Christian
Petzold’un son filmi Barbara, göç etmek için bir form doldurması sonucunda bir
taşra hastanesine sürgün edilen Doğu Almanyalı bir kadın doktoru konu ediyor.
Barbara iki arzusu arasında kalmıştır: Doğu Bloku’ndan bir daha dönmemek üzere
kaçma isteği ile çocuk cerrahı Andre’ye duyduğu sevgi. Doktor olarak görev
yaptığı Doğu Berlin’den uzaklaştırılarak her şeyden uzaktaki kırsal bir bölgede
yer alan küçük bir hastaneye sürülmüştür, fakat hâlâ ülkeden kaçmayı
planlamaktadır. Tam da bu sıralarda Andre, mesleki becerilerine duyduğu itimat,
ilgili tavırları ve gülümseyişiyle kadının kafasını karıştırır. Barbara hem
kendisi, hem gelecekle ilgili planları, hem de sevgisi üzerindeki kontrolünü
kaybetmeye başlar...
Gespenster,
Yella ve Jerichow gibi filmleriyle tanınan modern Alman sinemasının en etkili
yönetmenlerinden Christian Petzold’la girişte kısaca konusunu özetlediğimiz son
filmi Barbara üzerine yapılmış söyleşiyi sunuyoruz. Doğu ve Batı Almanya
arasındaki farklılığı ve bu farklılığın filmde Barbara karakteri üzerinden
nasıl betimlendiğini Petzold’tan dinleyelim.
Doğu ve Batı
Almanya arasındaki farklılıklara yönelik kalıplaşmış yargılar ne kadar gerçek?
Petzold: Elbette
Doğu Almanya’nın herhangi bir şekilde Kuzey Kore ile karşılaştırılması doğru
değil ancak orası yaşanılası bir cennet de değildi. Özellikle son on yılında
ülkenin ve sistemin çökeceğinin farkına varılması insanların berbat
hissetmelerine neden olmuş olmalı. Aynen Yunanistan’ın şu andaki durumu gibi.
Mücadele etmeye gücü kalmamış bir ülkede yaşayan insanlar ne yaparlar? Elbette
hükümet, polis, halkın yönetimi gibi devam eden bazı şeyler ve yiyecek var. Ancak bir
kişi artık ütopya gibi bir şey olmadığında ne yapar? Ütopya fikri kalmadığında
sevgililer ne yaparlar?
Çöküşün
sezilmesi derin bir ikililik hissini tetiklemiş olabilir. Bunu Nina Hoss’un
yüzünde açıkça görmek mümkün. Tatlı ve şefkatli Barbara bir anda soğuk ve
düşmanca bir hâle geliyor. Bu ikililik filminizin tamamında onun yüzünde
somutlaşıyor.
Nina Hoss’la
olan ilişkim uzun süreli, sağlam ve mutlu oldu çünkü asla kafamdakileri yerine
getirmesi için onu zorlamadım. Bunun yerine karakter hakkında konuşmayı tercih
ettik. Örneğin, Barbara’nın bir şekilde üzerine zırh geçirmiş gibi davranarak
çizgiyi çekmesi ve olayları kendisinden dışında tutması gerekiyordu. Aynı
zamanda onun yalnız olduğunu ve kendisini birilerine açma fırsatının özlemini
çektiğini hissediyorsunuz. Aslında bunu tamamen Nina’ya bıraktım. Onun sahip
olduğu bir çeşit durumsal zeka, içinde bulunduğu durumu fiziksel ve duygusal
olarak kavramasını sağlıyor. Böylece bu tarz şeyleri ifade ederken sadece
oynamıyor, içinde bir yerlerde yaşıyor. Bu yaptıklarımız, reklamlarda uygulanan
şeylerin tam tersi. Reklamlarda insanlar her şeyi ifade ediyor ve bunu uç
noktalara taşıyorlar. Nina’yla ise bunu başka biçimlerde yapıyoruz.
Önceki filminiz
Yella’da kapitalizmi eleştiriyordunuz. Barbara’da ise karşıt politik sistem
üzerinde durmuşsunuz.
Batı Almanya
tarzı kapitalizm ile Doğu Almanya tarzı komünizmin son derece sert ama
birbirleriyle müşfik bir ilişki içinde olduğuna inanıyorum. Bir şekilde Batı
Almanya tarzı kapitalizm ile Doğu Almanya tarzı komünizm birbirinin kimliğini
tanımlıyordu. Doğu Almanya’nın çöküşüyle birlikte kısa süren bir zafer
duygusunun ardından hayal kırıklığı hüküm sürmeye başladı. Günümüzde ise Batı
tarzı kapitalizmin işi zor çünkü baktığında rahatsız olacağı bir aynaya sahip
değil.
Filmleriniz
geçmişle ilgili. Ortalama bir Alman filmlerinize ne kadar ilgi gösteriyor?
Berlin’de
yaşıyoruz ve burası son derece kendine özgü bir yer. Doğu ile batının buluştuğu
inanılmaz bir karışım. Almanya’nın çok çeşitli yerlerinden insanlar buraya
kendileriyle birlikte hikâyelerini de getiriyorlar. Burada şimdi ve daha önce
yaşananlar hakkında devam eden bir tartışma var.
Berlin belki
en güzel olmayabilir ama yaşamak için kesinlikle en ilginç yer. Örneğin,
endüstri çöktüğü için Doğu Almanya’da iş bulunamıyordu. Eski Doğu Almanya hikâyelerinde,
filmlerinde ve kitaplarında üretimin yapılmakta olduğu iş yerleri insanların
birbirlerine âşık olduğu yerlerdi. Batı Almanya’da ise çalışılan anlarda değil
de, tatilde veya Club Mediterranee’de geçirilen zamanlarda üretim değil ama
çoğalma gerçekleşiyor. Kesinlikle bir boşluk hissi var ve insanların bununla
nasıl başa çıktıklarını ve yönelimlerinin ne olduğunu bilmek istiyorum. Örneğin
bir partide birisiyle tanışırken karşıdaki kişiye yönelttiğimiz ilk soru: “Ne
iş yapıyorsun oluyor ve böylece kişiler kendilerini tanımlıyorlar. Soru,
insanların bu anlamda kendilerini tanımlamadıklarında, ne yaptıkları ve bunun
anlatımı nasıl değiştirdiği.
Goodbye Lenin
(Elveda Lenin) veya The Lives of Others (Başkalarının Hayatı) gibi yapımlara
neden olan, nostalji olarak da adlandırılan, geçmişe ait hislerden ilham alan
yapımların çekiciliğinin nereden geldiğini düşünüyorsunuz?
Bu iki film aynı
zamanda uluslararası anlamda da finansal olarak karlı ve başarılı olabilmiş
filmler. Ayrı bir tür olarak değerlendirilebilecek kadar çok değil bu tarz
filmler. Uzun bir süre boyunca geçmiş Doğu Almanya deneyimleriyle başa
çıkabilecek tanımlanmış yöntemler yoktu. Bir komedi ve deyim yerindeyse romana
benzer bir film vardı. Örneğin, Thomas Heise’ninki gibi iyi belgeseller
yapılmıştı ancak gerçek öyküsel filmler yoktu. Reich ve Nazilerin kaybetmesinin
ardından gelen durumla ilgili bazı filmler vardı ancak bu iki filmin
yapabileceği veya onlarla kıyaslanabilecek filmler olmadığını kastediyorum.
Ancak, daha sonra Wolfgang Staudte ve Helmut Keutner… Almanya’daki insanların
öykü yaratma olasılıklarının olmadığı izlenimine kapıldım. Eski Doğu Almanya
edebiyatını, özellikle de pek çok kısa hikâyeyi okumaya başladım. Böylece,
konuya uygun bir şekilde yaklaşabileceğime inandım.
Geçmişi
romantikleştirmek yanlış mı?
Daima yanlış.
Bunun kırklı yaşlarına gelmiş bir adamın on altı yaşındayken okulda âşık olduğu
kızı hatırlamasıyla aynı duygusallığı tetiklediğini düşünüyorum. İnternette onu
aramaya başlıyor ve olabilecek en kötü şey gerçek hayatta onunla buluşmaya ve
yeniden birleşmeye yönelik bir yolculuğa çıkması. Bu adamlar aslında son ânı
hatırlamaya çalışmaya ve düşündüklerinde hislerinin sahibi olduklarına, her
şeyi kontrol altında tuttuklarına inanıyorlar. Bu asla gerçekleşmemeli; kimse
geçmişi romantik hâle getirmemeli çünkü bu aynı zamanda onu basitleştirmek
oluyor. Gerçekten anmak ise tüm bu karışıkları ve ayrıntıları ait oldukları
yerde bırakmak anlamına geliyor. Rüyalarımız, onları gördüğümüz sırada bize
uyandığımız zamanlardakinden çok daha ilginç geliyor. Eski Doğu Almanya’da o
sırada gerçekleştirilebileceğine inanılan daha iyi bir toplum hayali vardı. Her
ne kadar uzun süre önce yıkılmış olsa da bazı kalıntılar varlıklarını
sürdürmeye devam ediyor. Filmler de bu hayal kalıntıları hakkında yapılıyor.
Barbara’nın son
derece açık bir evrenselliği var. Herhangi bir kişi en azından birkaç farklı
yerde olayların gerçekleşebileceği hissine kapılabilir.
Söylediğinizin
doğru olduğuna inanıyorum. Ben şimdiye kadar hiç Kamboçya’ya gitmemiş olsam
bile izlediğim bir filmin Kamboçya veya Polonya’da yapıldığını anlayabiliyorum.
Benim sevmediğim, Kamboçya’da yapılmış bir filmin ABD’de yapılmış gibi
gösterilmeye çalışılması. Filmler bana yabancı olan farklı ülkelerden gelebilir
ancak yine de evrensel olabilirler. Arka planlar ve kültürler gibi konularda,
tüm olası koşullara uyum sağlamak için fazlasıyla zorlamaya çalışılmamalı. Aksi
halde sinematik McDonalds gibi olup gittiğiniz her yerde aynı tadı almaya
benziyor. Örneğin, Rosselini’nin Stromboli’si. Kendisi mimar ve âşık olduğu
adam balıkçı olduğu için evlenemeyen bir kadın. Bu hikâye her yerde, örneğin
Hawaii’de de geçiyor olabilirdi.
Barbara orijinal
bir senaryo. Filmdeki ana karakter sizin alter egonuz, kendinizin sinematik
ifadesi olarak yorumlanabilir mi?
David Lynch veya
Lars von Trier’i izlediğimde ben de aynı şekilde hissediyorum. Mullholland Drive ’ı
eşimle birlikte izlemiştik ve film bittikten sonra bana filmin bir kadın
tarafından mı yapıldığını sormuştu. Öyle olmadığını söylediğimde gerçekten
şaşırmıştı. Aynı şey von Trier filmleri için de geçerli. Nina Hoss’tan ben
olmasını talep etmedim. Ona bir tasarımım olmadı, ayrı bir varlık olmaya devam
etti. Sadece ona materyalde yardımcı oldum ve o ‘elveda’ dedi ve geri çekildi.
Kendisini bir kadın bakış açısıyla değerlendirdi ve bunu oyununa kattı. Bunu
beğendim ve buna saygı duydum. Önceki filmlerde ölmesine izin vererek onu
kontrol altında tutmaya çalışıyordum ancak bu defa serbest bıraktım.
Çeviri: Erdem
Korkmaz