta­bi­i bi­zim la­ik­leş­me sü­re­ci­miz on­la­rın da öküz öl­dü or­tak­lık bo­zul­du gi­bi ken­di mil­li­yet­çi­lik­le­ri­ni ge­liş­tir­me­le­ri­ne var­dı. Ama bir za­man­lar biz ay­nı idik. Boş­nak’ıy­la, Ar­na­vut’uy­la, Gür­cü’süy­le, Laz’ıy­la, Çer­kez’iy­le İs­lam Mil­le­ti’nin üye­le­riy­dik...

Şim­di iş­te bu “İs­lam tut­ka­lı” bel­ki di­ğer Müs­lü­man azın­lık un­sur­la­rı Türk­lük için­de asi­mi­le et­me­ye yet­ti; sa­yı­ca da­ha az­lar­dı, da­ha ka­rı­şık yer­ler­de otu­ru­yor­lar­dı fa­lan ama Kürt­ler için bu iş­le­me­di. Kıs­men iş­le­di, kıs­men iş­le­me­di.

M.T.: Şim­di sa­yı ola­rak on­lar da­ha faz­la. Üs­te­lik on­lar o za­man­lar gö­çe­bey­di, son­ra o İs­lam Mil­le­ti’nin par­ça­sı ol­duk­la­rın­da bi­le coğ­ra­fi ola­rak ay­rıy­dı­lar.

Bel­li bir yer­de kon­san­tre ola­rak ya­şı­yor­lar­dı. Ba­tı­ya gö­çen­le­rin yi­ne bü­yük öl­çü­de asi­mi­le ol­duk­la­rı söy­le­ne­bi­lir ama çok önem­li bir öl­çü­de de­ğil. Ve ar­tık ge­li­nen bu nok­ta­da, 2000’li yıl­lar­da bu­nun ol­ma­sı­nı bek­le­mek müm­kün de­ğil. Do­la­yı­sıy­la Kürt me­se­le­si­ni fa­na­tik­li­ğe ör­nek ola­rak ve­rip ora­ya geç­tik ama fa­na­tik­li­ği bes­le­yen un­sur, Kürt­le­rin, Türk mil­li­yet­çi­li­ği­nin zih­ni­yet dün­ya­sın­da, İs­la­mi or­tak­lık üze­rin­den ko­lay­ca Türk­leş­ti­ri­le­bi­lir, asi­mi­le edi­le­bi­lir bir un­sur ol­mak­tan, ar­tık hiç­bir şe­kil­de asi­mi­le edi­le­mez, do­la­yı­sıy­la Rum­lar ve­ya Er­me­ni­ler gi­bi “öz­sel” ola­rak fark­lı­lık­la­rı olan ve bu an­lam­da da ta­bi­i çok teh­dit edi­ci olan bir un­sur ola­rak gö­rül­me­ye geç­miş ol­ma­la­rı. Çün­kü Rumlar üç-beş bin ki­şi, Er­me­niler 50-60 bin ki­şi, Kürt­ler ise mil­yon­lar­ca ki­şi. Ve bir sa­vaş du­ru­mu var. Ayak­la­rı­nı bas­tık­la­rı ze­mi­nin sar­sıl­ma­sı­nın ya­rat­tı­ğı şok­tan ve kor­ku­dan bes­le­nen, öte­ki kor­ku­sun­dan bes­le­nen çok yo­ğun bir hınç var ve bu hınç de­min­den be­ri ko­nuş­tu­ğu­muz fa­na­tik­lik ka­nal­la­rıy­la bir ara­da çok cid­di bir teh­li­ke Tür­ki­ye için. Bu bir ör­nek fa­na­tizm ko­nu­sun­da.

M.T.: Ta­bi­i bu ör­nek­te kar­şı ta­ra­fın da fa­na­tiz­mi söz ko­nu­su. Me­se­la se­nin de be­nim de bir­çok Kürt ar­ka­da­şı­mız var, on­lar­la ko­nu­şur­ken on­lar da ba­zı şey­le­ri bi­ze be­nim­set­mek is­ter­ken, bu ta­lep­le­ri­nin Kürt mil­li­yet­çi­li­ği ta­lep­le­ri ol­du­ğu­nu fark et­mi­yor­lar. On­lar da san­ki ge­nel in­san hak­la­rı­nın bir par­ça­sı ola­rak ba­zı ta­lep­le­ri bi­ze ite­le­mek is­ti­yor­lar, bu se­fer biz is­yan edi­yo­ruz fa­na­tik­li­ğe il­ke­ce kar­şı ol­ma­mı­za rağ­men, çün­kü kar­şı ta­raf­ta da fa­na­tik­lik ola­bi­li­yor.

Ta­bi­i Kürt mil­li­yet­çi­li­ği di­ye bir şey var ve gi­de­rek de ar­tı­yor. Çün­kü Türk mil­li­yet­çi­li­ği hiç­bir şe­kil­de ıs­lah ol­mu­yor, bir­bi­ri­ni bes­le­ye­rek de­vam edi­yor­lar ama ta­bi­i bir nok­ta­yı bi­zim her za­man dik­kat­le ayır­ma­mız la­zım. Kürt­le­rin yıl­la­rın ya­lan­la­rın­dan, do­lan­la­rın­dan, bas­kı­la­rın­dan do­la­yı or­ta­ya çı­kan çok meş­ru ta­lep­le­ri var. De­mok­ra­tik­leş­mey­le il­gi­li, ana­dil kul­la­nı­mıy­la il­gi­li, eği­tim­le il­gi­li, ba­sın ya­yın­la il­gi­li çok meş­ru ta­lep­le­ri var. Bu ta­lep­le­ri dil­len­dir­me­nin sa­de­ce ken­di­si, mil­li­yet­çi­lik de­ğil. Bu­nun öte­sin­de ama ba­zı şey­ler var ya da dün­ya­yı al­gı­la­ma, düş­man­laş­tır­ma, öte­ki­leş­tir­me an­la­mın­da yak­la­şım­lar var, bun­lar mil­li­yet­çi­lik ka­te­go­ri­si­ne gi­re­bi­le­cek şey­ler… Kürt­ler ara­sın­dan bun­la­rı gö­ren, ya­ni mil­li­yet­çi­li­ğe me­sa­fe­li du­ran­lar da var, dur­ma­yan­lar da var. Dur­ma­yan­lar ara­sın­dan da mil­li­yet­çi­lik­le sar­maş do­laş ol­du­ğu­nu gör­me­yen­ler de bol mik­tar­da var...

M.T.: Kürt so­ru­nu­nu bir ör­nek ola­rak ver­dik ama her­hal­de bu ör­nek gün­cel­li­ği do­la­yı­sıy­la çok ağır ba­sı­yor. Baş­ka bir prob­lem de Tür­ki­ye’nin bu ir­ti­ca kor­ku­su. Tür­ki­ye ne ya­zık ki la­ik­çi­ler ve din­ci­ler di­ye iki kam­pa ay­rıl­mış du­rum­da. Ya­ni la­ik­çi­li­ği lai­sizm an­la­mın­da kul­la­nı­yo­rum. La­ik ol­mak baş­ka şey… Me­se­la pek çok in­san bir ki­şi­sel inanç me­se­le­si gi­bi dü­şü­nü­yor. Oy­sa la­ik­lik ta­bi­i ki ka­mu­sal alan­da bir po­zis­yon. Ki­şi la­ik ol­maz... Din­dar olur, din­siz olur, ag­nos­tik olur, ne olur­sa olur, ama dev­let la­ik olur.

De­di­ği­niz doğ­ru, ki­şi ta­bi­i bir ka­mu­sal hiz­met ya­pı­yor­sa, ka­mu­sal hiz­me­tin­de la­ik olur. Ya­ni ora­da din­dar ol­mak di­ye bir şey söz ko­nu­su ola­maz. Bir öğ­ret­men ya da bir dok­tor ka­mu­sal hiz­met ya­pı­yor­sa ora­da di­ni inan­cı­nın bir ye­ri ola­maz.

M.T.: Evet, ol­ma­ma­sı la­zım. Ama iş­te de­di­ğim gi­bi bu­nu san­ki bir ki­şi­sel po­zis­yon­muş gi­bi al­gı­la­ma du­ru­mu var. “Ben lai­kim” di­ye­nin kas­tet­ti­ği şey as­lın­da dev­le­tin bü­tün din­le­re, inanç­la­ra ve inanç­sız­lık­la­ra eşit me­sa­fe­de dur­ma­sı, hiç bi­riy­le öz­deş­le­şip onun ge­rek­le­ri­ni ye­ri­ne ge­tir­mek­le ken­di­ni gö­rev­li say­ma­ma­sı ge­rek­ti­ği; ya­ni dev­le­te iliş­kin bir id­di­a. Ya da bir ka­mu gö­re­vi ya­par­ken ta­bi­i ki me­se­la öğ­ren­ci­ni­zin mez­he­biy­le, di­niy­le, inan­cıy­la, inanç­sız­lı­ğıy­la il­gi­li ol­ma­dan onu tart­ma­nız ge­re­ki­yor.

Evet, iki kam­pın da si­ci­li çok bo­zuk bu ko­nu­da. Ya­ni din­ci de­ni­len kamp­la, la­ik­çi de­ni­len kam­pın si­cil­le­ri epey­ce bo­zuk…

M.T.: Ya­ni be­nim o ilk söy­le­di­ğim de bu. La­ik­çi de­nen kamp as­lın­da din­ci zih­ni­ye­ti sür­dü­rü­yor. La­ik­lik adı­na yi­ne birta­kım şey­le­ri mut­lak­laş­tı­rı­yor; on­la­ra hiç şüp­he­ye yer ol­ma­dan bir bağ­lı­lık du­yu­yor ve bel­ki on­la­rı bu­na zor­la­mak­la iyi­lik et­ti­ği­ni dü­şü­nü­yor.

Fa­na­tik­lik için eleş­ti­rel me­sa­fe­li­lik­ten uzak ol­mak, ta­kın­tı­lı bir coş­ku ve he­ye­can eş­li­ğin­de bir da­va­ya, bir ko­nu­ya aşı­rı de­re­ce­de bağ­lan­ma ha­li de­miş­tik.

M.T.: Ya­ni şüp­he­ye hiç yer ver­mez fa­na­tizm.

Me­se­la şu­nu dü­şü­ne­lim. Mus­ta­fa Ke­mal Ata­türk’ün im­ge­si­nin şu an­da Tür­ki­ye’de sos­yo-po­li­tik ta­hay­yül­de ne­re­de dur­du­ğu­na ba­ka­lım. Anıt­ka­bir na­sıl bir iş­lev gö­rü­yor, Ata­türk hey­kel­le­ri, re­sim­le­ri na­sıl bir iş­lev gö­rü­yor, Ata­türk’ün çe­şit­li yer­ler­de söy­le­di­ği ve alın­tı­lar ya­pı­lan laf­la­rı na­sıl bir iş­lev gö­rü­yor, Ata­türk’ün ha­tı­ra­sı­nı ko­ru­ma ka­nu­nu vb... Bü­tün bun­la­ra bak­tı­ğı­mız­da Ata­türk müt­hiş bir kült ola­rak, dog­ma ola­rak ora­da du­ru­yor. Tar­tı­şa­maz­sı­nız, eleş­ti­rel bir me­sa­fe alı­na­maz, ya­ni Ata­türk ba­zı ko­nu­lar­da doğ­ru mu yap­tı, yan­lış mı yap­tı di­ye so­ru­la­maz –iş­te me­se­la ge­çen yıl Atil­la Yay­la’nın ba­şı­na ge­len­ler– ta­kın­tı­lı bir coş­ku ve he­ye­can her za­man var, Anıt­ka­bir tö­ren­le­ri, bay­rak tö­ren­le­ri, Ata’ya gi­dip şi­kâ­yet et­me­ler… Sü­rek­li bir Ata du­ru­mu, ya­ni bir tö­ren­sel­lik, di­ni de­re­ce­de gö­re­bi­le­ce­ği­miz bir tö­ren­sel­lik ve aşı­rı bir bağ­lan­ma ha­li var.

M.T.: Hoş bir şey ak­lı­ma gel­di. Ya­ban­cı bir Tür­ko­log –Türk­çe de bi­li­yor–, An­ka­ra’ya gel­miş, tak­si­ye bin­miş “Be­ni Ata­türk’ün tür­be­si­ne gö­tü­rün” de­miş. Şo­för de Müs­lü­man bi­riy­miş an­la­şı­lan, çok kız­mış bu­na. Hal­bu­ki, adam hak­lı. Anıt­ka­bir bir tür­be­dir. Ama biz onu as­la böy­le gör­mek is­te­mi­yo­ruz. Ya­ni top­lum gör­mek is­te­mi­yor.

Bu­ra­da fa­na­tik­lik­ten bi­raz yan ko­nu­ya sa­pı­yo­ruz ama so­nuç­ta Cum­hu­ri­yet’le bir­lik­te bi­zi Ba­tı kar­şı­sın­da ge­ri bı­rak­tır­dı­ğı dü­şü­nü­len, Ba­tı’ya kar­şı kay­bet­me­mi­zin en önem­li fak­tör­le­rin­den bi­ri ola­rak dü­şü­nü­len Do­ğu / İs­lam bir şe­kil­de ege­men po­li­tik kül­tü­rün dı­şı­na atıl­dı.

M.T.: Ama ta­bi­i Tür­ki­ye bu ma­ce­ra­da yal­nız da de­ğil­di. Bi­raz da ev­ren­sel bir ha­va var. Ya­ni 19. yüz­yıl­dan iti­ba­ren bi­zim Tan­zi­mat mo­dern­leş­tir­me­ci­le­ri “din iler­le­me­ye en­gel­dir” der­ken, ken­di dö­nem­le­rin­de Av­ru­pa’da da hâ­kim olan fik­ri di­le ge­ti­ri­yor­lar­dı. Muh­te­me­len 20. yüz­yı­lın or­ta­sı­na ka­dar bu po­zi­ti­vis­tik inanç de­vam et­ti. Ne­re­dey­se dün­ya­da bir kı­rıl­ma ol­du.

Tür­ki­ye’de her­hal­de da­ha da şid­det­le ya­şan­dı bu. Ya­ni, Ba­tı’da yi­ne ki­li­se­siy­le, Ki­li­se­ye bağ­lı, onun yö­rün­ge­sin­de­ki bir sü­rü ku­ru­muy­la de­vam eden, ya­sal, meş­ru ze­min­de de­vam eden di­ni ku­rum­lar var.

M.T.: Ama Ba­tı­lı­lar da bu­nu san­ki bir gö­re­ne­ğin de­va­mı gi­bi gö­rü­yor­lar­dı. Ben çok iyi ha­tır­lı­yo­rum, 1950’li yıl­lar­da Fre­yer adın­da bir Al­man sos­yo­log gel­miş­ti Si­ya­sal’a; o bi­ze iş­te Ba­tı­da ai­le­le­rin top­la­nıp ki­li­se­ye git­me­si­ni fa­lan ar­tık öz­gün an­la­mın­dan kop­muş bir gö­re­ne­ğin de­va­mı, bir sos­yal alış­kan­lık gi­bi tak­dim edi­yor­du. Bu­nu söy­ler­ken de bir hay­li doğ­ru bir göz­lem ya­pı­yor­du ben­ce. Ama bü­tün dün­ya­da yer yer –her yer­de ol­du­ğu söy­le­ne­mez– bir dö­nüş baş­la­dı. Bel­ki Ame­ri­ka, Av­ru­pa Bir­li­ği’nin ço­ğu ül­ke­le­rin­den da­ha din­dar. Av­ru­pa Bir­li­ği’nde Ka­to­lik gü­ney, Pro­tes­tan ku­zey­den da­ha bağ­lı, de­ğil mi?

Ama ben şöy­le bir far­kı vur­gu­la­mak is­te­rim yi­ne de. Ba­tı­da olan; da­ha uzun bir za­man di­li­min­de, de­ği­şik top­lum­sal ko­num­la­rın, çı­kar­la­rın ça­tış­ma­sı üze­rin­den ge­li­şen ve di­nin et­ki­si­nin ted­ri­ci ola­rak azal­dı­ğı da­ha or­ga­nik bir sü­reç. Tür­ki­ye’de ise da­ha sert, da­ha kı­sa za­man­da ani bir ge­liş­me olu­yor. Ana po­li­tik kül­tü­rün dı­şı­na atı­lı­yor.

M.T.: Ora­da bir şey da­ha var. Ta­bi­i bu be­nim pro­fes­yo­nel de­for­mas­yo­num, ken­di uğ­raş­tı­ğım dö­nem ol­du­ğu için; me­se­la Mil­li Mü­ca­de­le yıl­la­rın­da baş­ka bir tu­tu­num öğe­si ol­ma­dı­ğı için din es­ki­den ol­ma­dı­ğı ka­dar çok vur­gu­lan­mış­tır. Ya­ni Mil­li Mü­ca­de­le, İs­lam mil­le­ti­nin mü­ca­de­le­si di­ye yü­cel­til­miş­tir. Os­man­lı Mec­lis-i Me­bu­sanı’n­da hiç­bir za­man kür­sü­den Ku­ran okun­maz­dı, ama Bü­yük Mil­let Mec­li­si’nde okun­du. Os­man­lı Mec­lis-i Me­bu­sanı’n­da öy­le Ayet-i Ke­ri­me’ler ası­lı de­ğil­di, TBMM’de ası­lıy­dı. Ya­ni din hem çok yü­cel­til­di, on­dan son­ra da hi­la­fe­tin kal­dı­rıl­ma­sıy­la baş­la­yan çok hız­lı, ani ve kes­kin bir la­ik­lik dö­nü­şü ya­şan­dı…

Şim­di böy­le hız­lı atın­ca bir boş­luk do­ğu­yor. Çün­kü bu in­san­lar bir iki gün­de, bir iki haf­ta­da, ay­da de­ği­şe­cek in­san­lar de­ğil­ler. Böy­le uzun on yıl­la­ra, yüz­yıl­la­ra da­ya­lı bir zih­ni­yet ev­ri­mi, kül­tü­rel ev­rim fa­lan ol­mu­yor so­nuç­ta, ay­nı in­san­lar­la bir şey­le­re da­ya­lı ol­ma­dan, ku­rum­sal dü­zey­de bir şey­le­ri de­ğiş­ti­ri­yor­su­nuz ama in­san­la­rın dü­şün­me şe­kil­le­ri ay­nen de­vam edi­yor. Do­la­yı­sıy­la di­ni dü­şün­ce, çok ge­nel an­lam­da di­ni dü­şün­ce de­vam edi­yor ne ka­dar la­ik olu­nur­sa olun­sun. Do­la­yı­sıy­la Ata­türk öl­dü­ğün­de onun Anıt­ka­bir’inin bir tür­be fonk­si­yo­nu ka­zan­ma­sı, ora­da ya­pı­lan, ora­ya gi­dip gel­me­le­rin di­ni tö­ren gi­bi ifa edil­me­si ve bu­nun hâlâ de­vam edi­yor ol­ma­sı, iş­te hâlâ her ta­raf­ta hey­ke­li­ni, res­mi­ni gö­rü­yor ol­ma­mız, so­nuç­ta din­sel­leş­tir­me­dir. Ay­nı zih­ni­yet ka­lıp­la­rı­nın baş­ka bir dü­zey­de de­vam et­me­si, hat­ta de­ği­şik bir dü­ze­ye ge­çil­di­ği için da­ha da sert­leş­ti­re­rek ken­di içe­ri­sin­de iyi­ce ka­tı­laş­tı­ra­rak de­vam et­me­si. İki­sin­de de –di­ni dü­şün­ce­de de, la­ik­çi ol­du­ğu söy­le­nen dü­şün­ce­de de– or­tak özel­lik, eleş­ti­rel dü­şün­ce­ye yer ve­ri­le­me­me­si. Ya­ni mut­lak doğ­ru­la­rı­mız var, sor­gu­la­na­maz tar­tı­şı­la­maz dog­ma­la­rı­mız var ve bun­la­ra do­ku­na­nı çar­pa­rız, ya­ka­rız, ya­ka­ma­dı­ğı­mız za­man si­nir kriz­le­ri ge­çi­ri­riz şek­lin­de ba­ya­ğı bir nö­bet ge­çi­ri­yor Tür­ki­ye iş­te...

M.T.: Pe­ki Tür­ki­ye’nin so­run­la­rı­nı ör­nek ola­rak ele al­dık ama da­ha bir ge­nel ba­kış­la fa­na­tik­lik Tür­ki­ye’ye öz­gü bir şey de­ğil. Dün­ya­da da me­se­la en prob­lem­li ol­du­ğu yer­ler ne­re­le­ri?

He­pi­mi­zi doğ­ru­dan et­ki­le­di­ği için Bush dö­ne­mi me­se­la po­li­tik fa­na­tik­li­ğin do­ruk nok­ta­la­rın­dan bi­ri. Ta­bi­i sa­de­ce ki­şi ola­rak Ge­or­ge Bush de­ğil me­se­le, ama Bush yö­ne­ti­mi­nin, o zih­ni­ye­tin ve o eki­bin po­li­tik he­def­le­ri­ni, po­li­tik-eko­no­mik he­def­le­ri­ni ger­çek­leş­tir­mek için bi­ze ne tür ya­lan­lar söy­le­di­ği­ni, ne tür tak­la­lar at­tı­ğı­nı, ne tür da­la­ve­re­ler çe­vir­di­ği­ni her­kes ga­yet iyi bi­li­yor. İş­te ma­ale­sef dün­ya­nın en güç­lü ül­ke­si, dün­ya­nın en bü­yük or­du­su­na sa­hip ül­ke; bu da çok cid­di bir fa­na­tik­lik ör­ne­ği ve he­pi­mi­zi il­gi­len­di­ri­yor ve iş­te yüz bin­ler­ce si­vi­lin öl­dü­ğü, hâ­lâ de­vam eden bir iş­gal var. Bu da çok cid­di bir fa­na­tik­lik. Bush fa­na­tiz­miy­le bir­lik­te anıl­ma­sı ge­re­ken, ar­tık her­ke­sin bir fi­kir sa­hi­bi ol­du­ğu Evan­ge­list/Hıris­ti­yan fa­na­tiz­mi var. Baş­ka bir fa­na­tik­lik ör­ne­ği ta­bi­i Fi­lis­tin’in iş­ga­li üze­ri­ne İs­ra­il’in tu­tu­mu… Ora­da da çok cid­di bir fa­na­tik­lik söz ko­nu­su. Av­ru­pa’da uzun za­man­dır ve son za­man­lar­da İs­ra­il’in tu­tu­mu yü­zün­den son 30 – 40 yıl­da Or­ta­do­ğu’da art­mak­ta olan an­ti-se­mi­tizm­de de çok cid­di bir fa­na­tik­lik gör­mek müm­kün. El-Kai­de (ya da Tür­ki­ye’de Hiz­bul­lah) vb tar­zı İs­lam­cı fa­na­tizm he­pi­mi­zin ma­lu­mu. Fa­na­tik­lik ol­ma­yan yer yok muh­te­me­len, ama en müm­bit top­rak­lar öte­ki kor­ku­sun­dan bes­le­nen po­li­tik ve di­ni ide­olo­ji­le­rin ön plan­da ol­du­ğu yer­ler. Ya­ni ay­rım­cı­lık­tır, ırk­çı­lık­tır, mil­li­yet­çi­lik­tir, kök­ten­din­ci­lik­tir, bu tür ide­olo­ji­le­rin, tu­tum­la­rın çok ağır­lık­ta ol­du­ğu yer­ler, fa­na­tik­lik­ten bes­le­nen ve fa­na­tik­li­ği bes­le­yen yer­ler. Tür­ki­ye de ga­yet müm­bit bir top­rak fa­na­tik­lik için. Ama de­ği­şik de­re­ce­ler­de dün­ya­nın he­men her ye­rin­de olan bir şey.

M.T.: Uzak­do­ğu’ya ba­kın­ca da bi­ze ge­le­nek­sel ola­rak öy­le ge­lir­di ki, Çin ve Ja­pon­ya da­ha yu­mu­şak, –bel­ki on­la­rın ken­di­le­ri­ne mah­sus din­le­riy­le il­gi­li bir şey bu– da­ha yu­mu­şak tu­tum­lar ser­gi­li­yor­lar. Oy­sa Çin’de, Ma­o dö­ne­mi ya­şan­dı, onun­la hem­za­man ola­rak Ja­pon­ya’da mi­li­ta­rizm­de, bü­tün Pa­si­fik’e hâ­kim ol­ma sa­va­şın­da bü­yük bir fa­na­tizm yük­se­li­şi ol­du, ya­ni bun­dan ma­sun ka­lan hiç­bir kül­tür yok gi­bi gö­rü­nü­yor. Af­ri­ka’da ka­bi­le­ler ara­sın­da fa­na­tik­lik bin­ler­ce, mil­yon­lar­ca in­sa­nın kur­ban edil­me­si­ne yol aç­tı...

Şim­di şöy­le bir pa­ran­tez aç­mak la­zım, bu po­tan­si­yel ola­rak he­pi­miz­de var­dır de­di­ği­miz za­man şöy­le bir yer­den yo­la çı­kı­yo­rum: Be­bek ilk doğ­du­ğun­da bir psi­ko­lo­jik bü­tün­lük içe­ri­sin­de ol­du­ğu­nu söy­le­ye­me­yiz. Böy­le bir şey yok, bu ya­vaş ya­vaş ola­cak bir şey. Be­bek uzun­ca bir sü­re, ya­ni ilk bir yıl bo­yun­ca par­ça par­ça al­gı­lı­yor, an­ne­si­ni, an­ne­si­nin me­me­si­ni, gi­de­rek ken­di­si­ni ve bun­lar, bir yaş ci­va­rı­na ka­dar tüm­den-iyi ve tüm­den-kö­tü şek­lin­de al­gı­la­nı­yor. Me­me iyi süt ve­ri­yor­sa tüm­den-iyi, ver­mi­yor­sa tüm­den-kö­tü; o ay­nı me­me ola­rak zi­hin­de tem­sil edi­le­mi­yor, fark­lı an­la­rın­da o me­me­nin iyi süt ver­me­si anın­da o iyi bir me­me, süt ver­me­di­ği an­da da o baş­ka bir me­me san­ki, tüm­den kö­tü bir me­me. Bu ‘tüm­den-iyi’ ile ‘tüm­den-kö­tü’ bir ara­ya ge­lip “ya bir ta­ne me­me var, ba­zen iyi ba­zen kö­tü” bi­çi­min­de al­gı­la­na­mı­yor be­bek ta­ra­fın­dan. En­teg­ras­yon za­man­la olan bir şey.

M.T.: Ya­ni bu si­yah be­yaz ba­kı­şın be­bek­lik­ten gel­di­ği­ni söy­lü­yor­sun.

Po­tan­si­yel ola­rak evet. Ya­ni bü­tün­sel ba­ka­mı­yor, da­ha an­lık ba­kı­yor be­bek… An­ne­si­ni de öy­le al­gı­lı­yor, ken­di­si­ni de öy­le al­gı­lı­yor. Dün­ya­yı öy­le al­gı­lı­yor, çün­kü bu ka­pa­si­te me­se­le­si ol­gun­laş­ma me­se­le­si… Çe­şit­li ya­şan­tı­lar­la, mil­yon­lar­ca et­ki­le­şim son­ra­sı bun­la­rı bir ara­ya ge­ti­ri­yor ve ni­ha­yet “Ha­a, be­nim bir ta­ne an­nem var as­lın­da, bu an­ne­min şöy­le iyi ama şöy­le de kö­tü özel­lik­le­ri var” di­ye bü­tün­leş­ti­re­bi­li­yor. Ba­zı arı­za­lar ol­du­ğun­da o dö­nem­de, bu bü­tün­leş­tir­me iş­le­ri ye­ter­li bir şe­kil­de ya­pı­la­mı­yor, ek­sik­lik­ler söz ko­nu­su ola­bi­li­yor. Be­bek­lik­te­ki arı­za­la­ra bağ­lı ola­rak, bir sü­rü in­san, tüm­den-iyi / tüm­den-kö­tü tar­zın­da, ya­ni ak-ka­ra tar­zın­da al­gı­la­ma­ya da­ha açık, da­ha yat­kın ha­le ge­li­yor. Bu da ta­bi­i ha­yat­la­rı­nın her anın­da ol­mu­yor, da­ha çok, zor­lan­dık­la­rı za­man­lar­da, teh­dit al­tın­da ol­duk­la­rı za­man­lar­da o da­ha ar­ka­ik dü­şün­me / his­set­me mod­la­rı­na ge­ri dön­me gi­bi dü­şü­ne­bi­li­riz bu­nu. Yok­sa biz bu­ra­da her­han­gi bir teh­dit yok­sa, zor­lan­ma yok­sa, gü­le oy­na­ya ya­şa­ya­bi­li­riz. Ama me­se­la “Yan­gın var! Ko­şun!” den­di­ğin­de ka­pı dar bir ka­pıy­sa ve sı­ray­la çık­mak zo­run­day­sak, ora­da me­se­la bir teh­dit var ve ar­ka­da ka­lan­lar için öl­me ih­ti­ma­li ar­tı­yor­sa, öy­le bir du­rum­da na­sıl dav­ra­nı­rız? Her­ke­sin se­la­me­ti için iş­bir­li­ği mi ya­pa­rız, yok­sa ken­di­miz­den baş­ka­sı­nı gö­zü­müz gör­mez ve önü­mü­ze ge­le­ni çiğ­ne­ye­rek ken­di­mi­ze yol aç­ma­ya mı ça­lı­şı­rız? Bu­ra­da­ki teh­dit ger­çek bir teh­dit de ola­bi­lir, ha­ya­li/boş bir teh­dit de ola­bi­lir. Ki­şi ta­ra­fın­dan na­sıl al­gı­lan­dı­ğı önem­li. Ve bu teh­dit­le­rin il­la yan­gın gi­bi fi­zik­sel teh­dit ol­ma­la­rı da ge­rek­mi­yor, çok da­ha sık­lık­la söz ko­nu­su olan duy­gu­sal teh­dit­ler­dir. Ter­k e­dil­me, aşa­ğı­lan­ma vb. Bu gi­bi du­rum­lar­da na­sıl dav­ra­nıl­dı­ğı teh­dit al­gı­sı­nın yo­ğun­lu­ğuy­la ve ki­şi­lik ör­güt­len­me­si­nin ne ka­dar bü­tün­leş­miş/ol­gun­laş­mış ol­du­ğuy­la il­gi­li­dir. Şim­di bu bi­rey­sel dü­zey­de böy­le de, top­lum­sal dü­zey­de de ben­zer bir sü­re­cin iş­le­di­ğin­den bah­se­de­bi­li­riz. Mo­dern Tür­ki­ye’nin sos­yo-po­li­tik ta­hay­yül dün­ya­sı­na bak­tı­ğı­mız­da, ku­ru­lu­şun­dan iti­ba­ren, Türk mil­li­yet­çi­li­ği­nin ege­men­li­ğin­de ku­ru­lan bir po­li­tik kül­tür söz ko­nu­su; bu­ra­da hep dış düş­man­lar–iç düş­man­lar söy­le­mi çok ba­şat bir şe­kil­de, çok ağır­lık­lı bir şe­kil­de yer alı­yor. “Biz iyi­yiz on­lar kö­tü”, “Biz mağ­du­ruz on­lar düş­man”, “Biz mağ­du­ruz on­lar sal­dır­gan” tar­zı iki­lik­ler, ak-ka­ra­lık­lar var. Ya­ni biz ge­nel ola­rak “Biz şöy­le böy­le bir top­lu­muz, şöy­le iyi yan­la­rı­mız var, böy­le kö­tü yan­la­rı­mız var” di­ye­mi­yo­ruz, bü­tün yön­le­riy­le bir ara­da ele al­mak­ta, geç­miş­ten ge­len ve/ve­ya şim­di­ki du­rum­da sü­ren kö­tü hal­le­ri­miz­le yüz­leş­mek­te epey­ce zor­la­nı­yo­ruz. O top­lum­sal ol­gun­laş­ma he­nüz çok faz­la iler­le­miş de­ğil. Ya da iş­te Ba­tı, Av­ru­pa Bir­li­ği vb ko­nu­şu­lur­ken, iş­te ba­zı in­san­lar, “Av­ru­pa Bir­li­ği’nin şöy­le iyi yan­la­rı var, böy­le kö­tü yan­la­rı var” di­yor­lar ama ge­ne­le bak­tı­ğı­mız­da ağır­lık­la Av­ru­pa Bir­li­ği’nin şey­tan­laş­tı­rıl­dı­ğı­nı ya da ba­zı in­san­lar ta­ra­fın­dan müt­hiş yü­cel­til­di­ği­ni gö­rü­yo­ruz, bir den­ge ola­mı­yor. Böy­le hem iyi ya­nı­nı gö­re­lim, hem kö­tü ya­nı­nı gö­re­lim, hem olum­lu­yu hem olum­su­zu gö­re­lim, da­ha nes­nel bir de­ğer­len­dir­me ya­pa­lım, ola­mı­yor, bi­ti­şe­mi­yor, en­teg­re ola­mı­yor. Fa­na­tik­li­ğin psi­ko­lo­jik ola­rak ar­ka pla­nın­da bu en­teg­ras­yon arı­za­sı var; ya­ni bir şey­le­ri tüm­den-iyi ve tüm­den-kö­tü di­ye gör­dü­ğü­müz­de, fa­na­tik ol­mak zo­run­da­yız za­ten, o za­man çok teh­li­ke­li bir dün­ya var. İki ko­num var: ya tüm­den-iyi ola­ca­ğız ya da tüm­den-kö­tü ola­ca­ğız. Biz tüm­den-iyi ol­du­ğu­mu­za gö­re baş­ka­la­rı tüm­den-kö­tü, o za­man fa­na­tik ol­mak zo­run­da­yız, yok­sa ber­ta­raf ola­ca­ğız. Ta­raf ol­mak zo­run­da­yız yok­sa ber­ta­raf ola­ca­ğız me­se­le­si.

M.T.: 20. yüz­yıl­da çok sı­kı sı­nav­lar ya­şan­dı, me­se­la 1. Dün­ya Sa­va­şı bü­tün sa­vaş­la­ra son ve­re­cek bir sa­vaş ol­mak üze­re ya­pıl­dı. İş­te son­ra­dan da bu Ver­sa­il­les ve Sevr Ant­laş­ma­la­rı için, “Bü­tün ba­rış­la­ra son ve­ren ba­rış” den­me­ye baş­lan­dı... Me­se­la İn­gil­te­re’de “Al­man’ın iyi­si, ölü­sü­dür” di­ye yay­gın bir söz var­dı. Bi­zim de­mok­ra­si­nin şam­pi­yo­nu di­ye dü­şün­dü­ğü­müz Churc­hill me­se­la dü­pe­düz Al­man­lar­dan nef­ret eden bir si­ya­set ada­mı. Al­man­ya ile Fran­sa iki ke­re bo­ğaz­laş­tı… Ba­ka­lım, Av­ru­pa Bir­li­ği bun­dan ön­ce­ki bu kar­şı­lık­lı nef­ret­leş­me­le­rin üs­te­sin­den ge­le­bi­le­cek sağ­lam­lık­ta bir ya­pı ola­cak mı? Bu ha­la ke­sin de­ğil.

Ta­bi­i. Ke­sin de­ğil ama Av­ru­pa Bir­li­ği Pro­je­si’nin, şöy­le bir öz­gün­lü­ğü var ben­ce, ilk de­fa bu ka­dar çok ulus-dev­let gö­nül­lü ola­rak bir ara­ya ge­lip “Biz bir bir­lik ola­ca­ğız” di­yor­lar. İçe­ri­ği tar­tı­şı­lır, ama da­ha üst bir bir­lik ya­pa­ca­ğız di­yor­lar; bu­nu gö­nül­lü ola­rak söy­lü­yor­lar, ya­ni iş­gal ya da zor­lan­ma so­nu­cu de­ğil. Şim­di bu be­nim bil­di­ğim dün­ya ta­ri­hin­de ilk de­fa olan bir şey. Ya­ni baş­ka bir ör­ne­ği yok bu­nun, de­ğil mi?

M.T.: Vi­ya­na Kon­gresi’n­den be­ri, ha­ni o Na­pol­yon Sa­vaş­la­rı son­ra­sı trav­ma at­la­tıl­dık­tan son­ra Av­ru­pa Ahen­gi di­ye bir şey ku­rul­ma­ya ça­lı­şıl­mış ama o ahenk çok de­vam ede­me­miş, bir­kaç ke­re bü­yük kı­rıl­ma­la­ra uğ­ra­mış.

Evet, bu se­fer be­cer­di­ler. De­vam eder et­mez, bi­le­me­yiz.

M.T.: Evet, bu­nun sü­rek­li ol­ma­sı için de bü­tün eği­tim sis­tem­le­ri­ni, me­se­la okul­lar­da­ki ders ki­tap­la­rın­da kar­şı­lık­lı nef­ret­leş­me­yi tah­rik eden şey­le­ri ayık­la­ma­ya fa­lan ça­lı­şı­yor­lar; ne öl­çü­de ol­du­ğu­na emin de­ği­lim ama en azın­dan bir ni­yet var.

Bu an­lam­da önem­si­yo­rum ben iş­te. Bu­nun ta­bi­i önem­li ol­ma­sı­nın ya­nın­da de­ğer­li ve ka­lı­cı ola­bil­me­si için de her­hal­de Av­ru­pa Bir­li­ği’nin ken­di içiy­le dı­şı­nı ayı­ran sı­nır­la­rı ne ka­dar ge­çir­gen, ne ka­dar sert, ka­tı çiz­di­ği me­se­le­si çok önem­li ola­cak. Av­ru­pa Bir­li­ği bir ta­ne ulus dev­let ye­ri­ne 25 ta­ne ulus dev­le­tin bir ara­ya gel­di­ği ama yi­ne ken­di dı­şıy­la çok ka­tı, ge­çir­gen ol­ma­yan sı­nır­la­rın çi­zil­di­ği, do­la­yı­sıy­la biz-on­lar ay­rım­la­rı­nın çok ka­tı bir şe­kil­de çi­zil­di­ği bir yer ola­cak­sa, yi­ne bir fa­na­tik­lik bes­le­me kay­na­ğı ola­cak­tır ve da­ha ge­niş öl­çek­te ola­cak­tır bu se­fer.

M.T.: İş­te o açı­dan, Tür­ki­ye’nin AB’ye ka­tıl­ma­sı Ya­hu­di-Hı­ris­ti­yan ge­le­ne­ği­ne da­ya­nan bir AB’nin da­ha ge­niş­le­me­si an­la­mı­na ge­le­bi­lir; bir Hı­ris­ti­yan Ku­lü­bü ol­mak­tan çı­kar­ta­bi­lir AB’yi. Ya­ni bu sa­de­ce bi­zim açı­mız­dan de­ğil tüm dün­ya için de önem­li bir şey.
  
Ta­bi­i, za­ten Av­ru­pa’da­ki tar­tış­ma da fa­na­tik di­ye­bi­le­ce­ği­miz Hı­ris­ti­yan­lar­la, Av­ru­pa’yı Hı­ris­ti­yan­lık üze­rin­den ta­nım­la­mak is­te­yen­ler­le, bu­na da­ha sol­dan ba­kan, eleş­ti­ren, Av­ru­pa’nın bu­nun­la ta­nım­la­na­ma­ya­ca­ğı­nı söy­le­yen­ler ara­sın­da. İş­te, Tür­ki­ye’ye yak­la­şı­mın bir bo­yu­tu da böy­le bir şey. Hı­ris­ti­yan­lar için de, Müs­lü­man­lar için de, ya da baş­ka ide­olo­jik – po­li­tik ko­num­lan­ma­lar için de bir ta­ne özel­lik sap­tı­yo­ruz; Hı­ris­ti­yan­lık, Müs­lü­man­lık, Türk­lük, Kürt­lük ney­se, bu özel­lik bi­zim için en be­lir­le­yi­ci, en önem­li özel­lik olu­yor. Kim­li­ği­mi­zin kö­şe ta­şı olu­yor. On­da ha­fif bir ya­mul­ma ol­du­ğu za­man, biz biz ol­mak­tan çı­ka­ca­ğız gi­bi his­se­di­yo­ruz. Ken­di­mi­zi yal­nız­ca ve bü­yük öl­çü­de ora­dan doğ­ru ta­nım­la­dı­ğı­mız­da, onun dı­şın­da­ki kim­lik ko­num­la­rıy­la ara­mı­za çok net ve ka­lın, sert bir çiz­gi çek­me­miz ge­re­ki­yor, dış­la­ma­mız ge­re­ki­yor bir yer­de. Or­tak bir alan, or­tak bir in­sa­ni ze­min var­say­ma­ma­mız ge­re­ki­yor ki, o ka­tı­lık­ta sür­dü­re­bi­le­lim. Bu da iş­te fa­na­tizm üre­ten te­mel me­ka­niz­ma­lar­dan bi­ri; o ka­tı biz-on­lar ay­rım­la­rı, o sı­nır­la­rın çok ka­tı çi­zil­me­si, or­tak in­sa­ni ze­mi­ne ve ora­da ya­şan­ma­sı­na izin ve­ril­me­me­si… AB için­den Tür­ki­ye’nin üye­li­ği­ne kar­şı çı­kan, Hı­ris­ti­yan­lık üze­rin­den bes­le­nen fa­na­tik­ler de öy­le, Tür­ki­ye’den AB üye­li­ği­ne bu ne­den­le kar­şı çı­kan, “Hı­ris­ti­yan ku­lü­bü­ne ka­tı­la­ca­ğız, kim­li­ği­mi­zi kay­be­de­ce­ğiz, bi­zi bö­le­cek­ler” di­ye kar­şı çı­kan­lar da... Za­ten zıt kamp­lar­da­ki fa­na­tik­ler ne ka­dar bir­bir­le­ri­nin göz­le­ri­ni oy­sa­lar da so­nuç­ta kar­deş­tir­ler, bir­bir­le­ri­ni bes­le­yen bir sü­reç ya­şar­lar. Bir­bir­le­ri­ne ih­ti­yaç du­yar­lar. Do­la­yı­sıy­la Av­ru­pa’da böy­le Hı­ris­ti­yan­la­rın ya da ay­rım­cı­la­rın, mil­li­yet­çi / ırk­çı­la­rın ol­ma­sı, Tür­ki­ye’de­ki AB kar­şıt­la­rı için bu­lun­maz bir ni­met­tir. Çün­kü ka­nıt bul­muş olur­lar. O za­man iş­te “Av­ru­pa’nın yüz­de 30’u, 40’ı, 60’ı böy­le dü­şü­nü­yor” de­mez­ler, “Av­ru­pa böy­le dü­şü­nü­yor” der­ler. Tüm­den-iyi, tüm­den-kö­tü böy­le bir şey. Aşı­rı ge­nel­le­me­ler üze­rin­den gi­der ve bü­tün­lü­ğü için­de gö­rül­mez iş. Evet yan­lış de­ğil­dir, Av­ru­pa’da öy­le dü­şü­nen­ler var­dır ama hep­si öy­le de­ğil­dir. Tür­ki­ye’de böy­le dü­şü­nen­ler var­dır ama hep­si öy­le de­ğil­dir. Ha­yat kar­ma­şık­tır, fa­na­ti­ğin ise kar­ma­şık­lı­ğa ta­ham­mü­lü yok­tur, ba­sit­lik pe­şin­de­dir.

M.T.: Ta­bi­i Av­ru­pa’da­ki bir şey de her­hal­de bü­tün Av­ru­pa ül­ke­le­ri­nin ge­nel ka­muo­yu ile ora­da­ki yö­ne­tim ara­sın­da bir şey. Ge­nel ka­mu­oyun­da ge­le­nek­sel İs­lam kar­şıt­lı­ğı, İs­la­mo­fo­bi fa­lan da­ha yay­gın gö­rü­nü­yor, yö­ne­tim­ler de da­ha uza­ğa ba­kan viz­yon­la­rı ol­du­ğu için bu­nu aş­ma­ya ça­lı­şı­yor­lar. Tür­ki­ye’de de ben­zer bir du­rum var.
Ya­ni so­nuç­ta fa­na­tizm için­den bü­yün­me­si ge­re­ken bir po­zis­yon. Ben yıl­lar­ca Si­ya­sal Dü­şün­ce­ler Ta­ri­hi ho­ca­lı­ğı yap­tım, be­ni en çok et­ki­le­yen şey­ler­den bi­ri, İn­gi­liz İç Sa­va­şı sı­ra­sın­da ha­ni Crom­well New Mo­del Army di­ye bir or­du oluş­tu­ru­yor. Crom­well da­ha tu­tu­cu bir adam ta­bi­i, fa­kat gi­de­rek o or­du­nun için­de da­ha ra­di­kal fi­kir­ler or­ta­ya çı­kı­yor, Le­vel­ler ha­re­ket­le­ri, düz­le­yi­ci­lik ha­re­ket­le­ri ve or­du için­de tar­tış­ma­lar var. Bun­la­rın tut­tu­ğu za­bıt­lar gü­nü­mü­ze kal­mış, ora­da Crom­well ve Eir­ton’a (or­du­nun ko­mu­ta­nı) as­ker­le­rin tem­sil­ci­le­ri “Yal­va­rı­rım ya­nıl­mış ola­bi­le­ce­ği­ni­zi, bi­zim de hak­lı ola­bi­le­ce­ği­mi­zi dü­şü­nün” di­yor­lar. İn­gi­liz­ce­si çok çok şi­ir­sel bir dil­le ifa­de edi­len bir şey, tam fa­na­tik­li­ğe kar­şı söy­le­ne­cek şey: “Yal­va­rı­rım ya­nıl­mış ola­bi­le­ce­ği­ni­zi bir an dü­şü­nün, bi­zim de hak­lı ola­bi­le­ce­ği­mi­zi dü­şü­nün!”

Bu­ra­da, şu­nu da ek­le­me­miz la­zım: Bir fa­na­tik ne­re­dey­se hiç­bir za­man ya­nıl­mış ola­bi­le­ce­ği­ni dü­şün­mez; do­la­yı­sıy­la tar­tış­may­la po­zis­yo­nun du­ru­mu de­ğiş­mez. Ta­bi­i de­re­ce­le­ri var­dır ama fa­na­tik bi­ri için bu mut­lak doğ­ru ol­du­ğun­dan, tar­tış­may­la de­ği­şe­cek bir du­rum yok­tur. Onun için ku­rum­sal ya­pı­lan­ma­lar, ya­sal du­rum­lar, sı­nır koy­ma­lar, tu­tar­lı bir şe­kil­de ku­ra­lı/ya­sa­yı uy­gu­la­mak çok önem­li­dir. Ör­ne­ğin Tür­ki­ye’de bir sü­rü linç ey­le­mi ol­du son iki üç yıl­da, 30 ci­va­rın­da. Bun­la­rın hep­sin­de lin­çe ma­ruz ka­lan­lar gö­zal­tı­na alın­dı­lar, linç ey­le­mi­ni ya­pan­la­ra hiç­bir şey ol­ma­dı. Bu ne de­mek? “Linç­le­re de­vam edin kar­de­şim, doğ­ru­dur” de­mek. Hat­ta va­li­ler, be­le­di­ye baş­kan­la­rı çı­kıp, “hal­kı­mı­zın tep­ki­si” de­di­ler, ma­ruz gös­te­ri­ci bir sü­rü şey söy­le­di­ler. Bu da ne de­mek, va­li de va­li ol­ma­sa, o gün so­kak­ta ol­sa, o da ka­la­ba­lı­ğın ara­sın­da olup iki ta­ne de o pat­la­ta­cak. Fa­na­tik­li­ği en­gel­le­me­nin en önem­li me­ka­niz­ma­la­rın­dan bi­ri sı­nır koy­mak­tır. Bu gö­zal­tı­na al­mak da olur, ce­za ver­mek de olur. Sı­nır ko­yun­ca fa­na­ti­ğin bi­rey­sel ola­rak dü­şün­ce­si de­ğiş­ti­ri­le­me­ye­bi­lir ama top­lu­ma ve­ri­le­cek me­saj, ar­ka­sın­dan ge­le­cek me­saj çok önem­li. Çün­kü fa­na­tik­lik, sı­nır kon­maz­sa çok ko­lay üre­ye­bi­le­cek bir şey. Özel­lik­le teh­dit al­gı­sı yay­gın ve yo­ğun­sa çok ko­lay ürü­yor, si­ra­yet edi­yor, ya­yı­lı­yor. En­gel­le­ne­bil­me­si için ik­ti­da­ra da çok gö­rev dü­şü­yor şu du­rum­da. Böy­le ko­nu­şan be­le­di­ye baş­ka­nı mı var, va­li mi var, gö­rev­li mi var, he­men de­ğiş­ti­ril­me­li, so­ruş­tu­rul­ma­lı, ce­za­lan­dı­rıl­ma­lı, he­men bir şey ya­pıl­ma­sı la­zım. Böy­le şey­ler ol­mu­yor Tür­ki­ye’de, onun için de fa­na­tik­lik artarak de­vam edi­yor. Bu yüz­den, fa­na­tik­lik kar­şı­sın­da ik­ti­dar sa­hip­le­ri­nin ça­re­siz­li­ğin­den de­ğil, açık ya da ör­tük iş­bir­lik­çi­li­ğin­den ve suç or­tak­lı­ğın­dan bah­set­mek çok da­ha uy­gun­dur.

Cogito, Kış 2008