Sunday, November 11, 2012

En sevdiğim ressam Bahadır Baruter’den tekinsiz aile tabloları

Yüzeyde kalamayan, bilinci geçip ruh altına falan inen ve oralarda acayip kazılar yapan Bahadır Baruter’in en sevdiğim ressam olduğunu daha önce söylemiştim değil mi? Galeri X-İst’te açtığı muhteşem yeni sergisinden dolayı onu artık daha da çok seviyorum. Bu kez ruhtan bile daha karmaşık bir yapıyı, aileyi inceliyor bahadır. “Tek bir aileye bakarak bütün toplumun ne halde olduğunu görebilirsin” diyor. “Tek bir hücreyi inceleyerek bir canlının tüm özelliklerini öğrenmenin biyolojide mümkün oluşu gibi…”
Sergisinin adı, “Senin Ailen Bir Yalan, Yavrum”. Evlerimizdeki büfelerin, şöminelerin, dantel örtüler üzerine yerleştirdiğimiz gümüş çerçevelerdeki mutlu ve gururlu aile fotoğraflarının üstünü kazıyor bu kez Bahadır ve yüzeyin altındaki karanlığı, kasveti, tekinsizliği gösteriyor. Resimlerin isimleri de manidar: “Uzun Bir Gece”, “Mukadderat”, “Genetik Hafıza”, “Baban Çok Üzülür”, “Benim Çocuklarım Yapmaz” ve “O Akşam Yemeği”… 

Bahadır Baruter, “İçinde kaybolduğumuz karanlığın, yaşadığımız olumsuzlukların nüvesi olduğuna inandığım aile kavramı beni uzun zamandır düşünsel olarak ilgilendiren bir konuydu” diyor. “Etrafa karşı en kalın maskelerimizi taktığımız ortamın aile olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden onu en gerçek haliyle, arada yazı baloncukları olmadan anlatmak istedim. Ve bakışlarıyla, duruşlarıyla, başlarını keder içinde yana eğmeleriyle, dudaklarındaki melankolik kıvrımlarla acıyı haykıran grotesk insan imgeleri yarattım.”
Yeni serginizde çok acayip, ürkütücü, hatta tekinsiz aile tabloları var. Çizdiğiniz aileler hiç alışık olduğumuz türden değil…
Aslında onlar alışık olduğumuz aileler. Ama hiçbir zaman fotoğrafları bu şekilde çekilmez. Parlatılmış, üstleri kalın bir yalan tabakasıyla kaplanmış fotoğraflar görürüz. Sofralardan bereket taşar. İnsanlar, “Bakın, ne kadar mutluyuz, birbirimizi ne kadar seviyoruz” mesajı vermek için kameraya gülümseyerek bakarlar. En melankolik aileler bile o fotoğraflarda öyle değilmiş gibi görünür. Hepsi harikulade hayatlar yaşıyordur. Mağrur, gururlu, mutludurlar… Ben, yüzyıllardır anlatılan büyük yalanı resimlerimle deşifre ettim bir bakıma. Analitik bir kazı çalışması yaptım. Bak, burada herkes ya tamamen ya yarı yarıya suyun altında. Karikatür kökenli bir resim yolcusu olarak denizin dibine inip harıl harıl kumu kazmışım da içinden en gerçek yüzleriyle, anneler , babalar, evlatlar çıkarmışım gibi…
Su neyi simgeliyor?
Bilinçaltımızı da simgeliyor olabilir, yalanlarımızın üzerini örtmek için icat ettiğimiz cilayı da… Ama ölü planktonlar sarmış her yeri. Yüzler, bedenler yüzyıllarca su altında kalmış objelerin yüzeylerinde rastlanan türden derin çatlaklarla dolu. Bu insanlar belli ki büyük felaketlerden sağ çıkmış ama aynı zamanda çok yıpranmışlar.
Hep mi böyleydi aile fotoğrafları?
1950′li, 60′lı yıllarda insanlar yalan söylemeyi henüz bizim kadar iyi beceremiyorlardı. O siyah-beyaz fotoğraflarda daha ciddi, cool dururdu herkes. İkonalardaki gibi grotesk bir mülayimlik, vakar olurdu yüzlerde, duruşlarda. Alt metinleri okursan, “Bu kadın ne kadar yalnız” derdin. “Bu adam çok despot, bu çocuk dertli, abi hain yaradılışlı, abla kıskanç.” Şimdi artık “yakalama” fotoğrafları çekmek moda. Pikniklerde, yemeklerde, tatillerde herkes doğal görünüyor. Dijital olarak sayısız alternatif çekilebildiği için en uygununu seçip baskıya verebiliyoruz. Gerekirse Photoshop’ta düzeltme bile yapıyoruz.
Niçin hep tir tir titreyen, korkuyla bakan çocuklar çizdiniz?
“Çocukçu” bir tavrım var, diyelim… Çocuklar ailenin henüz şekillenmekte olan en masum bireyleri. Dünyayı yeni yeni keşfederlerken, hayatı ilk kez aile adı verilen o tekinsiz ortamda öğreniyorlar. En çok yaralanan da onlar oluyor.
Ama tabii o anne babalar da çocuktu. Onların da travma üreten anne babaları vardı.
Haklısın. Psikoloğa ya da psikiyatriste gitsen, koltuğa oturduğunda duyacağın ilk soru “Çocukluğunda neler yaşadın?” olur. Ne işyerindeki problemleri sorar sana terapist, ne maddi sıkıntılarını… Annen ve babanla ilişkini merak eder. Senin bile unuttuğun anları hatırlaman, onların sende bıraktığı izleri keşfetmen için ev ödevleri verir. Hatırlamayı ve uyumsuz parçaları doğru yerlere yerleştirmeyi başarırsan, annenle baban dahil çocukluğun üzerinde etkili olmuş bütün aile bireylerini sorgulamaya, anlamaya başlarsın. Orada mutsuz olmak kaçınılmaz. Geçmişte yaşadıklarının ağırlığını iyice üzerinde hissedeceksin ki o yüklerden kurtulmanın yollarını arayasın.
O halde niçin mutlu aile yalanları anlatmaktan vazgeçemiyoruz?
Çünkü kapitalizm bunu istiyor. İnsanlar evlilik ve aile üzerinden tüketime teşvik ediliyorlar. Bir ailen yoksa toplum içinde birey olarak fazla bir değerin olmuyor. En saygı duyulacak işi bile yapsan, özgeçmişin “Evli, üç çocuk babası” diye bitiyor. Reklamlarda da öyle. İnsanların en zayıf noktası çocukları olduğu için bir ürünü çocukları kullanarak satmayı deneyenler kazanıyor.
Biz ailelere bölündükçe kapitalizm güçleniyor gibi bir şeyden söz ediyorsunuz…
Efsaneye göre, Kral Süleyman, Babil Kulesi’ni yıktırdığında o zamana kadar bir olan dili 72′ye ayırmış ve herkes ayrı dilde konuşmaya başlamış. İnsanlık denen o devasa örgüyü ufak parçalara ayırmanın, onları manipule etmek, birbirlerine düşürmekte ne kadar etkili olduğunu düşünsene.
Eşimle hâlâ sevgiliyiz, henüz aile olamadık
Uzun yıllardır yazar Mine Söğüt’le evlisiniz. Siz nasıl bir ailesiniz?
Eşimle hâlâ sevgiliyiz, henüz aile olmadık. Sadece fotoğraflarda değil hayatta da makul, güleryüzlü, pozitif insanlarız biz aslında. Depresif, melankolik görünmeyiz. Karanlık kendini masa başında gösterir. Mine yazıyla yürüyor, ben çizgiyle yürüyorum ama aynı noktada buluşuyoruz. Bakış açılarımız, dertlerimiz, yaratıcı süreçteki kasvetimiz, sorularımız, bulduğumuz ters cevaplar benziyor.
Yaratıcı süreci nasıl anlatırsınız?
Yaratıcılık insanın eksik taraflarını tamamlamaya çalışması. Dolayısıyla her sergi çalışması benim için tasavvufi bir olgunlaşma süreci oluyor. İnsanın terapiste gitmesine sebep olan acılar, obsesyonlar sanat üretirken şifa verici hale geliyor. Yaralarını keşfediyorsun, onlarla yüzleşmediğin sürece iyileşemeyeceğini fark ediyorsun ve sonunda o yaraları tüm insanları ilgilendirecek, belki onların değişmesine, iyileşmesine vesile olacak ürünlere dönüştürüyorsun. Hayat kadar kısa bir mesafede yapılacak en erdemli iş bu.
Senin Ailen Bir Yalan, Yavrum!
Bahadır’ın sergisinden istediğiniz resmi seçebilirsiniz, fal bakar gibi… Ve her birinde mutlaka aşina olduğunuz, sizi ya da çevrenizdekileri anlatan bir şeyler bulursunuz.
O Akşam Yemeği
Mutlu, güvenli, neşeli, konforlu insanlardan oluşan büyük ve cici aile sofrası fotoğraflarını herkes bilir. Her ailenin de vardır öyle bir fotoğrafı. Ama o da yalandır. Sofradaki herkesin korkuları, endişeleri, üzüntüleri, öfkeleri, kıskançlıkları olur. Herkes birbirine bir şekilde yalan söyler, birbirinden sırlar saklar. Biri diğerine küsmüştür, konuşmazlar. Öteki bir şeye alınmış, hır çıkarmak üzeredir. Biri ailenin reisi olduğunu kanıtlamaya çalışır. Öteki onu çekemez… Erkeklerle kadınlar arasındaki bastırılmış gerginlikler su üstüne çıkmak için fırsat kollar.
Uzun Bir Gece
İktidar sahibi gibi görünmek için bazı afralı tafralı jestler takınmış bir erkek ve ne adama, ne de adam kadar minicik olan odaya ve yatağa uygun dev bir kadın var bu resimde. Pencereden içeri canlı, enerjik bir ışık süzülüyor ama kadın o ışığa gidemiyor, buradaki hayatın içine hapsolmuş.
Genetik Hafıza
Başlangıçta serginin adını La Sagrada Familia koyacaktım. İronik bir kutsallığı çağrıştırmak adına. Genetif Hafıza da bu sebeple yaptığım bir kutsal aile resmi. Baba-oğul-kutsal ruh ikonalarını çağrıştırıyor. Sadece bunda bir değil 3,5 evlat var. O yarım evlat birçok şeyi simgeliyor olabilir…
Benim Çocuklarım Yapmaz
Bu cümle kendine ve başkalarına söylediğin bir yalan. Sen istediğin kadar çocuklarının kötü şeyler yapmadığına, yapmayacağına inan, durumu değiştiremezsin, onlar da herkes gibi kötü şeyler yaparlar.
Mukadderat
İlk bakışta iki çocuk birbirlerine bağlıymış gibi ama aslında bağlı falan değil düpedüz yapışıklar, ayrılamayacak kadar eklemlenmişler.
Gülenay Börekçi, Habertürk