Sunday, February 17, 2013

Christian Petzold Röportajı


Christian Petzold’un son filmi Barbara, göç etmek için bir form doldurması sonucunda bir taşra hastanesine sürgün edilen Doğu Almanyalı bir kadın doktoru konu ediyor. Barbara iki arzusu arasında kalmıştır: Doğu Bloku’ndan bir daha dönmemek üzere kaçma isteği ile çocuk cerrahı Andre’ye duyduğu sevgi. Doktor olarak görev yaptığı Doğu Berlin’den uzaklaştırılarak her şeyden uzaktaki kırsal bir bölgede yer alan küçük bir hastaneye sürülmüştür, fakat hâlâ ülkeden kaçmayı planlamaktadır. Tam da bu sıralarda Andre, mesleki becerilerine duyduğu itimat, ilgili tavırları ve gülümseyişiyle kadının kafasını karıştırır. Barbara hem kendisi, hem gelecekle ilgili planları, hem de sevgisi üzerindeki kontrolünü kaybetmeye başlar...
Gespenster, Yella ve Jerichow gibi filmleriyle tanınan modern Alman sinemasının en etkili yönetmenlerinden Christian Petzold’la girişte kısaca konusunu özetlediğimiz son filmi Barbara üzerine yapılmış söyleşiyi sunuyoruz. Doğu ve Batı Almanya arasındaki farklılığı ve bu farklılığın filmde Barbara karakteri üzerinden nasıl betimlendiğini Petzold’tan dinleyelim.
Doğu ve Batı Almanya arasındaki farklılıklara yönelik kalıplaşmış yargılar ne kadar gerçek?
Petzold: Elbette Doğu Almanya’nın herhangi bir şekilde Kuzey Kore ile karşılaştırılması doğru değil ancak orası yaşanılası bir cennet de değildi. Özellikle son on yılında ülkenin ve sistemin çökeceğinin farkına varılması insanların berbat hissetmelerine neden olmuş olmalı. Aynen Yunanistan’ın şu andaki durumu gibi. Mücadele etmeye gücü kalmamış bir ülkede yaşayan insanlar ne yaparlar? Elbette hükümet, polis, halkın yönetimi gibi devam eden bazı şeyler ve yiyecek var. Ancak bir kişi artık ütopya gibi bir şey olmadığında ne yapar? Ütopya fikri kalmadığında sevgililer ne yaparlar?
Çöküşün sezilmesi derin bir ikililik hissini tetiklemiş olabilir. Bunu Nina Hoss’un yüzünde açıkça görmek mümkün. Tatlı ve şefkatli Barbara bir anda soğuk ve düşmanca bir hâle geliyor. Bu ikililik filminizin tamamında onun yüzünde somutlaşıyor.
Nina Hoss’la olan ilişkim uzun süreli, sağlam ve mutlu oldu çünkü asla kafamdakileri yerine getirmesi için onu zorlamadım. Bunun yerine karakter hakkında konuşmayı tercih ettik. Örneğin, Barbara’nın bir şekilde üzerine zırh geçirmiş gibi davranarak çizgiyi çekmesi ve olayları kendisinden dışında tutması gerekiyordu. Aynı zamanda onun yalnız olduğunu ve kendisini birilerine açma fırsatının özlemini çektiğini hissediyorsunuz. Aslında bunu tamamen Nina’ya bıraktım. Onun sahip olduğu bir çeşit durumsal zeka, içinde bulunduğu durumu fiziksel ve duygusal olarak kavramasını sağlıyor. Böylece bu tarz şeyleri ifade ederken sadece oynamıyor, içinde bir yerlerde yaşıyor. Bu yaptıklarımız, reklamlarda uygulanan şeylerin tam tersi. Reklamlarda insanlar her şeyi ifade ediyor ve bunu uç noktalara taşıyorlar. Nina’yla ise bunu başka biçimlerde yapıyoruz.


Önceki filminiz Yella’da kapitalizmi eleştiriyordunuz. Barbara’da ise karşıt politik sistem üzerinde durmuşsunuz.
Batı Almanya tarzı kapitalizm ile Doğu Almanya tarzı komünizmin son derece sert ama birbirleriyle müşfik bir ilişki içinde olduğuna inanıyorum. Bir şekilde Batı Almanya tarzı kapitalizm ile Doğu Almanya tarzı komünizm birbirinin kimliğini tanımlıyordu. Doğu Almanya’nın çöküşüyle birlikte kısa süren bir zafer duygusunun ardından hayal kırıklığı hüküm sürmeye başladı. Günümüzde ise Batı tarzı kapitalizmin işi zor çünkü baktığında rahatsız olacağı bir aynaya sahip değil.
Filmleriniz geçmişle ilgili. Ortalama bir Alman filmlerinize ne kadar ilgi gösteriyor?
Berlin’de yaşıyoruz ve burası son derece kendine özgü bir yer. Doğu ile batının buluştuğu inanılmaz bir karışım. Almanya’nın çok çeşitli yerlerinden insanlar buraya kendileriyle birlikte hikâyelerini de getiriyorlar. Burada şimdi ve daha önce yaşananlar hakkında devam eden bir tartışma var. Berlin belki en güzel olmayabilir ama yaşamak için kesinlikle en ilginç yer. Örneğin, endüstri çöktüğü için Doğu Almanya’da iş bulunamıyordu. Eski Doğu Almanya hikâyelerinde, filmlerinde ve kitaplarında üretimin yapılmakta olduğu iş yerleri insanların birbirlerine âşık olduğu yerlerdi. Batı Almanya’da ise çalışılan anlarda değil de, tatilde veya Club Mediterranee’de geçirilen zamanlarda üretim değil ama çoğalma gerçekleşiyor. Kesinlikle bir boşluk hissi var ve insanların bununla nasıl başa çıktıklarını ve yönelimlerinin ne olduğunu bilmek istiyorum. Örneğin bir partide birisiyle tanışırken karşıdaki kişiye yönelttiğimiz ilk soru: “Ne iş yapıyorsun oluyor ve böylece kişiler kendilerini tanımlıyorlar. Soru, insanların bu anlamda kendilerini tanımlamadıklarında, ne yaptıkları ve bunun anlatımı nasıl değiştirdiği.
Goodbye Lenin (Elveda Lenin) veya The Lives of Others (Başkalarının Hayatı) gibi yapımlara neden olan, nostalji olarak da adlandırılan, geçmişe ait hislerden ilham alan yapımların çekiciliğinin nereden geldiğini düşünüyorsunuz?
Bu iki film aynı zamanda uluslararası anlamda da finansal olarak karlı ve başarılı olabilmiş filmler. Ayrı bir tür olarak değerlendirilebilecek kadar çok değil bu tarz filmler. Uzun bir süre boyunca geçmiş Doğu Almanya deneyimleriyle başa çıkabilecek tanımlanmış yöntemler yoktu. Bir komedi ve deyim yerindeyse romana benzer bir film vardı. Örneğin, Thomas Heise’ninki gibi iyi belgeseller yapılmıştı ancak gerçek öyküsel filmler yoktu. Reich ve Nazilerin kaybetmesinin ardından gelen durumla ilgili bazı filmler vardı ancak bu iki filmin yapabileceği veya onlarla kıyaslanabilecek filmler olmadığını kastediyorum. Ancak, daha sonra Wolfgang Staudte ve Helmut Keutner… Almanya’daki insanların öykü yaratma olasılıklarının olmadığı izlenimine kapıldım. Eski Doğu Almanya edebiyatını, özellikle de pek çok kısa hikâyeyi okumaya başladım. Böylece, konuya uygun bir şekilde yaklaşabileceğime inandım.
 Geçmişi romantikleştirmek yanlış mı?
Daima yanlış. Bunun kırklı yaşlarına gelmiş bir adamın on altı yaşındayken okulda âşık olduğu kızı hatırlamasıyla aynı duygusallığı tetiklediğini düşünüyorum. İnternette onu aramaya başlıyor ve olabilecek en kötü şey gerçek hayatta onunla buluşmaya ve yeniden birleşmeye yönelik bir yolculuğa çıkması. Bu adamlar aslında son ânı hatırlamaya çalışmaya ve düşündüklerinde hislerinin sahibi olduklarına, her şeyi kontrol altında tuttuklarına inanıyorlar. Bu asla gerçekleşmemeli; kimse geçmişi romantik hâle getirmemeli çünkü bu aynı zamanda onu basitleştirmek oluyor. Gerçekten anmak ise tüm bu karışıkları ve ayrıntıları ait oldukları yerde bırakmak anlamına geliyor. Rüyalarımız, onları gördüğümüz sırada bize uyandığımız zamanlardakinden çok daha ilginç geliyor. Eski Doğu Almanya’da o sırada gerçekleştirilebileceğine inanılan daha iyi bir toplum hayali vardı. Her ne kadar uzun süre önce yıkılmış olsa da bazı kalıntılar varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Filmler de bu hayal kalıntıları hakkında yapılıyor.
Barbara’nın son derece açık bir evrenselliği var. Herhangi bir kişi en azından birkaç farklı yerde olayların gerçekleşebileceği hissine kapılabilir.
Söylediğinizin doğru olduğuna inanıyorum. Ben şimdiye kadar hiç Kamboçya’ya gitmemiş olsam bile izlediğim bir filmin Kamboçya veya Polonya’da yapıldığını anlayabiliyorum. Benim sevmediğim, Kamboçya’da yapılmış bir filmin ABD’de yapılmış gibi gösterilmeye çalışılması. Filmler bana yabancı olan farklı ülkelerden gelebilir ancak yine de evrensel olabilirler. Arka planlar ve kültürler gibi konularda, tüm olası koşullara uyum sağlamak için fazlasıyla zorlamaya çalışılmamalı. Aksi halde sinematik McDonalds gibi olup gittiğiniz her yerde aynı tadı almaya benziyor. Örneğin, Rosselini’nin Stromboli’si. Kendisi mimar ve âşık olduğu adam balıkçı olduğu için evlenemeyen bir kadın. Bu hikâye her yerde, örneğin Hawaii’de de geçiyor olabilirdi.
Barbara orijinal bir senaryo. Filmdeki ana karakter sizin alter egonuz, kendinizin sinematik ifadesi olarak yorumlanabilir mi?
David Lynch veya Lars von Trier’i izlediğimde ben de aynı şekilde hissediyorum. Mullholland Drive’ı eşimle birlikte izlemiştik ve film bittikten sonra bana filmin bir kadın tarafından mı yapıldığını sormuştu. Öyle olmadığını söylediğimde gerçekten şaşırmıştı. Aynı şey von Trier filmleri için de geçerli. Nina Hoss’tan ben olmasını talep etmedim. Ona bir tasarımım olmadı, ayrı bir varlık olmaya devam etti. Sadece ona materyalde yardımcı oldum ve o ‘elveda’ dedi ve geri çekildi. Kendisini bir kadın bakış açısıyla değerlendirdi ve bunu oyununa kattı. Bunu beğendim ve buna saygı duydum. Önceki filmlerde ölmesine izin vererek onu kontrol altında tutmaya çalışıyordum ancak bu defa serbest bıraktım.
Çeviri: Erdem Korkmaz