“Tutunamayanlar”ın Politik Psikolojisi’ne kavuştuk sonunda.
Serol Teber’le (1938-2004)
ne çok konuşmuştuk bunu. Oğuz Atay ve kendi kuşağı ekseninde aydınımızın
seyrine bakmış, ana sorunsalın bir başına “tutunamama” durumu olmadığı kanısına
varmıştık. Teber, o süreçte Aşiyan’daki Kâhin’ i (2002) yazdı.
Ardından, buluşma zamanlarımızda da, biraz daha
edebiyatın ve politik-psikolojinin içinden bakarak, aydınımızın Osmanlı’dan
bugüne uzanan serüvenini belirli dönemeçlerde yaşanan kırılmalarla irdelemek
istediğini anlatmış; 1940’lardan beri oluşan “yeni edebiyat”ın seyrine dair
neler düşündüğümü öğrenmek istemişti. Aramızda kayda değer bir görüş
alışverişi, tartışma zemini oluşmuştu. Öyle ki, acaba birlikte bir çalışma
yapsak mı diye de konuşur olmuştuk.
Ancak bir süre için, ben yayıncılığa dalmıştım, o da
“emeklilik” zamanı için düşünü kurduğu araştırma yolculuklarına çıkmıştı.
Sıklıkla haberleşip, yeniden bir araya gelme planları yaptığımız bir dönemde,
bir yolculuğum esnasında aldım onu yitirdiğimizin haberini. Şu an elimdeki bu
çalışmasının seyrinden haberliydim, henüz bitmediğini biliyordum.
Her Karşılaşma Zenginliktir
Onu ilkin “Düşün” ve “Görüş”teki yazılarından tanıdım.
Ardından kendisiyle yüz yüze gelip tanışıp söyleştik. Almanya’da çalıştığı
klinikten, ortak dostlarımızdan söz etmiştik. Picasso kitabının yeni
basımını yapmak istediğimden bahsettiğimde sevinmişti. Böylelikle birlikte ilk
ortak çalışmamıza da adım atmıştık. Ardından Papirüs’teki İnsanın Hiçleşme
Serüvenine Giriş gelmişti.
En son Beylerbeyi’ndeki evinde buluşmuştuk. Artık
emekli olmuştu. Türkiye’ye daha çok gelip gidiyordu, burada daha çok zaman
geçiriyordu.
Serol Teber, parıltılı bir zekaydı. Donanımı, bakışı,
dünyayı ve Türkiye’yi okuma biçimi…- Osmanlı
aydınları üzerine konuştuğumuzda,Tevfik Fikret’te onu çekenin belki de
kendisinin adlandıramadığı ama benim gözlemleyebildiğim, ikisinin arasındaki
benzerlik olduğunu hissediyordum. Onda, bir “kâhin” edası olmasa da;
politik-psikiyatri üzerinden toplumu/insanı okuma bilinci/bilgisi şaşırtıcı
bulguları çıkarıyordu ortaya.
Şu an okuduğumuz kitabında da bunun ipuçlarını
görmemiz mümkün.
Yakın dostu Ayşen Anadol editörlüğünü yapmış
kitabın, bir bakıma da o tamamlanamayan yapıyı kurmaya çalışmış. Teber,
bu kitabın yazım sürecinin ilk faslı bittiğinde okumamı istiyordu. Özellikle, Oğuz
Atay’la ilgili biyografik roman çalışmamı biliyordu. Bu nedenle görüştüğüm
kişilerle konuşmalarımın bir ikisini de anlatmıştım kendisine. Erzurum’u
Tehcir’den 1970’lere uzanan süreçte anlatan bir roman yazdığımı biliyor; bu
nedenle benimle Erzurum ve Atay üzerine anlatacaklarımı/yazdıklarımı
daha detaylı konuşup, tartışmak istiyordu. Tabii bir de kendi yazdıklarına
dönük yorumumu da merak ediyordu.
Bir rastlaşmamızda, Oya Baydar’la Serol Teber’i konuştuk. Benim
gözümde Serol da bir roman kahramanıydı. Çok farkına varmadığımız benzersiz bir
aydın kimlikti.
Şimdi, bu kitabı karşıma çıkınca, elimde bir akkor
tutmuş gibi oldum. Sayfaları özenle çeviriyor, yazılıp edilenlerin de ötesine geçerek
yudumlayarak okuyorum Teber’in her satırını.
Hayatın/hayatımızın “tutunmaca” oyununu
anlatmaya başladığının ilk işaretini kitabın öndeyişinde veriyor bize hemen.
Sonrasında ise okurunu acı ve ıstıraptan, sorgu ve yüzleşmeler geçireceği
kesin!
Doğrusu, ilk okumayı notlar almadan satırları çizerek
yapıyorum. İkinci okumada yeni kapılar aralayacak eminim. Çünkü, zihinsel
yoğunlaşmayla birlikte ona dair hatırladıklarım, onun söyledikleri, konuşup
tartıştıklarımız bellek havuzumdan bir bir çıkmaya başlıyor.
Sorgulayıcı Olan
Sürekli sorgulayıp açımladığı kimlik krizi/sanrısı;
aidiyet durumu, hiçleşme korkusu ve tutunamama hali bu kitabın da en temel
sorgusu.
Kişilik yarılması, sınır kişilik, bölünmüş benlik…Ve
Mankurtlaşma… Teber, tarihsel bir bakışın ötesinde psiko-analitik
bir yaklaşımda bulunuyor. Birey-insan, arınmış/arındırılmış insan
tipolojisi…Tanzimat’la gelen bölünme, Cumhuriyet’le oluşan Anadolu’nun
Türkleştirilmesi projesinin önü ve arka planı Teber’in aynasında hep
sorgulama imi olmuştur. Oradan gelip Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz
Atay’ın anlatılarına/düşünce dünyalarına yansıyanlara bakması da bu
yüzdendir. O insan/birey nasıl bir varoluşun sonucunda varlığını romanlara
taşımıştır. Yazılan kadar bunları yazanların da o serüvenin bir parçası olması
ilginç ötesi, sorgulanmaya değerdir. Teber’i, Tevfik Fikret’i
irdelemeye yönelten de aslında buydu. Onun sıkışıp kalmış tutunamayan aydın
olma hali…
Değişen söz ve duruşlardan söz edecek olursak eğer
önce şu “makbul vatandaş”/”özgür yurttaş” kavramlarının ne anlama geldiğine
bakmamız gerek. Çünkü Teber, kitabında olmayanı oldurma
serüvenine dönük tespitler yaparken, aslında; kurulan/inşa edilen bu yeni
aidiyetlerin hiçbirinin “yerli” olmadığı, bir tür “icat edilmiş vatandaş”ın
“sürü”den sıyrıltılarak oluşturulduğunu imler.
Osmanlı’da itilen/ötelenen, adı bile imparatorluğa
yakıştırılamayan “Türk”, yani “Kötü Türk”; Anadolu’nun yekpare sahibi olmaya
nasıl hazırlandığının serüvenine dönük tespitlerde bulunur, Teber.
Kuşkusuz dayanakları olan belirlemeler/öne sürmelerdir bunlar. Sorgulayıcılığın
ötesinde derin bir psiko-analiz yapar. Yeni icat vatandaş nasıl vatandaştır,
sorusunu da sorar sıklıkla.
Türkiye’nin kimlik inşa sürecindeki önsorunlar; her ne
kadar 1839 Tanzimat’la başlatılsa da, öncesi de vardır. Eğer 1839 sonrasına
bakacak olursak; 1856 Islahat, 1876 ilk Meşrutiyet, 1908 Jöntürk ihtilali, ve
nihayetinde 1923 Cumhuriyet’in ilanı…
Bu tarihsel süreçlerin arka planı geldiğimiz “yeni
durum”un, yani ülkenin AKP’lileştirilme/muhafazakârlaştırılma sürecinin nasıl
inşa edildiğini de anlatmaktadır bize.
İşte Serol Teber, kitabında, bu inşa
sürecindeki “yeni insan”/”yeni kimlik”in nasıl/neden/niçin oluşturulduğunun
sorgusuna yönelir.
Uluslaşma Sürecinin Yansıları
Serol Teber, ezber bozan
aydın kimliğiyle yazan biriydi. Ki, bu kitabı da tek başına örnek
olarak gösterilebilir.
Bizi uluslaşma sürecinin açmazlarına götürenlerin neler olduğuna dair de
ilginç gözlemleri var. O, daha çok bunları; kurulan düşünsel/yazınsal metinler
üzerinden yaparken, kendi düşüncelerini de dillendirir. Yani salt yapıt
çözümü/düşünce yorumuna gitmez. Kendi özgün düşüncelerini de içeren/verimli
kılabilen bir söylemi seçer.
Teber’in Oğuz
Atay için kullandığı tanımı, şimdi de ben kendisi için burada yinelemek
isterim: “kâhin aynası”. Evet, onun bilincidir bu. 2000’lerin başında
yazdıklarıyla 2014 Türkiyesi’ni okuyabilen bir aydındır Serol Teber. Yani
bir “Menetekel!”
Gerçi, Teber, (ki, kendisiyle burada ayrışırız)
roman gibi romanın yazımını edebiyatımızda Oğuz Atay’la başlatır. Ona, bir
konuşmamızda Kemal Bilbaşar’dan, onun Denizin Çağırışı romanından söz
ettiğimi hatırlıyorum. Yusuf Atılgan’ı biliyordu. Kuşkusuz onda “aydın”/”kimlik”
sorgusu yoktu. Ama Bilbaşar, bunun ilk kıpırtılarını, o sıkışıp kalmış
tutunamayan insanı ağdırmıştı romanına.
Gene de, Teber’in Oğuz Atay’dan yola
çıkarak yaptığı tespitler/analiz ve getirdiği sav önemlidir. Ama Atay için
şu söylediklerine pek katılmak mümkün değil:
“Başta Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar
romanları olmak üzere Atay’ın yapıtları kanımca Türkçe edebiyat
tarihinin süpernovalarından biri, olasılıkla birincisidir.”
Onun “süpernova” dediğine, ben, “kurucu yazar”/
“kurucu anlatı” derim. Ve bana göre Atay’ın yapıtları bu anlamda
kültleşecek düzeyde edebî değildir.
Bu ayrımı başta koymak gerekir.
Teber’in
çıkarsamaları/yorumları kendi bakışı birikimiyle zenginleşir aslında. Bir tür
uranyum zenginleştirmesi gibidir bu.
Sanırım, Serol Teber’in bu yapıtını okurken,
onun kendisine dönük sözlerini de hep akılda tutmak gerekecek:
“Ama, ‘tutunanlardan’ olup da ‘suya sabuna
dokunmadan’ yaşam boyu ‘pis’ kalmaktansa, tutunamayanlara yakın olmak pahasına
bu süpernovanın içinde yitip gitmeyi yeğledim. Hem de seve seve.” (s. 41)
Kuşkusuz kitapta Atay’ın romanındaki bu ana
izleğin yanı sıra Tanpınar ve Pamuk’a dönük düşüncelerine
de yer vermiş, Teber.
Osmanlı aydınlanmasından Cumhuriyet’in kuruluşuna,
Anadolu’nun Türkleştirilmesinden Cumhuriyet’in kırılma noktalarına değin birçok
konuyu/sorunu politik-psikoloji açısından irdelemesi kayda değer elbette.
Sanırım ikinci okumamdan sonra Serol Teber’e
dair daha uzun/etraflıca yazacağım sevgili okurum.
Feridun Andaç –
edebiyathaber.net (10 Haziran 2014)