Venedik'ten 'Geleceğin Aslanı' ödülüyle dönen 'Küf'te ilk başrolünü üstlenen Ercan Kesal'la sanat ve hayat üzerine konuştuk.
Cumhuriyet -
Vicdanının terazisini kayıp oğlunun peşinde arayan yenik ama dirençli
baba, Fransız şansonları söyleyen Yozgatlı pavyon şarkıcısı, iştahı
kabarık, ruhunu satmış belediye başkanı, köye yolunuz düşse yabancılık
çekmeden yer sofrasına kurulacağınız muhtar… Liste gitgide uzuyor...
Meslek hanesinde doktor yazan Ercan Kesal, aslında elini attığı (kendini
tutamadığı da diyebiliriz) her işte, böyle aslında.
Bildiği bir şey var, belli ki ne yapsa ondan, o boşluğu doldurma gayretinden. Oyunculuğu ve hikâyeleriyle dahil olduğu sinema dünyası bunlardan sadece biri.
Ali Aydın’ın Venedik’ten “Genç Aslan” ödülüyle dönen “Küf” filminde ilk başrolünü üstlenen Kesal’la, “En İyi Erkek Oyuncu” kategorisinin iddialı adaylarından biri olduğu Altın Portakal Film Festivali öncesinde görüştük.
- Doktorluk ve sanat; kanlı canlı gerçek ve estetize bir yanılsama, taklit… İnsanın aklına gelmiyor değil, bu iki zıt ve iç içe durum birbirinden nasıl besleniyor da bir araya geliyor?
Bütün sanatsal yaratıların temelinde varoluşsal bir sıkıntı, bunun bir çaresini arama merakı olduğunu düşünüyorum doğrusu. Milyar yıldır dönen ulu bir dünyaya geldik, “bundan sonra ne olacak” soruları da aslında sanatın, sanatçının alanını oluşturuyor. Hepimiz bunun üzerinde yer alıyoruz. Akıl baliğ olduğumdan beri düşünüyorum, bu dünyada niye yaşadığıma dair şeyler. Bu, bazen politik anlamda, bazen yazarak çizerek tezahür eder, bazen meslekle ilgili adanmışlıkla, feda duygusuyla…
Hekimlik bile isteye seçtiğim ve çok da sevdiğim bir meslek. İlk anatomi dersinde kadavrayla temasta, kocaman bir boşlukta ve hiç olduğunuzu düşünmeye başlarsınız. Ondan sonra içinizde tuhaf bir hayal kırıklığı oluşur, bende hâlâ devam ettiği gibi…
- Şu hayal kırıklığı dediğiniz yeri biraz açsanız… O, hiçbir şeyle dolmayan boşluğu…
Hiçbir sorunun tam anlamıyla verilmiş bir cevabı yok. Bunun için bitmek tükenmek bilmeyen bir hayal kırıklığı. Keşke bütün mazlumların sesi duyulsa, keşke bütün yoksullar gündelik hayatlarını sorunsuz götürebilse… Son derece basit şeyler. Bitmek tükenmek bilmeyen iktidar duygusu, hükmetme isteği… Sanki Dostoyevski’nin karakterlerinde öne çıkardığı o özellikler, hep insanlıkla birlikte var olmuş ve bundan sonra da olacakmış gibi…
Sanat ve hayat
- Sanat bu noktada devreye girerek neyi sağlıyor?
Hayatı katlanılır hale getiriyor. Tam da burada, sık sık anlattığım tuhaf bir metafor var. Kurosawa’nın yönetmen olarak rolünü tarif ederken anlattığı bir hikâye bu.
Eski Japonya’da sokaklarda kurbağa yağı satıcıları olurmuş. Bu satıcılar, önce iki kafalı, altı bacaklı hilkat garibesi bir kurbağa bulup sonra bu kurbağayı aynalarla dolu bir cam kafesin içine kapatırlarmış. Kurbağa o aynalı prizmanın içinde kendini daha da dehşetli ve çirkin bir halde görünce kendisinden korkar ve derisinden bir yağ salgılarmış. Satıcılar işte bu yağı bir iksir, merhem haline getirirlermiş. Ve bu yağ, bütün yaralara, acılara iyi gelirmiş.
Kurosawa, biz diyor, insanların kendileriyle ilişkili gördükleri şey karşısında yaşadıkları korkuyla birlikte yağ salgılamalarını sağlarız. Biz yönetmenler de o yağla kendi merhemimizi buluruz.
Aslında kendimize bakarak korkuyoruz. Sahnede, sinemada gördüğümüz şey kendimizden başkası değil ki. İçimizde kalan, itiraf edemediğimiz, şahit olduğumuz şeylerdir sinemacının perdeye yansıttığı.
- Durunca delireceğini sanan insanlardansınız anladığım kadarıyla. Çünkü doktorluğun yanında sinema, işin sadece görünen yüzü. Radyoculuk, yayıncılık, akademik çaba, spor kulubü başkanlığı, belediye başkanı adaylığı ve daha bir sürü şey var.
Benimki daha çok, bir çeşit suçluluk duygusu. Bulunduğunuz bir yerde sorun varsa ve çözüme dair bir müdahalede bulunmuyorsanız, siz o sorunun suçlusu ve müsebbibisinizdir. Belki de bu bizim 80 öncesi kuşağın birçoğunda olduğunu düşündüğüm bir hassasiyettir. Ben hekim olarak hastamla kurduğum ilişkide, onu sadece “bana ağrıyan yerini gösteren ve benim reçete yazdığım biri” olarak algılamıyorum. Böyle bir ilişki kuramıyorum. Reçete yazarken aklıma hakikaten “bu adam o ilacı alabilecek mi” gibi sorular geliyor, sormazsam rahat edemiyorum. O da başka bir şey söylüyor, bu sefer önüme başka bir görev açılıyor gibi oluyor. Ona karışmazsam, işimi iyi yapmadığımı hissediyorum. Bunu bazen abartıyor olabilirim, ama şimdi daha derli toplu, iyi kullanacağım şekle dönüştürdüm.
- Yaşla, büyümekle mi ilgili bu karar?
Hayır, çocukla ilgisi var. Poyraz’dan sonra oldu bütün bunlar, çünkü bana ölümlü olduğumu hatırlattı. Psikolojide vardır zaten; çocuk yapmadığın zaman ergen kalırsın. Oysa çocuğunuz olduğunda, bir sürekliliği, döngüyü görüyorsunuz. Babanız ölüyor, sonra çocuğunuz büyüyor, bir dönüşüm yaşıyor, tamam diyorsunuz, benden sonra da o devam edecek. Bu, zaten hep böyleydi de, bundan sonra daha sakin bakıyor, o noktada da daha verimli olmaya başlıyorsunuz. Şimdi ertelemek gibi bir şansım yok, yapabileceğim şeyler varsa bir an önce yapmalıyım.
‘O adam kim?’
- Oynamak ne kattı, ne fark ettirdi peki?
Hayatımda ilk kez “Uzak”la kamera karşısına geçtim. Daha sonra profesyoneller benim oyunumu takdir ettiklerinde şunu fark ettim. Ben rol yapmayı bilmiyorum, oyuncu anksiyetesi de yok bende. Bu yüzden sadece o kahramanla ilgili içimde ona benzeyen şeyi arıyor, ortaya çıkarıyorum. Bu el yordamıyla bulduğum bir şey. Ben oynarım, en fazla oynamam giderim.
- Ama sanki oyunculuğu çok istemişsiniz bir yandan da. “Uzak”taki o sadece bara giren adam rolü için, sete 8 kostümle gitmişsiniz.
Bu mükemmeliyetçilikle, üstlendiğin işi iyi yapmak istemekle ilgili… Nazan bana Nuri’nin “Uzak”ta böyle küçük bir rol oynamamı istediğini söylediğinde ilk, “o adam kim” dedim. İşadamı mı, kabaydı mı, işsiz mi? Kim olduğunu merak ettim, kimliğinin kıymetli olduğunu düşündüm. Belki de böyle başladı benim hassasiyetim.
- Cannes’da biri size “Bu yüzde hem bir katili hem de müşfik, sevecen birini görüyorum” demiş. Bu, ne anlam ifade ediyor size?
Bunu iki kişi söyledi. Bunlardan biri Angelopoulos… Son filmini çektiği günlerde, bir Kız Kulesi sahnesi çekmek için İstanbul’a geldiğinde söylemişti. “Sen başkasın, yüzünü bir kez görmek unutmamayı getiriyor. Özel bir yüzün, auran var” demişti. Bir de Cannes’da ön jüriden biri, “Oyunculukla ilgili iyi bir malzemesin” demişti.
Ben bunun yaşanmışlıkla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Onlar insanın içine, fıtratına, hamuruna yerleşiyor. Bir de ortalığı sürekli kontrol etme durumu vardır bende. Bu da sürekli olarak karşınızdakine göre kendinizi konumlandırmayı getiriyor. Karşımdakine bırakmıyorum işi kendim kıvrılıyorum, değişiyorum. Oyunculuklarda işe yarayan bir şey bu. Birbirinin devamı olmayan farklı karakterler oynadım şimdiye kadar. Bu da hoşuma gidiyor.
- O zaman gelelim yeni filmlere, yaşanmışlıklara… “Küf” görücüye çıktı ama arkadan Mahmut Fazıl Coşkun’un “Yozgat Blues”u ve Onur Ünlü’nün filmi geliyor bildiğim kadarıyla.
Yozgat Blues’un çekimleri bitti, 2013’te çıkacak. Orada da başroldeyim. Fransızca şarkı söyleyen, peruk takan tuhaf bir adamı oynuyorum. Gerçek anlamda omuzladığım ilk film “Küf” tabii. Onur Ünlü’nün filminde de varım. “Sen Aydınlatırsın Geceyi” isimli siyah beyaz bir film. Güçlü bir senaryo. Kasaba doktoru rolündeyim. Şu sıralar da Mardin’de Sermiyan Midyat’ın yönettiği, 1950’lerde geçen bir dönem filminde, Midyat belediye başkanını oynuyorum.
Spartaküs’ten bugüne...
- Şiddet, dönüşüm, hız, kutuplaşma, ileri demokrasi, sürekli değişen gündem… Bugünün Türkiye’sine bakınca nasıl bir manzara görüyorsunuz?
Beni artık, adlandırmalar, tarifler kesmiyor. Gördüğüm, baktığım şey şu: Bu dünyada zalimlerin tarihi mi yazılıyor yoksa mazlumlar kendi tarihini mi yazacak? Ben bu saflaşmada hep mazlumlardan yana yer almak gibi bir inanca, inada sahibim. Hiç kimse bir şeyleri çabucak halledemeyecek, bir şey öneremeyecek. Hazır bir reçete yok, bunu anladım. Ama bu mücadele, inat sürecek, ta ki insanlık kendi vicdanı ve ahlakıyla barışıncaya, mazlumların ahı kalmayıncaya, sesi iyileşinceye dek. Bunun başka bir yolu yok gibi. Spartaküs’ün mücadelesiyle bugün sokaktaki yoksulların isyanını çok da ayırt etmiyorum açıkçası. Bana bir yer, bir rol bahşedilmişse, tabii ki yoksulun, ezilenin yanındayım. Onların yanında durmak, omzuna dokunmak, sesi olmak bana iyi geliyor. Elimden de başka bir şey gelmiyor.
-Oysa bir ara Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na adaylığınızı koyarak politikaya girmek istemiştiniz…
Bir sürü şey yaptım ettim, kıldım da, bütün bunların hepsini bir sepette toplarsam orada kendime bir iktidar oluşturur ve yapmak istediklerimi daha kolay yaparım diye bir hisse kapılmıştım. Bakın burada da aynı tuzağa düşüyorsunuz, bir hükmetme isteği, erk, güç talebi sizi yakalıyor. Bana göre değilmiş. Ondan kurtulduğum için iyiyim.
Bildiği bir şey var, belli ki ne yapsa ondan, o boşluğu doldurma gayretinden. Oyunculuğu ve hikâyeleriyle dahil olduğu sinema dünyası bunlardan sadece biri.
Ali Aydın’ın Venedik’ten “Genç Aslan” ödülüyle dönen “Küf” filminde ilk başrolünü üstlenen Kesal’la, “En İyi Erkek Oyuncu” kategorisinin iddialı adaylarından biri olduğu Altın Portakal Film Festivali öncesinde görüştük.
- Doktorluk ve sanat; kanlı canlı gerçek ve estetize bir yanılsama, taklit… İnsanın aklına gelmiyor değil, bu iki zıt ve iç içe durum birbirinden nasıl besleniyor da bir araya geliyor?
Bütün sanatsal yaratıların temelinde varoluşsal bir sıkıntı, bunun bir çaresini arama merakı olduğunu düşünüyorum doğrusu. Milyar yıldır dönen ulu bir dünyaya geldik, “bundan sonra ne olacak” soruları da aslında sanatın, sanatçının alanını oluşturuyor. Hepimiz bunun üzerinde yer alıyoruz. Akıl baliğ olduğumdan beri düşünüyorum, bu dünyada niye yaşadığıma dair şeyler. Bu, bazen politik anlamda, bazen yazarak çizerek tezahür eder, bazen meslekle ilgili adanmışlıkla, feda duygusuyla…
Hekimlik bile isteye seçtiğim ve çok da sevdiğim bir meslek. İlk anatomi dersinde kadavrayla temasta, kocaman bir boşlukta ve hiç olduğunuzu düşünmeye başlarsınız. Ondan sonra içinizde tuhaf bir hayal kırıklığı oluşur, bende hâlâ devam ettiği gibi…
- Şu hayal kırıklığı dediğiniz yeri biraz açsanız… O, hiçbir şeyle dolmayan boşluğu…
Hiçbir sorunun tam anlamıyla verilmiş bir cevabı yok. Bunun için bitmek tükenmek bilmeyen bir hayal kırıklığı. Keşke bütün mazlumların sesi duyulsa, keşke bütün yoksullar gündelik hayatlarını sorunsuz götürebilse… Son derece basit şeyler. Bitmek tükenmek bilmeyen iktidar duygusu, hükmetme isteği… Sanki Dostoyevski’nin karakterlerinde öne çıkardığı o özellikler, hep insanlıkla birlikte var olmuş ve bundan sonra da olacakmış gibi…
Sanat ve hayat
- Sanat bu noktada devreye girerek neyi sağlıyor?
Hayatı katlanılır hale getiriyor. Tam da burada, sık sık anlattığım tuhaf bir metafor var. Kurosawa’nın yönetmen olarak rolünü tarif ederken anlattığı bir hikâye bu.
Eski Japonya’da sokaklarda kurbağa yağı satıcıları olurmuş. Bu satıcılar, önce iki kafalı, altı bacaklı hilkat garibesi bir kurbağa bulup sonra bu kurbağayı aynalarla dolu bir cam kafesin içine kapatırlarmış. Kurbağa o aynalı prizmanın içinde kendini daha da dehşetli ve çirkin bir halde görünce kendisinden korkar ve derisinden bir yağ salgılarmış. Satıcılar işte bu yağı bir iksir, merhem haline getirirlermiş. Ve bu yağ, bütün yaralara, acılara iyi gelirmiş.
Kurosawa, biz diyor, insanların kendileriyle ilişkili gördükleri şey karşısında yaşadıkları korkuyla birlikte yağ salgılamalarını sağlarız. Biz yönetmenler de o yağla kendi merhemimizi buluruz.
Aslında kendimize bakarak korkuyoruz. Sahnede, sinemada gördüğümüz şey kendimizden başkası değil ki. İçimizde kalan, itiraf edemediğimiz, şahit olduğumuz şeylerdir sinemacının perdeye yansıttığı.
- Durunca delireceğini sanan insanlardansınız anladığım kadarıyla. Çünkü doktorluğun yanında sinema, işin sadece görünen yüzü. Radyoculuk, yayıncılık, akademik çaba, spor kulubü başkanlığı, belediye başkanı adaylığı ve daha bir sürü şey var.
Benimki daha çok, bir çeşit suçluluk duygusu. Bulunduğunuz bir yerde sorun varsa ve çözüme dair bir müdahalede bulunmuyorsanız, siz o sorunun suçlusu ve müsebbibisinizdir. Belki de bu bizim 80 öncesi kuşağın birçoğunda olduğunu düşündüğüm bir hassasiyettir. Ben hekim olarak hastamla kurduğum ilişkide, onu sadece “bana ağrıyan yerini gösteren ve benim reçete yazdığım biri” olarak algılamıyorum. Böyle bir ilişki kuramıyorum. Reçete yazarken aklıma hakikaten “bu adam o ilacı alabilecek mi” gibi sorular geliyor, sormazsam rahat edemiyorum. O da başka bir şey söylüyor, bu sefer önüme başka bir görev açılıyor gibi oluyor. Ona karışmazsam, işimi iyi yapmadığımı hissediyorum. Bunu bazen abartıyor olabilirim, ama şimdi daha derli toplu, iyi kullanacağım şekle dönüştürdüm.
- Yaşla, büyümekle mi ilgili bu karar?
Hayır, çocukla ilgisi var. Poyraz’dan sonra oldu bütün bunlar, çünkü bana ölümlü olduğumu hatırlattı. Psikolojide vardır zaten; çocuk yapmadığın zaman ergen kalırsın. Oysa çocuğunuz olduğunda, bir sürekliliği, döngüyü görüyorsunuz. Babanız ölüyor, sonra çocuğunuz büyüyor, bir dönüşüm yaşıyor, tamam diyorsunuz, benden sonra da o devam edecek. Bu, zaten hep böyleydi de, bundan sonra daha sakin bakıyor, o noktada da daha verimli olmaya başlıyorsunuz. Şimdi ertelemek gibi bir şansım yok, yapabileceğim şeyler varsa bir an önce yapmalıyım.
‘O adam kim?’
- Oynamak ne kattı, ne fark ettirdi peki?
Hayatımda ilk kez “Uzak”la kamera karşısına geçtim. Daha sonra profesyoneller benim oyunumu takdir ettiklerinde şunu fark ettim. Ben rol yapmayı bilmiyorum, oyuncu anksiyetesi de yok bende. Bu yüzden sadece o kahramanla ilgili içimde ona benzeyen şeyi arıyor, ortaya çıkarıyorum. Bu el yordamıyla bulduğum bir şey. Ben oynarım, en fazla oynamam giderim.
- Ama sanki oyunculuğu çok istemişsiniz bir yandan da. “Uzak”taki o sadece bara giren adam rolü için, sete 8 kostümle gitmişsiniz.
Bu mükemmeliyetçilikle, üstlendiğin işi iyi yapmak istemekle ilgili… Nazan bana Nuri’nin “Uzak”ta böyle küçük bir rol oynamamı istediğini söylediğinde ilk, “o adam kim” dedim. İşadamı mı, kabaydı mı, işsiz mi? Kim olduğunu merak ettim, kimliğinin kıymetli olduğunu düşündüm. Belki de böyle başladı benim hassasiyetim.
- Cannes’da biri size “Bu yüzde hem bir katili hem de müşfik, sevecen birini görüyorum” demiş. Bu, ne anlam ifade ediyor size?
Bunu iki kişi söyledi. Bunlardan biri Angelopoulos… Son filmini çektiği günlerde, bir Kız Kulesi sahnesi çekmek için İstanbul’a geldiğinde söylemişti. “Sen başkasın, yüzünü bir kez görmek unutmamayı getiriyor. Özel bir yüzün, auran var” demişti. Bir de Cannes’da ön jüriden biri, “Oyunculukla ilgili iyi bir malzemesin” demişti.
Ben bunun yaşanmışlıkla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Onlar insanın içine, fıtratına, hamuruna yerleşiyor. Bir de ortalığı sürekli kontrol etme durumu vardır bende. Bu da sürekli olarak karşınızdakine göre kendinizi konumlandırmayı getiriyor. Karşımdakine bırakmıyorum işi kendim kıvrılıyorum, değişiyorum. Oyunculuklarda işe yarayan bir şey bu. Birbirinin devamı olmayan farklı karakterler oynadım şimdiye kadar. Bu da hoşuma gidiyor.
- O zaman gelelim yeni filmlere, yaşanmışlıklara… “Küf” görücüye çıktı ama arkadan Mahmut Fazıl Coşkun’un “Yozgat Blues”u ve Onur Ünlü’nün filmi geliyor bildiğim kadarıyla.
Yozgat Blues’un çekimleri bitti, 2013’te çıkacak. Orada da başroldeyim. Fransızca şarkı söyleyen, peruk takan tuhaf bir adamı oynuyorum. Gerçek anlamda omuzladığım ilk film “Küf” tabii. Onur Ünlü’nün filminde de varım. “Sen Aydınlatırsın Geceyi” isimli siyah beyaz bir film. Güçlü bir senaryo. Kasaba doktoru rolündeyim. Şu sıralar da Mardin’de Sermiyan Midyat’ın yönettiği, 1950’lerde geçen bir dönem filminde, Midyat belediye başkanını oynuyorum.
Spartaküs’ten bugüne...
- Şiddet, dönüşüm, hız, kutuplaşma, ileri demokrasi, sürekli değişen gündem… Bugünün Türkiye’sine bakınca nasıl bir manzara görüyorsunuz?
Beni artık, adlandırmalar, tarifler kesmiyor. Gördüğüm, baktığım şey şu: Bu dünyada zalimlerin tarihi mi yazılıyor yoksa mazlumlar kendi tarihini mi yazacak? Ben bu saflaşmada hep mazlumlardan yana yer almak gibi bir inanca, inada sahibim. Hiç kimse bir şeyleri çabucak halledemeyecek, bir şey öneremeyecek. Hazır bir reçete yok, bunu anladım. Ama bu mücadele, inat sürecek, ta ki insanlık kendi vicdanı ve ahlakıyla barışıncaya, mazlumların ahı kalmayıncaya, sesi iyileşinceye dek. Bunun başka bir yolu yok gibi. Spartaküs’ün mücadelesiyle bugün sokaktaki yoksulların isyanını çok da ayırt etmiyorum açıkçası. Bana bir yer, bir rol bahşedilmişse, tabii ki yoksulun, ezilenin yanındayım. Onların yanında durmak, omzuna dokunmak, sesi olmak bana iyi geliyor. Elimden de başka bir şey gelmiyor.
-Oysa bir ara Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na adaylığınızı koyarak politikaya girmek istemiştiniz…
Bir sürü şey yaptım ettim, kıldım da, bütün bunların hepsini bir sepette toplarsam orada kendime bir iktidar oluşturur ve yapmak istediklerimi daha kolay yaparım diye bir hisse kapılmıştım. Bakın burada da aynı tuzağa düşüyorsunuz, bir hükmetme isteği, erk, güç talebi sizi yakalıyor. Bana göre değilmiş. Ondan kurtulduğum için iyiyim.