Murat Paker:
İsterseniz daha önce fanatizmi psiko-politik açıdan nasıl
çerçeveleyebiliriz, özellikleri nelerdir, ondan
başlayabiliriz. Sonra da oradan sorularla ayrıntılarına
geçeriz.
M.T.: Tabii.
Fanatiklik
eleştirel mesafelilikten uzak bir tarzda, nesnesine mesafe
koyamadan, takıntılı bir coşku, heyecan eşliğinde, bir
davaya, –politik ya da dini olabilir– ya da bir konuya
–sportif olabilir, hobilerle ilgili olabilir– genel sosyal
normları hiçe sayacak derecede aşırı bağlanma hali olarak
tanımlanabilir. Sonuç olarak bu bir insanlık durumudur,
hepimizde potansiyel olarak mevcuttur. Bu potansiyelin
gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kendi kişisel tarihiyle,
gelişim öyküsüyle ve de tabii içinde yer aldığı
sosyo-politik bağlamın, bir sürü değişik faktörün karmaşık
kombinasyonuyla, etkileşimiyle belirlenir. Belli bir
insanın, belli bir zamanda, belli bir konuya dair
fanatikliğe ne kadar yatkın ya da fanatiklikten ne kadar
bağışık olduğu bu bireysel ve sosyo-politik faktörlerin
etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Herhalde fanatizm için ilk
planda vurgulanması gereken en önemli şey, burada bir
mutlaklık algısı, mutlaklık iddiası olduğu. Fanatik
dediğimiz kişi, mutlak doğruya sahip olduğunu varsayan ve
buna uygun tarzda davranan kişidir. Burada aslında
epistemolojik anlamda, yani bilginin nasıl üretildiği ve
idame ettirildiği anlamında çok özgül bir konum var. Fanatik
kişi, “ben mutlak bilgiye sahibim. Ben mutlak bilgiye
sahipsem bunun dışındaki her şey mutlak olarak yanlıştır”
düşüncesindedir. O anlamda kuşkuya yer yoktur; kuşkunun ve
kuşkuculuğun inkârı ve bununla birlikte karmaşıklığın
inkârı söz konusudur. Müphemliklere, belirsizliklere,
çelişkilere, çelişkilerin bir aradalıklarına yer
bırakmama, tahammül edememe, krizlere tahammül edememe;
kaygıya tahammül edememe gibi özellikler sayabiliriz bu
mutlaklıkla birlikte gelen.
Bir
de yanlış anlamaları engellemek için şunu vurgulamak
yerinde olabilir herhalde: Heyecanlı/coşkulu tarzda bir
davaya/konuya bağlılık göstermek her durumda fanatiklik
anlamına gelmez. Bir bilim insanı, bir sanatçı, politikayla
uğraşan biri, mesleğini/işini seven biri sıklıkla
heyecanlı bir şekilde dert ettiği meselelere, davasına
bağlı biri olabilir. Bu tek başına bir fanatizm ölçütü
değildir. Tam aksine bu insanlar genellikle oldukça
faydalı, yaratıcı faaliyetler yaparlar. Buradaki kritik
nokta, bir dava peşinden gitsek bile, o davaya dair eleştirel
bir mesafeye sahip olup olmadığımızdır.
M.T.:
Şimdi, çağdaş zamana kadar yani bütün Eski Çağda,
Yunan’ıyla, Roma’sıyla, İslamiyet’le, Ortaçağ’la, hatta Yeni
Çağın da ortalarına kadar hüküm süren ‘hakikat tektir;
yanlış cevaplar çok olabilir ama tek bir doğru vardır’
anlayışı da bununla ilgili herhalde. Yani, otomatik olarak
herhangi bir dine, herhangi bir siyasi akideye bağlı olanlar
çok yakın zamanlara kadar, tek doğruyu arayıp,
kendilerininkinin o olduğunu düşünmüşler. Yani “farklılık
bir zenginliktir” çok yeni bir fikir gibi geliyor bana. Böyle
bir tarihsel perspektifi de var fanatikliğin.
Daha
geleneksel olan düşünce tarzı fanatikliğe yatkın. Çok yakın
zamanlara kadar bir Katolik için, bir Müslüman için fanatik
olmamak mümkün değil; o zamanlar hoşgörü belki ancak
tahammül düzeyinde, katlanma düzeyinde; saygı düzeyinde
değil. Hatta “çeşitlilik iyi bir şeydir” gibi bir fikir çok
aykırı.
Herhalde
orada mecburen katlanılan, mecburen tahammül edilen bir
durum söz konusu. Büyük bir otorite, devlet var; büyük bir
siyasi birimi idare etmeye çalışıyorsunuz, ekonomik
çıkarlar var, mecburen tahammül edilmesi gereken farklı
unsurlar var ama dediğiniz gibi saygı temelinde değil
bunlar. Fanatikliğin birincil özelliği olan “mutlak doğruya
sahip olma” konusundan devam edelim: Bu tabii müthiş bir
dogmatizm, müthiş bir katılık getiriyor. Ak / kara tarzında
algılamalar getiriyor, ara tonların, gri tonların yok
sayılması, onların görülmemesi, kutuplaşma getiriyor.
Burada, fanatikliğin nesnesi ne ise –politik, dini ya da
başka bir şey– o alanda, o konuda çok net doğrular ve yanlışlar
oluyor ve kişi ya da o grup kendisini doğrunun, haklının
tarafında mutlak bir biçimde konumlandırıyor; onun
dışındaki bütün konumlanmalar çok net, sert, katı bir şekilde
ötekileştiriliyor ve bu ötekileştirme masum bir
ötekileştirme de değil artık, bayağı düşmanlaştıran tarzda
bir ötekileştirme. Düşmanlaştıran tarzda ötekileştirme de
tabii gerektiğinde, yoğun tehdit algıları söz konusu
olduğunda, bu düşman şeklinde kodlanan kişilere ya da
gruplara yönelik çok yoğun bir nefretin, saldırganlığın
boşalmasının da önemli kanallarından biri oluyor.
M.T.:
Ben bu küçük denemede bir şey söylemeye çalıştım.
Fanatikliği ille de ahlaki açıdan kötü görmemiz
gerekmeyebilir; birisi kendisinin doğruyu bildiğine
içtenlikle inanıyorsa, karşısındaki için doğru olanın da
bilgisine sahip olduğunu düşünüyorsa, o kişiyi doğruya
zorlamayı, bir iyilik yapmak, onun yararına olan bir şeyi ona
zorla yaptırmak gibi de algılayabilir. Değil mi? İşin şimdi
bir de bu tarafı var. Yani sıkı bir dindar, o kadar emin ki kendi
inançlarından, bu inancı paylaşmayanları bu inanca getirmek
onların da lehinedir, onların da yararınadır duygusuyla
da hareket ediyor olabilir.
Tabii.
Çeşitli rasyonalizasyonlar zaten bulacaktır ama bu da
sonuçta fanatikliğin dışına çıkmak anlamına gelmez. Çünkü
bunu iyi niyetle yaptığını düşünür nihayetinde...
M.T.: Yani, iyi niyet de mümkün fanatiklikte.
Tabii. Çoğu fanatik bence “kötü niyetli” değil.
M.T.: Ama işte, kötülüğe (Cehenneme) giden yollar iyi niyetle döşelidir…
Bu
noktada şunu söylemek lazım: Bir yandan fanatizm için
ak-kara, tümden-iyi, tümden-kötü gibi algılamalar geçerli
derken, fanatik kategorisine sokabileceğimiz insanlara
da aynı şeyi yapmayalım. Bir fanatikler var, bir de fanatik
olmayanlar var diye ikiye ayırmamak lazım. Bunu bir
süreklilik üzerinde yani “az ya da çok fanatik” diye düşünmek
lazım. Yoksa dediğim gibi, hepimizde az ya da çok,
potansiyel olarak en azından, nüveleri var bu fanatizm denen
şeyin. Özellikle dikkat etmemiz, kendimizi daha bağışık
hale getirmek için bayağı bir uğraşmamız da gerekiyor.
Kısmen fanatik olarak görebileceğimiz çoğu insan için ilk
bakışta, dışardan bakıldığında öyle çok bir kötü niyet falan
göremeyebiliriz de. İşte bir futbol maçındaki kırk bin
kişilik seyirci grubunu düşündüğümüzde, bir olay
çıktığında bunların sadece belki birkaç tanesi tanesi
cinayet işleyecek derecede gözü karadır ama bunlara artık
uç nokta fanatik diyebiliriz. Tabii o kırk bin kişilik güruh
eyleminin içerisindeki fanatiklik yalnızca bu birkaç
kişiyle sınırlı değil. O kırk bin kişinin muhtemelen çok
önemlice bir kesimi –duruma göre değişebilir bu oran–
o bir iki kişinin yaptığı eylemi ortaya çıkartacak
kitlesel, fanatikçe bir halet-i ruhiyeyi oluşturan ana
unsur. Yani öyle bir kolektif iklim var ki orada, sonunda bir
iki kişi de çıkıp bunu yapabiliyor. Ve muhtemelen o kırk bin
kişi içindeki çok sayıda kişi “helal olsun çocuğa” da
diyebiliyor. Ya da işte ayıplanmıyor, cemaat / camia
dışına atılmıyor. Zaten bir sürüsü yakalanmıyor; hukuken de
bir şey olmuyor onlara; dolayısıyla yalnızca bireysel bazı
uç durumlarda davranan insanların bireysel davranışları
gibi görmemek, o bireysel davranışları ortaya çıkartan, en
azından engellemeyen, belki sonradan destekleyen,
pekiştiren o genel kolektif algı sistemlerini, halet-i
ruhiyeyi de düşünmek lazım. Bu anlamda mesela Türkiye, çoğu
zaman kanlı bir şekilde sonlanan politik ve dini fanatik
eylemleri ortaya çıkarmak açısından çok bereketli bir
toprak. Genel toplumsal halet-i ruhiyesi açısından buna çok
elverişli. Medyasından politik iktidarına, diğer anaakım
politik aktörlerine kadar. Linçe varan eylemler oluyor
Türkiye’de; özellikle son birkaç yılda, çok sık bir şekilde ve
sonunda işte “Malatya’daki cinayeti birkaç sapık yaptı”
düzeyinde yansıtılabiliyor. Ama aslında biraz daha geniş
ve derinlemesine baktığımızda o birkaç çocuğun arkasında
çok daha geniş, kolektif bir suç ortaklığı olduğunu
görüyoruz.
M.T.: Toplumsal destek…
Toplumsal
desteği de var, politik manipülasyonu da var; ve öyle bir
toplumsal iklim, sosyo-psikolojik iklim yaratılıyor ki, o
iklim içerisinde birilerinin birkaç görece küçük adım
atmasına kalıyor her şey. Ve o adımı atacak derecede
fanatik, ya da bireysel psikolojisinde sorunları olan insan
diyelim, öyle bir iklimde zaten her durumda bulunabilir.
Mühim olan öyle bir sosyo-psikolojik iklimin yaratılmaması.
O iklim olduktan sonra bir sürü cinayet işlenmesi, katliam
yapılması, işin zor kısmı değil, kolay kısmı. Zor olan kısmı, o
sosyo-psikolojik iklimin hazırlanma süreci, toplumun buna
yatkın hale getirilmesi, sessiz hale getirilmesi vs.
M.T.:
Bundan 30 küsur yıl önce Felsefe Kurumu’nun bir
toplantısında dogmatizm konulu bir bildiri okumuştum.
Orada, o zaman bana hayli doğru gelen –şimdi de farklı
düşünmüyorum– bir şey söylemiştim: “Kemalist pozitivizm”
zihniyet olarak aslında bir ikinci İslam gibi olmuştur; çünkü
kavramlar değişmekle birlikte zihniyet kalıbı
değişmediğinden aynı kesinlikle, keskinlikle bir şeylere
inanılmıştır. Hatta o zamanlar Türkiye’de yeni yeni
tartışılan sosyalizm de, adeta bir üçüncü İslam gibi
benimsenmiştir – zihniyetini değiştirmeden, sadece
kavramları değiştirerek benimsenir; ama kavramlara
bağlılık da adeta dine bağlılık gibidir. Bunu fanatiklik
konusunda da söyleyebiliriz: bir zihniyet, bir tavır alma söz konusu, kavramlar değişiyor ama kalıp, şebeke değişmiyor.
Kesinlikle...
Zihniyet aynen devam ediyor çünkü kendi içini ve dışını
homojenleştirmeye çalışan bir zihniyet kalıbı bu. İçimizi
iyi şekilde, tümden iyi şekilde homojenleştiriyoruz. Biz
mutlak iyiyiz, mutlak doğruya sahibiz, bizim dışımız da
mutlak kötü olarak kodlanıyor. Bunu böyle kodladığımız
zaman, yani bizim de bazı yanlarımız kötü olabilir,
problemli olabilir, bizim dışımızdakilerin bazı yanları da
iyi olabilir, ortak bir sürü değer vardır, ortak problemler
vardır, dolayısıyla anlayabilirim, empati kurabilirim,
bağlantı kurabilirim gibi mekanizmalar devrede
olmadığında, ideoloji ne olursa olsun, din, politik görüş ne
olursa olsun, benzer bir zihniyet mekanizması devreye girip,
fanatikliği çok daha rahat üreten, fanatik eylemleri,
davranışları ve nihai noktada kanlı eylemleri,
hesaplaşmaları çok daha rahat üreten bir ortam sağlıyor.
M.T.:
Senin bu dediğinde fanatikliğe karşı belki en etkili şeyin
kendini başkasının yerine koyabilme yeteneğini
geliştirme, o empatiyi geliştirme olduğu ortaya çıkıyor;
kendini ötekinin yerine koyabilirsen, kendi pozisyonunda
fanatikçe duramazsın.
Tabii
ki… Ama kendini ötekinin yerine koyabilmek ileri bir aşama,
ondan önce öteki diye bir şeyin var olduğunu kabul etmek, anlamak var… Çünkü bu tür uç fanatik düzeydeki davranışlarda öteki diye bir şeyin varlığı zaten pek kabul
edilmiyor. Narsisistik bir konumlanma mevcut, çok sert ve
katı bir anlamda “Bir tek ben varım” ya da kolektif düzeyde
konuşuyorsak “Biz varız”; diğerleri, diğer insanlar, gruplar
falan var ama onların gerçekten ontolojik ve duygusal bir
varlığı olduğunu ben, belki laf düzeyinde söylüyorum ama,
hissetmiyorum. Yani onların farklı bir pozisyonları
olabilir, hisleri olabilir, canları acıyabilir, onlar ayrı
birer öznedirler… Duygulanımsal düzeyde onlara “ayrı bir
özne” konumunu veremiyorum. Bu uç düzey, narsisistik
büzülme diyebileceğimiz bir şey. Ötekini, başka bir özne,
benden farklı, dolayısıyla farklı düşünebilen, farklı
hissedebilen bir özne olarak konumlandırmadığım zaman, ona
istediğimi yapabilirim. Onu yalnızca bana ne kadar
benzeyip benzemediği üzerinden değerlendiririm. Bana
benziyorsa zaten benim bir uzantım, bir parçam olarak
değerlendiriliyor. Bana benzemiyorsa o zaman zaten çok
ciddi bir tehdit unsuru çünkü bir tek ben varım, ben olmalıyım;
öteki itlaf edilmesi, bertaraf edilmesi gereken bir şey.
M.T.:
Ama o benzeme de biraz tehlikeli bir şey. Bana benziyorsa ve
benim düşündüklerime aykırı bir şey benimsiyorsa o daha
büyük bir tehlike. Değil mi?
Tabii,
o zaman benzemez oluyor işte. O zaman tabii mesele… Biz
burada dört kişi fanatik bir grubuz diyelim. Belli bir dünya
görüşümüz, ideolojimiz var, bir süre sonra aramızdan biri
çıkıp aykırı laflar etmeye başlıyor. O anda o artık bizden
değil. Dışarı atılması, ilişkisi kesilmesi gereken iç hain,
iç düşman muamelesi görüyor.
M.T.: İşte iç düşman, dış düşmandan daha kötü durumda.
Tabii ki, tabii ki.
M.T.: Yani, dış düşman nasılsa gâvur. Bu, Müslüman olduğu halde, Türk olduğu halde böyle bir kötü fikre sahip.
Yekpareliği, homojenliği çok tehdit eden
bir şey olduğu için o daha da kötü tabii. Ve tabii Türkiye’de
iç düşmanlar-dış düşmanlar meselesi gündelik hayatımızda
bize döne döne belletilen, artık herkesin hiç düşünmeden
ezberlediği, sindirdiği, içselleştirdiği bir refleks olmuş
durumda. Her yere yansımış durumda. Mesela, Kürt
meselesinin bu kadar şiddetli yaşanıyor olması ve artık
iyice zıvanadan çıkmış olmasının, rasyonel herhangi bir
kalıba sığamayacak düzeye çıkmış olmasının sizin demin
dediğinizle bağlantısı var. Şimdiye kadar Kürtler,
Türkleştirilebilir, aynılaştırılabilir, asimile
edilebilir bir unsur olarak düşünülüyorlardı; Kürtlükleri
yadsınıyordu, Kürtçe yadsınıyordu ama Türkleştikleri
ölçüde, “Ne mutlu Türküm diyene” diyebildikleri ölçüde de
kabul görüyorlardı. Son 20-30 yılda bunun olmayacağı, yani
Kürtlerin varlığının artık inkâr edilemeyeceği, başka bir
şeyken “Türküm” demeye zorlanarak herhangi bir mutluluğun
gelmediği ayan beyan ortaya çıktı işte. Dolayısıyla
içimizde veya içimizden biri olabilecek, asimile
edilebilecek bir unsur, artık asimile edilemezliğiyle ve
işte iddialara göre “dış düşmanlarla da işbirliği içinde”,
yoğun bir iç düşman halini almış ve o iç homojenleşmeyi çok
ciddi derecede tehdit eder hale gelmiş durumda. Kuşaklar
boyunca Kürtler yoktur demişsiniz, Kürtçe yoktur demişsiniz,
bir sürü kuşağı milli eğitim sisteminden geçirmişsiniz,
medyanız böyle çalışmış vb. Şimdi belki hükümet istese bile,
örneğin yarın Tayyip Erdoğan dese ki “Arkadaşlar bir yanlış
yaptık şimdiye kadar, seksen yıldır Kürtler konusunda, Kürtçe
konusunda yanlış yaptık, özür diliyoruz. Ve bundan sonra
değişik bir şeyler yapacağız artık. İnkâr ettik şimdiye
kadar, ayıp ettik, artık göstermelik olarak değil sahiden
saygı göstereceğiz ve bunun gereğini yapacağız” dese bile
milyonlarca insan, “Hop bir dakika, nasıl yani, siz on yıllar
boyunca bize niye yalan söylediniz, nasıl yalan söylediniz,
kim yaptı bunu, niye yaptı, bunca insan boşuna mı öldü?” diye
sormaz mı? Bu meselenin çözümünde ilk planda sorulması
gereken asıl sorular da bunlar. Kolay değil bunu böyle bir
anda halletmek. Dolayısıyla insanların on yıllardır
ayaklarını bastıkları bu zemin, –büyük ölçüde yalanlar
üzerine kurulu bir zemin– ciddi sarsıntı geçiriyor bu
Türk-Kürt meselesi üzerinden. Kim bu yalanların sorumlusu?
Neden, nasıl ve kimler tarafından bu yalanlar üretildi de,
Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı inkâr edilebildi? Bu yüzleşme
bütün açıklığıyla yapılmadan bizim bu meseleyi çözmemiz
çok mümkün değil.
M.T.:
Orada tarihsel bir şey var. Kürtler asimile edilebilecek,
Türkleştirilebilecek bir grup olarak görülüyordu dedin.
Cumhuriyet dönemi için bu doğru, ama ondan önce biz aynı
millettendik. Yani Türk Milleti, Kürt Milleti aynı İslam
Milleti içindeydi. Tabii bizim laikleşme sürecimiz
onların da öküz öldü ortaklık bozuldu gibi kendi
milliyetçiliklerini geliştirmelerine vardı. Ama bir
zamanlar biz aynı idik. Boşnak’ıyla, Arnavut’uyla,
Gürcü’süyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle İslam Milleti’nin
üyeleriydik...
Şimdi
işte bu “İslam tutkalı” belki diğer Müslüman azınlık
unsurları Türklük içinde asimile etmeye yetti; sayıca daha
azlardı, daha karışık yerlerde oturuyorlardı falan ama
Kürtler için bu işlemedi. Kısmen işledi, kısmen işlemedi.
M.T.:
Şimdi sayı olarak onlar daha fazla. Üstelik onlar o zamanlar
göçebeydi, sonra o İslam Milleti’nin parçası olduklarında
bile coğrafi olarak ayrıydılar.
Belli
bir yerde konsantre olarak yaşıyorlardı. Batıya göçenlerin
yine büyük ölçüde asimile oldukları söylenebilir ama çok
önemli bir ölçüde değil. Ve artık gelinen bu noktada, 2000’li
yıllarda bunun olmasını beklemek mümkün değil. Dolayısıyla
Kürt meselesini fanatikliğe örnek olarak verip oraya
geçtik ama fanatikliği besleyen unsur, Kürtlerin, Türk
milliyetçiliğinin zihniyet dünyasında, İslami ortaklık
üzerinden kolayca Türkleştirilebilir, asimile edilebilir
bir unsur olmaktan, artık hiçbir şekilde asimile edilemez,
dolayısıyla Rumlar veya Ermeniler gibi “özsel” olarak
farklılıkları olan ve bu anlamda da tabii çok tehdit edici
olan bir unsur olarak görülmeye geçmiş olmaları. Çünkü Rumlar
üç-beş bin kişi, Ermeniler 50-60 bin kişi, Kürtler ise
milyonlarca kişi. Ve bir savaş durumu var. Ayaklarını
bastıkları zeminin sarsılmasının yarattığı şoktan ve
korkudan beslenen, öteki korkusundan beslenen çok yoğun bir
hınç var ve bu hınç deminden beri konuştuğumuz fanatiklik
kanallarıyla bir arada çok ciddi bir tehlike Türkiye için. Bu
bir örnek fanatizm konusunda.
M.T.:
Tabii bu örnekte karşı tarafın da fanatizmi söz konusu.
Mesela senin de benim de birçok Kürt arkadaşımız var, onlarla
konuşurken onlar da bazı şeyleri bize benimsetmek
isterken, bu taleplerinin Kürt milliyetçiliği talepleri
olduğunu fark etmiyorlar. Onlar da sanki genel insan
haklarının bir parçası olarak bazı talepleri bize itelemek
istiyorlar, bu sefer biz isyan ediyoruz fanatikliğe ilkece
karşı olmamıza rağmen, çünkü karşı tarafta da fanatiklik
olabiliyor.
Tabii
Kürt milliyetçiliği diye bir şey var ve giderek de artıyor.
Çünkü Türk milliyetçiliği hiçbir şekilde ıslah olmuyor,
birbirini besleyerek devam ediyorlar ama tabii bir noktayı
bizim her zaman dikkatle ayırmamız lazım. Kürtlerin yılların
yalanlarından, dolanlarından, baskılarından dolayı
ortaya çıkan çok meşru talepleri var. Demokratikleşmeyle
ilgili, anadil kullanımıyla ilgili, eğitimle ilgili, basın
yayınla ilgili çok meşru talepleri var. Bu talepleri
dillendirmenin sadece kendisi, milliyetçilik değil. Bunun
ötesinde ama bazı şeyler var ya da dünyayı algılama,
düşmanlaştırma, ötekileştirme anlamında yaklaşımlar var,
bunlar milliyetçilik kategorisine girebilecek şeyler…
Kürtler arasından bunları gören, yani milliyetçiliğe
mesafeli duranlar da var, durmayanlar da var. Durmayanlar
arasından da milliyetçilikle sarmaş dolaş olduğunu
görmeyenler de bol miktarda var...
M.T.:
Kürt sorununu bir örnek olarak verdik ama herhalde bu örnek
güncelliği dolayısıyla çok ağır basıyor. Başka bir problem de
Türkiye’nin bu irtica korkusu. Türkiye ne yazık ki
laikçiler ve dinciler diye iki kampa ayrılmış durumda. Yani
laikçiliği laisizm anlamında kullanıyorum. Laik olmak
başka şey… Mesela pek çok insan bir kişisel inanç meselesi
gibi düşünüyor. Oysa laiklik tabii ki kamusal alanda bir
pozisyon. Kişi laik olmaz... Dindar olur, dinsiz olur, agnostik olur, ne olursa olur, ama devlet laik olur.
Dediğiniz
doğru, kişi tabii bir kamusal hizmet yapıyorsa, kamusal
hizmetinde laik olur. Yani orada dindar olmak diye bir şey söz
konusu olamaz. Bir öğretmen ya da bir doktor kamusal hizmet
yapıyorsa orada dini inancının bir yeri olamaz.
M.T.:
Evet, olmaması lazım. Ama işte dediğim gibi bunu sanki bir
kişisel pozisyonmuş gibi algılama durumu var. “Ben laikim”
diyenin kastettiği şey aslında devletin bütün dinlere,
inançlara ve inançsızlıklara eşit mesafede durması, hiç
biriyle özdeşleşip onun gereklerini yerine getirmekle
kendini görevli saymaması gerektiği; yani devlete ilişkin
bir iddia. Ya da bir kamu görevi yaparken tabii ki mesela
öğrencinizin mezhebiyle, diniyle, inancıyla,
inançsızlığıyla ilgili olmadan onu tartmanız gerekiyor.
Evet,
iki kampın da sicili çok bozuk bu konuda. Yani dinci denilen
kampla, laikçi denilen kampın sicilleri epeyce bozuk…
M.T.:
Yani benim o ilk söylediğim de bu. Laikçi denen kamp aslında
dinci zihniyeti sürdürüyor. Laiklik adına yine birtakım
şeyleri mutlaklaştırıyor; onlara hiç şüpheye yer olmadan
bir bağlılık duyuyor ve belki onları buna zorlamakla iyilik
ettiğini düşünüyor.
Fanatiklik
için eleştirel mesafelilikten uzak olmak, takıntılı bir
coşku ve heyecan eşliğinde bir davaya, bir konuya aşırı
derecede bağlanma hali demiştik.
M.T.: Yani şüpheye hiç yer vermez fanatizm.
Mesela
şunu düşünelim. Mustafa Kemal Atatürk’ün imgesinin şu anda
Türkiye’de sosyo-politik tahayyülde nerede durduğuna
bakalım. Anıtkabir nasıl bir işlev görüyor, Atatürk
heykelleri, resimleri nasıl bir işlev görüyor, Atatürk’ün
çeşitli yerlerde söylediği ve alıntılar yapılan lafları
nasıl bir işlev görüyor, Atatürk’ün hatırasını koruma
kanunu vb... Bütün bunlara baktığımızda Atatürk müthiş bir
kült olarak, dogma olarak orada duruyor. Tartışamazsınız,
eleştirel bir mesafe alınamaz, yani Atatürk bazı konularda
doğru mu yaptı, yanlış mı yaptı diye sorulamaz –işte mesela
geçen yıl Atilla Yayla’nın başına gelenler– takıntılı bir
coşku ve heyecan her zaman var, Anıtkabir törenleri, bayrak
törenleri, Ata’ya gidip şikâyet etmeler… Sürekli bir Ata
durumu, yani bir törensellik, dini derecede
görebileceğimiz bir törensellik ve aşırı bir bağlanma hali
var.
M.T.:
Hoş bir şey aklıma geldi. Yabancı bir Türkolog –Türkçe de
biliyor–, Ankara’ya gelmiş, taksiye binmiş “Beni Atatürk’ün
türbesine götürün” demiş. Şoför de Müslüman biriymiş
anlaşılan, çok kızmış buna. Halbuki, adam haklı. Anıtkabir bir
türbedir. Ama biz onu asla böyle görmek istemiyoruz. Yani
toplum görmek istemiyor.
Burada
fanatiklikten biraz yan konuya sapıyoruz ama sonuçta
Cumhuriyet’le birlikte bizi Batı karşısında geri
bıraktırdığı düşünülen, Batı’ya karşı kaybetmemizin en
önemli faktörlerinden biri olarak düşünülen Doğu / İslam bir
şekilde egemen politik kültürün dışına atıldı.
M.T.:
Ama tabii Türkiye bu macerada yalnız da değildi. Biraz da
evrensel bir hava var. Yani 19. yüzyıldan itibaren bizim
Tanzimat modernleştirmecileri “din ilerlemeye engeldir”
derken, kendi dönemlerinde Avrupa’da da hâkim olan fikri dile
getiriyorlardı. Muhtemelen 20. yüzyılın ortasına kadar bu
pozitivistik inanç devam etti. Neredeyse dünyada bir
kırılma oldu.
Türkiye’de
herhalde daha da şiddetle yaşandı bu. Yani, Batı’da yine
kilisesiyle, Kiliseye bağlı, onun yörüngesindeki bir sürü
kurumuyla devam eden, yasal, meşru zeminde devam eden dini kurumlar var.
M.T.:
Ama Batılılar da bunu sanki bir göreneğin devamı gibi
görüyorlardı. Ben çok iyi hatırlıyorum, 1950’li yıllarda
Freyer adında bir Alman sosyolog gelmişti Siyasal’a; o bize
işte Batıda ailelerin toplanıp kiliseye gitmesini falan
artık özgün anlamından kopmuş bir göreneğin devamı, bir
sosyal alışkanlık gibi takdim ediyordu. Bunu söylerken de bir
hayli doğru bir gözlem yapıyordu bence. Ama bütün dünyada yer
yer –her yerde olduğu söylenemez– bir dönüş başladı. Belki
Amerika, Avrupa Birliği’nin çoğu ülkelerinden daha dindar.
Avrupa Birliği’nde Katolik güney, Protestan kuzeyden daha
bağlı, değil mi?
Ama
ben şöyle bir farkı vurgulamak isterim yine de. Batıda olan;
daha uzun bir zaman diliminde, değişik toplumsal konumların,
çıkarların çatışması üzerinden gelişen ve dinin etkisinin
tedrici olarak azaldığı daha organik bir süreç. Türkiye’de
ise daha sert, daha kısa zamanda ani bir gelişme oluyor. Ana
politik kültürün dışına atılıyor.
M.T.:
Orada bir şey daha var. Tabii bu benim profesyonel
deformasyonum, kendi uğraştığım dönem olduğu için; mesela
Milli Mücadele yıllarında başka bir tutunum öğesi olmadığı
için din eskiden olmadığı kadar çok vurgulanmıştır. Yani
Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi diye
yüceltilmiştir. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda hiçbir zaman
kürsüden Kuran okunmazdı, ama Büyük Millet Meclisi’nde okundu.
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda öyle Ayet-i Kerime’ler asılı
değildi, TBMM’de asılıydı. Yani din hem çok yüceltildi, ondan
sonra da hilafetin kaldırılmasıyla başlayan çok hızlı, ani
ve keskin bir laiklik dönüşü yaşandı…
Şimdi
böyle hızlı atınca bir boşluk doğuyor. Çünkü bu insanlar bir
iki günde, bir iki haftada, ayda değişecek insanlar değiller.
Böyle uzun on yıllara, yüzyıllara dayalı bir zihniyet
evrimi, kültürel evrim falan olmuyor sonuçta, aynı
insanlarla bir şeylere dayalı olmadan, kurumsal düzeyde bir
şeyleri değiştiriyorsunuz ama insanların düşünme
şekilleri aynen devam ediyor. Dolayısıyla dini düşünce, çok
genel anlamda dini düşünce devam ediyor ne kadar laik
olunursa olunsun. Dolayısıyla Atatürk öldüğünde onun
Anıtkabir’inin bir türbe fonksiyonu kazanması, orada
yapılan, oraya gidip gelmelerin dini tören gibi ifa edilmesi
ve bunun hâlâ devam ediyor olması, işte hâlâ her tarafta
heykelini, resmini görüyor olmamız, sonuçta
dinselleştirmedir. Aynı zihniyet kalıplarının başka bir
düzeyde devam etmesi, hatta değişik bir düzeye geçildiği
için daha da sertleştirerek kendi içerisinde iyice
katılaştırarak devam etmesi. İkisinde de –dini düşüncede
de, laikçi olduğu söylenen düşüncede de– ortak özellik,
eleştirel düşünceye yer verilememesi. Yani mutlak
doğrularımız var, sorgulanamaz tartışılamaz dogmalarımız
var ve bunlara dokunanı çarparız, yakarız, yakamadığımız
zaman sinir krizleri geçiririz şeklinde bayağı bir nöbet
geçiriyor Türkiye işte...
M.T.:
Peki Türkiye’nin sorunlarını örnek olarak ele aldık ama daha
bir genel bakışla fanatiklik Türkiye’ye özgü bir şey değil.
Dünyada da mesela en problemli olduğu yerler nereleri?
Hepimizi
doğrudan etkilediği için Bush dönemi mesela politik
fanatikliğin doruk noktalarından biri. Tabii sadece kişi
olarak George Bush değil mesele, ama Bush yönetiminin, o
zihniyetin ve o ekibin politik hedeflerini,
politik-ekonomik hedeflerini gerçekleştirmek için bize ne
tür yalanlar söylediğini, ne tür taklalar attığını, ne tür
dalavereler çevirdiğini herkes gayet iyi biliyor. İşte
maalesef dünyanın en güçlü ülkesi, dünyanın en büyük
ordusuna sahip ülke; bu da çok ciddi bir fanatiklik örneği ve
hepimizi ilgilendiriyor ve işte yüz binlerce sivilin
öldüğü, hâlâ devam eden
bir işgal var. Bu da çok ciddi bir fanatiklik. Bush
fanatizmiyle birlikte anılması gereken, artık herkesin bir
fikir sahibi olduğu Evangelist/Hıristiyan fanatizmi var.
Başka bir fanatiklik örneği tabii Filistin’in işgali
üzerine İsrail’in tutumu… Orada da çok ciddi bir fanatiklik
söz konusu. Avrupa’da uzun zamandır ve son zamanlarda
İsrail’in tutumu yüzünden son 30 – 40 yılda Ortadoğu’da
artmakta olan anti-semitizmde de çok ciddi bir fanatiklik
görmek mümkün. El-Kaide (ya da Türkiye’de Hizbullah) vb tarzı
İslamcı fanatizm hepimizin malumu. Fanatiklik olmayan yer
yok muhtemelen, ama en mümbit topraklar öteki korkusundan
beslenen politik ve dini ideolojilerin ön planda olduğu
yerler. Yani ayrımcılıktır, ırkçılıktır, milliyetçiliktir,
köktendinciliktir, bu tür ideolojilerin, tutumların çok
ağırlıkta olduğu yerler, fanatiklikten beslenen ve
fanatikliği besleyen yerler. Türkiye de gayet mümbit bir
toprak fanatiklik için. Ama değişik derecelerde dünyanın
hemen her yerinde olan bir şey.
M.T.:
Uzakdoğu’ya bakınca da bize geleneksel olarak öyle gelirdi
ki, Çin ve Japonya daha yumuşak, –belki onların kendilerine
mahsus dinleriyle ilgili bir şey bu– daha yumuşak tutumlar
sergiliyorlar. Oysa Çin’de, Mao dönemi yaşandı, onunla
hemzaman olarak Japonya’da militarizmde, bütün Pasifik’e
hâkim olma savaşında büyük bir fanatizm yükselişi oldu,
yani bundan masun kalan hiçbir kültür yok gibi görünüyor.
Afrika’da kabileler arasında fanatiklik binlerce,
milyonlarca insanın kurban edilmesine yol açtı...
Şimdi
şöyle bir parantez açmak lazım, bu potansiyel olarak
hepimizde vardır dediğimiz zaman şöyle bir yerden yola
çıkıyorum: Bebek ilk doğduğunda bir psikolojik bütünlük
içerisinde olduğunu söyleyemeyiz. Böyle bir şey yok, bu
yavaş yavaş olacak bir şey. Bebek uzunca bir süre, yani ilk bir
yıl boyunca parça parça algılıyor, annesini, annesinin
memesini, giderek kendisini ve bunlar, bir yaş civarına
kadar tümden-iyi ve tümden-kötü şeklinde algılanıyor. Meme
iyi süt veriyorsa tümden-iyi, vermiyorsa tümden-kötü; o aynı
meme olarak zihinde temsil edilemiyor, farklı anlarında o
memenin iyi süt vermesi anında o iyi bir meme, süt vermediği
anda da o başka bir meme sanki, tümden kötü bir meme. Bu
‘tümden-iyi’ ile ‘tümden-kötü’ bir araya gelip “ya bir tane meme
var, bazen iyi bazen kötü” biçiminde algılanamıyor bebek
tarafından. Entegrasyon zamanla olan bir şey.
M.T.: Yani bu siyah beyaz bakışın bebeklikten geldiğini söylüyorsun.
Potansiyel
olarak evet. Yani bütünsel bakamıyor, daha anlık bakıyor
bebek… Annesini de öyle algılıyor, kendisini de öyle
algılıyor. Dünyayı öyle algılıyor, çünkü bu kapasite
meselesi olgunlaşma meselesi… Çeşitli yaşantılarla,
milyonlarca etkileşim sonrası bunları bir araya getiriyor
ve nihayet “Haa, benim bir tane annem var aslında, bu annemin
şöyle iyi ama şöyle de kötü özellikleri var” diye
bütünleştirebiliyor. Bazı arızalar olduğunda o dönemde,
bu bütünleştirme işleri yeterli bir şekilde yapılamıyor,
eksiklikler söz konusu olabiliyor. Bebeklikteki arızalara
bağlı olarak, bir sürü insan, tümden-iyi / tümden-kötü
tarzında, yani ak-kara tarzında algılamaya daha açık, daha
yatkın hale geliyor. Bu da tabii hayatlarının her anında
olmuyor, daha çok, zorlandıkları zamanlarda, tehdit altında
oldukları zamanlarda o daha arkaik düşünme / hissetme
modlarına geri dönme gibi düşünebiliriz bunu. Yoksa biz
burada herhangi bir tehdit yoksa, zorlanma yoksa, güle
oynaya yaşayabiliriz. Ama mesela “Yangın var! Koşun!”
dendiğinde kapı dar bir kapıysa ve sırayla çıkmak
zorundaysak, orada mesela bir tehdit var ve arkada kalanlar
için ölme ihtimali artıyorsa, öyle bir durumda nasıl
davranırız? Herkesin selameti için işbirliği mi yaparız,
yoksa kendimizden başkasını gözümüz görmez ve önümüze
geleni çiğneyerek kendimize yol açmaya mı çalışırız?
Buradaki tehdit gerçek bir tehdit de olabilir, hayali/boş bir
tehdit de olabilir. Kişi
tarafından nasıl algılandığı önemli. Ve bu tehditlerin illa
yangın gibi fiziksel tehdit olmaları da gerekmiyor, çok
daha sıklıkla söz konusu olan duygusal tehditlerdir. Terk
edilme, aşağılanma vb. Bu gibi durumlarda nasıl
davranıldığı tehdit algısının yoğunluğuyla ve kişilik
örgütlenmesinin ne kadar bütünleşmiş/olgunlaşmış
olduğuyla ilgilidir. Şimdi bu bireysel düzeyde böyle de,
toplumsal düzeyde de benzer bir sürecin işlediğinden
bahsedebiliriz. Modern Türkiye’nin sosyo-politik tahayyül
dünyasına baktığımızda, kuruluşundan itibaren, Türk
milliyetçiliğinin egemenliğinde kurulan bir politik
kültür söz konusu; burada hep dış düşmanlar–iç düşmanlar
söylemi çok başat bir şekilde, çok ağırlıklı bir şekilde yer
alıyor. “Biz iyiyiz onlar kötü”, “Biz mağduruz onlar düşman”,
“Biz mağduruz onlar saldırgan” tarzı ikilikler, ak-karalıklar
var. Yani biz genel olarak “Biz şöyle böyle bir toplumuz, şöyle
iyi yanlarımız var, böyle kötü yanlarımız var” diyemiyoruz,
bütün yönleriyle bir arada ele almakta, geçmişten gelen
ve/veya şimdiki durumda süren kötü hallerimizle
yüzleşmekte epeyce zorlanıyoruz. O toplumsal olgunlaşma
henüz çok fazla ilerlemiş değil. Ya da işte Batı, Avrupa
Birliği vb konuşulurken, işte bazı insanlar, “Avrupa
Birliği’nin şöyle iyi yanları var, böyle kötü yanları var”
diyorlar ama genele baktığımızda ağırlıkla Avrupa
Birliği’nin şeytanlaştırıldığını ya da bazı insanlar
tarafından müthiş yüceltildiğini görüyoruz, bir denge
olamıyor. Böyle hem iyi yanını görelim, hem kötü yanını
görelim, hem olumluyu hem olumsuzu görelim, daha nesnel bir
değerlendirme yapalım, olamıyor, bitişemiyor, entegre
olamıyor. Fanatikliğin psikolojik olarak arka planında bu
entegrasyon arızası var; yani bir şeyleri tümden-iyi ve
tümden-kötü diye gördüğümüzde, fanatik olmak zorundayız
zaten, o zaman çok tehlikeli bir dünya var. İki konum var: ya
tümden-iyi olacağız ya da tümden-kötü olacağız. Biz tümden-iyi
olduğumuza göre başkaları tümden-kötü, o zaman fanatik
olmak zorundayız, yoksa bertaraf olacağız. Taraf olmak
zorundayız yoksa bertaraf olacağız meselesi.
M.T.:
20. yüzyılda çok sıkı sınavlar yaşandı, mesela 1. Dünya
Savaşı bütün savaşlara son verecek bir savaş olmak üzere
yapıldı. İşte sonradan da bu Versailles
ve Sevr Antlaşmaları için, “Bütün barışlara son veren barış”
denmeye başlandı... Mesela İngiltere’de “Alman’ın iyisi,
ölüsüdür” diye yaygın bir söz vardı. Bizim demokrasinin
şampiyonu diye düşündüğümüz Churchill mesela düpedüz
Almanlardan nefret eden
bir siyaset adamı. Almanya ile Fransa iki kere boğazlaştı…
Bakalım, Avrupa Birliği bundan önceki bu karşılıklı
nefretleşmelerin üstesinden gelebilecek sağlamlıkta bir
yapı olacak mı? Bu hala kesin değil.
Tabii.
Kesin değil ama Avrupa Birliği Projesi’nin, şöyle bir
özgünlüğü var bence, ilk defa bu kadar çok ulus-devlet gönüllü
olarak bir araya gelip “Biz bir birlik olacağız” diyorlar.
İçeriği tartışılır, ama daha üst bir birlik yapacağız
diyorlar; bunu gönüllü olarak söylüyorlar, yani işgal ya da
zorlanma sonucu değil. Şimdi bu benim bildiğim dünya
tarihinde ilk defa olan bir şey. Yani başka bir örneği yok
bunun, değil mi?
M.T.:
Viyana Kongresi’nden beri, hani o Napolyon Savaşları
sonrası travma atlatıldıktan sonra Avrupa Ahengi diye bir
şey kurulmaya çalışılmış ama o ahenk çok devam edememiş,
birkaç kere büyük kırılmalara uğramış.
Evet, bu sefer becerdiler. Devam eder etmez, bilemeyiz.
M.T.:
Evet, bunun sürekli olması için de bütün eğitim
sistemlerini, mesela okullardaki ders kitaplarında
karşılıklı nefretleşmeyi tahrik eden şeyleri ayıklamaya falan çalışıyorlar; ne ölçüde olduğuna emin değilim ama en azından bir niyet var.
Bu
anlamda önemsiyorum ben işte. Bunun tabii önemli olmasının
yanında değerli ve kalıcı olabilmesi için de herhalde
Avrupa Birliği’nin kendi içiyle dışını ayıran sınırları ne
kadar geçirgen, ne kadar sert, katı çizdiği meselesi çok
önemli olacak. Avrupa Birliği bir tane ulus devlet yerine 25
tane ulus devletin bir araya geldiği ama yine kendi dışıyla
çok katı, geçirgen olmayan sınırların çizildiği,
dolayısıyla biz-onlar ayrımlarının çok katı bir şekilde
çizildiği bir yer olacaksa, yine bir fanatiklik besleme
kaynağı olacaktır ve daha geniş ölçekte olacaktır bu sefer.
M.T.:
İşte o açıdan, Türkiye’nin AB’ye katılması
Yahudi-Hıristiyan geleneğine dayanan bir AB’nin daha
genişlemesi anlamına gelebilir; bir Hıristiyan Kulübü
olmaktan çıkartabilir AB’yi. Yani bu sadece bizim açımızdan
değil tüm dünya için de önemli bir şey.
Tabii,
zaten Avrupa’daki tartışma da fanatik diyebileceğimiz
Hıristiyanlarla, Avrupa’yı Hıristiyanlık üzerinden
tanımlamak isteyenlerle, buna daha soldan bakan, eleştiren,
Avrupa’nın bununla tanımlanamayacağını söyleyenler
arasında. İşte, Türkiye’ye yaklaşımın bir boyutu da böyle bir
şey. Hıristiyanlar için de, Müslümanlar için de, ya da başka
ideolojik – politik konumlanmalar için de bir tane özellik
saptıyoruz; Hıristiyanlık, Müslümanlık, Türklük, Kürtlük
neyse, bu özellik bizim için en belirleyici, en önemli özellik
oluyor. Kimliğimizin köşe taşı oluyor. Onda hafif bir
yamulma olduğu zaman, biz biz olmaktan çıkacağız gibi
hissediyoruz. Kendimizi yalnızca ve büyük ölçüde oradan
doğru tanımladığımızda, onun dışındaki kimlik
konumlarıyla aramıza çok net ve kalın, sert bir çizgi çekmemiz
gerekiyor, dışlamamız gerekiyor bir yerde. Ortak bir alan,
ortak bir insani zemin varsaymamamız gerekiyor ki, o
katılıkta sürdürebilelim. Bu da işte fanatizm üreten temel
mekanizmalardan biri; o katı biz-onlar ayrımları, o
sınırların çok katı çizilmesi, ortak insani zemine ve orada
yaşanmasına izin verilmemesi… AB içinden Türkiye’nin
üyeliğine karşı çıkan, Hıristiyanlık üzerinden beslenen
fanatikler de öyle, Türkiye’den AB üyeliğine bu nedenle
karşı çıkan, “Hıristiyan kulübüne katılacağız,
kimliğimizi kaybedeceğiz, bizi bölecekler” diye karşı
çıkanlar da... Zaten zıt kamplardaki fanatikler ne kadar
birbirlerinin gözlerini oysalar da sonuçta kardeştirler,
birbirlerini besleyen bir süreç yaşarlar. Birbirlerine
ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla Avrupa’da böyle
Hıristiyanların ya da ayrımcıların, milliyetçi /
ırkçıların olması, Türkiye’deki AB karşıtları için bulunmaz
bir nimettir. Çünkü kanıt bulmuş olurlar. O zaman işte
“Avrupa’nın yüzde 30’u, 40’ı, 60’ı böyle düşünüyor” demezler,
“Avrupa böyle düşünüyor” derler. Tümden-iyi, tümden-kötü
böyle bir şey. Aşırı genellemeler üzerinden gider ve
bütünlüğü içinde görülmez iş. Evet yanlış değildir, Avrupa’da
öyle düşünenler vardır ama hepsi öyle değildir. Türkiye’de
böyle düşünenler vardır ama hepsi öyle değildir. Hayat
karmaşıktır, fanatiğin ise karmaşıklığa tahammülü yoktur,
basitlik peşindedir.
M.T.:
Tabii Avrupa’daki bir şey de herhalde bütün Avrupa
ülkelerinin genel kamuoyu ile oradaki yönetim arasında bir
şey. Genel kamuoyunda geleneksel İslam karşıtlığı,
İslamofobi falan daha yaygın görünüyor, yönetimler de daha
uzağa bakan vizyonları olduğu için bunu aşmaya
çalışıyorlar. Türkiye’de de benzer bir durum var.
Yani
sonuçta fanatizm içinden büyünmesi gereken bir pozisyon.
Ben yıllarca Siyasal Düşünceler Tarihi hocalığı yaptım,
beni en çok etkileyen şeylerden biri, İngiliz İç Savaşı
sırasında hani Cromwell New Model Army diye bir ordu
oluşturuyor. Cromwell daha tutucu bir adam tabii, fakat
giderek o ordunun içinde daha radikal fikirler ortaya
çıkıyor, Leveller hareketleri, düzleyicilik hareketleri
ve ordu içinde tartışmalar var. Bunların tuttuğu zabıtlar
günümüze kalmış, orada Cromwell ve Eirton’a (ordunun
komutanı) askerlerin temsilcileri “Yalvarırım yanılmış
olabileceğinizi, bizim de haklı olabileceğimizi düşünün”
diyorlar. İngilizcesi çok çok şiirsel bir dille ifade edilen
bir şey, tam fanatikliğe karşı söylenecek şey: “Yalvarırım
yanılmış olabileceğinizi bir an düşünün, bizim de haklı
olabileceğimizi düşünün!”
Burada,
şunu da eklememiz lazım: Bir fanatik neredeyse hiçbir zaman
yanılmış olabileceğini düşünmez; dolayısıyla
tartışmayla pozisyonun durumu değişmez. Tabii dereceleri
vardır ama fanatik biri için bu mutlak doğru olduğundan,
tartışmayla değişecek bir durum yoktur. Onun için kurumsal
yapılanmalar, yasal durumlar, sınır koymalar, tutarlı bir
şekilde kuralı/yasayı uygulamak çok önemlidir. Örneğin
Türkiye’de bir sürü linç eylemi oldu son iki üç yılda, 30
civarında. Bunların hepsinde linçe maruz kalanlar
gözaltına alındılar, linç eylemini yapanlara hiçbir şey
olmadı. Bu ne demek? “Linçlere devam edin kardeşim, doğrudur”
demek. Hatta valiler, belediye başkanları çıkıp,
“halkımızın tepkisi” dediler, maruz gösterici bir sürü şey
söylediler. Bu da ne demek, vali de vali olmasa, o gün sokakta
olsa, o da kalabalığın arasında olup iki tane de o
patlatacak. Fanatikliği engellemenin en önemli
mekanizmalarından biri sınır koymaktır. Bu gözaltına almak
da olur, ceza vermek de olur. Sınır koyunca fanatiğin
bireysel olarak düşüncesi değiştirilemeyebilir ama
topluma verilecek mesaj, arkasından gelecek mesaj çok
önemli. Çünkü fanatiklik, sınır konmazsa çok kolay
üreyebilecek bir şey. Özellikle tehdit algısı yaygın ve
yoğunsa çok kolay ürüyor, sirayet ediyor, yayılıyor.
Engellenebilmesi için iktidara da çok görev düşüyor şu
durumda. Böyle konuşan belediye başkanı mı var, vali mi var,
görevli mi var, hemen değiştirilmeli, soruşturulmalı,
cezalandırılmalı, hemen bir şey yapılması lazım. Böyle
şeyler olmuyor Türkiye’de, onun için de fanatiklik artarak
devam ediyor. Bu yüzden, fanatiklik karşısında iktidar
sahiplerinin çaresizliğinden değil, açık ya da örtük
işbirlikçiliğinden ve suç ortaklığından bahsetmek çok daha
uygundur.
Cogito, Kış 2008