Sunday, March 16, 2014

İhsan Oktay Anar: “Bunlar roman, belgesel değil.”

ihsanoktayicsayfa
Sondan başlayalım: Bugünlerde yeni bir İhsan Oktay Anar romanı okuyacak mıyız? Uzun İhsan Efendi’nin yolculuğu bir yere vardı mı?
Üzerinde çalıştığım bir kitap var ama ne zaman tamamlanır, bilmiyorum.
Daha önce bizim edebiyatımızda benzerlerini görmediğimiz romanlar yazıyorsunuz. Bu roman biçimi nasıl düşünüldü, nasıl tasarlandı, bize anlatabilir misiniz?
Bir yolu, yöntemi olduğunu söyleyemem. Metodik değilim.
İlk kitabınız Puslu Kıtalar Atlası belki hâlâ en çok okunup en çok sevilen kitabınız. Bunun, başlangıçta edinilmiş birikimin ilk kitaba aktarılması gibi nedenleri olabilir mi?
Galiba. Gördüğüm ya da düşündüğüm şeyleri roman-dışı yollarla ifade etseydim bu tuhaf olacaktı.
Yazdıklarınız tarih içinden çıkıyor, ama anlatılan tarih değil, yazdıklarınız tarihsel romanlar hiç değil, diyorum ben. Siz de katılır mısınız buna?
Katılıyorum. Bir romancının kendi romanı için 21. yüzyılı yahut 17. yüzyılı seçmesi arasında ilke olarak bir fark göremiyorum.
İhsan Oktay Anar için postmodern deniyor. Pekâlâ başka anlayışlar içine de sokulabilir. Siz bu yargıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Postmodern edebiyata girmek gibi bir kaygım olmadı.
Sonunda, romanlarınızda anlattığınız olağandışı hikâyelerin gerçekliği olup olmadığı da sorgulanabilir. Tarihte aranabilir mi karşılıkları, yoksa bütün bütüne bir hayal dünyası mıdır anlatılanlar?
Elbette hayali. Mesela Amat diye bir kalyon yok. Suskunlar’daki seri cinayetler vb. gerçek dışı. Çünkü bunlar birer roman. Belgesel değil.
Şu da var sanırım: Okurlar sizin yazdıklarınızı tarihsel, modern, postmodern, gerçeküstü, büyülü, fantastik metinler olarak okuyabilir, hangi okur nasıl okumak istiyorsa. Önemli olan, yazdıklarınızın yazınsal metinler olması, hangi türe girdikleri artık önemli değil sanırım…
Evet. Ben de bunu söylemek istemiştim.
Bence sizin romanlarınızın ve öyküleriniz en güzel yanlarından biri, bittikleri yerden sonra okurun zihninde çok canlı biçimde çoğalarak sürmeleri, anlattığınız hayal dünyalarının yeni hayallerin yollarını açması…
Okuyucudan fazla geribildirim alamıyorum. Dediğiniz gibiyse buna çok sevinirim.
Türkçeyi büyük bir zenginlikle kullanıyorsunuz. Kimileri dilinizin Osmanlıca olduğunu sanıyor. Bence kesinlikle bir kalıba sokulamaz. Eski sözcüklerle örülü bu dil, yalnızca özel bir dil. İhsan Oktay Anar’ın özel bir dil yarattığını, dolayısıyla bir dil kalıbına dökülemeyeceğini düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
“Özel dil” kesinlikle geçerli bir deyiş, dilerim ki benim için de doğrudur. Sokaktaki insan (ama her sokaktaki değil, varoşlarda ve ara sokaklarda) dili daha etkili kullanıyordu. Artık pek kalmadılar. Bunlar klasik argonun mucitleriydi. Kelimelerin anlamları yanında etkileri de olduğunu, kime “eşek”, kime “merkep” denileceğini biliyorlardı. Disipline verilen öğrencisinden hapse atılan kabadayısına kadar baskı altındaydılar ve hepsi ayaklarını yere sağlam basmak zorundaydı. Ağızlarından çıkacak bir tek söz bile onların kaderi olurdu. Bu yüzden yakın tarih dersinde kopya çekmek veya bıçak kullanmakta olduğu kadar, dilde de usta oldular. Hepsi dili “öttüren” adamlardı. Bir ölçüde onlar içinde yetiştim. Anlattığı dini hikayeler dinleyenleri ağlatınca keyiflenen babam, dayım Kocamustafapaşalı Arap İhsan’dan (İhsan Kömeç), İzmir-Basmane doğumlu eniştem Caner Savtur’dan, Huzur Satranç Kahvesi müdavimlerinden, Sivas Temeltepe Er Eğitim Tugayı Bando Takımı’nın sabık er trompetçisi, kolordu marşını üflemekle övünen, boş arsalarda futbol oynarken âni hareketlerinden dolayı Âni lakabıyla mulakkab Kurtuluş Özlü’den öğrendiğim şeyler az değildir.
Peki İhsan Oktay Anar hep bu ilk beş kitapta bildiğimiz dünyaları, aynı dille mi yazmayı sürdürecek? Yoksa bambaşka hayatları, yepyeni bir dille bekleyebilir miyiz?
Dünya değiştikçe dil de değişir.
Yarattığınız özel dille hayali dünyaları anlatıyorsunuz. Edebiyat ile gerçek arasındaki ilişki, dolayısıyla roman, bu arada geçen yüzyıldan bu yana değişti mi?
Bu konuda görkemli bir cevap vermek isterdim. Ama sözünü ettiğiniz hususta yıllardır çalışan, kafa yoran, araştıran değerli insanlar var. Zannediyorum ki bu sorunun muhatabı onlar.
Puslu Kıtalar Atlası’nda 17. yüzyıl İstanbulu var. Sonra Kitab-ül Hiyel, Suskunlar, biraz da Amat’ta da İstanbul orta yerde. Aynı zamanda nasıl bir araştırmanın ürünüdür bu romanlar. Yazarın çalışma biçimine ışık da tutması için biraz anlatabilir misiniz?
Hiçbir konunun bir başka konudan daha az önemli olmadığına inanırım. Müzik, denizcilik yahut mekanik. Okudum, düşündüm ve bu kitaplar çıktı.
Gene de yazdıklarınızın kolay anlaşılabildiği söylenemez. Çok okunuyor artık, ama yeterince anlaşılıyor mu? Okurunuzun yazdıklarınızı okumadan önce nasıl bir hazırlık yapması gerekir?
Okurun yapması gereken bir tek şey var: Her kitaba yaptığı gibi, kitapçıda romanın bir nüshasını alsın. Biraz sayfaları karıştırsın. Beğeniyorsa alabilir. Beğenmediyse alması için bir sebep yok. (Ama öncelikle benim kitaplarımı değil, Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i, Sait Faik’i ve klasikleri okumasını tavsiye ederim.)
Gerçeğin bu kadar ötesinde dolaştığınıza göre, yaratıcı yazıyla ilişkiniz bir tür oyun olarak da görülebilir mi?
Bana zevk verdiği açık ama oyun mu, değil mi bilmiyorum.
Yaratıcı yazar, hem eski metinlerden yararlanabilir hem de kendinden önce yazılanlardan. Metinler arasındaki ilişkide, etkilenme ve öykünü nerede başlar, nerede biter, ne dersiniz?
Zencileri ve romanları birbirine benzeterek düşünmekten tasarruf etmek bana kalırsa tembel işi.
Müzik tutkunuzdan ya da müzikle ilişkinizden de söz eder misiniz. Müziğin, yazar ya da sıradan bir insan olarak İhsan Oktay Anar’ın hayatındaki yeri nedir?
Şimdiki aklım ve imkânlarım otuz yıl önce olsaydı, hayatımı müziğe verirdim.
Peki hangi yazarları, kitapları sevdiğinizi, okunmasını önerdiğinizi de sorabilir miyim? Okurlarımız merak eder…
Kitaplığım deli kızın çeyizi gibi. Ama okuyucuya Türk ve dünya klasiklerini okumasını tavsiye ederim.
2011
SEMİH GÜMÜŞ