D. Tılıç: Medya iktidarla bütünleşti!
Gazeteci
Doğan Tılıç Medya Günlüğü’nün “pazartesi sohbetleri”nin bu haftaki
konuğu. Doç.Dr. Tılıç, 1980’lerden başlayarak kabuk değiştiren
gazeteciliğin günümüzde geldiği noktada aslında geleneksel görevi
iktidarı eleştirmek olan medyanın hem sahiplik yapısı anlamında hem de
düşünsel olarak iktidarla bütünleştiğini düşünüyor. Tılıç, en küçük
eleştiride bulunanların bile işini kaybedebildiğini, Reyhanlı olayının
gösterdiğini gibi medyanın iktidarın tespitlerini dile getirdiğini
söylüyor. Yeni bir gelişme larak kendilerini tehdit altında gören
gazetecilerin örgütlenmeye başladığını belirten Tılıç, Medya Günlüğü’nün
sorularını şöyle yanıtladı:
-Türkiye’de medya hem sahiplik hem de basın ve ifade özgürlüğü açısından sizce ne durumda?
-Aslında duruma 1980’den itibaren bakmak gerekir. Çünkü 1980
sadece Türkiye için değil küresel açıdan da geleneksel medya sahiplik
yapısı açısından bir milat oldu. Yeni bir medya sahiplik yapısına geçiş
yaşandı. Nedir geleneksel sahiplik yapısı? Geleneksel yapı medya
sahiplerinin asıl işinin gazetecilik olduğu dönemdi. Yeni medya dönemi
ise, gazete sahiplerinin gazetecilik dışında her işi yaptıkları,
gazeteciliğin asıl yaptıkları işlerin yanında bir teferruat olduğu
düzen... 80’den sonra dünyanın her yerinde büyük holdingler başka
işlerin yanında gazetecilik de yapmaya başladı. İfade özgürlüğü bugüne
kadar iktidarların baskısıyla zedelenirken patronajın da doğrudan ifade
özgürlüğünün önünde bazen hatta devletlerden daha ciddi bir tehlike
haline gelmesine yol açtı. Yeni patronlar sanayinin her dalında, hatta
silah sanayinde, kimya sanayinde, bankacılıkta oldukları ve bu sektörler
de iktidarla iyi ilişkiler gerektirdiği için haberin niteliği, doğruyu
söylemek… tüm bunlar ikinci plana düştü. Medya patronlarının medyayı
diğer sektörlerdeki işlerinin önünü açmak için bir araç olarak
kullandıkları bir dönem olmaya başladı.
Bu yeni dönemde bir tarafta
belli kuralları, etik kodları ve doğruyu söyleme olarak
tanımlayabileceğimiz bir mesleğin erbabı olan gazeteciler diğer taraftan
da bu yeni patronun ücretli işçisi durumuna geldi. Gazeteciler bu
gerilimi her gün yaşamaya başladı. Doğruyu söyleme işini mi yapacak,
yoksa doğruyu söylemenin patron çıkarına ters düştüğü dönemde işini
kaybetme riskini göze mi alacak?
-Türkiye’de bu dönem Özal’la başladı, değil mi?
-Evet. Türkiye’de Özal ile birlikte bu dönem başlarken, son dönemde
ise AKP iktidarıyla buna ilave bir şey oldu. Medya sahiplik yapısı bu
defa siyasal iktidara bağımlı olarak da büyük bir değişim gösterdi.
Tayyip Erdoğan ve AKP iktidara gelene kadar hemen hemen ana akım
medyanın tamamına yakında hedef halindeydi. Diğer bütün liderlere soy
isimleriyle hitap edilirken, bugünkü Başbakan’a “Tayyip” diye hitap
edilirdi. Ama başbakan olduktan sonra bu durum bir günde değişti. Ana
akım medya sahiplik yapısı değişmeden birden bire dilini “Tayyip”ten
“Erdoğan”a değiştirdi. Fakat ana akım medyanın iktidara göre kendisini
ayarlaması herhalde iktidar için yeterli olmadı. Medya sahiplik yapısını
da AKP iktidarı döneminde Sayın Başbakan’ın ifadesini kullanırsak, AKP
fikriyatına yakın patronların hakim olduğu bir yapıya dönüştürdü. Bu
gerek devlet destekli kredilerle gerekse nüfuzun doğrudan kullanımıyla
ana akım medyanın ağırlıklı bir kısmı bu sefer siyaseten de iktidarın
yanında yer aldı. Dolayısıyla bu ifade özgürlüğü açısından katmerlenmiş
yapısal bir engel anlamına geliyor. Bütün bunlardan bağımsız olarak 10
yıllık dönemler içinde bakarsak 90’larda Türkiye dünyada en fazla
gazetecinin öldürüldüğü ülkeler arasında yer alıyordu. Bugün ne mutlu ki
öldürülen gazetecilerden söz etmiyoruz. Türkiye artık gazetecilerin
öldürüldüğü bir ülke değil ama öbür taraftan bugün Türkiye dünyada en
fazla gazetecinin hapiste bulunduğu bir ülke. Dünyada en fazla
gazetecinin hapsedilmesi ifade özgürlüğü açısından son derece vahim bir
yerde olduğumuzun göstergesi. Medyaya genel olarak baktığımızda sektörün
en dokunulmazlarının bile en ufak bir eleştiride işlerini kaybettiği
bir süreç yaşandı. Özetle hem sahiplik yapısı itibariyla hem de düşünsel
olarak iktidarla bütünleşmiş bir medya yapısının olduğu Türkiye’de son
derece vahim ve geri bir noktadayız. O kadar geri bir noktadayız ki,
medyanın temel sistemlerinden biri iktidarı eleştirmekken bugün iktidara
en küçük bir eleştiriyi bile yöneltmenin cesaret istediği bir ülke
haline geldi Türkiye.
-Silivri’de bulunan gazeteciler konusuna gelirsek, içerde
bulunan ve gazeteci kimliğini taşıyan birinin Jitem komutanına yakın bir
meslektaşıyla ilgili bilgi verdiğini öğreniyoruz. Gazetecilerin büyük
bölümünde bu tutuklamalara karşı sessizlik gözlenirken Ahmet Şık ve
Nedim Şener olayında ise bu sessizliğin yerini kapsamlı bir tepkinin
almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Her meslekte olduğu gibi gazetecilikte de dönem dönem işini
başka işlerle karıştıran kişiler ortaya çıkmakta. Türkiye’de de
gazetecilik kimliğini başka kimliklerle karıştıran kişiler oldu. Bunda
çok şaşılacak bir durum yok. Diğer taraftan belki 20 yıldan fazla
Türkiye ve dünyadaki örgütlü gazetecilik mücadelesi içindeki bir olarak
şunu söylemek mümkün: Son 5-6 yıl içinde Türkiye’deki gazeteciler hiç
bir dönem olmadığı kadar bir araya geldiler ve ortak bir refleks
göstermeye başladılar. Hiç unutmuyorum Ankara’da “Gazetecilere Özgürlük
Patformunu’nun” bir eyleminde meslek hayatı boyunca Kürtlere hakaret
etmiş bir gazetecinin elinde Özgür Gündem gazetesiyle yürümek zorunda
kaldığını gördük. Gerçekten Türkiye’de ilk defa 100’e yakın gazetecilik
örgütü bir platform oluşturdular. Bu gazetecilik örgütleri ideolojik
olarak birbirlerinden çok farklı yerde duran örgütler. Ama bu şunu
göstermekte, demek ki Türkiye’de bu kadar yaygın bir kesim kendisini
tehdit altında hissetmeye başladı ve bu tehdit altında hissetmenin
sonucu bir araya geldiler.
-Gazetecilerin de çok ciddi bir özeleştiri yapması gerekmiyor
mu? Daha önce gazeteciler arasında da “beyaz” ve “zenci” diyebileceğimiz
bir sınıflandırma vardı. Bugün cezaevinde bulunan gazetecilerden
eskiden cezaevine atılan veya baskıya uğrayan Sosyalist ve Kürt
gazetecilere yönelik bir tepki gösterilmiyordu. Sizin bu tespitinizden
söz konusu gazetecilerin de özgürlüğün herkes için gerektiğini
özümsediği anlamını çıkarabilir miyiz?
-Bir
ölçüye kadar öyle. Türkiye’de böyle bir gelişme yaşandı. Nerdeyse
genlerine sinmiş, mesleki olmaktan çok ideolojik olan bir meslek biçimi
var Türkiye’de bir kısım gazeteciler. Dolayısıyla Kürt meslektaşlarımız,
Kürt gazeteciler başlarına bir takım problemler geldiğinde hiçbir zaman
diğer çevrelerden destek görmeyebiliyorlardı. Aynı şekilde sosyalist
basın destek görmeyebiliyordu. Ama bu son dönemde, “Gazetecilere
Özgürlük Platformu” çerçevesinde bunun epeyce değiştiğini gözledik. Bu
epeyce değişmiş olması yeterli mi? Hayır. Hala bugün KCK davasında
yargılanan gazetecilere gösterilen ilgi ve sahiplenme ve Silivri’de
yarılanan gazetecilere gösterilen ilgi ve sahiplenme arasında ne yazık
ki bir fark var. Benim söylemek istediğim bu belki geçmişten biraz daha
farklı. Geçmişte KCK davasına hiç ilgi göstermeyecek gazetecilerin de
bugün böyle bir bir ilgiyi gösterdiğini görüyoruz. Bunun nedeninin de
çok geniş bir kesimin kendisini tehdit altında hissetmesi. Sorunun
cevabı, evet Türkiye’de ortak paydası gazetecilik olan değil ideolojik
pozisyonlar olan ve buna göre refleks gösteren bir gazetecilik var.
-Yugoslavya’daki çatışmaları da yakından izlediniz. Orayı da
gözönünde bulundurursak Türkiye’de bugün 30 yıldan fazla süren bir
çatışma çözüm süreci başlığı altından sonlandırılmaya çalışılıyor.
Basının genel pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümetin de
özellikle nefret dilinin kullanımının engellenmesi yönünde bir
müdahalesi var. Basının pozisyonu ve bu müdahaleyi nasıl
değerlendiriyorsunuz?
-Bu konuda yine genel manzaraya baktığımızda, geçmişe nazaran bir
olumluluk olduğunu söylemek mümkün. Savaş, nefret dili, ötekileştirme,
özellikle Kürt sorunu çerçevesinde son dönemdeki çözüm süreci, barış
süreci nasıl adlandırırsak adlandıralım bu çerçevede ana akım medyasının
geçmişteki çizgisine taban tabana zıt olumlu anlamda bir çizgi
izlediğini söylemek mümkün. Ama bu ne kadar gazetecilik tavrı, işte
ondan kuşkum var. Değişmeyen bir şey var: Geçmişte o negatif dili
kullanan medya aslında iktidarın diline paralel bir söylem kullanıyordu.
Bugün de kullandığı dil iktidarın diline paralel bir dil. Dolayısıyla
şunu sormak zorunda kalıyorum. Acaba iktidar bugün tavrını değiştirse,
hiç de uzak olmayan bir geçmişte Başbakan meydanda elinde iple
dolaşıyordu… İktidar yeniden böyle bir rotaya girse acaba medya şimdi
sürdürdüğü barışa, çözüme dönük tavrı devam edecek mi?
-Devam eder mi?
-Hayır
bundan çok ciddi kuşkum var. Bilemem tabii, müneccim değilim. Keşke bu
tavra devam etse ama bundan kuşku duyduğumu söylemek zorundayım.
Bugünkü dili de dünkü dili de bir noktada değişmedi. İktidarın diline
paralel bir çizgi izliyor.
-Reyhanlı’da meydana gelen patlamadan medyanın neredeyse tamamı yakını çok net bir şekilde El Muhaberat’ı suçluyor...
-Biraz önce söylediğim gibi, iktidar neyi işaret ediyorsa onu gören
bir yaklaşım. Televizyonlardan izlediğim kadarıyla Başbakan Yardımcısı
ve İçişleri Bakanı aynı şeyi söylüyor ve medyada bu oayda iktidar
tespitlerini dillendiriyor.
-Bütün iktidarlar basını kontrol etmek ister. Önemli olan medya
çalışanlarının da bu konuda ne yaptığıdır. Yakın zamanda Anadolu
Ajansı’nda çalışanlar Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndan (TGS) istifaya
zorlandı. Bu baskıya karşı dayanışma göstermesi gereken bir başka
sendikanın aksine o iş yerinde zorla çıkarılan bir sendikanın yerini
almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
-AKP iktidarının bir özelliği var. İronik olacak. Örgütlülüğü çok
seviyor. Sendikaları seviyor. Her türden örgütlülüğü çok seviyor. Adeta
toplumun tüm kesimi örgütlü olsun diye elinden gelen her çabayı
göstermekte. Yalnız burada bir koşul var. O örgütlenmenin, meslek
örgütüyse, sendikaysa, gazetecilik örgütüsüyse iktidardan yana olmasını
istiyor. İktidarın çizgisine paralel ve uyumlu bir çizgi izlemesini
istiyor. İktidar gerçekten, sendikalar da, barolar da, mimar odaları da
olsun diyor. Ama “hepsi benim çizgimde olsun” diyor. Anadolu Ajansı’nda
da olan da bir tarafta bir sendika yok edilirken, diğer taraftan da bir
başka sendika olabildiğince desteklendi. Burdaki fark yeni sendikanın
iktidar çizgisinde olması.
-Geleneksel medya yapısı değişiyor, yazılı basının tirajı ve gelirleri düşüyor. Gazeteciliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
-İnternetin
devreye girmesi tekerleğin icadı gibi bir devrim gibi görüldü. Beklenti
de internetle birlikte yeni medyayla, yeni mecralarla birlikte, herkes
Her türlü bilgiye kolaylıkla erişecek gibi bir algı oluştu. Dolayısıyla
basın özgürlüğü açısından son derece önemli bir ortam doğacağı algısı
oluştu. Ne yazık ki geçen bu süre zarfında bu umutvar hava son derece
değişti. Dünya genelinde bir defa en önemli problem iletişim açısından
bilgi zenginleri ve bilgi yoksulları arasındaki uçurumdu. Ve umuldu ki
internetle beraber bilgiye ulaşmanın kolaylaşması sonucu bilgi
zenginleri ve bilgi yoksulları arasındaki uçurum ortadan kalkacak. Ancak
bütün uluslararası kuruluşların raporlarına baktığımızda ne yazık ki bu
olmadı. İnternet bilgi zengini ve yoksulu arasındaki uçurumu
daraltmadı. Bu uçurum belki daha da açıldı. ikincisi internet belli bir
noktaya geldiğinde, bağımsız bilgiler belli bir düzeye ulaştığında
dünyanın büyük holdinglerinin de ilgi alanına girmeye başladı. Onlar
tarafından da kontrol edildi. Ya satın alındı ya da başka yöntemlerle
kontrol edilmeye çalışıldı. Bu açıdan bağımsız girişimcilerin özgür sesi
olması açısından başlangıçtaki umutların çok fazla yerine geldiğini
söyleyemeyiz. Öbür taraftan ilgi çekmek kaliteli olmak mutlaka bir
finansman da gerektiriyor. Dolayısıyla internet denen mecrayı yalnızca
ekonomik gücü zayıf olanlara bırakmadılar. Bu alana da girdiler ve bu
alanda da başkalarında çok daha etkin oldular. Elbette teknolojiden bir
takım fırsatlar doğuyor. Teknolojiye sırtını tamamen dönmek budalalık
olur. Kullanmak lazım. Ama teknoloji ne kendi başına devrimcidir ne de
karşı devrimcidir. Mutlaka onu kullananlarla, onun etrafındaki
ideolojilerle bir anlam kazanır. İnterneti kendi başına olumlu ya da
olumsuz değerlendirmek bence mümkün değil.
-Peki bu bağımsız medya nasıl yaratılacak? Anayasa görüşmeleri
devam ederken gazeteci örgütlerinin basın özgürlüğü konusunda herhangi
bir girişimi var mı?
-Bir defa medya atmosferi dediğimiz bir ülkedeki siyasal iktidar,
demokrasinin gelişmişlik düzeyi, özgürlüklere dair farkındalık, kültür..
bunların hepsini devletin niteliğini, otoriter olup olmadığı bunların
hepsini bir medya atmosferi olarak değerlendiriyorum. Dolayısıyla bu
atmosferin nasıl olduğu nasıl gazetecilik yapılacağı açısından önemli.
Yani özgür bağımsız bir gazeteci faaliyeti yalnızca gazeteciliğe ait bir
şey değil. Aynı zamanda genel olarak medya atmosferinin, bir ülkenin
demokratikleşmesinin, özgürlüğünün ifade özgürlüğü alanının
genişlemesinin de göz önünde bulundurulması gereken unsurlar olduğunu
düşünüyorum. Hemen medya atmosferinin altında medya sahipllik yapısı
var. Onun altında medya kurumları var. Onun altında da birey olarak
gazeteciler var. En altta da bütün bu sürecin üretimini kullanan,
gazetecilerin ürettiği haberleri kullanan kitleleler var. En altta
medyanın ürettiğini tüketenler bir farkındalık geliştirir, bir araya
gelir, örgütlenir, nitelikli ve doğru haber taleplerini
güçlendirirlerse, bu örgütlü kaliteli haber talebi, gazetecilerin
örgütlenmesi ve doğru dürüst gazetecilik yapma talebiyle bütünleşirse
aşağıdan yukarı medya sahipliğine ve iktidara karşı bir baskı
oluşturabilir. Ben bir umut beslenecekse aşağıda vatandaşların daha
doğru haber talep etmesiyle gazetecilerin bu gazetecilik yapma
taleplerinin örgütlü bir mücadeleye dönüşebileceği umudundayım. Bu umut
üzerinde de alternatiflerin yaratılmasında bir çözüm olabilir.
Alternatif dediğimiz de ana akım medyanın diline alternatif, savaş
diline karşı barış dili, cinsiyetçi bir dile karşı cinsiyetçi olmayan
eşitlikçi bir dil. Holdinglerin, patronların oluşturuduğu sahiplik
yapısına karşı daha yaygın geniş katılımlı bir sahiplik… Bütün bunlar
aşağıdan yukarıya bir araya geldiğinde, gazetecilerden ve vatandaşlardan
bir örgütlü talep bir araya geldiğinde belki gazeteciliğin saydığımız
sorunlarına bir çözüm bulunabilir.
Doğan Tılıç kimdir?
1960 yılında Niksar'da doğdu. 12 Eylül'de ODTÜ Sosyoloji
Bölümü'ndeki eğitimine zorunlu ara verdi. 1984 yılında üniversiteye
döndü. 1997'de doktor unvanı aldı. Gazeteciliğe 1987 yılında 2000'e
Doğru dergisinde başladı. 1990 yılında Demokrat dergisini çıkaranlar
arasında yer aldı, Ankara temsilciliğini yaptı. 1988 yılında Alman
Radyosu ARD için, bir yıl sonra da halen Türkiye temsilciliğini
sürdürdüğü İspanya Uluslararası Haber Ajansı AGANCIA EFE için çalışmaya
başladı. Çalıştığı kurumlar için Afganistan'daki çatışmaları izledi.
Körfez Savaşı sırasında Irak ve Suudi Arabistan'dan haberler geçti. 1992
yılı boyunca Yugoslavya'nın parçalanma sürecine tanıklık etti.
Azeri-Ermeni çatışmalarını izlemek üzere Azerbaycan ve Karabağ'da
bulundu. BBC Dünya Servisi'ne Türkiye'den haberler geçti. 1995-96
yıllarında Siyah-Beyaz gazetesinde "Dünya ve Politika" adlı köşesinde
düzenli olarak dış politika yazıları yazdı. Mürekkep dergisinin yayın
kurulunda yer aldı. 1996 yılında, 25 ülkeden 2500 gazeteciyi bünyesinde
toplayan Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Uluslararası Yürütme Kurulu
üyeliğine seçildi. Halen AEJ Yürütme Kurulu üyeliği yanında AEJ Basın
Özgürlüğü İzleme Komitesi başkanlığını da yapıyor. İngilizce, Almanca ve
İspanyolca olarak da baskıya hazırlanan “Utanıyorum ama Gazeteciyim”
Tılıç'ın ilk kitabı. Kitap, Yunanistan'ın önde gelen yayınevlerinden
Livanis tarafından da basıldı.