Sunday, December 13, 2015

Ferhat Kentel: AK Parti devletle yatağa girdi ama vesayeti de bitirdi -ARMAĞAN ÇAĞLAYAN


Sosyolog Ferhat Kentel ile elitizm meselesini konuştuk: Zihinlerimizde çok fazla şey değişti. Her ne kadar şu anda AKP bunu tersten inanılmaz başarılı bir şekilde kullansa da... AKP devletle aynı yatağa girdi, yani o klasik, geleneksel devletle. Ama AKP döneminde vesayet kırıldı.
Ferhat Kentel: AK Parti devletle yatağa girdi ama vesayeti de bitirdi
AÇ: "Elitizm"’i nasıl tanımlıyorsunuz.? Sosyal bilimlerde
Siyaset sosyolojisi bakımından, tanımlayacak olursak; elitler, her toplumsal kesimin kendi içinden çıkarttığı, sınıfsal olarak kapasitesi daha yüksek, eğitimi yüksek, iş alanları daha geniş, aktör olma kapasitesi daha yüksek olup, toplumu yönetmeye talip olabilecek insanlar demek aslında.  Dolayısıyla, islamcılar, Türkler, Kürtler, daha  milliyetçiler daha beyaz Türkler vs., herkesin içinde bu teoriye göre, serpilip gelişmiş insanlar olur ve bu insanlar devleti yönetmeye talip olurlar ve  onların  yönetimine elitlerin yönetimi diyebiliriz. Elitler üzerine de çalışan Pareto’nun “elitlerin sirkülasyonu” adıyla bir teorisi var. Düne kadar CHP  etrafında şekillenmiş olan  "beyaz Türk" bir elit tabaka varken, bunun yerine daha mütedeyyin islami diyebileceğim, muhafazakar bir takım elitler  onların  yerine geldiler.
AÇ: CHP’ye?
Hayır onların yerine. Devletin yönetimine. İşte  Amerika’da bu, demokratlar ve cumhuriyetçiler arasında  değişir. Fransa da sosyalistler ve sağcı parti arasında değişir, ama işçi sınıfı hiçbir zaman kalkıp yönetici olamaz.  Birkaç sendikacı, belki  para babası  olmuş olan, sendika ağalığına yükselmiş olan bir takım insanlar elitlerin arasına girerler belki, ama esas olarak  iyi okullarda okumuş, daha fazla para kazanmış, babası zengin vs. olan seçkinleşmiş insanlardan oluşur bu yönetim. Sonuç olarak, farklı halk kesimleri kendilerinden birilerinin yönettiklerini zannetse de, Pareto’ya göre, toplumu sadece, sırasıyla farklı seçkinler yönetir. Elitizm meselesine gene siyaset sosyolojisi açısından, ama marksist açıdan bakmak benim daha çok işime geliyor. Bu, toplumda sınıf dengeleri içinde, toplumun üzerinde yönetim kapasitesi sağlamak için, aslında bazı insanların sahip oldukları avantajları kullanmaktan başka birşey değil. Yani “Ben herşeyi biliyorum; zaten, ideolojik olarak, bilimsel olarak, ben zaten daha üstünüm, siz ise zavallı, fakir fukura, bir takım yaratıklarsınız. Tabii ki ben yöneteceğim” diyen, ayrımcılık yapan, dünyayı kendi perspektifinden başka bir yerden göremeyen, insanların egemen bir modele uymasını bekleyen bir yaklaşımdır seçkincilik dediğimiz şey.
AÇ: şimdilerde, elitizm’in karşısında yeni bir kavram türedi  "Anadolu çomarı" diye
Anadolu aslanları ve kaplanlarına gönderme yapmak istiyorlar galiba. Her halukarda toplumlar, kültürel, sınıfsal mücadelelere şahit oluyorlar. Dolayısıyla birileri kaybediyor, birileri kazanıyor. Kaybedenler her zaman için, "esas iyi dönem bizim dönemimizdi" diyorlar. Yeni gelenler de "eski rejimin ne kadar berbat" olduğunu söylerler. Bu kabaca “devrimci” bir mantıktır.  Sovyetlerde Bolşevikler iktidara geldiği zaman eski rejimin ne kadar kötü olduğunu anlattılar. Fransa’da Jakobenler  Fransız Devrimi'ni yaptıklarında geçmiş rejimin ne kadar kötü, berbat birşey olduğunu söylediler, komünistler de bunu yaptılar. Şimdi "Erdoğanistler" de aynı şeyi yapıyor. Onlar için eski rejim korkunç bir şey.  Tabii ki, "eski rejimin" insanı da yeni gelenleri hiçbir zaman beğenmiyor. Yani sınıfsal, kültürel, estetik, aklınıza gelen her türlü değer bakımından, kaybedilen geçmiş zamana ağıt yakıyorlar. Yeni gelenler de “nihayet kurtulduk muhteşem bir yeni zaman devrine geldik” diyorlar.  O yüzden “Anadolu çomarları" gibi laflar, galiba eski rejimin kaybedenlerinin....
A.Ç: intikam duygusu diyebiliriz.
Evet "İntikam duygusu" diyebiliriz.
A.Ç: Bir sosyolog olarak baktığınızda gerçekten ülke ortadan ikiye bölündü diyebiliyor musunuz?
O kadar çok bölünme var ki. Ne bileyim, mesela belirli olaylarda ve zamanlarda ortaya çıkıyor daha çok. Darbe zamanlarında, 12 Eylül öncesinde mesela. Solculuk, sağcılık… 28 Şubat dönemi; bir taraf laikler bir taraf daha dindarlar gibi. 12 Eylül 2010 anayasa referandumu. Evet, hayır, yetmez ama evet… “Yetmez ama evet”in kendi içinde bölünmeler. Solun kendi içinde bölünmesi. İhanet dilleri. Bugün işte ak trollerden tutun, sol trollere kadar bütün o kavgalara baktığınız zaman, Kürtlerin kendi içinde bölünmeleri… Bazı Kürt çevreleri var ki HDP düşmanı mesela. Alevi, Sunni… Alevilerin kendi içinde bölünmeler. Cemaat ve AKP. İlk defa Türkiye de Sunni müslümanlar bile bölündü. Düşünebiliyor musunuz? Had safhada bölünmüşlük var! Bu madalyonun bir yüzü. Bu muhtemelen kendini inanılmaz güvensiz hisseden bir toplumun, cemaatleşme eğilimi. Siz yukarıda, devlet katında, örgütleriniz, dernekleriniz, sivil toplum gücü, hukukun gücü vesileleriyle kendinizi emniyette hissetmediğiniz zaman benzediğinizi tahmin ettiğiniz insanlarla yan yana gelmeye çalışıyorsunuz. Anayasa referandumunda, AKP ve çevresinde oluşmuş olan yüzde 58’lik bir kitle yanyana gelmiştti değil mi? Ne oldu bunlar? Bugün anlıyoruz ki, içeride benzemezlikler varmış. Keza işte öbür tarafta MHP’nin içindeki çalkantıları düşünün; Osmanlı Ocakları gibi örgütler kuruluyor. Dolayısıyla bu işin  bir tarafı, evet  çok bölünmüş bir toplumda insanlar kendilerini cemaate atarlar. Cemaat derken aklımıza Fethullah Gülen cemaati gelmesin. Galatasaraylılar cemaati de olur,  ODTÜ’lüler de olur, sol ya da bir tarikat da olur.
A.Ç: Alt gruplar yani.
- Alt gruplar, alt kültürler vs. Ama işin bir de öbür tarafı var. Hani biz diyoruz ya "bu toplumun hafızası cok kısa; herşeyi unutuyor" diye… Bütün bunlara rağmen tecrübeler hiç bir zaman silinmiyor. Tramva olarak da olsa insanların içine bir yerlere yerleşiyor. Ve bu tramvalara karşı, insanlar bir tür koruma mekanizması geliştiriyorlar. Geçmişten kalan izler, bazen hiç ummadık şekilde patlamalara, sinir krizlerine neden olabiliyor. Erkekçe öfkelenmeler olabilir. Bir yandan da bir arada yaşayamamanın getirdiği bir korku var, o yüzden, insanlar hiçbir zaman mutlak bir kopuşa yönelmiyor gibi bir hissim var. Ama tabii ki de bunu araştırmaya dayanarak söylüuyorum diye birşey diyemem. Son zamanlarda, bir araştırma için, yaklaşık bir yıldır köy köy dolaşıyoruz. Köylerde gözlemleme imkanım oluyor; insanlar bütün bu kutuplaşmalara, kendilerini ve başkalarını farklı yerlere konumlandırmalarına rağmen, inanılmaz bir iradeye sahipler aslında. "Bu memlekette yaşayacağız başka çaresi yok" diyen bir irade var.
A.Ç: 10 yıl  öncesine göre  çok mu değiştik ?
- Bence AKP’nın başardığı en önemli şey, toplumun aktörleşme kapasitesinin artması oldu aslında.  Aktör olmak, değişimi temsil etmek, yeni şeyler istemek daha çok Türkiye’de laik sol kesimlerde görülen bir durumdu. Sağ sadece inşaat yapardı, Menderesler Özallar falan.  Sağ, daha muhafakazar ve "aman başımıza birşey gelmesin"i tarif eden bir kitleydi kabaca. Sağcılık “muhafazakar devletçilik”ti kabaca. Özellikle 2002’den beri AKP cephesi oldukca farklı kesimleri harekete geçirdi. O kitleler AKP’yi AKP yaptı. Kulaklarını açarak, Kürt meselesinde, çözüm, barış vs. birşeyler diyerek, islami muhafazakar dille konuşarak her kesim içinden yeni bir sesin ortaya çıkmasına tanık olduk. “Nereden çıktı bu Kürtler, Ermeniler?” diyen bir dil artık yok. Dersim’i yeniden düşünüyoruz. Toplum şu anda kendisine bir hikaye yazmaya başladı. Ve aynı zamanda, bu kadar çok kutuplaşmış, cemaatleşmiş bir toplumda bu kadar çok hareketni, bu kadar çok talep eden insanın olması, belki de kendine güvensizlik ve korku ortamında yeni bir dinamik olarak devreye giriyor. Bir yandan hem korkuyor insanlar, ama kendisi de başkası için korku yaratıyor. Anlatabiliyor muyum? “Hareket etmem lazım, hareket etmek istiyorum; ben artık bu kabuğuma sığamıyorum; devlet mevlet istemiyorum” diyen çok insan var ve bunu herkes izliyor. Dolayısıyla benim bu lafı söylüyor olmam başkalarını korkutuyor ve herkes özgürlük isterken, herkes birbirini korkutuyor. AKP katalizor oldu, aracılık yaptı, siyasi düzeyde tercüman oldu. Yani tek kahraman AKP’dir demiyorum. Toplumdan bağımsız bir parti yok zaten. Partinin önderleri, kadroları aracılık yaparlar. Peki bu partinin “kendisi” ne yaptı en çok? diye sorarsak;  bol bol inşaat yaptı… Veya devlete yakın dernekler, GONGO’lar yani hükümetlerin kontrolu altındaki STK’lar vasıtasıyla insiyatifler ortaya çıktı. Köprüler, barajlar, para, Ortadoğu ülkeleriyle ilişkiler vs., bunlar AKP’nin insiyatifi… Ama bu dönemde toplumsal dönüşümün izlerini yeni bir düşünme tarzında bulabiliriz. Mesela hiç olmadıüı kadar Kürt meselesini düşündük; tarihi düşündük, 1915’i düşündük. Gezi’yi yaşadık mesela. Gezi bu AKP döneminde oldu.


A.Ç:  Hayatımızda bir şey değiştirdi mi sizce?
- Bence değişti. Zihinlerimizde çok fazla şey değişti. Her ne kadar şu anda AKP bunu tersten inanılmaz başarılı bir şekilde kullansa da... AKP devletle aynı yatağa girdi, yani o klasik, geleneksel devletle. Ama AKP döneminde vesayet kırıldı. Silahlı kuvvetlerin şu anda ne yaptığını, kafasından ne geçtiğini, bir takım koridorlarda da neler döndüğünü bilmemiz mümkün değil. Ama en azından artık basın toplantısı yapıp, uluorta asarım keserim diyen bir silahlı kuvvetler yok. Silahlı kuvvetlerin sivil hayata müdehale riskinin en az olduğu bir zamandayız.
Gezi çok cesur bir hareketti. İnsanların TSK'nın müdahalesi olabileceğine dair bir korkusu olsaydı eğer, belki Gezi’deki bu cesaret hiçbir zaman olmayacaktı. Bana göre oradaki en önemli durum, genç bir kuşağın bilgisayarlarının başından kalkıp, ağaç, yeşil, öz saygı, adam yerine konmak isteği ile ilk defa sokağa çıkmaları idi. Bunlar AKP döneminin ilk muhalefeti oldular. Oraya kendilerini anlatmak isteyen dünya kadar insan geldi.
A.Ç: Sizin de beklentiniz var mıydı, Gezi olayları olduktan sonraki ik seçimde her şey daha başka olacak diye?
-Bir parça oldu. Mesela HDP’nin yüzde 13 olması muhtemelen Gezi Parkı dalgasından bağımsız değil. HDP tam da Gezi’nin üretmiş olduğu söylem karmaşasının içinden bir şey çıkarıp konuştu. Selahattin Demirtaş Cumhurbaşkanlığı seçiminde…
A.Ç : Aynı zamanda en çok suçlanan da HDP oldu solcular tarafından ‘’siz Gezi’yi terkettiniz’, neden siz Gezi’yi reddettiniz?” diye.  Aslında HDP en çok suçlanan taraf oldu.
- Ama Gezi Parkı eylemlerinde oluşan bu yeni ses, alternatif bir yeni sosyal hareket, bence bizim zihinlerimize şu tecrübeyi bıraktı.Türkiye’de insanlar hala bir aktör olarak devreye giriyorlar her şeye rağmen, polisin gazına, fişeğine rağmen sokaklara çıkıp bir şey ifade ediyorlar. Bu hareketi tek başına “devrim oldu” diye abartacak halim yok. Türkiye toplumu aslında dünyadaki sivil toplumdan kaynaklanan sosyal harekeler ile çok titreşim içinde. Bunlar devrim peşinde değiller tabii ki; klasik sosyal hareketlere benzemiyor. Biraz 68’e benziyor. Dolayısıyla, böyle hareketler çıktıktan sonra toplum bence önemli bir değişim safhasına geçiyor artık. Gezi olaylarından sonra anlaşıldı ki, öyle herşey devletlerin istediği gibi yapılamaz. Ve Kadir Topbaş şöyle bir açıklama yapmıştı bu olaylar sonrasında; “Otobus duraklarının rengini bile halkımıza soracağız!”
A.Ç:  Ama sormadı.
Bu şu demek: “dikkat edelim riskli bi durum var; artık her istediğimiz adımı atamayız”…  Tabi hem bu beyanata hem de bizzat Gezi’nin yarattığı havaya karşı, ciddi bir politik makina olan Erdoğan ve etrafı inanılmaz bir seferberlik ilan  ettiler. Bu seferberlikte bir idol, tapınılacak bir unsur olarak Erdoğan yüceltildi.  Bu politika ile seçimleri kazandılar. Bu korku eşiğinde, çok güzel kontol altına alınmış bir yüzde 50 yarattılar. Bu tipik bir “devrimci” hareketidir. Bolşevikleri takip eden, Kemalistleri takip eden, Fransız Jakobenleri takip eden bir kitle yarattılar. Aynı zamanda artık 1920’ler Rusya’sında olmadığımız için, öbür tarafta yüzde 50 oranında, kendi içinde karma karışık, her türlü farklılığı barındıran insanlardan oluşan toplumsal kesimler var. Bu toplum kendinin ne kadar farklılaşmış olduğunu görüyor.
A.Ç: Niye korkuyoruz bu kadar? İç savaş korkusu mu?
-  En somut akla gelebilecke şeylerden birisi o. Ama bir yandan da mesela, “risk toplumu" başlıklı bir literatür var. Modernlik bütün iddiasına rağmen hiç de öyle güvenilir bir toplum yaratmadı. Bu Nazi kamplarından Hiroşima’ya; elimize aldığımız deterjanların çevreyi ve kendimizi  zehirlemesine veya kan bankalarında AİDS’li  kan çıkmasına; yapılan binaların yıkılmasına kadar bir güvensiszlik üretti. Modern eksperlerin aslında çok da süper insanlar olmadığını anladık. Öte yandan, dünyada değerler araştıması yapılıyor ve Türkiye’de insanların başkalarına duyduğu güvensizlik yüzde 80’lere varıyor. Güvensizlik anlamında dünyanın en yüksek ülkelerinden biri Türkiye.
A.Ç: Hiç kimse kimseye güvenmiyor mu?
-Hiç kimseye güvenmiyor. Şöyle sorular var mesela: Apartmanınıza Ermeni komşu gelsin mi? Çingene komşu gelsin mı? Cevaplar ise hayır hayır hayır!
A.Ç: Kimi istiyor Hocam?
-Kendine benzer bir takım insanları. Ama kaldı ki şeriatçıları da istemeyen yüzde 50’lik bir kitle var. Ortalama sağcı muhafazakar biri Ermeni ya da Yahudi’den korkuyor; daha solcu ateist birileri şeriatçılardan; başkası da Kürtlerden korkuyor. Bu korku nerden? Bu insanlar bu kadar korkunc sefil yaratıklar mı? Herhalde değiller.  Nerden geliyor bu? Muhtemelen bizim sosyolizasyon süreçlerimizden; “herkes düşmandır, herkes ötekidir, herkes pislik, en temiz biziz” diye öğretiresen olacağı bu… ‘Alevilerin kestiği et yenmez’lerden başlayan, ‘7 tane Ermeni öldürmeden cennete giremezsin’ laflarıyla büyümüş bir toplumda, risk toplumunun sonuçları da katlanarak ekleniyor. Bizim toplumumuzun geleneksel yapılarından ve devletten üretilen ideoloji modern risk toplumuyla süper şekilde bir araya geliyor! Ne yapsın bu millet? Bir yanda modernliğin beklenmedik sonuçlarından korkuyor, bir yandan zaten kendi evindeki sosyolizasyon sürecinden de korkuyu öğrenmiş.
A.Ç: Hocam bu korkunun sonucunda mı AKP bu kadar büyük bir oranda oy alıyor?
-Evet.  Tek başına bu lafla özetlemeyelim ama ben bunun çok büyük bir rol oynadığını düşünüyorum. AKP’nin yarattığı hegemonya, toplumdaki dindarlık muhafazakarlık damarlarından beslenen bir sosyal parti  sonuc olarak. Bir sosyal sınıfın asansörle yükselmesi gibi.
A.Ç: Hangi sosyal sınıf Hocam bu?
-Toplumsal bir piramit, bir hiyerarşi olarak düşündüğünüzde, sosyo ekonomik olarak, içinde işçiler, düşük gelirli memurlar vs. marjinel sektör diyebileceğiniz kesimlerin, köylülerin, "artık bende bu pastadan pay almak istiyorum" diyen insanların desteklediği sınıfsal bir parti bu.
A.Ç: Yani elitistlerin ezdiği ötekilerin yarattığı bir parti mi ?
-Aynen öyle, başlangıç olarak böyle. Ama her parti gibi her sosyal sınıf gibi baştaki elitizm teorisine dönecek olursak, bu sınıf da kendi elitlerini yarattı. AK Parti dediğimiz parti, artık sadece toplumsal hiyerarşideki geliri, eğitimi en düşük olan kitlenin değil, çok daha güçlenmiş bir kitlenin partisi olmuştur. Hiçbir parti ve kitlesi sabit kalmıyor. Partinin kullanmış olduğu dil, uygulamış olduğu politikalar girmiş olduğu çatışmacı politikaların hepsini birden düşündüğümüz zaman; aynı zamanda dışarıda kalan yüzde 50’nin direncine bağlı olarak, onların sesine, medyasına ne kadar örgütlendiklerine bağlı olarak, bu dinamik ilişki içinde AK Parti’nin uzun vadede çokta kalıcı olamayacağını söyleyebiliriz.
A.Ç: Niye soldan yeni bir lider çıkıp, kitleleri peşinden sürükleyemiyor?
-Türkiye koşullarında galiba solun bir çaresizliği, acıklı bir durumu var. Çünkü Türkiye’de sol, CHP’den ötürü, otoriter, devletçi, merkezci, tepeden inmeci bir zihniyet olarak algılandı hep. Dolayısıyla CHP’ye oy vermeyen adam sola niye oy versin? Sol zaten baştan kaybetmiş durumda CHP sebebiyle. Çünkü algılarda CHP solu “temsil ediyor”.  Kalkıp da siz “ben solum” dediğiniz zaman, başkalarının aklına CHP gibi solumsu birşey geliyor. Kültürel tahayülümüzde solun yarattıgı yada oturduğu bir yer var ve bu çok negatif.
A.Ç.: Niye bu kadar öfke doluyuz?
En kolay en ezberden söyleyebileceğim şey, bu toplumun bireyleri, aşırı derecede örselenmiş kimliklere sahip aslında. Çok fazla fırça yemiş, çok dayak yemiş, hayatta kalmak için sürekli vurmak ve vurulmamak gerektiği gibi bir mantık üzerine kurulmuş, devletten sürekli kaçan insanlar. Böyle sürekli dayak tokat vs. ile geçmiş olan, çocukluğundan, ilkokuldan beri yani Türk, Kürt, tabii ki Kürtler daha çok herhalde, ortalama her Kürt çocuğu, ilkokula gittiği anda birinci gün dayak yemiş bir çocuktur. Türkçe bilmiyor, tuvalete gidemiyor, altına yapıyor, öğretmen basıyor tokadı. Niye Kürtçe konuştun, basıyor tokadı. Biz diyoruz ya, bu Kürtler niye böyle davranıyorlar, “teröristlik” falan yapıyorlar. Biraz aklını ve kalbini açsan, okursan, bakarsan nerelerden geldiğine dair işaretler bulabilirsin mesela. Ama Türk dediğin insanlarda da travmanın haddi hesabı yok ki. Atıyorum; dedem İstiklal mahkemelerinde asıldı, müslüman olduğu için ya da fazla dindarlık yaptığı için… Yengemin, Ermeni olduğu için 1955’te 6-7 Eylül’de dükkanları yağmalandı. Abim 1968’lerde Deniz Gezmiş’lerle beraberdi; işkenceler gördü. 60’da Menderes, oy verdiğim partinin başbakanı asıldı.12 Eylül’de 50 tane adam astılar, bir sağdan, bir soldan diyerek; kaçarken düştü öldü, vuruldu öldü, çatışmada öldürüldü dediler. Doksanlardaki faili meçhul cinayetler. Hatırlar mısınız Ayhan Çarkın ifşa etmişt. Mahallelerde oluyordu bunlar. Televizyonlarda biz bunları naklen seyrediyorduk. Allahım yarabbim nasıl bir şeydi o! Aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyor. Çatışma oluyor, polisler dalıyorlar içeri; ceset torbalarında teröristleri çıkarıyorlar ve dışarda halkımız alkışlıyor. Onlar kimdi? Bize sadece anarşist-teörist olduğunu söylüyorlar. Ordaki alkışlayan insanların ruh hali nedir acaba? Nasıl bir duygudur o? Alkışlamak, birisi öldürülürken alkışlamak, bundan keyif duymak! Nasıl bir duygudur? Bu sadece şiddete uğramak değil… Kendisi de şiddet pratiğinin içinde büyüyen yetişen insanlar bunlar. Ömer Seyfettin’in Beyaz Lalesi’ni okuyan bir adamın, nasıl makul bir insan olabileceği düşünebilir? Ben bu kitabı ilkokulda okudum. O kitap pornografik bir kitaptır. Şimdi bütün bunları düşündüğüm zaman, Menderes'e oy vermişliğim, Deniz Gezmiş’le ortak uygularım varsa, ben normal bir insan olabilir  miyim? 28 Şubat’ta başörtülü kızları üniversiteye sokmayan akademik insan “ben Kuran’da okudum; yok öyle bir şey; çıkarın onu kafanızdan diyebiliyor. Üstelik o sırada, o başörtülü kadınların zihniyetine yakın erkek arkadaşlar ellerini kollarını sallayarak içeri giriyorlar. Bu kızcağızlar kapıda bekliyorlar... Erkekler onlar adına konuşma yapıyorlar! Yani kusura bakmayın ama bu toplum herşeye ragmen gene de iyi ayakta kalıyor.Herşeye rağmen, bütün kutuplaşmalara rağmen, madalyonun öbür yüzü var, oraya da bakalım, görmeye çalışalım derken bunu kastediyorum. Böyle travmalardan geçmiş toplumun sağlıklı olması mümkün mü, kutuplaşmaması, öfkelenmemesi?
A.Ç: Yeni bir figürün  çıkması sosyolojik olarak uzun yıllar mı sürüyor?
-  Öyle bir şart yok aslında.
A.Ç: Nasıl bir projeksiyonunuz var Hocam? Geleceğe dönük?
- Valla şöyle diyeyim, teoriye ve gözlemlerime bakarak, kısa ve orta vadeyi pek parlak görmüyorum ben. Yani, karmaşa ve kavgaların ve de yıpranmaların bir miktar daha devam edeceğini düşünüyorum. Bu bir duygu ama buna aynı zamanda tarihten çıkarılabilecek derslerle bakıyorum, karşılaştırma yapıyorum. Totariter yapılar,  devrimci diller giriyor devreye; “eski ve yeni rejim” diyenler, darbeci dönemleri hatırlatıyor. Kenan Evren gibi değil; daha şık laflar eşliğinde... Birileri “Biz yeni bi bir toplum kuruyoruz” dediklerinde Bolşevik, Kemalist, Jakoben dönemler geliyor aklıma. “Yeni Türkiye, eski Türkiye”. Hepsi aynı sey değil mi? Yeni Türkiye’ciler de Osmanlı’ya karşı “yeni birşey” değiller miydi? Dolayısyla bunlara tarihten, siyaset sosyolojisinden bakıyorum; totaliter propaganda yöntemlerine bakaraken, teoriden kopmamaya çalışıyorum. Ve bu, karamsarlık üretiyor. Kötü bir durum diyorum. Ama öye yandan, kişisel karakterim  itibariyle ben asla kötümser bir  insan değilim. Politik olarak da iyimser olmak gerektiğini düşünüyorum. İnatla kendi teorime karşı hayır diyorum, küçücük birsey bile olsa umut etmek lazım… Mesela Gezi’nin önüne hoparlör koymak gibi… Tamam zaten büyük bir olaydı, ama onun  gerçekten çok büyük yeni anlamalar taşıdığını düşünmeye çalışıyorum. Ve buluyorum orada. O anlar çok güçlü olmasa da. Gezi’nin içinde dünya kadar berbat şeyler de vardı ama içindeki o güzel seyin yeni olduğunu, ve yeni olan şeyin de çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. İşte orada solcu aktivist tarafım devreye giriyor; bakın  görüyor musunuz burada cok güzel birşey var diyorum. Gezi’nin içinde umut olduğunu söylüyorum. Ardından da tekrar sosyolojiye bağlanıyorum ve sosyoloji zaten bana uzun vadede hiçbirşeyin ilelebet sürdüğünü göstermiyor… İnsanlar sürekli örgütlenirler ve yeni hareketler geliştirirler.
A.Ç: insanlar örgütlenmekten çok korkuyorlar, geçen yapılan bir araştırma vardı…
- O yüzden zaten Gezi tam da onu sağladı. Gezi bize korkunun aşılabileceğini gösterdi.
A.Ç: Geçen gün bir araştırma vardı belki görmüşsünüzdür; vatandaş olmayı sadece, oy kullanmakla eş değer gören bir toplumuz biz.  Gidip hiçbir sendikaya hiçbir yere üye olmuyoruz.
- Evet tamam, sistem o. O yüzden zaten ben diyorum ki Gezi çok önemli birşey, ilk defa bir takım insanlar hiç korkmadan gittiler oraya gece gündüz, gaz bombaları atıldı. Orada inanılmaz bir dayanışma örneği gösterildi. Demokrasi artık sadece oy vermek değil. Yaşadığım alanın karar süreçlerine katılmam gerek; katılamıyorsam ben bunun sartlarını  yaratmak için ugraşacağım demektir.
A.Ç: Ama bir yandan da bilim olarak, bilim adamı olarak da biz aslına totaliter bir rejime doğru gidiyoruz mu diyorsunuz?
- En azından totaliter bi rejimi cağrıştıran bol miktarda faaliyet  yapılıyor. Medya, basın kısıtlamaları ve aslında en önemlisi de “vatana ihanet” söylemi...  “Vatana ihanet”in bu kadar sık kullanılıyor olması totaliter rejimlerin en önemli özelliği. Çok Kemalist de bir laf aslında. Darbecilerin, Kenan Evrenlerin hepsinin ettiği laf bu. Devamlı bir ihanet ihanet, yani  dolayısıyla bunlar tabi, en tepedeki merkezdeki  birisi, bir şey söylüyor ve onu meşrulaştıran, dalga dalga yayan bir tayfa var.  Dolayısıyla onun dışındaki tayfa “ancak bize geldiğin taktirde kabul edilirsin yoksa ayağını denk al” diyen bir sey. Bütün bunlar totaliter pratikler.