Murad Sezer
(otoportre)
Öncelikle sormak
istediğim soru Pulitzer ödülü aldığını ilk nasıl öğrendiğin ve o an yaşadığın
duygu…
Gece geç bir
saatte cep telefonum çaldı. New York’tan üst düzey foto editörlerinden biri
arıyordu. Bir an “Eyvah, gecenin bu saatinde ne istiyorlar acaba?!” diye
kaygılandım. Karşı taraftaki ses oldukça neşeli, şakacı bir tavırla: “Kendine
çabuk bir iskemle bul ve otur, sana
büyük bir haberim var” dedi. Neden bahsettiğini anlamam biraz zaman aldı.
Konuşmanın içinde hiç “Pulitzer” sözcüğü geçmemişti. Sadece “Bu büyük bir onur”
dediğini hatırlıyorum. Şaşkınlığımı attıktan sonra gidip e-postalarıma ve
şirket içi haberlere baktım. İşte o zaman olayın ciddiyetini anladım. Kutlama
mesajları ve e-postalar yağmaya başlamıştı bile! Çook şaşırdım ve hala da
olayın şaşkınlığını üzerimden atamadım. Bu fotoğrafımın ödül alacağına
inanıyordum ama “Pulitzer”e ortak olacağını hayal bile etmemiştim.
Pulitzer ödüllü
fotoğrafının çekim öyküsünü bizlere paylaşır mısın?
Ödüle ortak olan
fotoğrafı 8 Nisan 2004′de Felluce’de çektim. Mart ayı sonunda Felluce kentinin
girişinde 4 Amerikalı araçlarından çıkarılarak öldürülmüş daha sonra da
cesetleri bir köprüye asılmıştı. Bu olay bir anlamda Felluce’deki direnişin
ciddiyetini ve tehlikesini vurguluyordu. Bunun üzerine bölgede görevli Amerikan
Deniz Piyadeleri şehri kuşatmaya aldı ve büyük bir operasyona başladı. Ben de
bu operasyonu deniz piyadelerine “iliştirilmiş” olarak izledim. Şehrin etrafında
kuşatma ve içinde de çatışmalar sürüyordu. 8 Nisan günü, şehre yardım getiren
Kızılay, Kizılhaç gibi yardım kuruluşlarının gelişlerini izlemek için bir
kontrol noktasına ulaşmaya çalışıyordum. Bağlı olduğum birlik beni bu noktaya
yakın başka bir birliğin yanına bıraktı. Geldiğim nokta, şehrin ana girişinde
ve de Amerikalıların yaralıları için kurdukları geçici bir sağlık merkezi idi.
İlk başta oradaki askerler tarafından hiç de iyi karşılanmadım. Çok
gergindiler, orada fotoğraf çekmemin kesinlikle yasak olduğunu söylediler. Ben
de biraz ilerde şehre giriş yapan yardım ekiplerini görüntülemek için oradan
ayrıldım. 3-4 saat sonra o noktaya geri döndüm. Makinelerimi bir kenara
bırakıp, iliştirilmiş olduğum birliğe geri dönebilmek için askeri konvoy
beklemeye başladım. Bu arada, ilk yardım için birçok yaralı Amerikan askeri
bulunduğum yere getiriliyordu. Bunlardan bir tanesi geldiğinde ölmüştü.
Doktorlar son kontrolleri yaptılar, öldüğü kesindi. Birden diğer askerler ölen
arkadaşlarının etrafında toplanıp dua etmeye başladılar. Fotoğraf çekip
çekmemekte tereddüt ettim. Kenarda duran fotoğraf makinemi elime aldım,
üzerinde 17-35mm zoom objektif vardi. Biraz yaklaşıp, sadece 3 kare çektim ve
makinemi yine aldığım yere bıraktım. Kimse fotoğraf çektiğimi görmemişti. Daha
sonra bunlardan birini kadrajlayıp servise verdim. Ertesi gün (9 Nisan 2004)
Bağdat’ın Amerikan güçleri tarafından ele geçirilişinin 1nci yıl dönümüydü.
Onlarca Amerikan gazetesinin birinci sayfasında fotoğraflarla 1 yıl önce – 1
yıl sonra haberleri vardı. Bir yanda Saddam Hüseyin’in heykelinin yıkılışı
fotografı, diğer yanda da benim Felluce’den gönderdiğim bu fotoğraf yer
alıyordu. İşgalin 1. yıldönümünde bu fotoğraf Irak’ta işlerin hiç de iyiye
gitmediğinin en büyük kanıtı olmuştu.
Embedded foto muhabiri
olarak oradaydın ve ölü bir Amerikan askerinin fotoğrafını çekerek yayına
verdin. Bu, Pentagon’un görev öncesi size imzalattırdığı embedded muhabir
sözleşmesine aykırı bir durum değil mi?
Öyle olsaydı,
başım büyük derde girerdi. Çünkü o fotoğraf onlarca Amerikan gazetesinin
birinci sayfasında çıktı. Hiçbir yerden olumsuz bir tepki gelmedi. Belki de bu
örnekteki ince çizgi askerin yüzünün görünmemesi idi.
Ne tür
kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyor embedded muhabirler? Üzerinde çok
konuşulduğu gibi sadece size izin verilenlerle mi yetinmek durumundasınız?
Çekip de yayınlamadığınız türden fotoğraflar oluyor mu?
Ben bu embedded
(iliştirilmiş) gazetecilik olayının biraz abartıldığını biraz da isteyenin
istediği şekilde yorumladığını düşünüyorum. Tabii ki bazı kısıtlamalar var.
Operasyon sürerken, yazılarda ve fotoğraflarda birliğin konumu, yeri bazen de
sayısının belirtilmesi istenmiyor. Yaralı ve ölü askerlerin fotoğraflarının
çekilmemesi “ rica “ ediliyor. Gerekçeleri de asker ailelerinin endişelenmemesi,
ilk ve doğru haberi Pentagon’dan almaları vs. Ben, kısıtlamalara karşın
“iliştirilmiş” gazeteciliğin kamuoyu için çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Hiç
yoktan iyidir… Askerler ya da militanlar, yanlarında gazeteci varken bile
inanılamayacak ölçüde acımasız ve vahşi olabiliyorlar. Gecen yıl Felluce’de bir
camii içinde olanları hatırlarsanız, askerler yerde yatan yaralı, can
çekişmekte olan sivillerin üzerine ateş açmıştı. İliştirilmiş gazeteci oradaydı
ama Amerikan askerleri onu bile göremeyecek kadar kendilerini kaybetmişlerdi.
Bir de gazetecilerin olmadığı ortamları düşünsek… Vahşetin boyutunu hayal bile
edemiyorum. Ben, kendi adıma ciddi bir kısıtlama ile karşılaşmadığımı
söyleyebilirim. Sadece, bir kez Tikrit’te askeri üssün içindeki camide namaz kılan
Amerikalı müslüman askerlerin fotoğrafını çekmemize izin verilmemişti. Ancak
ben ayrıldıktan birkaç ay sonra internette o camide çekilmiş fotoğraflar
gördüm. Belki komutan değişmiş, yeni komutan gazetecilere fotoğraf çekme izni
vermiş belki de yeni gelen gazeteciler o komutanı ikna etmişti…
Sezer’in bir grup
AP foto muhabiriyle birlikte Pulitzer kazandığı fotoğrafı
İliştirilmiş
gazeteciliği savunmaya devam edeceğim… Söz konusu savaş olduğu için çok
konuşuluyor ama kimse spor basınını, magazin basınını eleştirmiyor. Ben spor
muhabiri iken Metin Aşık’ın çekirdek yerken fotoğrafını çektim diye başım derde
girmişti. X spor kulübünün uçağında yolculuk eden “iliştirilmiş” spor gazetecileri her
duyduklarını her gördüklerini yazabiliyorlar mi? İsim vermeyeceğim ama
Pentagon’dan çok Türkiye’deki X spor kulübünün başkanı beni korkutuyor! Bazı
şirketler tarafından yurtiçi yurtdışı gezilere “götürülen” gazeteciler, sahne
hayatının içindeki magazin basını… Özellikle Türkiye için söylüyorum, bunların
yanında Amerikan ordusuna iliştirilmiş olmak çok daha rahat görünüyor bana!
Bence bütün olay gazetecinin olaylara bakisi ile ilgili. Eğer doğru ve tarafsız habercilik yapacaksa
iliştirilmiş de olsa tavrını koyar ve yazacağından, çekeceğinden geri durmaz.
Bir örnek daha; Amerikan askerleri ile birçok gece devriyesine ve operasyonlara
katildim. Iraklı yetişkin erkeklerin gece yarısı ya da sabaha karşı
yataklarından kaldırılıp, eşleri, çocuklarının gözleri önünde yere yatırılıp
elleri ve gözleri bağlanarak gözaltına alınmalarına, bir körün ya da bastonla
bile zor yürüyen bir Iraklı dedenin tutuklanışına tanık oldum. Ben ve benim
gibi “iliştirilmiş” gazeteciler olmasa dünyanın bu insanlık dramından nasıl
haberi olacaktı? Sonuç olarak, tabii ki bağımsız gazetecilikten yanayım. Ama
yıllar geçtikçe savaşlar savaş olmaktan çıkıyor. Dünya öyle bir hale geldi ki
özü kirli olan savaşlar daha da kirlendi! Bir yanda silahlar konuşurken diğer
yanda da basın yolu ile propaganda bombardımanı yapılıyor. Gerçek ne kadar
gerçek artık bunu tartışır hale geldik. O yüzden ilişik ya da serbest önemli
olan gazetecinin kirli olmaması, savaşın pisliği içinde kirlenmemesi.
Bir embedded
muhabirin bir gününü özetler misin bizlere? Donanımınız neler? Askerlerle ve
sivil halkla diyalogunuz nasıl?
Bir asker gibi
yaşıyorsunuz. Operasyon varsa, günün hangi saati olursa olsun, gidiyorsunuz.
Yemek, banyo, çamaşır yıkama, bos zamanlarını değerlendirme hepsi bir asker
gibi ve onlarla birlikte yapılıyor. Sadece bize nöbet yokJ Nerede ve hangi
koşullarda kaldığınıza göre eşya ve donanımız da değişiyor. Sabit bir askeri
kampta kalıyorsanız, ne kadar süre ile kalacaksanız ona göre kişisel
eşyalarınızı, uyku tulumu, yastık vs yanınızda götürüp, bir koğuşa yerleşip,
koğus arkadaşlarınıza alışmaya çalışıyorsunuz. Gezici bir birlik ile
beraberseniz en az eşya ile hareket etmeniz gerekiyor. Fotoğraf çantanız,
dizüstü bilgisayar, uydu telefonu ve uyku tulumu. Askerlerin bazen sizi
ayakbağı ya da casus gibi gördükleri oluyor. Ne de olsanız sivilsiniz. Irak
için konuşursak, sokaktaki insan için siz de bir işgalci ya da işbirlikçisi
gibi görülüyorsunuz
Kosova,
İsrail-Filistin ve Irak gibi savaş ve çatışma alanlarında bulundun. Çok da
başarılı fotoğraflarını kamuoyu ile paylaştın. Associated Press (AP) ajansı bu
tip görevlere göndereceği personelini nasıl bir ön hazırlıktan geçiriyor?
Tehlikeli
görevlere gitsin-gitmesin tüm personel, bir haftalık “hayatta kalma” kursu
aldı. Bunun bir faydası oluyor mu derseniz… Birebir yaşamanın yerini hiçbir
kurs tutamaz diyeceğim.
Başkalarının
acısını fotoğraflamak nasıl bir duygu senin için?
Zor:Acılara ve
ölümlere tanık oluyorsunuz. Kolay: Çünkü, bunlar sizin ölümleriniz ve
acılarınız değil!
Kendi acıların da
oluyor kuşkusuz. Kosova’da çok değerli bir arkadaşını, Kerem Lawton’u yitirdin.
Birçok bölgede hayati tehlike atlatmışsınızdır. Nasıl bir duygu bu koşullar
altında fotoğraf çekmek
Daha önce de
söylediğim gibi, acı ve ölüm sizin olmadıkça, size dokunmadıkça sorun olmuyor.
Bir arkadaşınızı kaybettiğinizde, gazetecilik üniformanız, fotoğraf makineniz
üzerinizden bir anda kopup gidiyor. Normal bir insan oluyor, yasa ve
gözyaşlarına boğuluyorsunuz. Morglarda, cenaze evlerinde ve mezarlıklarda
tanımadığım insanların ölülerine ve ölümlerine bakarken hiç duygulanmıyorum,
zorlanmıyorum. Ama, Kerem’i son haliyle görmek istemedim. Çünkü gözümün önünde
hep temiz tıraşlı, gülen yüzünün kalmasını istemiştim.
Senin hayli
başarılı spor foto muhabirliği geçmişin de var. Spor fotoğrafçılığından ajans
foto muhabirliğine geçme kararını nasıl aldın? Uyum sorunu yaşadın mı? İki tarz
arasındaki belirgin fark ya da benzerlikler neler
Çalışma ortamı ve
yaşam tarzı bir anlamda aynı… Seyahatler, koşuşturmacalar, acele, telaş…
Aslında işin duygusal yönü farklı. Sporda her şey yapay ve geçici… Bugün
kaybeden, üzülen bir sporcu ya da bir takım yarın kazanıp sevinebiliyor. Ama şu
an yaptığım işte ölen ölüyor-kalan kalıyor. İşte bu maçın ne tekrarı ne de
rövanşı var. Ben de tam bunu yaşamak, görmek istemiştim aslında.
Bir sohbetimizde
bir daha Irak’a gitmeyi canının istemediğini söylemiştin. Pulitzer sonrası bu
fikrinde bir değişiklik oldu mu ?
Irak’a ödül almak
ya da para kazanmak için gitmemiştim. Fotoğraf çekmeye gitmiştim. Ancak,
yabancı bir foto muhabiri olarak Irak’ta çalışmak çok zorlaştı. Ödül, fikrimi
değiştirmedi, bu koşullarda bir daha gitmek istemiyorum.
Kendine bir görev
verebilme hakkın olsa kendini nereye göreve gönderirdin?
Şehir ve ülke
olarak soruyorsan, tabii ki Türkiye ve İstanbul diyeceğim. Çünkü bana burası
dünyanın merkezi gibi geliyor
Unutamadığın bir
fotoğraf anın var mı?
Ödül aldığım
fotoğraf tabii ki. Hem böylesi büyük bir ödüle ortak olmamı sağladığı için hem
de o günlerde yaşadığım zorlukları bana anımsattığı için. Amerikan Deniz
Piyadeleri ile Felluce’de bulunduğun günler hayatımın en riskli göreviydi. Bu
fotoğrafı çektikten sonra, “Bu is burada biter… Gerçek ölümü ve acıyı yaşadım,
gördüm. Benden bu kadar, geri dönüyorum dedim ve döndüm.
Türkiye’deki foto
muhabirliğini nasıl değerlendiriyorsun?
Bu konuda
konuşmamaya karar verdim. Tabii ki övgülerim ve eleştirilerim var. Ama polemik
yaratmamak için düşüncelerimi kendime ve dost sohbetlerine saklıyorum.
Türkiye’de de
çeşitli gazetelerde çalışmıştın. Uluslar arası dev bir ajans olan AP’de
çalışmak ile bizim medyada çalışmak arasında en belirgin farklılıklar neler
Her yönüyle çok
farklı. Olaylara bakış, değerlendirme, yorumlama… Bazı istisnalar olsa da,
işime, kişiliğime ve sözüme güvenildiğini, saygı duyulduğunu bilmek hoşuma
gidiyor.
Murad Sezer
gideceği bir göreve nasıl hazırlanır?
Hazırlanamıyor
aslında Genelde görevler “yarın şuraya
gider misin?” seklinde tebliğ ediliyor. Şaka bir yana, vakit varsa tabii ki
gideceğim ülkenin coğrafyası, dini ve yerel gelenekleri hakkında bilgi edinmeye
çalışıyorum. Bu arada Ortadoğu kültürüne aşina olmak da büyük bir avantaj tabii
ki.
Foto muhabirliğini
kendisine ideal meslek olarak gören genç arkadaşlarına önerilerin neler?
Bir hatta iki
yabancı dil şart oldu artık. Bunun yanında bol bol okumak, fotoğraf bakmak,
fotoğraf üzerine konuşmak. Belgesel film seyretmek… En önemlisi iş ya da ödev
olarak değil severek fotoğraf çekmelerini tavsiye ediyorum. Bir de kopya ve
taklitten uzak durmalarını. Yabancı ustaların tarzlarını taklit eden , birbirinin arkasından gezerek çekileni kopya eden genç arkadaşlar var.
Unutulmasın ki taklitler, asıllarını yaşatır!
Hakkında Murad
Sezer, İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik ve Halkla
İlişkiler bölümünden 1992 yılında mezun oldu. Foto muhabirliğine, üniversite
öğrenciliği sırasında staj yaptığı Tercüman Gazetesi Spor Servisi’nde 1987 yılı
sonlarında başladı. 1988 – 1997 yılları arasında sırası ile Tercüman, Meydan ve
Milliyet gazetelerinde spor foto muhabirli yaptı. 1997 yılı Nisan ayından beri
de Associated Press ajansının İstanbul bürosunda çalışmakta. Sezer, AP ajansı
adına aralarında Kosova, İsrail-Filistin, Afganistan ve Irak’ın da bulunduğu
çatışma ve savaş alanlarında fotoğraflar çekti, uluslararası spor
organizasyonlarını fotoğrafladı. Sezer 2005 yılında Pulitzer ödülüne layık
görülen AP’nin Irak ekibi içinde yer alarak önemli bir başarıya imza attı.