Siyasi
sebeplerle 1977 yılından sonra İsveç’te yaşamak zorunda kalan Mehmet Uzun,
Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı.
Türkiye’de aleyhine açılan birçok dava sonrasında 1981′de vatandaşlığından
çıkarıldı. 1992 yılına kadar Türkiye’ye gelemeyen yazar, uzun yıllar İsveç
Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası
Pen Kulüp’te aktif olarak çalışmakla beraber çok sayıda Kürtçe roman yazdı.
2001 yılında Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Geleneksel Düşünce ve İfade
Özgürlüğü ödülünü aldı. Aynı yıl “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” adlı
romanı ve“Nar Çicekleri” adlı deneme kıtabı ile ilgili olarak yargılandı.
Hayatının son
yıllarında yakalandığı mide kanseri ile mücadele ettiği dönemlerde Diyarbakır’a gelen yazar
2007 yılında özlemini çektiği topraklarda sonsuza dek uzandı.
Milliyet
Gazetesinden Hasan Cemal’in yazarın Diyarbakır’da
tedavi gördüğü süreçte yaptığı söyleşilerden bazı bölümleri aşağıdan
okuyabilirsiniz.
DİYARBAKIR
Gayet sakin,
sükûnet içinde, her noktasını, her virgülünü koyarak konuşuyor Mehmed Uzun. İç
barışını sağlamış insanlara mahsus bir özgüven havası var. O kadar yumuşak
bakışlı ki, yüz ifadesi, yüz çizgileri öyle ki, özü sözü bir insan diyorsun.
Zayıflamış,
süzülmüş…
‘Mehmed Uzun
geçen temmuz ortası Stockholm’den Diyarbakır’a geldiği vakit, ancak bir hafta
on gün daha yaşar demişlerdi’ diye anlatıyor Şeyhmus Diken, ‘Donup kalmıştık.
Modern Kürt edebiyatının ikinci adamı da, yirminci adamı da yoktu çünkü. Kürt
dilini, modern edebiyatımızı dünyaya tanıtan tek edebiyatçımızdı, romancımızdı
Mehmed Uzun… Onun için donup kaldık.’
Kanser,
midesinden vurmuş.
Belki de uzun
sürgün yıllarındaki kahredici çalışmaların acı sonucu… Karısı Zozan başıyla
onaylıyor.
İsveç’teki
sürgün yıllarından sonra ölmeye gelmemiş kendi topraklarına. ‘Yukarı
Mezopotamya’nın şifa kaynağıdır’ diyerek iyileşmeye gelmiş Diyabakır’a.
Hastanenin
önünde, Darkapı Meydanı’nda onun için divan kurmuş Deng Bejler. Şeyhmus’un
deyişiyle ‘Sözün bitmediği yerden seslenen’ Deng Bejler… Mehmed Uzun bir an
önce şifa bulsun diye Kürtçe şarkılar, türküler söylemişler ona, Kürtçe
destanlar okumuşlar.
Tıpkı
çocukluğundaki gibi.
‘Çocukluğumda
Deng Bejler vardı evimize gelen. Onlar, Kürtçe sözlü anlatımın ustalarıydı.
Kürt klasik şarkılarını, destanlarını evimizde söylerlerdi.’
Yediği o tokat!
1953 Urfa
Siverek doğumlu.
‘Geniş bir
aşiret eviydi’ diye anlatıyor, ‘Evde, mahallede Kürtçe konuşurduk. Anadilimdi
Kürtçe, konuşma dilim. Ama bana okuma yazma öğreten olmadı. Yıllar sonra 12
Mart’ta(1971) , hapishanede öğrendim Kürtçe okuma yazmayı. 18 yaşındaydım. Musa
Anter’le amca oğlum Ferit Uzun öğrettiler. Kürtçeyle ilk ciddi ilişkim böyle başladı.’
O tokadı
unutamıyor!
‘Siverek’te
ilkokulun birinci günü bir tokat yedim, bugün bile aklımdan çıkmaz. Okul
bahçesinde sıraya girmeye çalışırken aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Bir tokat
attı İstanbul’lu yedek subay öğretmen, Türkçe konuş diye. Ama Türkçe
bilmiyordum ki…’
Amin Maalouf,
Lübnanlı yazar, Ölümcül Kimlikler isimli kitabında bir insanın anadiliyle
bağını koparmak kadar tehlikeli bir şeyin olmadığını anlatır.
Mehmed Uzun
şöyle diyor:
‘Ben de bir
tokatla tanıştım Türkçeyle. Benim anadilimle bağım böyle koptu. Eğitim dilinin,
kültür dilinin Türkçe olması, Kürtçeyle bağımı kopardı. Dili yasaklamak
insanlık suçudur. İnsanı anadilinden koparmak vahşettir. Bir insanı kendi
dilinden koparmak, insanın ruhunu, kişiliğini zedeliyor, gelişimini engelliyor.
Bence bu Kürtçe yasağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük yanlışlarından
biriydi.’
Babasını
anımsıyor:
‘Altı kardeştik.
Kürtçeyle bağımız kopmasın diye babam bize Kürtçe şarkılar söylerdi evimizde.
Aile bir ikilem içindeydi. Bir yandan çocuklarının okumasını istiyorlardı.
Onlardan esirgenmiş bir şeydi bu. Ama öbür yandan da kendi kültürümüze,
dilimize olan bağlılık nasıl devam edecek diye kara kara düşünüyorlardı.’
12 Mart darbesi,
1971.
‘Tutuklandım,
Kürtçülükten. 18 yaşındaydım. Duvarlara yazılar yazılmıştı Siverek’te. 28 kişi
birlikte Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne gönderildik. Kürtçeyle ilk ciddi tanışmam
böyle oldu. Herkes vardı hapishanede. Tarık Ziya Ekinci, Mehmet Emin Bozaslan,
Musa Anter, Ferit Uzun…
3 Mart 1972′de
tutuklandım. Hem Kürt aydınları, öğrencileri vardı hapiste, hem de Kürt
köylüleri ve Kürt ağaları, beyleri, yani eşraftan insanlar vardı, Barzani’ye
yardım etmekten dolayı tutuklanan… Aydınlar Türkçe konuşurlardı, eşraf da
Kürtçe… Deng Bejler de vardı bizimle içeri atılan… Her lehçeden, yani Kurmanci,
Sorani, Zazaca, her lehçeyi konuşan Kürtler vardı. Kürtçenin zenginliğini
hapiste böyle tanıdım ilk kez… Sonraki sürgün yıllarımda Kürtçe roman dilimi
geliştirmeye başlayınca, Kurmanci’nin başka ağızlarıyla da temasa geldim.’
Sonra
Diyarbakır’dan Ankara’ya, Mamak Askeri Cezaevi’ne gönderiliyor. O yıllardan bir
acısı var Mehmed Uzun’un, hiç unutamadığı:
Kürtçeye
hakaret!
‘Hapishanelerde,
mahkemelerde Kürtçeye çok hakaret ediliyordu. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde
askeri savcılar, ‘Kürtçe diye bir dil yok! ‘ dedikçe, çok kırılıyordum.
Kürtçenin zengin bir dil olduğunu, eski bir dil olduğunu, modern metinlerin de
Kürtçeyle yazılabileceğini söylemek, göstermek istiyordum.’
Rızgari
dergisinde sorumlu
1976′daki davayı
anımsıyor.
Rızgari
davasını…
İsmail
Beşikçi’nin de imzasız yazı yazdığı Rızgari dergisinde sorumlu yönetmenliği var
Mehmed Uzun’un. Derginin siyasal çizgisi, muhalif ve de radikal…
9 ay hapis
yatıyor 1976′da.
‘DGM’da askeri
savcı, iddianamesinde Kürtçe diye bir dil yok diyordu. Nasıl olur? ‘ diye
anlatıyor Mehmed Uzun, ‘Ben bu dille doğdum. Anamla babamla bu dili konuştum.
Kürt yok, Kürtçe yok dediklerini duydukça, o kadar kırılıyordum ki… Mahkemede,
böyle bir durumda, insan kendini çok güçsüz hissediyor, çaresiz hissediyor.
Böyle hukuk olur mu diye haykırmak geliyor içinden… Böylece bir duygu
tomurcuklanması yaşamaya başladım hapishanede, modern bir dil olarak Kürtçe’yi
edebiyatta kullanmak için…’
Sürgüne
gitmeseydim
Hapisten kararlı
çıkıyor. Mahkûmiyetinin kesinleşeceğini anlayınca da sürgüne, İsveç’e gidiyor.
Şöyle diyor
Mehmed Uzun:
‘Eğer sürgüne gitmeseydim,
yaratmış olduğum Kürtçe edebiyatı yaratamazdım.’
Sürgünde öteki
Kürtlerle, Suriyeli, Iraklı, İranlı, Kafkaslı Kürt yazarlarla temasa geçiyor.
Ciğerhun, Osman Sabri, Hasan Hişyar, Ruşen Bedirhan, Nurettin Zaza, İbrahim
Ahmet, ‘Kürt milli marşının yazarı’ olarak belirttiği İranlı bir Kürt olan
Hejar…
Daha çok
1920′lerde, özellikle Şeyh Said İsyanı sonrasında Türkiye’den Suriye’ye göç
etmiş, Latin harfleriyle yazan Kürt edebiyatçılarıyla tanışma, öğrenme dönemi…
Zorluğunu şöyle
anlatıyor:
‘Kürtçe roman
yazmak, Türkçe ya da Farsça yazmak gibi değil. Çünkü senin dilin yasaklı bir
dil. Eğitimden, iletişimden, modern yaşamdan uzaklaşmış bir dil. İğdiş edilmiş
bir dil yani. Bu dille zengin, modern bir edebiyat yapmak çok zordu.’
Burada ekliyor:
‘Orhan Pamuk’un
böyle bir zorluğu yoktu. Çünkü kendi anadiliyle, Türkçeyle yazıyor. Zengin bir
edebiyatı, gelişmiş bir dili var. Kitapları, yazarları, okulları,
üniversiteleri, sözlükleri, ansiklopedileri var. Ama ben oturup Kürtçe yazmaya
karar verdiğim zaman, bunların hiçbirisi yoktu ki. Hiçbirine sahip değildim.
Bütün bunlardan yoksun olarak da zengin bir roman dili geliştirmek çok zordu.’
Duruyor,
düşünüyor.
Yutkunarak
konuşmaya başlıyor yeniden:
‘Kürtçe roman
yazmaya başladığım zaman elimde Musa Anter’in 1960′larda hapiste hazırladığı
incecik bir sözlük vardı. Bir de Mehmet Emin Bozarslan’ın sözlüğü, 19.
yüzyıldan kalma bir sözlüğün çevirisi… Türkiye’ye gelemiyordum. Daha çok
Suriye’ye gidip Kürtlerle, halktan insanlarla, amatör şair, şarkıcılarla, Deng
Bejlerle birlikte oluyor, Kürt dilini keşfediyordum. Çiçeklerin, ağaçların,
kuşların Kürtçe isimlerini öğrenip kaydediyordum. Diaspora’da benden önce
yapılmış Kürtçe edebi çalışmaları, dergileri, kitapları tarıyordum.’
İğneyle kuyu
kazmak!
‘Kahredici bir
çalışma, sonunda midene vurdu anlaşılan…’
‘Galiba’ diyor
Mehmed Uzun. Odanın bir köşesinde bizi sessizce izleyen Zozan, (Türkçesi yayla)
başıyla onaylıyor.
Mehmed Uzun,
1970′lerin 12 Mart’lı yıllarında, Ankara’nın
ünlü Mamak Askeri Cezaevi’nde yatar. Türk aydınlarıyla aynı koğuşta geçirdiği o
zaman dilimini önemser. Şöyle diyor:
‘Uğur
Alacakaptan, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, Erdal Öz, Atilla Sarp, Ruhi Koç… Kürtlere
açık düşmanlıkları olmayan insanlardı. Onlara çok kitap gelirdi. Onlardan kitap
okuma terbiyesi edindim. Uğur Mumcu’ya sonraki yıllarda yardımcı olmuştum, Şeyh
Said İsyanı isimli kitabını yazarken…’
Mehmed Uzun
itiraf ediyor, 1970′lerde siyaseten çok keskin, radikal olduğunu. ‘O zamanki
Türkiye ortamı da insanı keskinleştiriyordu’ diyor. Zaman içinde törpüleniyor.
Siyasal çizgiler yumuşuyor.
Bir daha hapse
düşmemek için 1970′lerin ikinci yarısında İsveç’e, sürgüne giderken de
siyasetle arasına mesafe koymaya karar veriyor.
Dil, kültür,
edebiyat…
Siyasetin değil,
bunların ağır bastığı bir hayattan yana kullandığı tercihini şöyle
gerekçeliyor:
‘Kürtçe yeni bir
şeyler yapmak istiyordum, modern bir şeyler… Bunun eksikliğini içimde sürekli
hissediyordum.’
Kürt
edebiyatında Mehmed Uzun’a kadar geleneksel çizgiler ağır basar. Yerel, taşralı
ya da şehirli olmayan bir edebiyat… ‘Kapalı toplumun ürünüydü bu edebiyat’
diyor Mehmed Uzun, ‘Modern değildi. Açık topluma, demokratik, çağdaş topluma,
bugüne ait Kürtçe bir roman dili, bir edebi dil yakalamak istiyordum. Bunun
için Kürtçe’nin canlandırılması, yenilenmesi ve tabii sevdirilmesi
gerekiyordu.’
Birey ve kul!
Romanlarını
Türkçe değil, Kürtçe yazmak için ilke kararı alıyor. Denemelerini, makalelerini
ise Türkçe yazıyor. İlk Kürtçe romanının adına gelince:
Tû!
Türkçesi Sen…
Peki, neden Sen?
‘Kürtlerde birey
mefhumu çok zayıftı. Hep cemaat-kul ilişkisi ağır basıyordu. Siyasal Kürt
örgütlerinde de böyleydi. Totaliter çizgiler belirgindi her zaman. İllegalite
de sorundu. Bu nedenle insani, entelektüel ilişkiler geri plana itilmişti. Buna
karşı çıktım. Bu ilişki yapısını eleştirdim. Onun için Tû, yani Sen koydum ilk
Kürtçe romanımın adını, bireyi öne çıkarmak için…’
Bu arada
ekliyor:
‘PKK ile
ilişkilerimde de pürüzler yaşadım bu yüzden. Bağımsız aydın duruşuna alışık
değiller. Mesafe koydum. Düşmanlık içinde olmadım, ama gerektiğinde eleştirel
de bakabildim.’
Bağımsız
aydınlar!
Bağımsız aydın
duruşu…
Bu konuyu çok
önemsiyor.
Dedikleri şöyle:
‘Kendi
yazarlığımı, bir siyasi propaganda aracı, bir ideolojik araç olarak görmedim.
Edebiyatın kendisine özgü kaygıları, kuralları var. Bunlara uymak, bu konuda
özen göstermek gerekir. Bu yüzden Kürt siyasetine, örgütlerine dönük mesafemi
korumaya çalıştım. Tabii onlara çok uzak, çok tepeden bakarak değil. Tartışma
ve diyalog kanallarını da kapamadım. Ben farklı bir şey yapıyordum.’
Hümanist tutum!
Neydi bu
farklılık?
Bu sorunun bir
yanıtı, Mehmed Uzun’un sık kullandığı bir sözcükte düğümleniyor:
Hümanizm.
‘Kendimden söz
etmeyeyim ama…’ diye başlıyor, ‘Hümanist bir tutum içinde olmam lazım diye
düşündüm. Kürt dilinin bütün temsilcileriyle, hiç ayrım yapmadan, sağcısıyla
solcusuyla, dincisiyle laikiyle, genciyle yaşlısıyla, Iraklısıyla, Suriyeli ya
da İranlısıyla, hepsiyle iletişim kurdum.’
Mehmed Uzun bir
an susuyor.
Sonra bir cümle
daha:
‘Ben sürgün
yazarıyım! ‘
Ne demek sürgün
yazarı? Dünkü yazımda belirttiğim o cümlesi aklıma takılıyor ve yine içimi
acıtıyor:
‘Sürgünden söz
etmek hep zordur; söz gırtlakta kalır çünkü…’
Sürgün, bir
yerde çokkültürlülük demek. Birden çok dille, kültür ortamıyla içiçe yaşamak
mecburiyeti demek. Kürtçeydi, Türkçeydi, İsveççeydi derken, insanın kendi
kişiliğinde hissetmeye başladığı parçalanmışlık, bölünmüşlük duygusu demek…
Mehmed Uzun’un
yorumu şöyle:
‘Ama unutma, bu
çokkültürlülüğü bir güç haline getirmek de mümkün…’
Pamuk’a
yapılanlar
Mehmed Uzun,
Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü’nden dolayı Türkiye’de yapılanları kınıyor.
Bunları ‘kışla kültürü’nün bir ürünü sayıyor. ‘Bir aydın, neden resmi
ideolojinin doğrularıyla davransın ki? ‘ dedikten sonra şunları ekliyor:
‘Çin hariç
hiçbir ülkede Orhan’a yapılanlar yapılmadı. Jose Saramago, Portekiz’de düzen
karşıtı ve komünist bir edebiyatçıydı. İspanya’da yaşadı bu yüzden. Ama Nobel’i
alınca Portekiz’de de yüceltildi, cumhurbaşkanına kadar herkes kutladı. Macar
Yahudisi İmre Kertesz de Macaristan’da değil, Berlin’de yaşadı, ülkesindeki
düzeni eleştirdi. Fakat edebiyatta Nobel’i alınca, Macaristan da kendisini
bağrına bastı. Harold Pinter, Günter Grass, onlar da kendi ülkelerinin,
İngiltere’nin, Almanya’nın geçmişini, düzenini sorgulayan radikallerdi. Nobel’i
aldılar ama Orhan Pamuk’un karşılaştığı gayri medeni davranışları yaşamadılar
kendi ülkelerinde. Orhan’a yapılanlar, bir tek Çin’de Gao Ziyang’a yapıldı.
Ruhlar Dağı’nın yazarı Ziyang, biliyorsun, Mao Çini’nde, Kültür Devrimi
sırasında kitapları yakılmış, Paris’e kaçmak zorunda kalmıştı. Nobel’i alınca,
Çin Komünist Partisi Gao Ziyang’ı neredeyse vatan haini ilan etti.’
Şöyle devam
etti:
‘Maalesef Orhan
Pamuk’a uygarca davranılmadı, sürekli pompalanan milliyetçilik yüzünden…’
Ve noktayı şöyle
koydu:
‘Resmi ideoloji,
Türkiye’ye giydirilmiş bir deli gömleğidir. Türkiye gerçekten modern olmak
istiyorsa, bu taşralılıktan kurtulması gerekir.’
Yarınki üçüncü
Mehmed Uzun yazısında Kürt sorunu, ateşkes, Başbakan Erdoğan, Mehmet Ağar ve Diyarbakır izlenimleri
yer alacak.
Devlet
kucaklayıcı olursa dağdan inerler
Modern Kürt
edebiyatının temsilcilerinden Uzun, ‘Ateşkesi önemsiyorum’ dedi ve ekledi:
Bölge insanı da şiddeti istemiyor. Devlet biraz kucaklayıcı olursa çok şey
değişebilir, PKK dağdan iner…
Mehmed Uzun,
modern Kürt edebiyatının dünyadaki en büyük ismi, silah ve şiddetle arasına
mesafe koymuş bir barış insanı…
Kanserle
boğuşmak ve şifa bulmak için geçen yaz geldiği Diyarbakır’da barış güvercini olmuş. Diyarbakır onu bağrına
basarken, o da barışın odak noktası olmuş bölgede. Bugüne kadar bir araya
gelemeyenleri, farklı siyasetlerin ayırdığı Kürt aydınlarını buluşturmuş,
barıştırmış…
“Yıllar öncesi
ben de çok keskindim siyaseten” diyor Mehmed Uzun, “Türkiye’nin ortamı insanı
çok keskinleştiriyordu çünkü…”
Evet öyle.
Çoğumuz için
geçerli bu durum. Yıllar köşeleri törpülüyor. Yumuşatıyor insanı. Kim bilir,
belki de acıların olgunlaştırıcı etkisi…
Ama bu demek
değil ki demokrasiydi, barıştı, insan haklarıydı, adalet ve özgürlüktü gibi
ideallerinden vazgeçiyorsun.
Hayır,
vazgeçmiyorsun.
Ağzından
sözcükler tane tane dökülen, yumuşacık konuşan Mehmed Uzun’u dinlerken bir
yandan yine düşünüyorum:
“Acı
olgunlaştırıyor!”
PKK da
değişiyor!
Barışa ulaşmak,
ama nasıl?
Şöyle yanıtlıyor
Mehmed Uzun:
“PKK da
değişmeye başladı. Eskisi gibi değil. Şiddetle Kürt sorununu çözmenin mümkün
olmadığı gittikçe daha çok anlaşılıyor. Devlet de şiddet kullanarak bu sorunu
ortadan kaldıramaz. Kaldırabilmiş olsa seksen yıldır kaldırırdı.”
‘Ateşkes’e sözü
getiriyor:
“Türkiye bir
dönüm noktasında. Ateşkesi önemsiyorum. Bölge insanı da şiddeti kesinlikle
istemiyor, bıkmış durumda… Bölgeyi şiddetten arındırmak zorundayız. Bir iki
adım atılsa, adına ister af deyin, ister demeyin, bir şeyler yapılsa dağdan
inecekler, silah da bırakacaklar. Devlet biraz kucaklayıcı olursa çok şey
değişebilir. Bunu görüyorum, hissediyorum.”
Ne yapmalı?
Mehmed Uzun’un
kısa yanıtı:
“Kürt dilinin,
Kürt kimliğinin önündeki engelleri kaldırmak… Kürtün kendini Kürt olarak daha
rahat ifade edebilmesi… Göçün, işsizliğin acılarını sarmak… Kürtlerin sivil
siyasete, demokratik siyasete daha çok katılımlarını sağlamak… Bakın, yüzde 10
barajıyla olmuyor. 2 milyon oy boşa gidiyor. Kürtler dışlandıklarını,
parlamentoda temsil edilmediklerini söylüyorlar ki, bu konuda son derece
haklılar. Bu dışlanmışlığa da son vermek lazım.”
Uzun lafın
kısası:
Mehmed Uzun
artık silah sesi duymak istemiyor!
Diyarbakır’da öyle dolaşırken, sokakta rasgele bir
vatandaşa soruyorum:
“Ortalık nasıl,
sükûnet mi?”
“Evet Beyim,
sakin. İnşallah bozulmaz. Millet huzur istiyor.”
Millet huzur
istiyor!
Burası kesin.
Mehmed Uzun’u
dinlerken bir kez daha düşündüm. Çekilen sıkıntı ve acılar, bu dünyada güzeli
yakalamanın faturası oluyor. İnsan hayatında da, toplum yaşamında da öyle.
Anlaşılan o faturayı ödemeden barış da gelemiyor, demokrasi de, hukuk da.
Bakın Avrupa’ya.
Refahı, barışı
yakalamak için geçen yüzyılda ne savaşlar, ne ihtilaller, ne ana baba günleri
yaşandı Avrupa’da. Oluk gibi kan
aktı. Bütün bu bedeller ödendikten, bütün bu korkunç kopuşlar yaşandıktan
sonradır ki, Avrupa Birliği gibi tarihin en büyük barış projesi tarih sahnesine
çıkabildi, gerçekleşme yoluna girdi.
Tarih maalesef
kanla yazıldı.
Ama acılar da
olgunlaştırdı!
İnsanları da,
toplumları da…
Barışın,
demokrasinin, refahın yolu ancak böyle açıldı. Yaşamak için ille de acı
çekilmeyecek zamanlar ancak böyle yakalandı.
Büyük bedeller
ödenerek!
Bunu kendi
yaşamından en iyi bilenlerin başında hiç kuşkusuz Mehmed Uzun gelir. Kanser
olanca acısıyla midesine vurdu ama Uzun’un sözü öylesine değer kazandı ki, bu
topraklarda da barış ve kardeşliğin kıymeti böylece daha çok anlaşıldı.
İyi pazarlar
sevgili kardeşim, sana
da, Zozan’a da…