Tuesday, November 20, 2012

Öyküde farklı bir dil: Hasan Özkılıç

 

FUNDA KARAKAYA / Taraf cumartesi - Istanbul 

Gönlümün Şirazesi Bozuldu’ adlı kitabıyla Haldun Taner Öykü Ödülü alan Hasan Özkılıç’la edebiyat üzerine konuştuk.
Bu yıl Haldun Taner Öykü Ödülü, Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı kitabıyla Hasan Özkılıç’a verildi. Doğan Hızlan’ın başkanlığında, Sibel Türker’in yazmanlığında Doç. Dr. Füsun Akatlı, Prof. Dr. Nüket Esen, Semih Gümüş, Prof. Dr. Şara Sayın, Demet Taner ve Prof. Dr. Tahsin Yücel’den oluşan Seçiciler Kurulu, yaptığı açıklamada, Özkılıç’a ödülün, Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı kitapta “öykücülüğün yeni bir düzeyini göstermesi, dilini gitgide yetkinleştirmesi ve Doğu’nun hikâyesini özenli, abartısız ve kendine özgü ayrıntılarla anlatması” nedeniyle verildiği belirtilmişti. Bizde hasan Özkılıç’la kendi öyküleri, son dönemde sinemacıların ilgisini çekmesi ve genel olarak edebiyat üzerine söyleştik.
Ben önce kısaca kendinizi tanıtmanızı isteyeceğim.

Iğdır’da doğdum. Çok farklı bir toprağı, doğası iklimi olan bir yer. Kuzeydoğu’da, Kars, Iğdır, Aras nehriyle Ermenistan’a, Azerbaycan’a sınırı olan, öbür tarafta Ağrı Dağı’yla hemen dibinde İran’a sınırı olan bir yer. Bu halkların, kültürlerin iç içe geçtiği bir yer... Türkler,Kürtler, Ermeniler, Malakanlar...

Malakanlar?
Malakanlar ilginçtir. Rusya’nın çarlık döneminde sürgüne gönderilmiş, o bölgeye yerleşmişler. Çok kendine özgü, kendi dili, kültürü olan bir halk... O bölgede beraber yaşamış herkes cumhuriyet sonrasına kadar. Sonra yavaş yavaş gitmişler. Sonra işte belli bir dönem var. İnsanların kendi kimliklerini rahatça söyleyemediği zamanlar, baskıcı dönemler, 30lar, 40lar, 50lerde, gidenlerden sonra kalanlar, kimliklerini gizlemişler. Erkan Karagöz diye bir arkadaş onların belgeselini çekti Kars’ta. Orada daha ayrıntılı işleniyor. Geçenlerde gerçekleşen Safranbolu’daki Film Festivali’nde ödül aldı. Yani öyle bir coğrafya ki, Kürt, Ermeni, Azeri, Türk, Malakan gibi halkların hepsini bir araya getirmiş bir coğrafya...

Bu durum öykülerinize de yansıyor aslında...
E tabi şimdi bu halkların masalları var, öyküleri var, şiirleri var, kendileri var, folklörü var. Her şeyi var. Bizi çok etkileyen bir şey vardı tabii... Düşünsenize iki adım ötenizde Ekim Devrimi olmuş. Ekim Devrimi olduğunda Aras’ın öbür tarafında, Sovyetler’de yine bu halkların hepsi var. Sizin bir adım ötenizde başka bir dünya var. O dünya sanayiyi, teknolojiyi gözünüzün önünde öyle geliştiriyor ve bir noktaya taşıyor ki görüyorsunuz bunları. Oradan bu tarafa gelenler var. Gelenlere bakıyorsunuz, eski kuşak insanlar, babanızın yaşında, çok şey yaşayıp görmüşler.

Biraz da çocukluğunuzda ailenizde, hikâye anlatmaya, annede türkü söylemeye, halk müziğine karşı bir ilgi var ama hayat sizi bu kültürün içerisinden daha orta son sınıftayken alıyor, 60ların sonunda, bir işçi göçüyle getiriyor ve batıda bir kasabaya koyuyor. Birden çok başka bir dünya... Bugünkü gibi değil ki... Televizyonlar yok... Şimdi ki çocuklar, gençler biliyor tabiî ki, batıyı görüyor. Bu dünyadan bir biçimiyle haberi var. Ama sizin radyodan başka dinlediğiniz bir şey yok, görsel olarak bir şey yok, romanlarda okumuşsanız okumuşsunuz. Böyle bir dünya hiç tanımıyorsunuz bir çocuk olarak. Peki, gelip ne yapıyorsunuz, anneniz tuğla fabrikasında işçi, babanız, kardeşiniz ablanız hepsi işçi... Siz tatilde ve pazar günleri tuğla fabrikasında işçilik yapıyorsunuz. Ama işte o anne çok inat, ne olursa olsun oğlum okuyacak demiş.

70’lere doğru geldiğinizde birden ülkeye başka bir şeyler olmaya başlıyor. Siyasi mücadele, işçiler bir yerde sendikalaşıyorlar, işçilerin sendikalaştığı, eylem yaptığı fabrikada çalışıyorsunuz. Öykülerini yazıyorsunuz, çıkıyorsunuz fabrikanın önünde bildiri dağıtıyorsunuz. Ait olduğunuz siyasi yapının aynı işçilere bildirisini dağıtıyorsunuz. Çalışıyorsunuz, okuyorsunuz, doğudan geliyorsunuz ve bu siyasi mücadelenin içinde yoğrulmaya başlıyorsunuz. Ama yine bir şanstır ki, bulunduğumuz kasaba, Manisa’nın Turgutlu ilçesi, geçmişi çok farklı olan bir yerdir. Edebiyat dergileri çok satılırdı. 300 tane Yansıma satılıyordu... Böylesine okuyan bir yerdi.
Şimdiki oralar, oralar değil tabiî ki... İşçi kahveleri vardı. Her taraftan işçiler gelir, gece yarılarına kadar siyasi meseleler tartışılırdı. Böyle bir ortamda şekilleniyorsunuz. Bir de böyle bir ortamda edebiyat öğretmeniniz var. Edebiyat dersini yarım saat yapıyor, geri kalan vakitlerde edebiyat dergileri okuyorduk, modern edebiyat konuşuyorduk. Şiir yazardı aynı zamanda, denemeleri yayınlanırdı. Başka şiir yazan arkadaşlar vardı, onlarla birlikte bir edebiyat ortamı oluşuyor. Onlarla birlikte gece gündüz edebiyat tartışıyorsunuz ve yazmaya başlıyorsunuz. O sınıftaki o hareket, o sınıftaki o edebiyatın, sanatın yoğunluğu herkesi bir yerlere itiyor. Biri öykü yazıyor, biri şiir yazıyor, biri roman yazıyor... Ortak bir heyecanın parçası oluyorsunuz...

Lisede mi yazmaya başladınız?
Evet, lise son sınıf ve sonrasında...

Yine öykü şeklinde mi?
Evet, öykü yine... 1974’te Demokrat İzmir gazetesinin sanat sayfasında yayınlanıyordu öykülerim... Demokrat İzmir gazetesi sanat sayfasının başında önceleri Atilla İlhan vardı. Beş-altı sene bu böyle gitti. Bölgesel ama çok demokrat bir gazeteydi. Haftada bir gün, bir sayfayı, öykülere, denemelere, şiirlere ayırırlardı. Diğer günlerde de vardı elbette ama çarşamba günleri bütün sayfayı ayırıyorlardı. Bende yolluyordum öykülerimi gazeteye. Fabrikadan öğlenleri çıkıp hemen gazeteye bakardım çıkmış mı diye... Sonra bir gün baktım yayınlanmış olduğunu gördüm. Çok hoşuma gitti, çok güzel bir duyguydu...

Sonra İzmir süreci başladı?
Evet, sonra üniversiteye geldim İzmir’e. İktisat okudum. Üniversite döneminde de yazdım. Çıkış diye bir edebiyat dergisi çıkıyordu, Vicdan filminin öyküsü ilk orda yayınlanmıştı. Bizim de emeğimiz geçmişti derginin çıkarılmasında ayrıca. Agora dergisi süreci var İzmir’de yine...

Hayatınızda bir dönem noktası niteliğinde değil mi?
Agora dergisinden önce Evrensel Kültür Merkezi süreci var. Orada yöneticilik yapıyordum. O merkezin benim hayatımda çok önemli bir yeri var. O süreçte yeniden yayınlanmaya başladı dergiler. Adam öykü, Evrensel Kültür, Gerçek Sanat gibi dergiler yeniden akmaya başladı. İlk kitabım 98’de basıldı. 88 diye yanlış bir bilgi var ama doğrusu 98’dir.

12 Eylül sonrası uzun dönem bir boşluk var. 80 sonrası edebiyat dergileri yoktu artık. Birkaç tane vardı ama gönderdiğim öykülerde yayınlanmadı. Ama oturup çalışıyordum, yazıyordum.

Öykü yazmaya başlamanız 70li yıllara dayanıyor ama ilk kitabınızın çıkması 90 sonları. Bu sık sık kitap çıkarmaktansa bir şeyleri biriktirip yazmaya başlamanızdan mı kaynaklanıyor yoksa bir şekilde süreç mi öyle gerektirdi?
70 öncesi kitap yayınlamak çok daha zor. O zamanlar dergiler çok önemliydi. Dergilerde yayınlamak, orada pişmek daha önemliydi. Yani dergilerde yayınlanmadan kitap çıkarmak bize göre değildi. 70’ten 82-83’lere kadar dergiler var. Onun sonrasında bir ara dönem, boşluk var. 90’ların başında yeniden yoğun yazmak var. Yeni dergiler çıkmaya başladı. Edebiyat dergilerinde, kültür sanat dergilerinde yazmak, yetkin olmak var. Acele etmemek... Bu iş böyle olmuyor... Edebiyat dünyasında, bizde ve dünyada, yüzlerce yazara baktığınızda, ilk kitaplarını aceleye getirdikleri için pişman olmuştur. Bende şöyle bir şey var, olacaksa en iyisi olsun. Olgunlaşmak önemliydi benim için. Bu yüzden ilk kitabım 98’de çıktı. Ardından 2000’de Agora dergisi var. Çok önemli bir süreç. İzmir’den çıkıp, yayın dağıtım ağıyla dağıtılan bir dergiydi. Sekiz yazar arkadaşla birlikte yürütmüştük aslında. Derginin sahibi bendim, fikir de benden çıkmıştı, onlarda destek olmuştu. 45 sayı çıkardık. Bir ara 80 sayfaya kadar çıktı dergi sayfaları.

Son kitabınız olan ve aynı zamanda Haldun Taner ödülünü de alan kitabınız Gönlümün Şirazesi Bozuldu’da her öyküyü bir türküden yola çıkarak yazmışsınız. Bu fikir nasıl gelişti?
Arkadaş sohbetlerinde kimi hikâyeler vardı bende kalmış, ya da başkasından duyduğum dinlediğim küçük hikayeler... Sohbetlerde kendiliğinden gelişiyordu tabii... Kime anlatsam herkes yaz diyordu. O sırada başka şeyler yazıyordum diğer kitaplar için ve bu bahsettiklerim için de bir gün mutlaka yazarım diyordum. Ama işte o TRT arşivinden derlenmiş Güldeste adlı, bozlakların, uzun havaların olduğu 3 cd lik albümü dinlediğimde çok duygulandım. Sözünü ettiğim dönemlere götürdü beni. Mesela Nalbant türküsünü dinlediğimde, bu nalbant hikâyesi nasıl olur bunu düşündüm. Bu uzun havanın duygusuna, tınısına, içeriğine, imgesine yakın bir şeyler düşündüm. Bu dizelerle büyümüş biri olsun dedim... Yaşadığım şeylerde var, gördüğüm, gözlemlediğim şeylerde...
Genel olarak öykülerinizde, doğdunuz yer olan Iğdır, Kars ve buna bağlı olarak o kır hayatını sürekli görmek mümkün. Bur tabi oralardan çok etkilendiğiniz ve bunun hala sürdüğü anlamına da geliyor.

Öykülerinizde gerçekten sizin yaşadığınız şeylerden mi besleniyorsunuz, gözlemledikleriniz mi yoksa bir karışımı mı?
Öyküleriniz çünkü çok insana dair, içten, dokunaklı...
Her yazarın yazdığında kendi yaşamından izler vardır. Ama tabi burada kurgu çok önemli. Yani kurgulamayı beceremezseniz, sadece yaşadıklarınızla var olmaya çalışırsanız o bir yerde biter. Önemli olan kurgu. Değiştirmek, başka bir şeye dönüştürmek, bozup yeniden yapmak... E bu birikimi, bu emeğin, yeteneğin yanında bunu da gerektiriyor. Şuradan kalkıp bu anın öyküsünü yazarım mesela. Öyle bir yazarım ki mesela, siz okuduğunuzda dersiniz ki biz böyle yaşamadık ki... Mesela Vicdan filmine uyarlanan öykü Güzel Günler İçin, 70’li yıllarda dergide yayınlanmıştı söylediğim gibi... Sonra onu değiştirip Orada Yollarda kitabına koydum... Bu kitapta da bunlar türkülerin hikâyeleri değil tabii ki... Tabi ki geçmişte yaşadığınız bir şeyler geçer gözünüzün önünden... İsim kullanırsınız, kahramanları şekillendirirsiniz.

Karakterlerde geçmiş yaşamın ilerini hep görüyoruz...
İnsanda böyle bir şey... İnsan geçmişinden bir şeyleri süzüp getiriyor. Tamamını getirmiyor. Bugün yaşadıklarınız bir süre sonra başka bir şey oluyor, dönüşüyor. Süzülenler, iz bırakanlar, sizi etkileyenler, hayatınızda önemli kırılma noktaları, var olmanızın başka nedenleri... Sadece sizin mi, çevrenizde en yakınınızdan başlayarak herkesi şekillendiren o geçmiştir. O geçmişin içerisinde bunlar önemlidir.

Vicdan’ı izlediniz, biraz ondan bahsedelim. İki hikayenizden uyarlandı değil mi?
Aslında üç öyküydü. Gönlümün Şirazesi Bozuldu’dan Kelkit’in Altı Paklar, Kuş Boranı’ndan Bir Yanı Yaralı ve asıl ana hikâyeyi oluşturan Orada Yollarda’dan Güzel Günler İçin... Üçü de çekildi ama bir takım sebeplerden herhalde, kurguda ilk söylediğim öykü çıkarıldı... Çıkarılmasa daha iyi olurdu tabi. Bir Yanı Yaralı da daha arka planda... Ana hikâye Güzel Günler İçin... Bir kısmını da değiştirmiş tabiî ki yönetmen, benim bıraktığım yerde o karakteri pavyona götürmüş. Tabi bunu da konuştuk, zaten öyküde de olsa böyle olurdu, hayatta da böyle...

Kendi öykünüzü perdede görmek nasıl bir duygu?
Yani şöyle düşünüyorum. Hiçbir yazarın öyküsünü ya da romanını sinemada görüp çıktıktan sonra tamam ya öykü tamamen burada var diyeceğini sanmıyorum. Sinema başka bir şey. Yönetmen başka türlü çalışıyor. Sinemayla hikâye anlatmak ile yazarak hikâye anlatmak arasında çok fark var. Yazar sözcük kullanıyor. Aracı sözcükler ama yönetmen kare çekiyor. Görüntü, gösteriyor yani, o derinliği yakalamak çok zor tabi ki...

Yine sinemadan gidecek olursak, Sonbahar filminin yönetmeni Özcan Alper’de Şerul’da Beklemek kitabınızdan Adı Kargalarda Saklı adlı öyküyü kısa filme çekti. ... Avrupa Gezici Festivali’nde geçen sene Kars öyküleri yarışması düzenledi ve o yarışmada beş öykü seçilerek beş kısa filmleri çekildi. Birleştirilip uzun metraj halinde gösterilecek.
Evet, Özcan kendi filmini Sonbahar’ı çektiği için geçen sene Kars’taki festivale de gelememişti. Kısa filmi sonrasında çekmişti. O kısa filmi çok merak ediyorum. İçeriği daha iyi anlatmış olabilir diye düşünüyorum.

Peki, mesela sinema alanında, sinema ve eleştirisi arasında bir kopukluk vardır. Çokta birbirlerini beslemezler. Bu edebiyat için de geçerli bir durum mu? Genel olarak Türkiye’de edebiyat eleştirisini nasıl buluyorsunuz?
Çok doğru, bu çok tartışılan bir şey. Fethi Naci, Mehmet Erdoğan gibi ölmez isimler var tabiî ki... Ama gerçek anlamda eleştiri çok zayıf bizde... Kitap tanıtımıyla, eleştiri birbirine çok karışmış durumda... Tabii çok zor bir şey eleştiri, birikim gerektiriyor. Hem de eleştiri süzgecinden geçirmek gerekiyor. Kitap tanıtımıyla eleştirinin ayırdında olmak gerekiyor. Asım Bezirci var mesela, hayatını eleştiriye başka türlü vermişti, müthişti. Mehmet Erdoğan, şiirde ve şiir eleştirisinde çok önemliydi. Mehmet Fuat bir deryaydı. Napıyorsunuz, ne oluyor diye seslenirdi. Öykünün, 90’lardan sonra canlı olmasında Mehmet Fuat’ın çok önemli bir rolü var. Yeni dönemden de Semih Gümüş, Ömer Türkeş ve şu an aklıma gelmeyen daha bir çok isim var tabiî ki. Üniversitelere baktığınızda ise, orası da başka bir dünya, onlarda çok akademik boyutta bakıyorlar eleştiriye.

Siz hiç Agora döneminde eleştiri yazdınız mı?
Eleştiri denilemezdi tabiî ki. Dergide Agora gündemi diye bir sayfa vardı. Ülke gündemiyle ilgili daha çok yazıyordum o sayfada. Söyleşiler yapıyordum yazarlarla. Kendi öykülerimi pek yayınlamıyordum dergide. Daha çok başka arkadaşların öykülerine yer veriyorduk. İki yıl Agora Öykü Ödülü verdik. Daha sonra kapandı dergi.

Neden kapandı? Yalnız mı kaldınız?
O da vardı, bir de kapatmak demiyorum ben ona, dondu. Kendini tekrar etmeye başlamıştı. O noktada artık değişmiyor. Ne yaparsanız yapın olmuyor. Bitmesi gereken bir zamandı.
Ben yine öykülerinize dönmek istiyorum. Genel olarak gördüğüm, doğayla insanın haleti ruhiyesi ahenk içinde akıp gidiyor ve yaşamadığımız yerler ve yaşamadığımız durumlar bile olsa, o dünyanın içine giriveriyor insan...

Doğrudur, bazı şeyler gerçekten benim duygusal yapımla, kimliğimle, yaşadıklarımla, hayata bakışımla ilgili...
Karakterler de çok hayatın içinden ve sizin de aslında böyle yaşadığınız fark ediliyor hemen...

Evet, ben de böyle yaşıyorum. Ben rahatsızım, ben dünya karşısında duyarsız olamıyorum. Olamamanın ötesinde hasta oluyorum, sinirlerim bozuluyor, hassas bir yapım var. Dünya çok kötü bir yere geldi. Ben hiçbir yazar veya aydının yani gerçek anlamda böyle olanların hiçbirinin huzurlu falan olacağına inanmıyorum. Bu dünyada bu olmaz. Doğanın bozulmasından, insanın bozulmasından, insana yapılan zulümden rahatsızlık duyuyorum. Haldun Taner’in bir lafı var, “Toplum meseleleriyle ilgilenmeyen edebiyat, eksik, güdük bir edebiyattır. Batıda yazar aynı zamanda çevresinin en ileri düşünürüdür. Fildişi kulesine dikilmiş sanatçı tipi modası geçmiş bir aşk yazar” diyor. Yine bir keresinde sokak ve edebiyat başlıklı bir söyleşi yapıyorduk. İki kişiydik. Diğer arkadaş diyor ki “Sokak beni ilgilendirmiyor, ben kapanırım odama yazarım, dışarısı beni ilgilendirmiyor, ben yazarım okur da okur...”

Bu aslında yaygın da bir şey bir kısım entelektüel çevrelerde...
Var işte bu çok yaygın... Bunu irdelemek çok önemli... Ben yazarım, başkaları da okur diye düşünülüyor. Tamam da aydınsın aynı zamanda, insansın, düşünensin. Orhan Pamuk yazdığının müzesini kuruyor mesela...

Kitabın içinde de müzenin giriş kartı var...
Hayata öyle bakıyor. Somut yani. Ben bunları bunları yaptım diyor. Tartışılır tabi ki, ayrı o durum...

Kitabı okudunuz mu?
Okumadım daha. Sakinlesin ortalık. Ben bekliyorum. Yani üzerine yazılsın, okunsun, sonra okuyacağım. Bu yöntemi seviyorum. Mesela Jose Saramago’nun Körlük kitabını yeni okudum. Görmek çıktı, onu daha okumadım. Körlük’ü okumadan onu okumak istemedim. Klasikler tabiî ki başka ama yenileri okumak için zaman geçmesini bekliyorum ben.

Öykülerinizde köy yaşantısı var ama değişimi de anlatıyorsunuz aslında. Orada ki kapalı tarafı değil de daha açık olan tarafı anlatan hikâyeler kuruyorsunuz...
Ben kendi köyüme gittiğimde üç tane internet kafe açılmıştı. Köy artık bizim bildiğimiz köy değil. Eğitim oranı da çok yüksek, dünyaya da bakışları çok farklı... Ayrıca dili de öyle kullanıyorum. Biliyorum ki kullandığım dil, batıda da çok rahat duyulabilir. O dil, orayı çok iyi anlatıyor.

Öykülerinizdeki karakterler çok derinlikli. Sanki yakından tanıyor gibisiniz. Buna bağlı olarak yazarken çok çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
Evet doğrudur. Çok çalışırım. Yani okuyucuya geçsin, karakter ruh yapısıyla, kişiliğiyle, kimliğiyle, dünyasıyla her şeyiyle geçsin diye uğraşıyorum tabi ki... Uğraşmadan hiçbir şey olmaz. Bir yanıyla tanıdığım insanlardan da izler var tabiî ki...

Şu an yazıyor olduğunuz bir kitap var mı?
Aslında iki tane proje var şu an üzerinde çalıştığım. Birisine daha çok ağırlık verdim. Bu çalışma doğrultusunda doğuya bir gezi planlamayı da düşünüyorum.