Tuesday, April 2, 2013

‘Atın silahları’ deyince barış gelmiyor


'Atın silahları' deyince barış gelmiyor

Reha Erdem’in yeni filmi ‘Jîn’ bugün vizyonda. “Ben de 17 yaşında Jîn gibiydim” diyen Erdem ile filmi, barışı ve ‘doğa-insan’ı konuştuk.

‘Atın silahları’ deyince barış gelmiyor

Arşive EkleArşive EkleArşive EkleArkadaşına GönderArşive EkleYazdırArşive EkleYorum Yaz

Haber: ŞENAY AYDEMİR - senay.aydemir@radikal.com.tr

Kafanızdaki ‘Kürt sorunu’na dair bir film miydi, yoksa masal anlatmak niyetiyle yola çıkıp oraya mı vardınız?
Ben bir sorun üzerine film çekilebileceğini sanmıyorum. Benim kendi dertlerim var, düşüncelerim var, kafamın içindeki birtakım özlemler, anılar, geçmişler var. Ben de 17 yaşında Jîn gibiydim. Onun kadar iyi bir eğitimden geçmiş değildim ama… Öyle bir örgütlülük ruhundaydım. Bu benim içimden hiç çıkmayan bir şey. Bu yüzden çok fazla kodluyorum bu figürü. ‘Hayat Var’da da vardı bir parça ama burada çok daha fazla bana değen tarafları var. Türkiye ’de insanlar ölüyor. Yok sayılan bir şeyler var. Bu zaten benim filmlerime girdi hep bir yerlerde. ‘Hayat Var’ı ya da ‘Beş Vakit’i niye yaptıysam bunu da aynı nedenle yaptım. Burada başka bir özellik var. Katı bir gerçekliğe değiyor. Benim gerçekçi olmayan silahlarımla bakmak istedim meseleye...

Bir taraftan da bu tür hikâyeleri anlatmaya kalkmak hem hukuksal hem de siyasal olarak ‘riskli’ydi. Siz böyle kaygılar güttünüz mü?
Bu tür kaygılar gütmedim. Şöyle bir kaygım vardı. Bu işin içindeki figürün taşıdığı bir şey var. Jîn, bir yerden kopuyor ve bir kostüm giyiyor. Gerilla kostümü. Şuna dikkat ettim, bu meseleyi rencide etmemeye dikkat ettim. Onun dışında benim bir düşüncem var. Ayrıca filmin açık bir tavrı var. Sosyolojik kafalıların anlayamayacağı bir tavır bu. Böyle bir meselede taraf diye bir durum yok ki. Gırtlağına basılan birisi var. Dili yok… Hiçbir şeyi yok. Tarafsız olacağım diye bir şey yok. Önemli olan buradaki tavır. “Barış istiyoruz” deniliyor. Barış öyle kolay gelmiyor. Bu insanlar kaç yıldır mücadele ediyor. “Atın silahları barış yapalım” diye olmayacak. Barış birtakım insanların mücadelesiyle gelecek. Ve ne yazık ki silahla geldi. Yani gelecek inşallah… Çok ucuz değil hiçbir şey. Birtakım insanların mücadelesi var. Gerçek olan bu. Bunun etrafında dolaşırken ahkâm kesmeden, saygılı bir mesafeyle baktığım için kaygım yok. Çünkü hayata insanı yaklaşıyorum. İsyanımız da insani, her filmde olduğu gibi. Şunu da söyleyeyim. Bu film de diğerleri kadar politik en fazla. Üzerinde PKK kostümü var diye ‘Korkuyorum Anne’den daha politik olmuyor film.

‘Hayat Var’ ile ‘Jîn’ arasında bir tür devamlılık varmış gibi geliyor. Hayat büyümüş gerillaya katılmış gibi…
Ben yaparken öyle düşünmüyorum. Bu kıza bir isim bulmam gerekiyordu. Araştırıyordum ‘Jîn’ ismini gördüm anlamını bilmeden, çok artistik geldi. Sonra anlamının ‘Hayat’ olduğunu öğrenince hediye gibi oldu. Şapkasını kaldırınca kadın demek. Hem artistik hem de anlamlı oldu. Bir devamlılık yok ama benim dertlerimle ilgili bir devamlılık var.

Söyleyeyim de aradan çıksın. Biraz önce bahsettiğiniz ‘katı gerçekliğe değdiği’ anlarda filmin zorlandığını düşünüyorum.
Katılmıyorum. Bu çok hassas bir mesele zaten. Gerçekçilik düşünceyi öldüren bir şey. Ben gerçeküstücü değilim, gerçekçi de değilim. Bugün sinemanın kurallarının yüzde doksanı böyle dönüyor. Burada 30 yıldır süren bir trajedi var. Bunun üzerine bir seyirlik yapmak hem yanlış hem zararlı hem de ayrı bir trajedi. Benim yaptığım, gerçeği bilerek kendi silahlarımla bir yol bulmak. Kızın değdiği her şey bir figür. Gerçekçilik olmayınca da “Ne neyi sembolize ediyor” diye soruluyor. Hiçbir şey, hiçbir şeyi sembolize etmiyor. Dağdaki bir kızın ormanda olma süreci o kadar.

Hiçbir sembol yoksa, “Her şey kendiliğinden mi oluyor” sorusu da beraberinde geliyor ister istemez.
Hayır. Sanatta sembol bambaşka bir şey. Benim hiçbir filmimde yok. Her şey göründüğü kadar. Ben ‘karakter’ lafını bile kullanmıyorum. O kız tamamen bir figür. Onun bir yolu var. Bir masal kahramanı gibi. Bir sürü yüzü var. Dolayısıyla, asker, adam, kadın, çocuk bütün figürler onun yolunda karşısına çıkan şeyler.

Ama sizin o askeri oraya koymanızın bir işlevi de olmalı...
Filmin gerçeğe değdiği yer burası. Kız bir gerilla. Savaştığı askerler ve birtakım yan unsurlar var: Erkekler, hayvanlar ve birkaç kadın. Bütün bunlara temasıyla bir figür oluşturuyoruz biz. Askere nasıl davranıyor, yaralı gerillaya nasıl davranıyor, kadınla ne yapıyor… Böylece ‘Jîn’in figürü doğuyor.

Filmin ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ masalıyla ruh eşliğiyle ilgili olarak belki de, erkek karakterlerin kötücüllüğü bu kez oldukça açık bir biçimde karşımıza çıkıyor.
Şöyle bakmak lazım ‘Jîn’de çok iyi biri değil. Bocalayan bir figür. Filmdeki diğer filmler için de aynısı geçerli. “O adamlar da aşk arıyorlar” diyebiliriz. Kosmos nasıl “Aşk istiyorum” diyordu, buradakiler de aynısını söylüyor belki. Kötülük de baktığınız yerle ilgili. O kadınlar Kürt olmak dışında kadın olarak da ciddi sorunlar yaşıyor. Kürt kadınları muhteşem ve bugünkü gelişmelerde de en büyük pay onların bence. Bir noktaya gelindiyse onlar sayesinde gelindi. Çünkü evden başlıyor mücadele. Evde silah da çekemiyorsun. Kocan, baban vs. en büyük mücadele orda başlıyor.

Film ilginç bir şekilde ‘barış süreci’ tartışmalarının yaşandığı bir dönemde kendini gösterdi. Bu sizi tedirgin ediyor mu?
Evet, bazıları “Hemen filmi çekti” falan diyor. Biz filmi bitirdiğimizde ortalık karışıktı. Bir film sürece katkı yapmaz ama katkı yapacak insanlara umut verebilir. Türkiye’nin gerçekliğinden baktığında bir bakış açısını değiştirebilir. Bu kostüm şimdiye kadar içinde şeytanların, kötü adamların, teröristleri, çocuk katillerinin olduğu bir kostüm olarak gösteriliyordu. Meseleye silah fetişizmi yapmadan, kahramanlık naraları atmadan ama figürünü göstermeye çalışan bir film çekmek istedim ben...

Jîn bir noktada silahı gömüyor ama sonra yeniden gerilla kıyafetlerini giyiyor, siyahını çıkartıyor. Bu dönemin tartışmalarıyla örtüşüyor gibi...
Tabii bütün bunlar başka niyetlerle yapıldı ama denk geldi. Şimdi silah bırakmaktan bahsediliyor. Gerçekten bırakılır. O da silahı bir türlü gömüyor ama barış kurulmadığı sürece orada gömülü kalmıyorlar. O da yine çıkartıyor. Karşısına yaralı da olsa kostümlü bir düşmanı çıkıyor. Kostüm bambaşka bir şey. Aslında film kostümsüz bir hayata özlem. Bu arada herkesin sorduğu “Bu kız niye örgütten ayrılıyor” sorusunu sormadın onu bekliyorum... (Gülüyor)

Ben hiç ilgilenmedim onunla...
Herkes bununla ilgileniyor...

Annesini özlemiş olabilir, merak etmiş olabilir, hayal etmiş olabilir. ‘Bir sebepten’ deyip geçtim aslında...
Kızın içinde bir şeyler var ama biz bunu görmeden örgütün dışına çıkıyor. Bir de örgütün meselesi programı belli. Örgütlü bir insanın filmi yapılamaz. Bana da düşmez zaten. Ama örgütlü bir örgütsüz, yalnız kalmış bir gerilla ilgimi çekiyor. Eğitimli, hiçbir falsosu yok. Zaman zaman sert, ne yapacağını biliyor. Gerilla olarak bütün forksiyonlarını yerine getiriyor. Şimdi uyduruyorum, aşk istiyor olabilir. Bu kadar basit. Bu zaafa diyecek bir şeyimiz var mı?

Siz sinema üzerine kalem oynatanlardan en fazla övgü alan yönetmenlerden birisiniz. Bir yönetmen olarak baktığınızda, sinema eleştirisini nasıl buluyorsunuz?
Sadece Türkiye ile ilgili değil, sadece sinema alanında değil diğer disiplinlerin eleştirisinde çok az sanat düşüncesi olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de ise sanat eleştirilerinde sosyal bilimlerin birtakım terminolojisi kullanılıyor. Bana sorarsanız bu terminoloji sanatı kavrayamayacak kadar sığ. Çünkü sanatta ölçülemeyen şeyler olduğunu düşünüyorum. Bunun analizi nasıl yapılabilir, sanat bilgisiyle ve ruhu açıklıkla olabilir. Genel olarak söylüyorum, örneğin üç film vardır ve seni adının hiç anılmasını istemediğin bir yönetmene benzetirler. Benim için en son “Terence Malick gibi” diyorlar. Adama da yazık bana da yazık. Türkiye’de Zizekvari analizlere çok başvuruluyor. Oysa sinema çok geniş. Mesela filmle ilgili hep güncel olan şeyleri konuşuyoruz. Ama Caspar David Friedrich ile ilgili konuşsak belki başka türlü yollar, patikalar bulacağız.
Açılışta bir huzurun özlemi var
‘Beş Vakit’le başlayıp ‘Kosmos’la süren bir ‘insan-doğa’ ilişkisi burada zirve yapıyor. Bu sizin ütopyanız mı yoksa insanın doğasının böyle mi olduğunu düşünüyorsunuz?
Belki benim hayalim ya da algım. Filmin açılışındaki sahneler insani bir zamana ait. Çünkü yavaş. Çünkü çalışma saatine göre ayarlanmış bir ritmimiz var. Bütün bunların olmadığı, insani bir zamanın olduğu yer orası. Bu huzurun özlemi var. Yani ağaca, kuşlara değil de o yavaşlığa, o sükünete olan özlem... Buna bir ütopya diyebilir miyiz, evet belki öyle. Bu biraz da Jîn’in hayali. Üniformasızlaşma özlemiyle salınan bir figürün...

Film görsel gücünü biraz da Caspar David Friedrich tablolarından alıyor. Neden bu tercih?

Doğaya bakışı, Alman romantizminin estetiği etkili oldu.