Friday, May 3, 2013

KENDİ SÖZLERİYLE AUGUSTO BOAL’LE “EZİLENLERİN TİYATROSU” HAKKINDA BİR GÖRÜŞME


Bu görüşme Douglas L.Paterson ve Mark Weinberg tarafından yapılmıştır.
(Douglas L. Paterson Omaha’da, Nebraska Üniversitesi Dramatik Sanatlar Bölümü’nün Profesör’ü ve Omaha Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezi’nin kurucusudur. Mark Weinberg Visconsin Merkez Üniversitesi’nde Tiyatro Yönetmeni ve Doçent’tir. – Rock County ve Birleşik Devletler’de “Hiyerarşiye Meydan Okuyan Kollektif Tiyatro” nun yazarıdır.)
(Bu görüşme kaynağını “Yüksek Performans” adlı sunumdan almış ve bir  versiyonu 1996 Yazı’nda yayına hazırlanmıştır.)

 İki Bölüm’den Oluşan Görüşmenin II. Bölümü

SORU: Şimdiki soru evrenselleşmeyle ilişkilendirilmeli. Biz mikrodan makroya doğru bir tarzda evrensel olana nasıl ulaşırız? Ezilenlerin Tiyatrosu tekniklerinin kısıtlı olanaklarıyla gerçeğin ve ideal sonuçların durumdan duruma benzerlik göstermesine yol açması mümkün mü? İmge ve Gökkuşağı Tiyatrosu teknikleri bize, daha önceden kendi teknikleriyle yapılanmış kısıtlı olanaklar sunabilir. Bu temsiller muhtemelen tahmin edilebilir. Bu kısıtlı sonuçlardan yola çıkarsanız, seyirciler tarafından yapılandırılan kahramanların ve sonuçların dünyada benzer olduğunu görürsünüz. Bu tahmin edilebilir sonuç ve süreçlerle belli bir evrenselliğe ulaşırız.


BOAL: Ben, eğer belli bir forum’a (tartışma ortamı) sahipseniz, orada tahmin edilebilir pek çok alternatifler ve pek çok stereotiplerin de olacağına inanıyorum. Yedek stereotipler de dahil. Forum’a gitme konusunda siz; “Ya oraya yalnız gideceğim, ya da başkalarıyla gideceğim” diye düşünebilirsiniz. Bu tahmin edilebilir, ya biri, ya diğeri. Kimi seyirciler şunu söyleyecektir: “Oh, oraya yalnız gitmeyeceğim, diğer insanlarla gideceğim.” Bu da tahmin edilebilir ve çok sık olan bir şeydir. Buna rağmen tahmin edilebilir olması, doğru olmadığı anlamına gelmez. Doğru olan, zamanımızın çoğunu, yalnızca problemlerimizi çözmek uğruna çabalamakla harcadığımız halde, bunu açığa vurmadığımızdır. Yani, birinin yalnız değil birlikte  gidebiliriz deme çabası, eğer tahmin ediliyorsa bu iyi bir şey.
Aynı zamanda, Forum Tiyatro’nun, sonunda problemlere çözümler bulma konusunda değil, problemleri düşündürme yöntemi konusunda önemli bir etkisi olduğuna inanıyorum. Çünkü normal (alışılmış) tiyatroda bir “felçlik” durumunun olduğunu düşünüyorum, bu tiyatroda seyirci aksiyonun gücüyle felç olur ve karakterle özdeşleşerek acı çeker, kimi zaman da yalnızca cevap verir seyirci, aktörün yaptığını yapar, onun hissettiğini hisseder. Benim için önemli olan şu; bulduğumuz şey tamamıyla çözüm olmayabilir, ama çözüm bulmak için arayış, gözlem ve kritik etme süreci yaşanmıştır. Forum Tiyatro’nun sonunda, hiçbir çözüm bulamazsak da; “-Tamam. Güzel oldu. Biz bir çözüm bulamadık fakat araştırdık” derim. Kimi zaman, sonunda basmakalıp bir çözüm bulmaktansa, hiçbir şey bulamamanın daha iyi olduğunu düşünürüm. Çünkü o zaman çözüm hakkında gerçekten düşünmüş olursunuz. Değişen şey seyircinin tutumudur., yalnızca tüketen değil, sorular soran bir seyirci söz konusudur.
Son yıllarda gerçekte oyuncu başı (lider) olmayan oyuncu başı (lider) için kullandığım bir numara var, bu numarayı çok seviyorum. İçindeki lideri keşfetmek zorunda kalan tasarlanmış(tarafımdan) bir lider. Bu insan benim verdiğim yanlış bir öğretiyi buluyor. Çünkü ben onlara numara yapıyorum. Bunu çok seviyorum. Oysa ben onlardan bana güvenmelerini istemiştim ama bu güven gözü kapalı bir güven değildi. Dolayısıyla bu oyun onlara, her ne söylersem söyliyeyim, söylediklerimi tamamıyla doğru olarak kabul etmemeleri gerektiğini öğretti. “Söylediğim iyi ya da değil, benimse ya da benimseme, düşün ve analiz et.” Ezilenlerin Tiyatrosu’nun böyle olması gerektiğini düşünüyorum. “Daima düşün; bu doğru mu? Kabul ediyor musun?” Bu düşünmeyi kışkırtmaktır ve eylemi, yaratıcılığı kışkırtmaktır.
Biz her ne yaratıyorsak, her ne düşünüyorsak, her ne eyliyorsak, bizi hareket geçirecek bir başlama noktası bulmak zorundayız. Fakat dünün karakterinin söylediği gibi değil: “Ne kadar çok okursam, o kadar güçsüz olduğumu görüyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Domino oynayacağım.” Oysa Ezilenlerin Tiyatrosu tersini söyler: Sen başka pek çok şey yapabilirsin...Ne gibi? Haydi keşfetmeye çalışalım. Biz mesaj sunmuyoruz. Yöntemler getiriyoruz, mesaj değil.
 
SORU: Ama bu yaklaşım bizi, bir yandan yeren(eleştiren), öte yandan kahramanlaştıran Marksist melodramlarda olduğu gibi Kahraman/Kötü adam dualizmine sokmaz mı? Bir açıdan “iyi” önemli hale gelirken, “kötü” de önemsiz hale gelecektir. Forum’da yaptığımız gibi konferansta da yaptık bunu. İzlerken, bunun muhtemelen olması gerektiğini, fakat sıklıkla da olmadığını gördük. Problem bundan daha karmaşık. Dar görüşlü bir dekana ya da dar görüşlü bir öğretmene dair bir şeyi oynamak zorunda kalmak çok kötü. Kabul edelim ki 20 dakikalık bir zamanda hazırladık bu parçayı.  Fakat yine de iyi ya da kötünün melodramlarını yapmak gibi bir eğilimiz oldu.  Daha zengin bir anlatıma ihtiyacımız yok mu?

BOAL: Bunun kuşkusuz durumlara bağlı olduğunu düşünüyorum. Söylediğiniz gibi hazırlık için 20 dakika süre vardı ya da insanlar ne yaptılarsa bu sürede yaptılar. Daha derine gidersiniz ya da gitmezsiniz. Paris’te yapmayı henüz denediğimiz bir örnek var, abartılı bir sempati durumundan uzaklaşıldığına inandığım çok iyi bir deneyim bu. Biz Euripides’in Iphigeniası’nı yaptığımızda, beylik bir hikaye yapmadık. Fakat arketipsel bir hikaye yaptık., stereotipik (klişe) bir hikaye değil. Arketipik ve stereotipik-bu ikisi aynı şey değil. Yalnızca görünenin sonuçlarından yararlanarak dış görünüşe ilişkin görüşünüzden söz ettiğinizde bu stereotipiktir (klişe). Pek çok şeye seyircinin gözünden bakıyorsanız bu arketipiktir. Sonra siz insanların güç adına mücadelelerini içeren bir oyun izliyorsunuz. Fakat bu güç seyirci tarafından yalnızca güç olarak algılanmalı. Her şeye muktedir olan bir güç olarak değil. Şöyle ki: Bir başkasını öldürebilecek gücüm var, başkalarını alt edebilecek güce sahibim, onları yok edebileceğime inanıyorum, bu gücün bende olduğunun farkındayım, bu yüzden onları öldürmeme gerek yok. Bu güç hayvanlardakinden çok farklı bir güçtür. Bir aslan, eğer öldürebilecek gücü olduğuna inanırsa öldürür, fakat öldürebilecek gücü olmadığını hissederse öldürmez.
Zaten uygarlık, insanlığın, o gücü kullanmaksızın, gücü kavramaya çalıştığı bir süreçte meydana geldi. İnsanları öldürme gücün olduğu halde, bu gücü kullanmaya zorunlu olmadığını bilerek kral olmak. Fakat bir “kral” olmak, her bir insanın da senin kral olduğunun farkına varması. Bir rahibin yaptığı gibi, farkına varılan bir oyun gibi, her bir insanın kralın gücünün farkına varması. Bizim yaptığımız da buydu. Biz arketipik bir oyun yaptık. Her kim güç kazanıp güç kaybediyorsa, onu gördüğümüz bir oyun. Bu da bir kral olarak Agamemnon’un güç kazanması anlamına geliyor. Agamemnon kral olduğunda babasının gücünü kaybediyor. Bu yüzden Iphigenia’yı kurban etmek zorunda kalıyor. Yani, eğer gücünü kazanıyorsan, bir yandan da kaybediyorsun anlamına gelen bir mekanizmadır bu. Yunan uygarlığının başlangıcında var olan bir düşüncedir.
Bazı şeyler de insana cazip gelebilir. Ben güçlü olmak istiyorum. Örneğin; geçen gün Oskarlar hakkında bir yazı okuyordum. Orada bazı aktörler vardı. Yakışıklı karakterleri oynayan yakışıklılığıyla güç kazanmış aktörler. Fakat onlar sanatçı olarak güç de kaybediyorlardı bir yandan. Şimdi onlar o karakterleri oynamak zorundalar. Onlar bu şekilde milyonlarca dolar kazanıyorlar, bu tür karakterleri oynayarak para kazandıklarının farkındalar, bu yüzden buna saplanıp kalmak zorundalar. Onlar yıldızlıktan güç alıyorlar fakat bir oyuncu olarak da güç kaybediyorlar. Onlar oyuncu olmak isteselerdi, içinde mekaniklik bulaşmış hiçbir şey olmayan, yapamadıkları farklı deneyimlere girişirlerdi. Bu yüzden güç kazanmak kimi zaman bize güç kaybettirir.
Bizim yaptığımız oyun, bir kadının bir adamla ilişkisinde kendini savunmak zorunda olması ya da olmamasını içeren arketipik bir oyundu. O (Iphigenia) babasının kızı olmak zorundadır, öldürülmeyi kabul etmek ve Achilles’in karısı olmak zorundadır. Eğer; “Hayır seninle evlenmek istemiyorum ve öldürülmeyi istemiyorum.”  derse, babası kral değildir, dolayısıyla prenses de değildir. O kimliğini yitirmiştir. “Ben kimim? Neredeyim?” sorularıyla birlikte kimlik sorgulaması düşüncesi gelir dolayısıyla. Bunlar oyundaki arketipik şeyler. Arketipik arzular, arzuyla irade arasındaki mücadele. “ Bunu arzuluyorum fakat iradem bana bunu söylemiyor.” Zamanın her anında Agamemnon kızını kurtarmayı arzu eder fakat iradesi şunu söyler: “Sen onu öldürmek zorundasın.” Kimi zaman Agamemnon kendi arzusuna karşı mücadele eder. Yunan tragedyası olan bu oyunun tam bir arketipsel oyun olduğunu düşünüyorum.
Sonra biz güncel oyunlar yaptık ve bu oyunlar muhtemelen daha eski oyunların stereotipleriydi. Burada kızının ırzına geçen bir baba vardır. Bu durum çok sık olan bir şey. Fransa’da, başlangıçta (Forum’a katılanlar) bu olay hakkında konuşmadılar, sonra konuşmaya başladılar. Bu durumun kırsal bölgelerde olduğunu ve Şimdi Paris’te dahi böyle şeyler yaşanabildiğini söylediler. Babası tarafından ırzına geçilen kız. Ve biz bundan daha az ya da çok stereotipik bir hikaye yaptık. Diğer bir hikaye de, daha az ya da stereotipik olan tatil yapmaya(hiç bir şey yapmayan, eylemsiz) devam eden insanların rahatsızlıklarını kışkırtan handikapının  hikayesiydi. Siz problemleri insanları çıkmaz içinde göstererek kışkırtırsınız. Bu yüzden hikayenin daha az ya da çok stereotipik olması önemli değil. Mekanizmaları harekete geçirecek bir arketip olması önemli, çünkü o mekanizmalar arketipsel düzeyde harekete geçerler. Sonra siz Fransa’da tekrar tekrar olmuş bir stereotipik bir durumu gösterebilirsiniz. Ardından, kral ya da yönetici olma girişimini bilen seyirciye az ya da çok sorular sorarsınız bu babanın varoluşu ve kendini az ya da çok ortaya  koyması hakkında. Fransa’da şimdi ve burada bu tür durumların önüne geçmek için ne yapabilirsiniz? Irzına geçilen kızlar ve yasak cinsel ilişkiler konusunda neler yapabilirsiniz? Eğer siz böyle bir olaya tanık olsaydınız nasıl davranırdınız?” Böylece biz, bu duruma karşı mücadele etmek için çözüm yolları bulmaya çalışıyoruz. İnanıyorum ki, dolaysız durumların ötesine geçerek etkili oluyoruz. Fakat kuşkusuz 20 dakika içinde.

SORU: Yani, bazı fikir ayrılıklarını resmetmenin bir ifadesi olan fazla stereotipleştirme (klişeleştirme) diyalogu doğurmada bir dereceye kadar önemli oluyor. Belki de yapılan çok katmanlı ve karmaşık şeyler bize yalnızca ince farklılıkları, en küçük ayrıntıları incelemede yol gösteriyor.

BOAL: Ben her tür durumda Forum Tiyatro yapabileceğimizi düşünüyorum, her türlü ilişkiyle ve her şeyle. Fakat bu kuşkusuz siyah/beyaz yapmak anlamına gelmiyor. Ibsen’le Çehov’u ele alalım. Bir Ibsen’i hazırlamak bir Çehov’u hazırlamaktan daha kolaydır. Örneğin insanların düşman ilan ettiği Dr. Stockmann’ı ele alın. Bazı şeyleri Forum’da görmek açısından Stockmann karakterinin çok uygun olduğunu düşünüyorum. Biz bunu Forum Tiyatro’da nasıl yapabiliriz?
Vanya Dayı Forum için, yerine konulacak  ve ne yapılması gerektiğini gösterecek şeyler açısından çok daha zordur. Çünkü Vanya Dayı daha çok bir karakter oyunudur, diğeri ise durum oyunu. Forum için durumlar daha uygundur. Sizin için karakterler önemliyse, yine Forum yapabilirsiniz fakat zihindeki donuk imgelere polislik yapan şeylere yönelik olan Arzu Gökkuşağı (Rainbow of Desire) bu uygulama için daha uygundur.

SORU: ABD’deki Broadway oyunları, üniversitelerimizdeki tiyatrolar ve buradaki bölge tiyatrolarımız ve tabii ki Rio’daki –standart oyunları sunan tiyatrolar için ne düşünüyorsunuz? Sizin bu tür performanslara  karşı olmadığınızı biliyorum. Fakat sizin eğiliminiz, toplumsal interaktivitenin getirdiği, tiyatronun da ihtiyacı olan tam bir yakınlaşmadan mı yana?

BOAL: Düşündüğüm tam da bu. Sanırım burada Fransa örneğini vereceğim. İnsanlar okullardaki tiyatro öğretmenlerine çok aşina. Fakat onlar yalnızca Moliere, Racine, Mariavux, Corneille öğretiyorlar. Öğretmenler okul dışında gördükleri oyunları, bu kez aynen okulda hazırlıyorlar. Bana göre tersi yapılmalı. Okul; tiyatro dilinin öğrenildiği bir yer olmalı, prodüksiyonun tamamlandığı yer değil, dil önemli. Ezilenlerin Tiyatrosu tiyatronun bir dilidir ve bu tiyatroda prodüksiyonun tamamlanması gerekmez. Sanırım her birimiz için doğrusu da bu. Almanya’daki Schausspiel House örneğine bakalım; her yıl bir Alman klasiği yapmak zorundalar, bir de bulvar oyunu. Bu zorunluluğu anlayamıyorum. Her yıl aynı şey. Her yıl sıkıcı bir tekrar. Eğer onlar, içinde Forum Tiyatro yapabilecekleri bir mekana sahip olsalardı, eminim yaptıklarıyla tiyatroyu yeniden canlandırırlardı. Şundan da eminim; eğer biz Arzu Gökkuşağı teknikleriyle Hamlet’i hazırlayacak olsaydık, Shakespeare’deki aksiyonları yeniden canlandıracaktık. Oysa onlar Shakespeare’i bilinen, normal bir yolla hazırlıyorlar. Kast ettiğim aksiyonu daha canlı hale getirmektir. Yani düşündüğüm şey; tiyatronun dilini öğrenmeyi ve tamamlanmamış bir yapıyı tercih etmemizdir. Şimdi bunu yapmaya başlamanın zamanıdır.
Omaha’nın, ülkedeki diğer kentlere göre şiddetin daha yaygın olduğu bir kent olduğunu söylemiştim. Burada, insanlarla kurulan diyalog yalnızca, böylesine yaygın şiddetin neden olduğuna ve bu şiddetin, nasıl olur da durmadığına dair değil –çünkü siz zaten buradaki şiddeti durduramazsınız- fakat varolan şiddetin nasıl azaltılabileceğine dair olmalı. Statik olan tiyatronun bir başka formunun gösterilmesine dair değil.
Ezilenlerin Tiyatrosu’nun toplumsal açıdan önemli olduğuna eminim, fakat Ezilenlerin Tiyatrosu, varolan tiyatronun bir diğer formu olarak, hayatı daha katlanılabilir kılma anlamında da kullanılabilir. Günümüzde hayat kimi zaman, Brezilya örneğinde olduğu gibi katlanılamaz olabiliyor. Yaşadığınız binanın kapıcısı ya da bekçisi binadan uzaklaştığında, siz burada her an ateş altında kalabilirsiniz. Bu katlanılamaz bir durum. Herhangi biri diğerine ateş açmak istediği için şiddete maruz kalabilirsiniz. (Böyle bir şey oldu) Birkaç gün önce böyle bir manzara gördüm. Ardından da Adam kendini haklı gösterdi, katil; “Oh, çok üzgünüm, gerçekten onu öldürmek istememiştim, diğerini öldürecektim.” Ona göre bu kabul edilebilirdi, sözünü ettiği o kişi, dükkanın önüne uzanmış yoksul bir adamdı. Bu ve benzeri olaylardan ötürü Omaha’da yaşamak çok zor. Fakat siz tiyatro yoluyla diyalog kurabilirsiniz, Forum Tiyatro’yla –somut bir tiyatroyla. Büyük politik ve toplumsal problemleri çözebileceğimizi düşünmüyorum. Eğer bir yerde açlık,  bir yerde işsizlik varsa, orada şiddet kaçınılmazdır. Çünkü bir insan için şunu söylemek çok zordur: “Evet, açlığa razıyım, ya da işsiz kalmaya razıyım veya sefalete razıyım.” Bu çok zor bir şey. Kimileri bu durumu kabul ediyor, kimileri de isyan ediyor. Sefalet içinde yaşayan bir insana, sefil olmadığını, yalnızca yoksul olduğunu anlatamazsanız, yoksul insanı daha az yoksul yapmaya yönelik politik eylemleri göremezseniz, eğer bu eylemleri dikkate almazsanız, şiddet kaçınılmazdır. Fakat bazen şiddet, bu tür kaçınılmaz şiddetin de ötesindedir, Forum Tiyatro buna da yardımcı olabilir.

SORU: Şiddetin karşısında umuttan da konuştuk bu hafta. Brezilya’da, Amerika’da ve dünyanın her tarafında, serbest piyasa moral değerler(buyruklar) oluşturuyor. Bir tür gelecek, bir çeşit umut anlamına gelen sizin tiyatronuz bütün bunların karşısında yer alıyor. Siz umutlu musunuz?

BOAL:  Evet umutluyum. İletişim kurmada bazı sözcüklerin yararlı olduğunu düşünürüm. Bunlar yalnızca dinsel sözcükler ya da toplumsal pratiği ifade eden sözcükler için geçerli değil. İşte “umut” o sözcüklerden biri. Çünkü arzularımızı gerçekleştirme umudumuz olmazsa “umut” da olmaz. Arzuladığımız şey, toplumumuzda hepimiz için daha iyi olabilecek bazı şeyleri değiştirmeyi istemek olmalıdır. Bazen insanların umut hakkında konuştuklarını duyuyorum. Brezilya’da çok sık rastlıyorum. Çaresiz insanlar şöyle söylüyor: “Umutlu olmak zorundasın...” Ben onlara; eğer mücadele etmeyi bilmiyorlarsa, mücadele etme arzuları yoksa, umut etmek için bir neden olmadığını söylüyorum. Bunu yapmadığı sürece her şey eskisi gibi devam edecek çünkü.
Umut , bir gün bazı şeylerin olacağını körlemesine beklemek değil. Bir gün tanrının sana yardım edeceğini körlemesine ummak. Kör umut, bunun umutsuzluktan daha kötü olduğunu düşünüyorum. Umut derken kastettiğim şey güçlü bir arzuya sahip olmanızdır. Eğer buradaki insanlarda, ırkçı şiddeti azaltmaya ya da sona erdirmeye yönelik güçlü bir arzu varsa onlar umudu hak ediyorlar demektir. Biz güçlü bir arzuya sahipsek umudu hak ederiz. Umut etmenin bir hak olduğunu düşünüyorum. Güçlü bir arzumuz yoksa umut etmek için hakkımız da yoktur.
Hangi güçlü arzular umut etmeyi gerektirir? Omaha’da, burada hangi arzular? Mr. Warren Buffet’dan daha zengin olma arzusu...Bunu arzu edemezsiniz, bu meşru bir arzu değildir, yalnızca çocuksu bir arzudur. Fakat şu arzu meşrudur; Omaha’da hiç kimse ölmemeli. Ne soğuk yüzünden, ne açlıktan, ne de birbirine ateş açan silahlı çeteler yüzünden. Hiç kimse ölmemeli. İşte bu arzu meşrudur. Öyleyse biz ölmeme arzusunu geliştirmeliyiz. O zaman umut etmeyi hak edebiliriz. Umut bir hak ediştir. Her ne şekilde olursa olsun sahip olduğunuz bir şey değildir. Eğer arzunuz sizi aktif hale getiriyorsa umut etmeyi hak edersiniz. Fakat evde sırt üstü yatıp; “Bunun olacağını umuyorum” diyerek lotaryadan kazanç sağlayacağınızı bekliyorsanız, bu umut meşru değildir. Hükümetin insanlar için nasılsa her şeyi iyileştireceğini bekliyorsanız, bu da meşru değildir.

SORU: Dolayısıyla lotarya eğilimi rüşvetçi umutla örtüşen bir metafor’dur. Bu rüşvetçi umut yoksulluktan kurtulma düşüncesine prim verir. Bir anda bir milyon kazanacaksınız. Sizin umudunuz bu. Eylemsel bir umut değil yani...

BOAL:  Evet, pasif bir umut. Sizi oynamaya sevk etmeyen, size karşı duran bir umut. Bir anda bir milyon kazanacağınızı biliyorsunuz; aynı zamanda hiçbir şey kazanamayacağınızı da biliyorsunuz. Brezilya’nın durumunu ortaya koyan ve çok merak uyandıran bir oyun çıktı. Bu oyunda bir bilet satın alıyorsunuz, sonra bileti kazıyorsunuz ve hemen bir şey kazanıp kazanmadığınızı görüyorsunuz. Bu oyun iş yapmadı. Fazla ses getirmemesine karşın hâlâ oynayanlar var. Bu oyunu ortaya çıkaranlar şunu soruyor: “Fakat neden?” Onlar bu oyunun çok satacağını düşündüler. Oysa insanlar bileti alır almaz, derhal kazanıp kazanmadıklarını görüyorlardı. 
Benim teorim ise “Hayır”, bu böyle değil. Lotaryadan bilet aldığınızda, satın aldığınız şey öncelikle ödül değildir. Satın aldığınız şey, öncelikle ödül kazanma umududur. Eğer siz ödül kazanıp kazanmadığınızı hemen bilirseniz, ardından gelecek hayal kırıklığına neden olan umut etmenin mutluluğunu yaşayamazsınız. Hayal kırıklığıyla birlikte, hayal kırıklığı öncesinde umut etme. Bu sahte bir umut’ur, iki haftalık mutluluk. İşte siz bileti satın
aldığınızda, iki haftalık mutluluğu, iki haftalık umudu da satın alırsınız. Eğer sonucu hemen bilirseniz, hayal kırıklığı da, bileti satın alır almaz gelir. Brezilya’da bu şans oyununun neden iş yapmadığı ortada. Brezilya’da lotarya ve yasa dışı kumar çok yaygın. Çünkü orada işe yaramaz-sahte bir umut var. Lotaryada size kazanmayı bekletecek bir umut, sonuçta ezenin ezmeyi sürdürmesine hizmet eden bir umut. Bu umut, siz hiçbir şey yapmadan, dünyanın daha güzel olacağını vaad eden bir umuttur. Bunun çok kötü olduğunu düşünüyorum. Çünkü size eyleme geçirecek ve oluşacak kolektif arzuyla, dünyayı daha güzele doğru götürecek nitelikte bir umut değildir bu. Benim sözünü ettiğim umut geliştirici olmalı. İşte benim inandığım umut bu umut. Geliştiren, dönüştüren umut.