Ayfer Karakaya-Stump Kimdir?
Doktorasını
2008 yılında “Sultan’ın Tebaası, Şah’ın Öğrencileri: Osmanlı
Anadolusunda Kızılbaş/Alevi Toplulukların Oluşumu ve Dönüşümü” başlıklı
teziyle Harvard Üniversitesi’nde tamamlayan Karakaya, ABD’de The
College of William and Mary’de tarih bölümünde öğretim üyeliği yapıyor.
Karakaya’nın Aleviliğin kaynaklarına dair birçok makalesi ve yayın
hazırlığında olduğu bir çok kitap çalışması bulunuyor.
Alevilik
tarihi üzerine daha önce akademik çalışmalara konu edilmemiş, görmezden
gelinmiş icazetnameler, hilafetnameler, şecereler, Kerbela
ziyaretnameleri gibi Aleviliğin birincil kaynaklarına dayanarak hazırladığınız
Alevilik tarihyazımı açısından çok önemli çalışmalarınız var. Bu
çalışmalarınızda Alevilik tarihine ilişkin pek çok yerleşik kanıyı
sarsıyorsunuz. Sarstığınız fikirlerin başında da Anadolu Aleviliğinin
köklerinin Safaviler tarafından “kandırılmış” göçebe aşiretler olduğu
biçimindeki neredeyse resmiyet kazanmış tez yer alıyor. Bu anlayış
yerine ocaklar biçiminde örgütlenmiş köklü Sufi çevrelerinin, Vefai
tarikatının önemini vurguluyorsunuz. Bize çalışmanızdan kısaca bahseder
misiniz?
Evet,
sanıyorum çalışmalarımın en ayırdedici özelliği arşiv belgelerinin yanı
sıra bizzat Alevi dede ocaklarına mensup ailelerin ellerindeki yazılı
belgeler ve yine aynı ailelerden derlediğim sözlü anlatılara
dayanmaları. Bu şekilde Alevi tarihini devlet-merkezli bir perspektiften
ve dışardan yakıştırmalarla değil, içerden bir gözle ve Alevi
toplumunun kendi içinden çıkmış kaynaklara ve kategorilere binaen, tüm
karmaşıklığı ve zenginliği ile okumaya ve anlamaya çalışıyorum. 1995’ten
beri bu yaklaşımla sürdürdüğüm çalışmalarım sonucunda Aleviliğe dair
birçok yerleşik kanının sağlam ampirik dayanaklarının olmadığını gördüm.
Bu hiç sorgulanmayan ama herkes tarafından tekrar edilen varsayımlara
ben Alevi tarihyazıcılığının mitleri diyorum. Fuad Köprülü’den ber
tekrarlanagelen, Kızılbaşların hepsinin Türkmen ve göçebe olduğu bu
mitlerden biri mesela. Oysa kaynaklara baktığınızda Kızılbaşların önemli
bir kısmının köylü ve yerleşik olduğunu, hatta Osmanlı bürokrasisinde
bile Kızılbaş inancında kişilerin bulunduğunu görüyorsunuz. Benzer
şekilde ta en başından beri Kızılbaşlar arasında Türkmen olmayan
grupların, özellikle de Kürtlerin varolduğuna dair açık tarihi kayıtlar
var. Dolayısıyla, her ne kadar zamanla kendi başına yarı-etnik bir
kimlik niteliği kazanmışsa da tarihsel olarak Aleviliği etnik bir öze
dayandırmak, bu ister Türklük, ister Kürtlük, ister Zazalık, ister başka
birşey olsun, ampirik olarak desteklenemez bir iddiadır.
Kızılbaşlığın
ortaya çıkışının kandırılmışlıkla, göçebe yaşam tarzıyla veya yüksek
İslam’ı anlamamakla alakalandırılmasının da son derece sorunlu bir
yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Benim bulgularıma göre Kızılbaş hareketi
Safevi liderliğinde bir araya gelmiş, köklü bir takım Sufi ve gezginci
derviş gruplarının bir koalisyonu olarak ortaya çıkmıştır. Bu grupları
bir araya getiren de müteşerri Sünni İslam’a karşı bilinçli bir muhalif
tavır ve mistik yönü ağır basan, Ali-merkezli inançlarıdır. Zamanla bu
farklı gruplar Alevi ocakları olarak kendi içlerinde organize olmuş,
nevi şahıslarına münhasır bir sosyo-dinsel örgütlenme modeli
geliştirmişlerdir. Zaten böyle güçlü bir felsefi omurgası, başarıyla
işleyen bir iç örgütlenmesi ve titizlikle uygulanan ritüelleri olmasa bu
kadar baskıya rağmen Aleviliğin bugüne kadar ayakta kalması mümkün
olmazdı.
Peki Vefailik bu resimin neresine oturuyor?
Vefailik
bu resmin içinde önemli bir yer kaplıyor. Diyebilirim ki Alevi yazılı
kaynaklarının bize sunduğu en çarpıcı, en beklenmedik bulgular Vefailik
ile ilgili olanlardı. Alevi dede ailelerinin ellerindeki, en eskileri
14. yüzyıl sonu ve 15. yüzyıla giden icazetname, şecere, ziyaretname
gibi belgeler bize Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki birçok ocağın Vefai
kökenli olduğunu, bunun ötesinde Vefailiğin bir gezginci dervişler grubu
olan Rum Abdalları ile yakın bağlantısı bulunduğunu ve Rum Abdallarının
zamanla Kızılbaşlık ve Bektaşilik içinde eridiğini gösteriyor.Yani, bir
cümle ile söylemem gerekirse, Irak menşeli bir tasavvufi hareket ve
oluşum olan Vefailik tarihte Kızılbaş hareketinin ana damarlarından
birini teşkil etmiş görünüyor. Burada ilginç olan bir nokta, Vefailiğin
kendine referans aldığı şahsiyet, Ebü’l-Vefa el-Bağdadi, 11. yy’da, yani
daha tarikatlar tam olarak şekillenmeden yaşamış, menakıbnamesine göre
baba tarafından seyit, anne tarafından Kürt, Iraklı bir mutasavvıfdır.
Aslında
Vefailik sadece Kızılbaş/Alevi tarihinde değil, tüm Anadolu dini ve
kültürel tarihinde çok önemli rol oynamış görünüyor. Bu tespit Kızılbaş
hareketinin köklü Sufi çevrelerin ve gezginci derviş gruplarının bir
koalisyonu olduğu tezini desteklemekle kalmıyor, aynı zamanda Aleviliği
Orta Asya İslam öncesi Türk inanışlarının devamı olarak gören Köprülü
paradigmasını da sorguluyor. Vefailiğe dair bulgularımız, Köprülü
paradigmasının dayandığı, ‘yüksek İslam’ ile ‘halk İslamı’ arasında net
bir ayrım öngören modele yönelik de ciddi soru işaretlerinin ortaya
çıkmasına neden oluyor, zira Anadolu’daki serüveni bağlamında Vefailiğin
hem mezhepsel hem de sınıfsal sınırları aşan bir tasavvufi akım
olduğunu görüyoruz. Nitekim doğuda bir Vefai şeyhi, mesela meşhur Dede
Kargın, zamanla bir Alevi dedesine dönüşürken, batıda Şeyh Ede Balı gibi
bir başka Vefai şeyhi ilk Osmanlı beylerinin en yakınındaki dini
figürlerden biri olarak karşımıza çıkabiliyor.
Kızılbaşların
sünnileştirilmesine dönük gayretlerin oldukça eski olduğunu biliyoruz.
Osmanlı’dan günümüze değin hangi tarihsel uğraklar ve hangi toplumsal
değişimler Aleviliğin resmi yahut “yüksek İslam” anlayışı içerisine
yerleştirme yönündeki çabayı kuvvetlendirmiş ve hızlandırmıştır?
Osmanlı
beyliğinin imparatorluklaşma süreci dini sahada da bir ortodokslaşma
ve merkezileşme sürecidir. İlginçtir; bu süreçte Osmanlı hanedanının
meşruiyetine yönelik en güçlü ideolojik tehdit Osmanlıların yükşelişine
kadar bölgede başat güç olan, Mekke ve Medine’nin hakimi (Sünni)
Memlüklerden değil, yeni ve taze bir güç olarak ortaya çıkan, seyyitlik
iddiaları ve bölgenin en saygın tarikatlarından birinin varisi olmaları
hasebiyle Osmanoğullarından çok daha güçlü bir dini meşruiyet zeminine
sahip (Şii) Safevilerden gelmiştir.
Bu
ciddi ideolojik tehdide karşılık Osmanlılar sınırları Ali-ci
hareketlerden ve antinomiyan Sufilikten net bir şekilde ayrıştırılmış
yeni bir Sünni kimlik tanımlama ve bu resmi Sünniliği tebaasına elinden
geldiğince, icabında zor kullanarak benimsetme ihtiyacı duymuştur.
Ebusuud’un doğru Sünniliği tanımlamaya yönelik yüzlerce, hatta binlerce
fetvasının, Kanuni döneminde başlatılan mescit ve cami yapma
kampanyalarının, halkın namaz, oruç gibi ibadetleri yerine getirmesi
konusunda devletin artan titizliği ve o dönemde süregiden Kızılbaş
takibatlarının nihai amacı imparatorluk sınırları içinde daha homojen ve
konsolide bir Sünni kimlik yaratmaktı. Tabii 16. yüzyıl ve sonrasında
uygulanan bu Sünnileştirme politikalarının hedefi sadece Aleviler değil,
aynı zamanda nominal olarak Sünni olmakla birlikte Sünniliği resmi
tanımlandığı şekliyle anlayıp yaşamayanlardı.
Yeni
çalışmalar ilerde başka bir resim ortaya çıkarır mı bilmiyorum, ama şu
anki bilgilerimiz özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısından sonra ve 18.
yüzyıl boyunca devletin Alevilere yönelik politikalarında bir gevşeme ve
yumuşama olduğu yönünde. Daha doğrusu bu dönemde artık büyük oranda
kırsal bölgelerle sınırlanmış Kızılbaş/Alevi nüfus Osmanlı devletinin
öncelikli dertleri arasında değildir, hatta adeta unutulmuşlardır. Ancak
bu durum 19. yüzyılda değişecek ve devlet bir kez daha tepeden inme
Sünnileştirme politikalarını uygulamaya koyacaktır. 1826’da Bektaşiliğin
yasaklanması ile birlikte Bektaşi tekkelerine Nakşibendi şeyhlerinin
atanması ve buralara camii yapılması sürecini bir kenara koyarsak,
devletin Aleviler ve Yezidiler gibi ‘yoldan sapmış’ kabul ettiği
gruplara yönelik Sünnileştirme çabalarında ikinci büyük dalga II.
Abdülhamid döneminde yaşanmıştır. Bu dalganın itici gücü Protestan
misyonerlerin sözkonusu grupları Hristıyanlaştırabileceği korkusudur ve
zaten metodları itibari ile de kısmen misyonerleden etkilenmiştir.
Daha
yakın dönemlere gelirsek, 1980 darbesinden sonra, bilhassa Kürt
hareketinin yükselişini takiben Alevilerin Türk-İslam sentezi içerisinde
asimile edilmesi konusunda devlet daha önce hiç olmadığı kadar sistemli
bir çaba içine girmiştir. AKP iktidarı ile birlikte bu asimilasyonist
çizgi büyük oranda devam etmiş, ancak zamanla Sünni ilahiyatçıların
sürece daha aktif müdahil olmasıyla yeni bir mertebeye taşınmıştır.
Nitekim daha önceleri ‘öz Türklük’ vurgusuyla, yani milliyetçilik
kanalıyla Türk-İslam sentezi içine dahil edilmeye çalışılan Alevilik,
artık daha çok teolojik zeminde belli bir kalıba sokularak, özellikle de
sıradan bir ‘tarikate’ indirgenerek müteşerri İslam çemberine entegre
edilmeye çalışılıyor. Oysa Alevilik klasik anlamda, daha doğrusu Sünni
müteşerri İslam’da anlaşıldığı şekliyle bir tarikat değildir,
dolayısıyla Kadirilik, Nakşibendilik gibi tarikatlarla bir tutulması
imkansızdır.
Aleviliğin
toplumsal tarihi ötekileştirmeye yönelik bir çok örnek ile dolu. Bu
örnekler hem resmi düzeyde hem de gündelik hayat içerisinde
görülebiliyor. Bunları açıklarken genellikle ayrımcılık kavramını
kullanılıyor. Ancak sizin kullandığınız bir başka kavram daha var; Alevifobi. Temel hatlarıyla Alevifobiyi nasıl tanımlarsınız? Ayrımcılıktan farkı nedir?
Alevifobi
kavramını, toplumdaki Alevi karşıtlığının inançsal önyargıların çok
ötesine geçen, dini olduğu kadar sosyo-psikolojik boyutlara da sahip bir
olgu olduğunu vurgulamak için kullanıyorum. Herşeyden önce Alevifobi
kimlik politikaları ile yakından ilişkilidir. Ta Osmalılar devrinden
beri Sünnilik sadece pozitif anlamda değil, negatif anlamda
Alevi/Kızılbaş olmamak şeklinde tanımlanmıştır. Nitekim
Osmanlı-Sünni kimliğinin hep ‘ötekisi’ olan Alevilik, Cumhuriyet
döneminde de Türk-Sünni kimliğinin yarı-resmi ‘ötekisi’ olmaya devam
etmiştir. Alevifobinin sıradan bir ayrımcılıktan diğer bir farkı
Alevilere karşı içinde barındırdığı irrasyonel korkudur. Aleviler devlet
ve Sünni çoğunluk tarafından hep bir ‘iç tehdit’ olarak algılanmış,
varlıklarının toplumun bütünlüğüne ve saflığına halel getireceğinden
korkulmuştur. Alevilere yönelik bu irrasyonel korkular mum söndü gibi
cinsellik temalı iftiralarla derinleştirilmiş ve Alevilik adeta bir
nefret objesi haline getirilmiştir.
Alevifobik
refleksin toplumumuzda ne kadar derin ve yaygın olduğunu gösteren en
carpıcı emare, farklı görünümlerde de olsa toplumun Türk, Kürt, dindar,
laik, sağcı, solcu tüm kesimlerine nüfuz etmiş olmasıdır. Oysa
önyarıgısız ve dışardan baktığınızda Aleviler ile Sünnilerin tarihsel,
kültürel ve hatta demografik olarak aralarında ciddi ortaklıklar ve
akışkanlıklar olduğunu görürsünüz. Zaten Alevifobinin yarattığı güçlü
anksiyete de tam da bundan kaynaklanıyor olsa gerek, yani ‘öteki’den
uzak olma arzusu ile maddi gerçeklikte ‘ötekiye’ olan yakınlık
arasındaki çelişkiden. Mesela sürekli Alevi deyişleri dinlediğine şahit
olduğumuz dini bütün bir Sünni komşumuzun, Alevi müziğine olan
hayranlığını itiraf ettiği aynı cümle içinde Alevileri namaz
kılmadıkları, camiye gitmedikleri, velhasılı eksik Müslümanlıklarından
dolayı keskin bir dille eleştirme ihtiyacı duyması böyle bir
anksiyetenin tezahürü bence.
Buna
paralel olarak Türkiye’de Aleviliğin muhalif ve genel itibariyle sola
açık bir siyasi kimlik olarak şekillenmesinde bir takım tarihsel dönüm
noktaları tespit edilebilir mi?
Aleviliğin
düşünsel olarak hakim din anlayışına radikal bir eleştiri getirdiğini
kabul etmeliyiz. Aleviler dönem dönem bu din anlayışını temsil eden
Osmanlı idaresine karşı direnmekten ve ayaklanmaktan da geri
durmamışlardır. Tabii bu Aleviler her an her dakika isyan halindeydi,
hep dağlarda izole şekilde yaşardı, Osmanlı devleti ile hiç işleri
olmazdı şeklinde anlaşılmamalı. Alevi belgeleri arasında bulunan tahrir
kayıtları, mahkeme hüccetleri gibi belgeler Alevilerin de diğer reaya
gibi vergi ödediklerini, çeşitli nedenlerle kadı mahkemelerini
kullandıklarını ve Alevi dedelerinin seyit olarak bazı vergi
muafiyetlerinden faydalandıklarını göstermektedir. Ama öyle ya da böyle,
Alevilerde kısmen tarihi şartların ürünü kısmen de inançsal temellere
dayanan bir siyasi ve dini muhalefet geleneğinden bahsetmek yanlış
olmaz. Ayrıca başta cem olmak üzere dini ritüellerine ve musahiplik gibi
sosyo-dinsel kurumlarına yakından baktığımızda Alevilikte güçlü bir
paylaşımcı ve eşitlikçi vurgu olduğunu da görmemek imkansız.
Bütün
bunlar ötelenmiş bir azınlık olmanın yarattığı ruh hali ile birleşince
Aleviler doğal olarak sol akımlara meyletmiştir. Tabii Alevilerin modern
anlamda sol siyasetle tanışması 1960’lardan sonra, yani köyden kente
büyük çaplı göçlerle başlamıştır. Şehirde yetişen ve yüksek öğrenim
imkanına kavuşan ilk kuşak Aleviler için sol ideolojiler Türkiye
toplumuyla entegre olmalarının bir anlamda önünü açmıştır. Ancak aynı
dönem geleneksel Alevi kurumlarının da çok ciddi şekilde erozyona
uğradığı bir dönemdir. Büyük şehirlere göçle bir yandan talip-dede
bağlarında çözülmeler yaşanmış, diğer yandan da dedelik kurumu sol
ideolojileri benimsemiş genç kuşak şehirli Aleviler tarafından sert ve
yıpratıcı eleştirilerin hedefi olmuştur. Ama 1990’lardan sonra,
özellikle de Sivas katliamını takiben sol hareketin içinden gelen bu ilk
kuşak şehirli Aleviler bu kez Alevi örgütlenmesinin başını
çekmişlerdir.
Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın Aleviliği Sünni İslam’ın kabul görmüş kavramları
ile tanımlamaya çalışmasını, Başbakan’ın giderek keskinleşen ayrımcı
söylemini ve nihayet dış politikada artık iyiden iyiye gözlenen mezhepçi
tavır göz önüne aldığımızda AKP döneminde Alevilik meselesinin
niteliksel bir değişime uğradığını ya da boyut atladığını söyleyebilir
miyiz?
Yukarıda
da söylediğim gibi, 1980 askeri rejimi ile başlayan Alevilere yönelik
aktif asimilasyonist politikalar AKP hükümetleri ile artan bir hızla ve
kamusal kaynak aktarımıyla sürdürülmekte, hatta bir adım daha ileri
gidilerek bu çabaların teolojik ve yasal bir zemine oturtulması için
gayret sarfedilmektedir.
Ancak
Alevilikle ilgili AKP döneminde yaşanan belki de en önemli niteliksel
değişim, Erdoğan hükümetinin özellikle son yıllarda mezhepçiliği daha
önce görülmemiş bir sıklıkta ve alenilikte bir siyaset aleti olarak
kullanma eğilimidir. Türkiye’de mezhepçilik bir siyaset aleti olarak
özellikle sağ partiler tarafından aslında her zaman kullanılmıştır.
Soğuk savaş döneminde sol partileri Sünni çoğunluğun gözünde
öcüleştirmenin en kestirme yolu, kahir ekseriyeti köylü ve işçi olan
Alevilerin 60’lı ve 70’li yıllarda sol ideolojilere olan yakınlığından
da faydalanarak geleneksel Kızılbaş nefretini komunist nefretine tahvil
etmekten geçiyordu. Bu çabalarında büyük oranda başarılı olan sağ
partiler bu sayede muhafazakar Sünnilerin sol partilere karşı duygusal
kopuşlarının da temelini attılar. Yani AKP’nin Alevi karşıtı mezhepçi
söyleminin sağ siyasi geleneğimizde yeri vardır. Ancak Alevi adını
anmanın tabu olduğu 90’lı yıllar öncesinde mezhepçi siyaset daha alttan
alta ve daha çok yerel düzlemde uygulanırken AKP ile birlikte, bilhassa
da son yıllarda ulusal, hatta uluslararası düzeyde ve çok daha yoğun ve
açık bir şekilde tedavüle sokulmaktadır ki bu da son derece kaygı
vericidir.
AKP’nin Suriye krizindeki tutumundan bahsediyorsunuz herhalde…
Evet,
bu mezhepçi söylem Suriye krizi ile birlikte uluslararsı platforma
taşındı. Aslında biraz geriye dönüp baktığımızda, AKP hükümetinin hayat
memat meselesi addettiği tüm siyasi kavşaklarda mezhepçi söyleme
rahatlıkla tevessül edebildiğini görüyoruz. Suriye krizinden önce bu
açıdan en derin kırılma noktası 2010’daki referandum sürecidir.
Referandumda ‘evet’ oyu verilmesi için yaptığı miting konuşmalarında
Erdoğan muhtelif defalar Alevileri hedef alan “yargıda belli bir mezhebi
grup var,” “bana Alevi hakimler ceza verdi” türü sözler etmiştir.
Ayrica, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bazı üyelerinin Alevi
kökenlerini ima ederek “dedelerden artık talimat alınmayacak” ifadesini
kullanmıştır. Hem Tayyip Erdoğan hem de Ankara Belediye Başkanı Melih
Gökçek gibi AKP’nin diğer üyeleri, ana muhalefet partisi CHP’nin yeni
başkanı Kemal Kılıçtaroğlu’nun Aleviliğini kamuoyu önünde defalarca ve
alaycı bir tavırla vurgulamışlardır. Nitekim o günlerde MHP genel
başkanı Devlet Bahçeli, AKP’lilerin MHP’nin tabanına “yüksek yargıdan
Alevileri temizliyoruz” şeklinde propaganda yaptıklarını bizzat ve
birden fazla kez ifade etmiştir. Bu propagandanın belli oranda başarılı
olduğunu ve referandumda verilen %58’lik evet oyu içerisinde bu şekilde
Alevifobik refleksleri kaşınan bir grup MHP’li ve başka partili seçmenin
de bulunduğunu düşünmek yanlış olmasa gerek. Hükümetin Suriye krizi
bağlamında kesifleşen mezhepçi söylemini de, bu ülkeye yönelik
uyguladığı müdahaleci politikalarına baştan beri düşük seviyelerde
seyreden seçmen desteğini Sünni kesimdeki Alevifobiyi harekete geçirerek
arttırma çabalasının bir parçası olarak okuyabiliriz.