Söyleşi: Elif Sofya
Elif Sofya: Pusu
Bilici ve Taşlık’tan sonra şimdi de Hafif Zehirler… Üç kitabın da öz anlamında
birbirine sıkı sıkıya bağlı, fakat üçünün de dili, söyleyişi, biçimi belirgin
farklılıklara sahip. Bu ifade ediş zenginliği aynı zamanda bir risk almayı da
içinde barındırıyor. Bu konuda neler söylemek istersin?
Anita Sezgener:
Zor bir şey değil mi insanın kendini demesi? Paramparça bir dünyada benliğin
yok oluşuyla karşı karşıya kalındığında benliğin yine belli bir parçalı yapıyla
kendini kurtarma teşebbüsü diyebilmenin bir ısısı olsun.
Dediğin
doğru, üç kitap öz olarak birbirine sıkı
sıkıya bağlı. Bu, şeyleri bilinçaltının korkutuculuğundan bilince çıkartmanın
rahatlatıcı akışkanlığından kaynaklanıyor sanırım. Bununla beraber de bir form
ihtiyacı beliriyor. Bir meseleyi kuşatıp ifade edecek dilin formunu bulma
arayışı.
Bu farklı
söyleyişlerin riskleri olması konusunda da haklısın ama insan yazarken bir
ihtiyaç içinde olduğundan girdiği riskin de tam farkına varamıyor. Sanki gelip
o ihtiyaç o belirli dili dayatıyor gibi. Ve Todorov’un bahsettiği ipleri havaya
atıp yakalamaya çalışmak da var.
Deleuze ve
Guattari’nin soruları hep zihnimde bir yerlerde:
“Benlik birden
fazla oluşu barındırıyor olabilir mi?”, “Bir ve aynı yazarın yazı makinesinde
pek çok bileşen bulmak olanaklı mıdır?”
Yine onlara
uğrayarak devam edeyim. ‘Yazan bir çoğulluk’ ise dilin kendisi, bir duygular ve
duyarlılıklar zemininde problematikleşmeye ve buradan bir söyleyiş kurmaya
çalıştığında benlik başka başka oluşlara uğramak zorunda kalabiliyor, kaldı da.
Birbirinden farklı duyguların, duygulanışların ve düşüncelerin dili ve formu
nasıl aynı olsun?
“Yazar olsa olsa
anlam varsayımları, başka bir deyişle biçimler üretir ve bunların içini dünya
doldurur.” diyen Barthes’dı, değil mi?
E.S: Hafif Zehirler’de,
tek tek şiirlerin ötesinde, kitabın bütününe ait güçlü ve sarsıcı bir atmosfer
var. Kitap nasıl bir süreçte oluştu?
A.S: Bu da
Taşlık gibi ortasından açıp okunamıyor, bütünlüklü bir kurgusu var. 6-7 sene
evvel kitabı bir kendiyle barışma ritüeliymişçesine yazdım. İlk taslak
bittiğinde büyük bir rahatlama yaşamıştım, uzun zaman birkaç kişiye okutmak
dışında durdu odalarda. Yıllar içinde ara ara çağırdı beni Hafif Zehirler,
çalıştım üzerine. Sonra bir gün bünyemden çıkartmam gerektiğine ikna oldum. Bir
bütünlenme çabası olarak. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş ritüeli gibiydi de
aynı zamanda. Lacan’ın bilinçaltının bir dil gibi kurulduğu söylemini de
anımsayarak. Çocukluğumun gözünü, duyuşunu bulmak ve bireysel tarihime sahip
çıkmak olarak da okunabilir.
Yetişkinliğe
ancak yazının yol verdiği bir yeniden kurguyla ulaşılabileceği duygusu vardı
bende. Ama bir yandan da yetişkin olma ve olgunlaşma hep süreceğinden açık uçlu
bıraktım sonunu. Çünkü sanırım ölene kadar didik-kuşları olacağız, oluş’un
suyunda, Kafka yazı için bir “çıkış sorunu”dur diyor ya, işte hep çıkma halinde
olan bir çıkışla.
E.S: Pek çok
mitolojik gönderme, dini hikâyeler ve Kabala Hafif Zehirler’in iskeletindeki
önemli ögeler. Bu unsurların seni nasıl etkilediğini merak ediyorum.
A.S: İnsanın
taşıyıp durduğu ve artık tökezletecek denli ağırlaşan unsurlar acaba yazı
yoluyla katlanılır olabilir mi diyordum içimden? Mitoloji, dini hikâyeler,
masallar böyle girdi devreye. Bu hikâyeler arasında zikzak dokumak bir
çoğulluğun örüntüsünü de getirdi kendiliğinden sanki. Dinlerin, mitolojilerin,
masalların yanı sıra öğretiler de kendilerine alan açtı, böylece tek bir
kimliğe bağlı kalmaktan kurtulmuş oldum.
Kabala’ya
gelince, o zor bir konu, bir gün teyzem İbranice bilmeyen anlayamaz dediydi de
rahatlamıştım.
Aslında bütün bu
öyküler anlaşılmaz olanın bir parçası, bir yandan da onlar hayatın rengi ve
yaşamı çekilir kılıyorlar. Kısa bir süre Kudüs’te kalmıştım, ağlama duvarında
hep sallanarak dua ediliyor, bense hep bir mesafede durup izliyordum. Oradaki
dünya yabancıydı ve bilinmezdi benim için, ürkü yeriydi.
Bu göndermeler
ve öyküler, dış ve iç ürkülerden çıkabilme, dünyayı olduğu gibi kabul edebilme, ona
değebilme ve mesafeyi aşabilme arzusuyla da ilişkilendirilebilir.
E.S: Hafif
Zehirler’de hastalıklar da geniş yer tutuyor. Hastalıklar, semptomları,
sağaltımları bir sembolleştirmeden ibaret değil sanırım.
A.S: Hastalıklar
bir çeşit sözlükçe fikriyle ortaya çıktı aslında, onları ben uydurdum.
Klinik
hastalıklar ve teşhislerinin o kaskatı dünyasından çıkmak, renklerini bozmak ve
zehrini almak istedim.
Sürekli bize
cennetsi bir dönemmiş gibi empoze edilen çocukluğun atlatılması gereken zor
evrelerle dolu olduğuna bir im koymak da var. Çocuksu bir hayal gücüyle kurulan
hastalıklar bunlar.
Yazının ilaç
yutmaktan çok daha işlevsel olduğunu düşünüyorum. Kimyayı kesinlikle
düzenleyebilir. Herkese tavsiye ederim. ‘Hafif’ zehirlenerek kurtulunabilir
yani.
E.S: Aile
eleştirisi, birey olma tutkusu ile iç içe yürüyor şiirlerde. Politik bir alt
metin olarak “kültür” eleştirisi de belirgin. Zerzan’ın söylediği gibi;
“yabancılaşmadan bağımsız ele alınamayan kültür, bir tür teselli olarak
şeyleştirdiği gerçeklik için ödenen bir bedel.” Buradan bakınca, kültürel
ögelerin hastalıklarla birlikte kullanımını da Anita’nın muzip bir göz kırpması
olarak değerlendirebilir miyiz?
A.S: Ya
harikasın Elif bu soruyu bu şekilde ancak sen sorabilirsin. Saptamaların
müthiş. Cevaplaması da oldukça zor. Ailenin yüreklendirici, yapıcı ve onarıcı
bir yer olmasını dilerdim. Son zamanlarda ‘normalia’ ya çalışıyorum, orada tek
cümlelik bir bölüm var: “AİLE TEHLİKELİDİR.”
Sanırım bu
kültür denen ‘bedel’in içinde hastalanmadan, kendine dona kalmadan, dışarıya
zorlanmayarak ve baskılanmadan yaşamak çok zor. O yüzden yazı nefes borumuz.
Ama burada yine de büyük bir paradoks var, yazı kültürün en leziz ve kritik parçası çünkü.
E.S: Taşlık’ta
ses kullanımı daha tekil, tek başına ve ağırlıklıydı. Hafif Zehirler’de ise
kitabın bütününe iyice yedirilmiş çok sesli bir yapı var. Yavaşlayan, hızlanan,
birbirini kesen, birbirinin içinde eriyen pek çok metinsel ritimle örülmüş bir
kitap bu. Şiirlerindeki ses dokusunu açar mısın?
A.S: Aslında ses
dokusunu nasıl anlatmak gerekir tam bilemiyorum. Alirik olana düşkünlüğüm var. Kırılmalar, kırmalar, ses
düşürmeler... Pusu Bilici’deki “tonal ile atonal arasındaki salınım” ve
taşlık’taki atonal requiemsi hal, hafif zehirler’de yerini
balada bırakıyor
mu desek acaba?
Şiirlerde ritmin
yanı sıra, onunla beraber işleyen “ritmik form”dan da bahsedebiliriz. Taşlık’ta
çizikler, bloklar ve bölgeler halinde, Hafif Zehirler’de yataylık getiren
düzyazı şiir şeklinde.
Sesleri
yapılarla anlatmaya çalışırsam, taşlık’taki sert yapı burada yok, Pusu
Bilici’deki çiçek toplayıcılığı da; onun yerine gündüz uzunluğunun belirli bir
sınırın altına düşmesi halinde çiçek açmayan uzun gündüz bitkileri var ya
onları şiirle kandırıp açtırmak var.
E.S:
Şiirlerindeki dil, söyleyişi yeniden üreten, yeniden yıkan, çoğu zaman dağıtıp
bırakan pek çok farklılık taşıyor. Taşlık’ta bu çok daha belirgin bir
bütünlükte ortaya çıktı. Bunu çok önemsediğimi, hayranlıkla takip ettiğimi
söylemek isterim. Dil ile ilişkine ilişkin söyleyeceklerin neler?
A.S: Taşlık’ın
dilini oluştururken Kristeva’dan çok beslendim. Dilin babayla hayatımıza
girdiğini söyleyen Lacan’a Kristeva’nın itirazı var. Babanın gelmesinden ve
sembolik’in babayla düzenlenmesinden çok önce anneyle çocuk arasında kurulan
semiyotik ilişkiden bahseden Kristeva şiirsel dilin de o alanın ürünü olduğunu
söylüyor. O dili kurucu dil yapmaktan: kesintili, şiirsel ve bedenin ritmiyle
örülü bir dil.
Buradan
bakarsak; bir taş düşürme jestinin dildeki karşılığı denebilir belki Taşlık
için. Hatta kaygan taşta kayıp düşme riski de vardı, sancılıydı. Bedeni ihmal
etmeyen bir jest gibi. Dizin kıkırdaması gibi. Dilin ayaklanabilmesi ve dizin
acı çekmemesi için de tutturulan bir ‘ritmik form’a duyulan ihtiyaç...
Dilin kritik
saflığı şiir bence ve şiirin anlatma zorunluluğu var mıdır sorusunu Northrop
Frye’a soracak olsak, “edebiyat yapıtı, gündelik konuşmalarımızda sık sık
yaptığımız gibi, “dünya”yla bir gönderge
ilişkisi kurmaz, kendinden başka hiçbir şeyi ‘temsil etmek’ işlevi yoktur”,
diyecek.
Dili konuşurken
zamansallık da önemli, şimdiye çağrılmış geçmemiş bir geçmiş söz konusudur ya
çoğu zaman, dil ve rüyalar onu çağırmanın en temel araçları bence.
Ve bizler dilin
sahibi filan değiliz, onu sadece niyetlerimiz için eğip bükebiliriz.
Son olarak,
“şiir, dilin hafızasıdır, şiir kaybolursa dil de yok olur.” diyen Jacques Robaud’yu
selamlıyorum. “Şiir, dediği şeyi diyerek demektedir”, diyen de oydu.
E.S: Yıllardır
feminist çizgide yer alan kültür sanat edebiyat fanzini “Cin Ayşe”yi
çıkarıyorsun. Kadınlarla ilgili pek çok çalışmanın içinde yer aldın.
Şiirlerinde kadın dili belirgin olsa da propagandist bir ifadeye yer vermedin.
Bu ayırımı yapmanın nedenleri var mı?
A.S: Kadınlara
pozitif ayrımcılık uygulayan bir görünürlük projesi Cin Ayşe. Ve hayatımdaki
yeri çok büyük ve varoluşsal. Hiçbir zaman şiirin propaganda malzemesi olarak
kullanılmasından yana olmadım ve iyi ki de sen bu güzel soruyu sordun. Şöyle
bir ayrımı gözetiyorum gerçekten: Şiirin slogana malzeme olması değil de bir
kadın dilinin kurulup kurulamayacağının araştırılması.
Harika soruların
için çok teşekkürler. Şairlerin birbirlerinden pek hoşlanmadığı bu şiir
aleminde bizim yürüdüğümüz bu patika pek bi çiçeklidir, ne çok sevinirim
anlatamam.
E.S: Ben
de çok teşekkür ederim Anita, varlığın için.
bu söyleşi, ilk
olarak kitap-lık dergisinin 166. sayısında (mart-nisan 2013) yer almıştır.