Selin Ongun
18 Ocak 2016 Pazartesi
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) EşBaşkanı Hatip Dicle
sadece Erdoğan'lı değil Özal'lı yılların “açılımlarına” da tanık olan bir isim.
Sadece İmralı Heyeti üyesi değil Habur'un da mihenk taşlarından biri. Barış
Bloku'nun konuşmacısı olarak İstanbul'dayken Dicle'ye sorduk.
- Selahattin Demirtaş'ın “özür dilenmeli” çağrısını ve
PKK'nin “Ölen sivil ve çocuklardan dolayı üzüntü duyuyoruz” açıklamasını nasıl
yorumladınız?
Evet, üzüntü beyanı geldi. Bu beyan bir anlamda özürdür. PKK
daha önce de sivillere yönelik can kaybı olduğunda benzer açıklamalar
yapmıştır.
- Diyarbakır, Çınar'daki saldırı, Şırnak, İdil'deki okullara
atılan ses bombaları... Bu haberleri aldığınızda içinizde neler oluyor?
İçimizden acıdan başkası geçmiyor. Başka ne olabilir ki?
Gözünüzün önünde o insanlar. Kaç yıllık bir acı bu? Çok uzağa gitmeyin. Birkaç
yıl önceki demeçleri hatırlayın: Analar ağlamasın, çocuklar ölmesin. Şimdi
kimse inkar edemez herhalde. Her iki tarafta da mantığın, aklın sesi duyulmaz
oldu. Savaş böyledir. Öfke galip gelir. Zaten savaşın en tehlikeli yanı aynı
bir yangında olduğu gibi nereye varacağını kestirememektir. Açık söyleyeyim.
Bildiğimiz için söylüyorum bunu. Şu anda dağlarda yaklaşık iki metre kar var.
Ve gerilla hareket halinde değil. Sayıları nedir; biz de bilemiyoruz. Devletin
istihbaratına göre dağlarda olan binlerce insandan bahsediliyor. Karlar
erimeden, yani nisan sonuna kadar bu savaşa dur diyemezsek çok daha fazla alanı
kapsayan, hatta metropolleri de içine alan bir şiddet dalgasıyla karşı karşıya
kalabiliriz. Bunu dediğimizde, Kürt siyasetçi olduğumuz için, tehdit gibi
algılanabiliyor. Hayır, amacımız tehdit değil, feryat ediyoruz. Feryat
ediyorum! Bu tehlike önümüzde. Hepimiz için, Türkiye toplumunun her bireyi
için, hatta uluslararası barışı bile etkileyebilecek boyutta bir tehlike bu.
Bunu önlemek, sorumlu davranmak zorundayız. Siyasetçiler, aydınlar, yurttaşlar,
hepimiz bu yangına benzinle değil, suyla gitmeliyiz. Aklın, mantığın sesini öne
çıkarmalıyız. Devlet cephesine baktığımızda yine korkunç bir çılgınlık hali
var. En basiti, akademisyenler bildirisi sonrası yaşananlar. Onlar bir vicdan
azabı duyarak kaleme aldılar o bildiriyi. Bizim muhatabımız devlettir
dolayısıyla önce devletin hukuksuzluğunu öne çıkarıyoruz, dediler. Karşı
tarafta hukuksuzluk yok, demediler. Ve bir tavır ortaya koydular.
- Akademisyenler bildirisinden hemen sonra Oya Baydar
mesela “Çınar'daki saldırı, okullara saldırı için Kürt siyasi hareketinden ses
bekliyorum” diye yazmıştı. Siz dediniz ki, feryat ediyoruz, feryat ediyorum...
Nasıl etmeyelim? İşin basına çok yansımayan bir tarafı var.
Ricam tam yazmanızdır. Şunu görmek lazım. Ben hendeğin arkasındakilerle
görüşen, İmralı Heyeti'nden biriyim. Sayın Öcalan'la devlet heyeti arasında
görüşmeler sürerken de hendek sorunu yaşanmıştı. Bunun önlenmesi gerektiği,
bunun diyalog sürecini baltaladığı söylenince, Sayın Öcalan bize “Bilgi edinin,
ne yapmak istiyorlar, öğrenin” dedi. Cizre'deki o gençlerle görüştüğümüzde bize
şunu anlattılar: “KCK operasyonlarından bu yana Cizre'de genç bırakılmadı. Bizi
birkaç yıl cezaevinde tuttular. Çıktık, her şey aynı. Her gün operasyon, yine
tutuklama. Biz artık burada öleceğiz, biz artık cezaevine girmek istemiyoruz.
Başkan'a mesajımızı iletin, bu hendekler bu yüzden. Başkan'ın dışında hiç
kimsenin talimatı bizim için geçerli değildir. Çünkü yaşananların acısını çeken
biziz.”
- Siz bu mesajı Öcalan'a ilettikten sonra ne oldu?
Şöyle, Sayın Öcalan'ın mesajları da sonraki görüşmelerde
onlara iletildi. “Tamam” dediler, hendekler kapandı. Bir süre sonra “karakol ve
kalekol yapımına karşı tavrımızdır” diyerek Lice- Bingöl arasında yine
hendekler kazıldı. O süreçte de yine İmralı Heyeti'nden Sırrı Süreyya Önder ve
diğer arkadaşlar Başkan'ın sözlerini onlara ilettiler. Karşılıklı adımlar
atıldı. Burası çok önemli: Hendekler kapatıldı ve kalekolların yapımı da
durduruldu. Malzemelerin hepsi geri çekildi. Devlet heyeti ile görüşmeler
sürdüğü için o hendekler kapatıldı.
- Son hendek sürecinde arka kapı diplomasisi olabilir, başka
bir girişim olabilir, müzakere için devletten size gelen bir mesaj oldu mu?
Hayır. Fakat Sayın Başbakan'la görüşen kimi isimlerden bize
iletilen şu: Başbakan aynen basında söylediğini tekrarlıyor. “Hendekler
kapatılmadan hiçbir konuyu tartışmayız. Bunun haricinde hiçbir görüşme yolu
açık değildir” diyor.
- Yeni masa, yeniden müzakere, yeni bir kavşak, hiç mi
kıpırtı yok ufukta?
Şu anda yok. Üzülerek söylüyorum bunu. Maalesef şimdilik
böyle bir ufuk gözükmüyor. Ama dileriz devlet içinde halen aklıyla hareket
edenler bu savaş girdabının hepimizi nereye sürüklediğini görüp, o tehlikeli
aylar gelmeden yeniden harekete geçerler.
- O tehlikeli aylardan kastınız, söyleşinin başındaki
“gerilla şu an hareket halinde değil” sözleriniz mi?
Öyle. Kır gerillası şu an devreye girmemiştir. Hareket
halinde olursa İHA'lara yakalanma, imha edilme gibi durumlar nedeniyle gerilla
kıpırdamamıştır, olduğu yerdedir. Şu iki üç ayı, karların erimesini
bekliyorlar. Dolayısıyla bu bir tehlikedir. O sürece dek adım atılmazsa ve
süreç böyle devam ederse, baharla birlikte savaş o zaman boyutlanır. Bunu
nereden biliyoruz; geçmişten. Bunu devlet de biliyor. O zamana dek mutlaka
siyasi kanalların tekrar açılması gerek.
“Kılıçdaroğlu afaki konuşuyor, AKP ile görüşme yok”
- Siz hiçbir görüşme yok, dediniz. Kemal Kılıçdaroğlu, “AKP
ve HDP'nin görüştüğünü ve başkanlık konusunda pazarlık olduğunu” söyledi. Bu
nedir?
Bunlar afaki açıklamalar. Öyle bir görüşme yok.
- “Kürtler özerkliği alır başkanlığı verir.” Buna ne diyorsunuz?
Kesinlikle doğru değil. Bizim özyönetim önerimiz ademi
merkeziyetçi bir sistem. Oysa AKP'nin ya da Cumhurbaşkanı'nın kafasındaki
Türkiye'yi Türkmenistan modeline götürmek isteyen bir tek adam sistemi. “Bizim
savunduğumuz Amerika'daki gibi bir başkanlık sistemidir. Bunun ademi
merkeziyetçi yanları olacak, yasama ve yürütme arasında denge olacak, bizim
tasarımız budur” deseler Türkiye'de bunun çok destekçisi olacağına inanıyorum.
Hatta CHP'den bile bunu destek gelebilir.
- Siz destekler misiniz ABD tipi başkanlığı?
Bunu Sayın Öcalan daha önce açıkladı. “AKP'nin aklında öyle
bir sistem varsa biz bunu değerlendirmeye hazırız” dedi. Ama akıllarındaki o
değil, Türkmenistan'daki gibi bir model. Şimdi Saray'ın ve hükümet sözcüsünün
“Özyönetim ihanet, özyönetim fantezi” gibi sözlerini biliyorsunuz. Bunları
söyleyenlere, iki buçuk yıl Sayın Öcalan'la neler görüştüler, acaba diye
sorarım.
- Neler görüşüldü?
Özyönetim deklarasyonunda yer alan, Dolmabahçe mutabakatında
yer alan maddeler görüşüldü. Dolmabahçe mutabakatından önceydi. Sayın Öcalan,
“Bundan böyle demokratik özerlik yerine yerel demokrasiyi kullanacağım artık”
dedi. Dolmabahçe mutabakatının birinci maddesi de budur: Ulusal demokrasi ve
yerel demokrasinin gelişmesi üzerine müzakere yürütmek. Belki 10 gün, belki 2
ay süren bir tartışma olacaktı. Ama hedef buydu.
“İmralı tutanakları iki saat içinde Başbakan ve
Cumhurbaşkanı'nın önündeydi”
- Sizin özyönetim deklarasyonunuzdaki 14 madde devlet heyeti
ile Öcalan arasında konuşulan başlıklar, öyle mi?
Salt onlar değildi. Silahsızlanma da konuşuluyordu, çok şey
konuşuluyordu. Biz o 14 maddeyi sadece öz yönetim ile sınırlandırdık.
- Devlet heyeti ile Öcalan arasındaki görüşmelerde özyönetim
konusunda nereye varılmıştı?
Şunu çok iyi biliyorum. Avrupa Yerel Yönetimler Özerlik
Şartı'na ilişkin çekincelerin kaldırılacağı konusunda taahhütte bulunulmuştu.
Tahmin ediyorum ki, “Ahmet Necdet Sezer'in veto ettiği, kamu yönetimi reform
yasa tasarısını yeniden gündeme getiririz, sizin sözünü ettiğiniz yerel
demokrasiyi güçlendirme bu şekilde aşılabilir” gibi bir formül gelişmiş
olabilir. Zaten bu da müzakere başlıkları arasındaydı. Bütün bu başlıklar
izleme heyetinin mutabakatında karışılıklı imza altına alınacaktı. Sayın
Öcalan, “Bir parlamento heyeti ya da Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın önünde
PKK'ye nihai çağrıyı yapacağım” diyordu. Çünkü her şeyin resmi gelişmesini
istiyordu.
- Heyetin buna ne yanıt verdiğini biliyor musunuz?
Ben görüşmeler sırasında heyetin hiçbir olumsuz
tavrına rastlamadım. İsmini veremeyeceğim devlet heyetinden bir bürokrat bir
gün şöyle dedi: Burada konuşulanları yazdığımız tutanakların bakanlara özetini
veririz. Ancak biz buradan ayrıldıktan birkaç saat sonra tutanakların bir
nüshası Başbakan'ın, bir nüshası Cumhurbaşkanı'nın önünde olur. Başbakan ve Cumhurbaşkanı'na
burada konuşulanları satır satır ve kelime kelime sunarız. Dolayısıyla Sayın
Cumhurbaşkanı'nın “Dolmabahçe'den haberim yoktu” gibi sözleri gerçeği
yansıtmıyordu.
- Son süreçte devlet heyeti Öcalan'la görüşmüş olabilir mi?
Bilemiyoruz. Son görüşmede Sayın Öcalan, Sırrı ve Pervin
arkadaşlara, “Devlet heyeti ile birlikte bile gelseniz, izleme heyeti yoksa hiç
gelmeyin. Gelseniz de görüşmem sizinle” demiştir. Son zamanlarda devletten
gelen dayatmaları da dikkate alarak “Görüşmelerde ciddiyet kalmadı. Sabrımın
sınırlarındayım” diyordu. Çekilme noktasına geldiğini sezdiriyordu bize. Yani
Sayın Öcalan ile irtibat olsa dahi henüz bir ikna durumu başarılmadığı için
kamuoyu önünde tekrar bir tartışma başlatamıyor da olabilirler.
- Anlamadık, yani şu anda Öcalan ikna edilemediği için mi,
görüşme olmadığı için mi sessizlik var?
Bilemiyoruz. Sahiden bilemiyoruz. Olasılık olarak
söylüyoruz.
- Size gelen bir mesaj var mı?
Hayır yok. Biliyorsunuz “Sekretarya” adı altında beş kişi
İmralı'ya götürülmüştü. Nasrullah Kuran ve Çetin Arkaş, daha yeni Silivri'ye
sürgün edildiler. Basına yansımadı. Önceden bunları avukatları ile
görüştürmediler. Sonra görüştürüyorlar. Fakat şöyle oluyor. Biliyorsunuz,
avukat ve müvekkil görüşmesi aslında gizlidir. Yanlarında gardiyan olmadıkları
belli olan, maskeli on kadar kişi bulunuyor. Ve oradaki görevli de “Öcalan
hakkında konuştuğunuz an görüşmeyi keserim” diyor. Görüşme esnasında İmralı'dan
ayrılacaklarını öğrenince Kuran ve Arkaş, Öcalan ile vedalaşmak istediklerini
söylüyorlar. Kabul ediyorlar. Ancak sonrasını şöyle anlatıyorlar: “Hücreden
bizi çıkarır çıkarmaz üzerimize atladılar. Arkadan ellerimizi kelepçelediler.
Ve ondan sonrasını, oradan nasıl çıkarıldığımızı, nasıl getirildiğimizi
hatırlamıyoruz.”
- İmralı'daki sekretaryadaki diğer üç kişi hakkında bilginiz
var mı?
Yok. Kuran ve Arkaş da bilgilerinin olmadıklarını
söylemişler.
“HDP'nin bağımsız adaylarla seçime girmesi için ısrar
edildi”
- Çok kişi çok şey söyledi. Sizin izleniminiz nedir: Masa
neden devrildi?
Masanın devrilmesinde asıl mesele Rojava'daki gelişmelerdi.
Orada kazanılan uluslararası meşruiyet, daha sonra Telabyad'ın alınması, iki
kantonun birleşmesi, tüm bunlar Erdoğan ve çevresini çıldırtma noktasına
getirdi. Devletin temel korkusu şuydu: “PKK, Amerika ile, şununla bununla
anlaştı, bunlar benim güneyimde Kürt petrollerinin Akdeniz'e taşındığı bir
koridor kuracaklar. Bu benim için tehdittir.” Oysa bu konu gündeme geldiğinde
Sayın Öcalan defalarca şunu söyledi: “Yavuz Sultan Selim zamanında, Kurtuluş
Savaşı'nda olduğu gibi, bizim için KürtTürk ittifakı esastır. Bakış açımız
budur, kesinlikle bizi İmralı'ya tıkan bir güçle böyle bir teslimiyet anlaşması
yapmayız.” Ancak bu Rojava korkusu galip geldi. Diğer konu da HDP'nin parti
olarak seçime girmesiydi. HDP'nin bağımsız adaylarla seçime girmesi ve
Öcalan'ın yasal düzenleme yapılmadan hemen silahsızlanma çağrısı yapması için
ısrar edildi. Yani üç temel neden oluyor: 1) Rojava'daki gelişmelere karşı
duyulan korku. 2) HDP'nin parti olarak seçime girmesi. 3) Yasal düzenleme
yapılmadığı için nihai çağrı yerine niyet beyanı yapılması. Bu üç nedenden
dolayı masa devrildi.
- Kürt siyasi çevrelerinden hep onu duyduk: “Masayı bizzat
Erdoğan devirdi.” Siz hem Habur hem de İmralı Heyeti'nde bulunan bir isim
olarak kendisinden bizzat randevu almayı ve konuşmayı düşündünüz mü hiç?
İnanın bu ortamda randevu girişiminde bulunsak ne kendileri
“buyurun, gelin” diyebilir, ne de biz Kürt toplumunun bize göstereceği tepkiyi
göze alarak böyle bir talepte bulunabiliriz. Düşünün, Diyarbakır'da yasaklı
alanların dışında dahi top mermilerinden insanlar ölüyor. Cizre, bir çukurun
içindeki çanak gibi etrafı tanklarla sarılmış, top ateşlerine tutuluyor. Böyle
bir ortamda görüşmeye gidersek “Siz bizi nasıl temsil ediyorsunuz” derler.
- Erdoğan ile Leyla Zana görüşse toplum tepki verir mi?
Onu Leyla Zana'ya sormalısınız.
- Erdoğan ile Zana görüşse Hatip Dicle “İyi ki görüştüler”
der mi?
Politika sonuç almaktır.
- Yani?
Bu savaşın acıları içerisinde bir asker ya da polis annesi
de Cumhurbaşkanı'na tepki gösterebilir. Leyla arkadaşın barışçıl yanı Batı'daki
toplum tarafından görüldüyse de “Bunların hepsi PKK'li” algısı da var. Yanisi
şu: Diyalog ortamının şu anda zemini yok. Ne yazık ki yok.
- Ama gizli diplomasi diye bir şey de var, değil mi?
Ama o da yok şu an. Ne yazık ki yok. Bunu üzüntüyle
söylüyorum.
- Siyasetin en kavruk günlerinde de vardınız. Bugünler mi,
90'lar mı; hangisi daha zor?
Şu anda 90'lardan çok daha kötü durumdayız. 90'larda faili
meçhul dediğimiz cinayetler işlenirken, şimdi devlet güçleri açıktan öldürüyor.
Eskiden o beyaz Toroslara zorla bindirir kırda bir yerde kurşun sıkıp
atarlardı. Şimdi siyah Range'ler var. Toplumsal olaylarda çok kişi öyle
vuruldu. İniyorlar Range'ten bizzat ateş ediyorlar. Onların vurma yetkisi var.
Ve rastgele vuruyorlar. Bunlara biz toplumsal hareketlerde tanık oluyoruz.
Siyah camlı, içinde kimin olduğu gözükmeyen, maskeli timler mi, Esedullah mı;
kim oldukları ileride çıkacak.
“Feryat ediyoruz,Türkiye'ye yazık, yazık hepimize”
- Hakkınızda şimdi yeni bir soruşturma var.
Doğrudur. Zaten KCK davalarından dolayı da hakkımızda 2030
yıl istenen dosyalar var.
- Dokunulmazlıkların kaldırılması gündemi tutuklamalara
giderse?
Biliyorsunuz, 90'larda aynı bugünkü linç kampanyalarına tabi
tutulduk. Ve milletvekiliyken cezaevine konulduk. 10 buçuk sene sonra çıktık.
Ama bizden sonra çok kanlı bir süreç başladı. O tarihten ders çıkarıp, aynı
çıkmaz yola bir daha girmemek gerek. Ben 15 yıl cezaevinde yatmışım. Tek bir
gün bile şiddete başvurduğumuzu ispatlayamadılar. Düşüncelerimizden dolayı en
değerli yıllarımızı aldılar. Ben bugün de ne kaçmayı düşünüyorum ne de başka bir
şeyi. Bazıları diyor ya, bunlar takıyye yapıyor, diye. Gerçekten bağımsızlığın
Kürt halkının lehine olduğuna inansam bunun bedeli ne olursa olsun bu ortamda
bile bunu savunurum. O medeni cesaretimiz var. Fakat biz takıyye yapmıyoruz.
Türk ve Kürt halkı bin yıl birlikte yaşadı ve birlikte yaşamaya devam etmeli.
Kardeşliği, barışı tesis etmekten başka yolumuz olmamalı. Kimi Kürt
siyasetçileri arasında “Bizler müzakereye, diyaloğa açık son nesiliz” gibi bir
söz var. Boş bir söz değildir bu. Kast edilen ortak vatan duygusudur. Ben
Amed'i sevdiğim kadar İstanbul'u da seviyorum. Akdeniz'de, Ege'deki o güzel
doğayı görmeyi de özlüyorum. Peki, hendeklerin ardındaki o çocuklarda böyle bir
özlem var mıdır acaba? Bu ortak vatan duygusu çok önemlidir. O hendeklerde hayatını
kaybeden çocukların hayat öykülerine bakılsa hep aynıdır. İnanın bu çocukların
neredeyse tamamı 90'lı yıllarda köyü yakılan, gözünün önünde evleri ateşe
verilen çocuklardır. Devleti böyle tanımıştır. Cizre'de hendeklerin
başındakilerin ne dediğini söyledim size. “Bir daha cezaevine girmeyeceğiz.
Burada öleceğiz ama bizi tutuklayamayacaklar” diyorlar. Cengiz Çandar
anlatmıştı. Turgut Özal ile Sayın Öcalan arasında iletişim kurduğu o günlerde,
şöyle demiş Sayın Öcalan: “Cengiz eğer bu işi başarırsak, gider Ankara'da,
Sakarya'da bunu kutlarız.” Ankara ile Sakarya ile duygusal bağı var. Cemil
Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu gibi yöneticilerin dışındaki PKK'nin ikinci
devre yöneticilerine bakarsak, onlar şimdi 40, 45 yaşlarında ve 20 yaşından
itibaren dağlarda olan insanlar. Yani siyasette bizim devrenin ve PKK'deki
birincil yöneticilerin hayatta olduğu bu dönemde biz bu sorunu çözemezsek
gelecek genç nesillere “Gelin birlikte yaşayalım” diyerek bu sorunu çözmek
giderek zorlaşabilir. Bu bir tehdit değil, tespittir.
- Diyorsunuz ki...
Özür dilerim, sözünüzü kesiyorum. Önemli bir anektod
anlatmak isterim. 2004'te cezaevinden çıktığımızda Sayın Bülent Arınç Meclis
Başkanı'ydı. Biz kendisinden dört arkadaş bir görüşme talep ettik. Rahmetli
Orhan (Doğan), Selim (Sadak), Leyla (Zana) arkadaş ve ben. Sağ olsun, bizi
evine davet etti. Üç buçuk saat boyunca evinde sohbet ettik. Bu mesele nasıl
çözülür, bize ne düşer, onlara ne düşer? Sorunları konuştuk. Kendisine son
söylediğim cümleler hala aklımda. Şunu demiştim: Sayın Arınç gerçekten elimizi
çabuk tutmamız lazım. Bu sorun daha fazla zamana yayılamaz. Aksi takdirde bir
gün gelir bize dersiniz ki, yahu ağzınızdan bal damlıyordu, ama neler oluyor
bölgede? O gün geldiğinde bize gidin gençlerinize anlatın, dediğinizde,
korkarım ki, biz oraya gittiğimizde görüşecek, onu barışa, çözüme ikna edecek
adam bulamayacağız, dedim... (Bu cümle ile birlikte Dicle'nin gözyaşlarını
gizleme gayreti, gözlüklerini çıkarıp elleri ile süzülen yaşları silmeye
varıyor. Bir süre susuyoruz. Dicle hemen sonra devam ediyor.) Biz bu noktayı
gördüğümüz için feryat ediyoruz, çığlık atıyoruz, bu noktaya gitmeyelim.
Türkiye'ye yazık. Yazık hepimize.
“1 Kasım sonrası bize diyalog önerisi getiren etkin isimler
hükümete giremediler”
- AK Parti ile aranızda arka kapı diplomasisi var mı, diye
sormuştuk. Şimdi anlatımınız eşliğinde düşündük. Acaba Arınç'lar olsaydı?
Zor duruma düşmemeleri için isim vermeden anlatacağım. 1
Kasım sonrası, henüz hükümet kurulmamıştı. AKP içinde hatırı sayılır yeri olan
birkaç isimden diyalog önerisi geldi. Elbette basın önünde olmayacaktı bu
temaslar. O esnada hükümet kuruldu, baktık ki hükümet listesinde adları yok.
Daha sonra değişik platformlarda bu isimlerle karşılaştık. Fakat kendilerine
görüşme önerileri konusunu açmadık. Onlar da açmadı. Çünkü hükümet ile birlikte
bunun olamayacağını gördüler. Barıştan ve diyalogdan yana olan kesim
hükümetteki etkili yerlerden adeta uzaklaştırıldı. Erdoğan'ın gidişinin en
tehlikeli yanı bu. Sadece ittifak yaptığı grupları uzaklaştırmadı,
arkadaşlarını da uzaklaştırdı. Sayın Arınç'la görüşme sırasında bize “Biz de
dört kişi ile yola çıktık, siz de dört kişisiniz, inşallah hayırlı olur”
demişti. O dört kişiden şu anda sadece Erdoğan kaldı. Diğerleri hepsi
siyasetten tasfiye edildiler. Aklın sesini dinleyen insanlar maalesef
politikanın etkin yerlerinden uzaklaştırılmış durumda. Sesleri, sedaları
çıkmıyor.
“Başaramadık, halkımıza barış hediye edemedik”
- Gözyaşlarınız eşliğinde soracağız. Diyarbakır'da
duymuştuk: “Hatip Dicle ki, milletvekili olmaya 'hayır' demiştir. Şimdi Hatip
Dicle bizi hendekler ile devlet arasında bıraktı. Hayal kırıklığımız var...” Ne
hissediyorsunuz bu sözler karşısında?
Doğrudur. Tepkileri haklıdır. Başaramadık. Biz halkımıza,
halklarımıza barış hediye edemedik. Bu mücadelede şu anda başarısız kalmışsak
kendimize de dönüp bakmamız gerekiyor. Halk ne derse, biz onun sözünden ders
çıkarırız. İnsanlar gelip bize “Bir şeyler yapın!” diyor. Bizi en çok vuran,
öldüren de bu taleptir. Bir şey yapamamanın çaresizliği. Hatta zaman zaman da
düşünüyoruz, acaba ölüm orucuna mı yatsak? Sonra düşünüyorsun, ölüm orucuna
yatmak şu an neyi durduracak? Keşke bir şeyleri durdurabilse. Samimi bir
duygumu söylüyorum. O top sesleri gelirken evde yatağa girmekten bile
utanıyoruz artık. O sesler, o vaziyet, insan nasıl uyur? Utanıyoruz. Uyumaya da
utanıyorum. Ama organik bir şey var tabii. Bir gece, iki gece, üç gece
uyumazsınız. Ya sonra? Yıkılırsınız. Kendi kendimize savaş halindeyiz
diyebilirim. Büyük acılar çekiyoruz. Halk bunu da görüyor.
- 90'lardan bu yana değişmiyor: Devlet ve örgüt arasında
sıkışan bir Kürt siyasi hareketi. Yine tost oldunuz.
Böylesi çatışmaların olduğu bütün ülkelerde bu böyledir.
Hatta bazen öyle noktalar olur ki çok geç kalmışsınızdır. Çok geç kaldığınızda
barış masasını kurmak da öyle çok kolay olmayabilir. Acılar, öfkeler öyle artar
ki sizin artık barış masasında oturma zemininiz bile olmaz.
- Orada mıyız?
Değiliz ama hızla o noktaya sürükleniyoruz. O yüzden sözün
en başında eriyecek karlardan, dağdaki gerilladan bahsettim. O karlar erimeden
masa kurulmalı. Biz bunu söylediğimiz zaman, “Bak tehdit ediyor, hendekleri
kapatın” diyorlar. Anlattım size, daha önce birlikte kapatıldı o hendekler.
Suskunluk bazen en büyük ortaklıktır. Onun için vicdan borcu duyarak insanlar
ses çıkarmaya çalışıyor. Ayşe öğretmenin yaptığı da odur.
- Altan Tan ile söyleştiğimizde “Demokratik özerkliği sadece
öz savunma ve hendeğe indirgeyen davranış yanlıştı. HDP’nin gücü maalesef bu
yanlışı önlemeye yetmedi” demişti. Katılır mısınız?
Bir gerçeği görmek lazım. Bu savaş yeni başlamadı. 40 yıl
önce başladı bazen kesintilere uğradı. Ateşkesler yapıldı, son üç yılda ise
çatışmasızlık yaşandı. Ama savaş bitmiş değildi. Savaş yeni bir aşamaya
geçmişti. Bu yeni aşama şehirlere yayılma noktasıydı. Eskiden çatışma sadece
kırlarda cereyan ediyordu, şehirler dolaylı etkileniyordu. Şimdi şehirler savaş
alanına döndü. Sayın Öcalan bunu defalarca devlet heyetine bizim yanımızda
anlattı. Şunu dedi: “Bu mesele şehirlere yansımadan önce bunun önlemini
almalıyız. Çünkü gelinen aşama kırlardan sonuç alma noktasında değil, şehirlere
yansıyacak bu işler.” O gün İmralı'da bunlar konuşulduğunda devlet
heyetindekiler gidişatın bu olduğunu görüyorlardı.
“Devlet heyeti de sürece inanıyordu”
- İyi polis, kötü polis mi?
Bence devlet heyeti de inanıyordu sürece. İnanmaya yol açan
neden de şudur. Doğru tahlil etmek lazım. Devlet Ortadoğu'daki koşulları
değerlendiriyor, geride 40 yıllık bir deneyim var, devlet buradan dönüşün
maliyetini bilir, diyorsun. Sayın Davutoğlu'nun bir sözü vardı. “Birkaç kulaç
kaldı bu nehirde artık geriye dönüş yok” demişti. Fakat aynı devlet bir yandan
da çökertme planı ile meşgulmüş.
- Tüm bu süreçte devletle ilgili en çok ne öğrendiniz?
Devlet heyetinden isimlerle bir iki sefer Ankara içinde de
buluşabilmiştik. Bu konuda tamamen siyasilerin denetiminde olduklarını gördük.
Devlet heyeti içinde bu konuyu çok iyi kavramış insanlar vardı. Açmayacağım ama
örneğin bazı konularda “Evet, söylediğinizde haklısınız. Fakat siyasileri bu
konuda ikna edemedik” sözlerini işitmiştik.
- Açmayacağım deseniz de biz yine de soracağız: Hangi
başlıklarda sizinle hemfikirdiler?
Çok açmayacağım. Diyelim ki Barzani'ye gönderilen bir mesaj
konusunda. Bölgeyi anlama, gelişmeleri takip etme konularında.
“Demokrasi arayışını, gerillayı polis yapacaklar, laflarına
kurban etmeyelim”
- Özyönetim deklarasyonunuzdaki 14 madde ile AK Parti'nin
Meclis'ten geçirdiği ve Ahmet Necdet Sezer'in veto ettiği kamu reformu yasa
tasarısını hiç yan yana koydunuz mu?
Arkadaşlarımız bu konuda inceleme yapmışlardı. Özyönetim
ihanet, hainlik, fantezi diyenler de umarız böyle bir çalışma içinde olur. Biz
zaten bu deklarasyonu yaparken ısrarla söyledik. Bu dinamik bir süreçtir.
Eleştiriye açıktır. Yeni maddeler eklenir. Değiştirilebilir bir metindir bu.
Zenginleştirilebilir. Çünkü toplumsal barışın sözü olacaksa toplumsal olarak
karar verilmeli. Rahmetli Şerafettin Elçi'nin sözünü tekrarlamak isterim. Kürt
sorununa öyle bir çözüm bulmalıyız ki, Kürt halkı tatmin olmalı Türk halkı da
ikna olmalı. Etnisiteye dayanan bir sistem değil özyönetim. Devlet karşıtlığı
da yok. Özyönetim denilince “Aman ülke bölünüyor” gibi bir algı oluşturulmak
isteniyor. Halbuki bu doğru değil. Türkiye'nin tümü, hepimiz için demokrasiyi
güçlendiren bir modeldir önerdiğimiz.
- Deklarasyonunuzdaki 14. madde için “yerel savunma mı
öneriyorlar” diyerek endişelenen insanlara kendinizi nasıl anlatırsınız?
Önce o maddenin tamamını okuyacağım izninizle. Ne diyoruz:
“Özerk Bölge Yönetiminin denetiminde, yereldeki asayişin tümünü sağlayacak
resmi yerel güvenlik birimlerinin kurulması, bu birimlerin Anayasal kurallar
çerçevesinde ihtiyaçlara bağlı olarak kurulmuş merkezi savunma ve güvenlik birimleriyle
koordineli olarak çalışması." Özellikle “resmi yerel güvenlik birimlerinin
kurulması” dedik. Ve yine özellikle “merkezi savunma ve güvenlik birimleriyle”
dedik. Merkezi savunma, ordudur ve tektir. Dünyada bölgesel sistemlerin olduğu
bütün ülkelerde bu böyledir. Mesela Paris'in asayiş görevleri Paris
Belediyesi'ne bağlıdır. Londra'da Londra Belediyesi'ne bağlıdır. Asayiş görevi
yerel birimlere bırakılmıştır. Ama diyelim ki istihbarat, narkotik gibi
birimler yine merkezi idarededir. Bizim 14. madde de bu anlama gelmektedir. Ve
bu maddelerin her biri geliştirilmeye açıktır. Son olarak şunu söylemek
isterim. Duyuyoruz, “Bunlar dağdan gerillayı indirip polis yapacaklar” gibi
laflar var. Bu deklarasyondaki demokrasi arayışını lütfen bunlara kurban etmeyelim.