Friday, June 29, 2012

NİHAT ATEŞ’LE SÖYLEŞİ “BEDENSİZ KADINLAR” üzerine…



NİHAT ATEŞ’LE SÖYLEŞİ

“BEDENSİZ KADINLAR” üzerine…. ya da AYNANIN CİNAYETİ

Söyleşi: Betül Dünder Bilsel

1) Dördüncü şiir kitabınız olan “Bedensiz Kadınlar”ı yakın bir tarihte yayımladınız. Kitabın kapağını açar açmaz John Berger’in, Görme Biçimleri’nden bir alıntıyla karşılaşıyoruz: “Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır.(…)” Bedensiz Kadınlar’a kapı aralarken Berger’in tanımlaması kadın olma hâlinin metafizik boyutuyla bizi şiirlere hazırlıyor olabilir mi?

Şiirlere ya da tek bir şiir olduğu için belkide “şiire” mi demek daha doğru olur buna okurlar karar verecek. Ama nasıl tanımlarsak tanımlayalım Berger’den başlamasının nedeni “kadın olma halinin” metafizik boyutuna değil tam tersine, somut, elle tutulan haline bize hazırladığı için. Herhalde hiçbir düz yazı bir şiiri bu kadar kışkırtamaz ve tamamlayamazdı. Aslında gözlemlerimle bir yere kadar içimde taşıyıp durduğum, olgunlaştırdığım şiiri, bilince çıkarmamı sağladı. Şiirde kurmaya çalıştığım anlatım biçimini biraz da okurun, benim bu şiire gelene kadar yaşadığım, duygusal ve bilişsel süreci görebilmesi, hissedebilmesi açısından, benimle aynı yollardan geçerek bu şiire gelmesini arzuladım. Onun için beni bu şiire hazırlayan hiçbir şeyi örtmemeye çalıştım. Yunus’a ve Nermi Uygur’a da göndermeler var, Rosa’nın sevgilisine yazdığı mektuplara da. Bütün bunlar bir yandan kadının metafizik halinden somut haline bakabilmemi sağlayan metinsel destekler oldular.

2) “Ayna”yı bir tanıklık olarak tutuyorsunuz şiirlerinizde, “öldürün annelerinizi/ve bırakın/aynalar görsün cinayetinizi.” ile başlayan seri cinayetler (bu aynı zamanda kadının sizdeki yolculuğu olarak da okunabilir mi?) “öldürmelisiniz kendinizi/ama ayna mutlaka/tanık olmalı intiharınıza ” ve “öldürün anneannelerinizi/çünkü hiçbir yansıma/paklamaz bedeninizi” dizeleriyle okuru tarihsel bir hesaplaşmaya da davet ediyor/sunuz sanki. Buradan hareketle “kız çocuğu-anne-anneanne” üçlüsünün; ‘ayna’nın karşısındaki kadının ve kadının karşısındaki ‘ayna’nın arasında bir fark var mı sizce?

Kadının bendeki yolculuğu olarak okunabilir mi? Bilmiyorum. Ama kadının bendeki yolculuğu her halde çoğu erkekten farklı bir yol izlemiştir. Çünkü ben dünyaya tek bir “erkek” çocuk olarak gelmedim. Yanımda bir de ikiz kız kardeşim vardı. İkimiz birlikte dünyaya merhaba dedik. Belki de bundan kadın bende hiçbir zaman bir “sis” perdesinin arkasındaki canlı türü olarak kalmadı. Ben ona mahallede futbol oynatamadım ama o bana evcilik oynattı. O bebeklerine yalancıktan mamalar yaparken, bebeklerinin başında beni bekletti. Bir ikiz kız kardeşle büyüyen erkek çocuklarının hep çok şanslı olduklarını düşünmüşümdür. Onlar evde, okulda, mahalle arkadaşlıklarında ilk oluşan “erkek kültürünün” kırıcısı oluyorlar çünkü. Kadının bendeki süreci şiirdeki kurgusal açıdan kurguladığım cinayetlerin tam karşısında dirimsel olarak vardırlar. Sanırım bu sorunuzun birinci bölümünü karşılar. Zaten sorunuzun can damarı da ikinci bölümü. Kadının ayna karşısındaki durumunun ya da aynanın kadın karşısındaki durumunun daha doğrusu ilişkisinin irdelenmesi… Kadın kendisine gömülerek bilincinin kırıldığını düşünüyorum. Her yerde her şeyde onun nasıl göründüğüyle ilgili şeyler üretilip durulur. Moda bir felakettir. Gazetelerin kadın ekleri bir felakettir. Örneğin eşimle bir alış veriş merkezine gidiyoruz. Hemen eşimin önüne bir kadın bir ayna ve rujla çıkıveriyor. Bir gazetenin kadın ekinde okuduğum bir haber kanımı dondurmuştu. Kadınların cücelik tedavisi olarak uygulanan kemik uzatma yönetimini, bacaklarının birkaç santim daha uzatılabilmesi için uygulayabilecekleri, bu ameliyatı olabilecekleri anlatılıyordu. Cücelik rahatsızlığının tedavisi için oldukça zahmetli, acı verici bir dizi ameliyatı kadınlara bacaklarının uzun ve güzel görüneceğini söyleyerek önerebiliyordu ve estetik cerrahlar buna seslerini bile çıkarmıyorlardı. Ve kadınlar bu çok pahalı ve çileli ameliyatları olmaya başlamışlardı. Bunun pazar yaratma şu bu gibi açıklamalarına girmek istemiyorum. Ama şu var neden “kısa bacaklarınızla” güzel olunmuyor? Bir kadın arkadaşımla bunu tartışırken hep erkekler yüzünden dedi. Çok doğru onlara erkek dünyamızda yaşam alanı olarak sadece kendi bedenlerini bırakmıştık. Aynalara gömülsünler, erkeklerce nasıl göründüklerine gömülsünler, kendi imgelerinin dışında hiçbir şeyle uğraşmasınlar. Dergi okusunlar ama sadece kadın ve dedikodu dergilerini, kitap okusunlar ama sadece kadınlığıyla ilgili olanları… Böyle bir şey var. Anneler de kızlarına elbet bu kültürü aktaracaklar. Onun için şiir “öldürün annelerinizi” diye kadınlara seslenerek başlıyor. Anneyi aslında bu verili kültürün bir temsilcisi olarak bu kültürü tekrar ürettiği için seçtim. Ben zengin koca bulamadım, ama kızım bulacak… Ben “güzel” olamadım ama kızım olacak. Bütün yıkımlarını kızları üzerinde diriltmek istiyorlar. Aynanın kadın bedeni karşısındaki tavrına gelince o zaten kadın bedeni üzerinde annenin kızı üzerinde yarattığı ilişkiyi yaratıyor. Görüntüyü yarattığı için tahakküm eden de o oluyor.

3) Bedensiz Kadınlar; “Başlangıç İçin İki Cinayet ve Bedenin Suyla İmtihanı” ve “Bedenin Ateşle ve Sesle İmtihanı” olmak üzere iki bölümden oluşuyor.. Söylenmesi gereken bir şey varsa mutlaka söylenecektir tavrınız, anlatmak istediklerinizin önüne biçimsel bir kaygıyı koymadığınızı gösteriyor. Kitabı bölümlere ayırırken oluşturduğunuz kurgu bedenlerimize nasıl bir elbise dikiyor? Bu elbisenin renk, ses ve biçim kaygısı var mı?

Aslında biçim beni bu kitapta çok zorladı. İtiraf etmeliyim. Oldukça açık, somut bir dil ile anlatılıyor gibi gözükse de bu somutluk altında yatan kültürel göndermeler çok katmanlı bir yapı yaratıyor. Ele aldığı sorun çok katmanlı bir soru çünkü. Ben biçemin bunun üstesinden geldiğini düşünüyorum. Zaten şiire de uygun yapıyı konunun bu yapısı oluşturuyor. Yokmuş gibi gözüken bir biçim kaygısı var. Türkiye şiirinin “lirik” söyleyişi buna yetmezdi. Zaten bu söyleyiş artık hiçbir şeyi anlatmasına yetmiyor. Şiirin hem biçem hem de söyleyiş olarak hayatı karşılayan bir yapısının kalmadığını düşünüyorum. Son iki kitabımda bunu da araştırıyorum. Ama şiir dünyamız, okurumuz bu arayışa ne kadar açık tartışılır. Türkiye’nin okur kitlesinin en tutucu grubunu şiir okuru oluşturuyor. Alışageldiği bir biçemin, bir söyleyişi anlayıp dinlemeden atıveriyor, böyle kaygılar gözeten şairi de dışlıyor. Şiir hayatın ritmine uymuyor. Ne güzel soruyor Şeref Bilsel: Şiir mi hayattan uzaklaşıyor, yoksa hayat mı şiirden? Bence ikisi de birbirinin içinde. Şiir hem biçimsel, hem de özsel anlamda büyük bir devrimin içine girmezse böyle bin okurla idare edip gidecek. Giderek yeni bir “divan şiiri” gibi yaşayacak. “Divan şiiri” beş yüzyıl yaşadı da ne oldu sanki? Oluşturduğum kurgu, bir elbise dikiyor evet, ama geniş, rahat bir elbise bu. Şiirin anlatım olanaklarını zorlamayız. Somutsa somut evet. Öyle iyiyse öyle olmalı şiir.

4) Kitabınızı tarih sayfalarına mücadeleleriyle isimlerini kazımış olan kadınlardan başlayarak tüm “Bedensiz Kadınlara” adıyorsunuz. Rosa Luxsemburg’un “Hapisane Mektuplarında “Duy bak, nasıl coşkulu şarkı söylüyor şu kuşcuk, bu sana birazcık da olsa yaşamı geri getirsin ” diyerek umudu sağ tuttuğu bir yerden Türkiye şiirinde kadının bir ‘beden’i olup olmadığını da konuşalım.

Kadının aşırı bir “bedeni” var. Türkiye şiirinde de kadının bedeni var. Gariptir Türk kadın şiirinin bu şiire karşı bir şiiri yok. Bilinci ve usa kesmiş kadınların örnekleri olarak o kadınlar var. Çok sıradan gibi gözüken bir mesaj aslında bu: İnsanı güzel yapan bedeni değil bilincidir. Türkiye kadın şiirinin bir yeterli bir feminist refleks içinde olduğunu düşünmüyorum. Bardan çıkarken erkek şairin evinde içmeye devam edilmesi gereken varlıklar onlar. Romen kadın şair Liliana Ursu’nun bir şiiri var şöyle diyor: “güzel bir kadından/beklersin de her şeyi / şiir yazmasını beklemezsin… Aslında bu şiir de sorunun evrensel bir yanı olduğunu gösteriyor bize. Kadının ezilmişliği sürdüğü sürece bu böyle olacak anlaşılan…

5) Peki, daha önce yayımladığınız; “Dinlenen Cadı”, “Günışığı Şiirleri” ve “Odkuyusunda Bir Ayna” şiir kitaplarınızda belirgin olan lirizmin üzerine açılmış didaktik bir şemsiye gibi duruyor yeni kitabınız. Bu tespitime katılıyor musunuz?

Bu lirik söylemden yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi rahatsızım çok rahatsızım. Bu beni şimdilik didaktikliğin kuru gibi gözüken sahasına doğru fırlatıyor kabul ediyorum. Ama bu geçişler beni ürkütmüyor aksine büyük bir tat alıyorum. Bu lirizmle hiçbir yere varılamaz. Hayat lirik değil artık. Artık bir “Serenat” yazmamalıyız. Adorno uyarısını iyi anlamalıyız. İkinci dünya savaşının üzerinden, bu dünya binlerce savaş daha gördü. Savaşın büyüğü küçüğü olmaz diyorsak o uyarı daha iyi anlaşılır. İnsanlığın gördüğü her savaştan sonra şiir şiirliğinden hep bir şeyler kaybederek çıktı. Şiirin şu andaki mekanizması bu dünyayı çözümleyecek olanakları barındırmıyor içinde. Belki bir yirmi yıl sona şiirde çok fazla ısrar edildiğini (belki bir yüzyıl) anlarız. Roman ve öykü çok daha büyük anlatım olanakları barındırıyor içinde gibi geliyor bana. Galiba içimizden söylüyoruz ama ağzımızdan dökülmesine izin vermiyoruz. Son yüzyıllık biçimiyle şiir bitti.

6) Papirüs Yayınevi’nin editörlüğünü yaptığınızı biliyoruz. Son dönemde yoğun olarak tartışılan konulardan biri de “şairin editörlüğü”. Sizde bu birlikteliğin nasıl bir karşılığı var?

Güzel soru gerçekten. Bu birlikteliğin karşılığını şöyle düşünüyorum. Şair – editör olmanın en riskli yanı, şairin başka şiirlerde kendi şiirini aramasıdır. Önüne gelen her şiir dosyasında kendi şiirinden hadi şöyle diyelim estetik anlayışından bir bütün görmek ister. Onun için geçerli ve doğru olan estetik görüş odur çünkü. Oysa onun benimsediği , anladığı anlamda “güzel olmayan” bir şiir dosyası başka estetik ölçütler içinde “güzeldir.” Öyleyse o şiirler ait olduğu estetik anlayış içinde değerlendirilmelidir. Eğer o ölçütler içinde de yetkinliğini sağlayamıyorsa o şiirler kötüdür. Bu ikisini ayırmayı bildikten sonra çok fazla sorun kalmıyor. Şairin editörlüğü içinde sorduğunuz için şiirden örnek verdim. Ama bunu öteki anlatım biçimleri içinde söylemeliyiz. Sorun estetik ölçütlerinizi yeterince nesnel kılabilmenizde yatıyor. Onun için bir dosya reddediliyorsa örneğin bunu ölçütü “beğenmedim” değildir; “kötü”dür. Bence bir şairin yapabileceği en güzel işlerden biridir editörlük. Kaldı ki her birimizin bu profesyonel refleksi geliştirdiğini, geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Çok yorucu ama bir o kadar üretici bir iş. Yayıneviniz için tasarladığınız diziler, projeler biçimlendikçe, hayata geçtikçe, karşılığını okurdan almaya başladıkça da daha gönendirici oluyor.

7) Son olarak; kitabınızda sinematografik öğeler içerisinde ön plana çıkan “yansıtıcılar” “bedensiz kadınlar”ı ve “bedelsiz erkekler”i şiirin hava boşluğunda (bir kez uçağa binmiş biri olarak kendimden doğru soruyorum) nasıl buluşturacak?

Yanlış anımsamıyorsam ve ben yansımayla ilgili her şeyi öldürmüştüm kitabımda. İki yaşam alanı bırakmıştım. Ses ve us. Yani müzik, yazı… Kadınlar için geçerli olanın erkekler için geçerli olmadığını söylemedim ki. Şunu söyledim, erkek dünya kendisinin olduğu için daha “iradi” davranabiliyor. Kabul ve ret olanakları daha fazla. Kadının erkek dünyasında böyle bir şansı yok ve o kurban oluyor. Kendi bedeninin hapishanesinde kaybolup gidiyor. Bir buluşma değil bir kopuş olmalı diyorum. Bir devrim…ALINTI